26 Aralık 2007

SU TÜRKİYE'NİN GELECEĞİDİR - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, susuz bir yaşam düşünebilir misiniz? Geleceğimiz açısından suyun önemini ve kıymetini ortaya koyabilmek için bugünkü yazımı DSİ, DİE ve CHP'nin verilerinden yola çıkarak suya ayırdım.

Değerli okurlarım, Türkiye'ye yıllık 501 milyar metreküp su düşüyor.
1- Bu suyun 274 milyar metreküpü buharlaşıyor,
2- 41 milyar metreküpü yer altı sularına karışıyor,
3- Yeraltı sularının 14 milyar metreküplük bölümü pınarlar vasıtasıyla yeniden yeryüzüne çıkıyor.
4- 153 milyar metreküplük bölümü ise çeşitli büyüklükteki akarsular vasıtasıyla denizlere ve kapalı havzalara dökülüyor.
5- Komşu ülkelerden Türkiye'ye 7 milyar metreküp su geliyor.

Yukarıdaki bilgilere göre:
a- Türkiye'nin brüt su potansiyeli 234 milyar metreküpü buluyor.(501-274=227+7=234),
b- Türkiye'nin brüt yerüstü suyu potansiyeli ise 193 milyar metreküp.
(234- 41=193).

Türkiye'nin toplam kullanabilir su potansiyelinin 112 milyar metreküp olmasına rağmen Türkiye, bu miktarın sadece yüzde 36'sını yani 40.3 milyar metreküpünü kullanabilmekte.

Ayrıca 779.5 milyon hektar yüzölçümü olan Türkiye topraklarının sadece 28 milyon hektarlık kısmı ekilebilir durumda. Ekilebilir alanların 25.85 milyon hektarlık kısmı sulanabiliyor. Modern anlamda ise sadece ve sadece 8.5 milyon hektarlık alan sulanabilmekte.

Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı bin metreküpten daha az olan ülkeler su fakiri. Kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı bin ile 2 bin metreküp arasında olan ülkeler ise su azlığı ile karşı karşıya. Kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 8-10 bin metreküpten daha fazla ülkeler ise su zengini olarak nitelendiriliyor. Türkiye'de kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1642 metreküp/yıl. Oysa Türkiye'nin su potansiyeli 3 bin 690 metreküp/yıl.
Bu durumda Türkiye su azlığı sorunu yaşayan ülkeler arasında yer almakta.

Bu şekilde giderse 2030 yılında Türkiye'nin nüfusunun 100 milyona erişmesiyle, kişi başına düşecek su miktarının bin metreküp/yıla düşeceği düşünülmekte.

Peki neler yapılmalı?

* Küresel ısınmadan etkilenen ülkelerin başında gelen Türkiye su sorununa acilen çözüm getirmek durumdadır. 112 milyar metreküplük su potansiyelinin kullanılabilmesi için 128 milyar dolarlık yatırım gerçekleştirilmelidir.
* Hem sulanabilir alanları arttırmak hem de kişi başına düşen kullanılabilir su miktarını su zengini ülkelerin seviyesine yükseltmek ve brüt yerüstü suyu potansiyelinin tamamını kullanabilmek için 730 adet barajın, 1000'den fazla göletin ve bir o kadar da sulama kanallarının yapılması gerekir.
* Taşkınlardan korunmak için bugüne kadar 30 milyon dolar yatırım yapılmasına rağmen felaketler yine de yaşanmaktadır. Türkiye bu taşkınlar yüzünden her yıl 100 milyon dolar zarara uğramaktadır. Barajların ve göletlerin yapılmasıyla maddi ve manevi zararın önüne de geçilmiş olacaktır.
* Kentleşme, sanayileşme, tarımsal ilaçlar, çevre kirliliği gibi nedenlerden dolayı sularımız hızla kirlenmektedir. Bunun önüne süratle geçilmesi için gerekli hukuki ve maddi önlemler alınmalı ve etkin denetim sağlanmalıdır.
* Türkiye'nin su potansiyelini tam ve ekonomik kullanacak tedbirler alınmalıdır.
* Güneydoğu Anadolu Projesi'nin bir an evvel hayata geçmesi için gerekli yatırımların yapılması zorunludur.

Bir not daha: Dünya Çevre Örgütü yayınladığı raporda Avrupa'daki ilk çölleşmenin Konya'da başlayacağını vurguladı. Ayrıca rapora göre, Türkiye'de göl sularındaki çekilmeler çölleşmenin oldukça yakın bir gelecekte gerçekleşeceğini ortaya koyuyor.
Kentlerde nüfusun aşırı artması suya olan ihtiyacın da aynı oranda artmasına neden oluyor. Eğer su kaynaklarını çoğaltmazsak, kentlerin su ihtiyacını karşılamak için tarım için kullanılan suyun alınması gündeme gelecek. İşte o zaman tarım da sekteye uğrayacak. Örneğin: 1 ton tahıl üretmek için 1000 ton su kullanmak gerekir. Bu suların kentlere aktarılacağı oranda, açlıkla karşı karşıya kalma ihtimalinin büyüyeceği gözardı edilmemelidir.

Tüm bunların ötesinde gelecekteki savaşların su yüzünden çıkacağı da görülmektedir. Suyun stratejik değeri her geçen gün artmaktadır.

Topraklarımızı suyla buluşturacak, havamızı sera etkisinden koruyacak, suyumuzu çoğaltacak ve kirlenmesini önleyecek, ormanlarımızı koruyacak ve çoğaltacak projeleri vakit kaybetmeden devreye sokmalıyız.

Değerli okurlarım, gelecek on yılların su yılları olacağını göz önünde bulundurmalıyız. Küresel ısınmanın etkilerini de dikkatle değerlendirerek yaşam kaynağımız olan ormanlarımıza, sularımıza, topraklarımıza ve havamıza sahip çıkmalıyız. Onların yok olmasına ve kirlenmesine fırsat vermemeliyiz.

Geleceğimiz olan çocuklarımıza sağlıklı ve yeterli su bırakabilmek için kaynakların çok iyi korunup, akılcı kullanılması gerekir.

Su emektir, su ekmektir, su yaşamdır, su zenginliktir, su gelecektir...

(25 Aralık 2007 Haber Ekspres)

20 Aralık 2007

TAKIYYEYE GEREK KALDI MI? - ZAFER YAPICI

Bundan böyle AKP'nin üst yöneticilerinin söylem ve eylemlerinde takıyye yapmalarına gerek kalmamıştır...

Çünkü artık söyleyemediklerini söyleyecek, yapamadıklarını yapacak kişi ve kurumları; daha doğrusu kendi dar çıkarlarının ödünsüz savunucusu "kadrolarını" oluşturmuşlardır.

Başbakanın ve Cumhurbaşkanının vücut dilinden anlayan kadrolar "gereğini yapacak" duruma gelmişler, "gereğini yapacak" konumlara taşınmışlardır.

İşte birkaç örnek: Cumhurbaşkanı tarafından atanan yeni YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın ilk demeci "Bütün yasaklar üniversitelerden kalkacak" oldu. Özcan eğitimin ve bilimin sorunlarından ve eğitim ve bilim üzerindeki siyasal baskılardan söz etmek yerine göreve gelir gelmez açıkça "türban" serbestliğini savunan mesajlar vermekte...

Kocaeli'nin Karamürsel kaymakamı 11 Aralık 2007 tarihinde gönderdiği yazı ile ilçedeki protokolün ve kamu görevlilerinin kurban bayramında bayramlaşmak için ilçenin Merkez Camii'nde olmalarını istedi.

AKP'den milletvekili seçilen bir hukukçu(!) "Anayasa'da Atatürk milliyetçiliği, Atatürk ilke ve inkılapları kavramlarına gerek yok" diyerek anayasa tartışmalarını başlatma görevini üstlendi.

İktidara yakın olmasının dışında hiçbir özelliği olmayan bir kişi Türkiye'nin en büyük radyo ve televizyon kuruluşu olan TRT'nin Genel Müdürlüğüne getirildi.

Sadece devlet yönetimindeki kadrolar değil, sendikalar ve "sözde sivil toplum örgütleri" içindeki kadrolar da görevlerini yerine getiriyorlar...

Örneğin Eğitim-Bir-Sen'in 1-2 Aralık 2007 tarihlerinde Şanlıurfa'da yaptığı istişare toplantısı sonuç bildirgesinde:

* Okullarda İstiklal Marşı'nın da okunduğu törenlere son verilmesi;
* İlköğretim okullarında okutulan öğrenci andının yeniden gözden geçirilmesi, andın etnik farklılıklar ve evrensel değerler dikkate alınarak yeniden dizayn edilmesi;
* Bölgede sadece kız öğrencilerin devam edeceği pansiyonlu kız meslek liseleri açılması, kırsal kesimde ikamet eden kız öğrencilerin bu okullara devamının sağlanması;
* Yerel dil ve lehçelerin seçmeli ders olarak okutulmasının sağlanması, eğitimin tüm kademelerinde herhangi bir ideolojinin dayatılmasından vazgeçilmesi, ideolojik eğitimden demokratik eğitime geçilmesi öneriliyor...
* Özellikle yükseköğretimde kılık-kıyafet serbestliği getirilip, türban yasağının kaldırılması gerektiği şeklindeki ifadeler var...

Türk-İş gibi sendikal kuruluşların teker teker AKP kontrolüne girmesi için çalışmalar daha da yoğunlaştırılıyor. Tüm sendikalar güdümlüleştirilmeye çalışılıyor.
Sadece bunlar mı! Bilim ve eğitim sahasına sızmış alt kadrolar da işbaşında...

Hatırlarsınız; "İkinci Cumhuriyetçi" bir bilim adamı(!) İzmir'de "neden her yerde bu adamın (Atatürk) fotoğrafları var diye soracaklar" diyebilmişti.

Anayasanın sivilleştirilmesi tartışmaları "bilimsel kadrolara" (!) ısmarlanmıştı.
İstanbul Esenler'deki bir lisede edebiyat öğretmeni Z.Y'nin baskılarına Alevi öğrenciler maruz kaldı...

Ankara-Çankaya'daki Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulu'nun bahçesine " Hiç kimse başkasının öğrenme hakkını engelleyemez" yazılı afiş asıldı ya da astırıldı.
Kıbrıs'taki ilk Türk hava şehidi olarak tarihe geçen Cengiz Topel'in adının verildiği Antalya'daki okulun tabelası değiştirildi.

İstanbul Belediyesi'nin Bağcılar-Gaziosmanpaşa arasında sefere koyduğu otobüsün sadece Kazım Karabekir İmam Hatip Lisesi'nde okuyan türbanlı kız öğrencilere hizmet vermesi sağlandı.

Özellikle devlet hastanelerinde ve sağlık ocaklarında bayan doktor ve hemşirelerinin bazılarının türban takarak vazife yapmasına olanak tanındı...

Değerli okurlarım, bunlara benzer o kadar çok karanlık örnek var ki...Sizler bu örnekleri çok iyi biliyorsunuz, birçoğuyla da günlük yaşamlarınızda karşılaşıyorsunuz. Cumhuriyet devrimlerinin kuşatılmışlığına her an şahit oluyorsunuz.

Büyük Ortadoğu Projesi adım adım yaşama geçiriliyor! Cumhuriyet, laiklik, demokrasi yok edilmeye çalışılıyor. Cumhuriyet değerlerini örgütlü bir biçimde savunan tüm platformlar hedef alınıyor. En başta da CHP.

Bizi biz yapan değerlerimiz elimizden uçup gitmekte...Yavaş yavaş, adım adım...

Bunlar olurken; artık cumhuriyet değerlerinin içeriği takıyyeye başvurmaya gerek kalmadan boşaltılırken, edilgen durumda olmaya devam mı edeceğiz? Ne zaman kendimize gelip değerlerimize sahip çıkacağız?

Ne zaman?

Ne zaman?

Haber Ekspres, 18 Aralık 2007

12 Aralık 2007

PAYLAŞILACAK O KADAR ÇOK ŞEY VAR Kİ - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, uzun bir zaman önce gördüğüm; ilköğretim öğrencisi Ege Topçu'nun yapmış olduğu bir resim beni çok etkilemişti. Bugün bu resmin içeriğini sizlerle de paylaşmak istedim.



Minik Ege'nin söz konusu resminde denizin içinde tahtadan yapılmış bir tahterevalli ve tahterevallinin her iki ucunda dengeyi sağlayan iki kafes var. Birinci kafesin kapağı açık ve bir kuş kafesin üzerinde özgür bir biçimde duruyor. İkinci kafese baktığınızda ise diğer kuş kafesin içinde tutsak bir şekilde...

Resimde birinci kafesin üzerinde duran kuş özgürlüğünü kazanmasına rağmen uçmuyor ve hiç kımıldamadan öyle duruyor. Peki neden? Çünkü eğer kımıldar veya uçar giderse denge bozulacak ve kafes içindeki diğer kuş suların içine düşüp boğulacak. Birinci kafesteki kuş özgür olmasına rağmen arkadaşının yaşaması için, kendisini de tıpkı arkadaşı gibi tutsak görmekte.

Bu resmi günümüze; Türk siyasi yaşamına da aktarabiliriz aslında...

* Birinci kafesin üzerindeki tutsak olmayan özgür kuşun; Kemalistleri, demokratları, laikleri, CHP'yi ve tüm yurtseverleri,
* İkinci kafesin içinde tutsak olan kuşun; Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal, laik ve üniter yapısını,
* Kafeslerin altındaki denizin ve denizin içindeki köpekbalıklarının ise; emperyalistleri, gericileri, bölücüleri, Sorosçuları ve ayrıcalık sahiplerini ifade ettiğini düşününüz.

Değerli okurlarım, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti yapısını ve bölünmez bütünlüğünü; Mustafa Kemal Atatürk'ün iki eserim dediği "Cumhuriyeti ve CHP'yi" bölücüler ve rejim düşmanları Lozan'ı kaldırıp Sevr'i getirerek çökertmek istemektedirler.

Emperyalistler, gericiler, bölücüler, Sorosçular ve ayrıcalık sahipleri denizin içinde bir köpekbalığı sürüsü gibi ağızlarını açıp beklemekte, kafes üzerinde tutsak olmayanları (Kemalistleri, demokratları, laikleri, CHP'yi ve yurtseverleri) korkutarak, ürküterek onların kaçmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Böylece dengeyi bozarak kafes içindekileri (Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal, laik ve üniter yapısını) denize düşürmeyi ve yutmayı hedeflemektedirler. Ya da en azından dengenin aynen kalmasını; yani özgür olan kuşun edilgen durumda kalmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. Çünkü bu statüko onlara rollerinin gereğini yapmaları için bir fırsat sunabilmektedir.

İşte değerli okurlarım; tıpkı minik Ege'nin resmindeki kuşlar gibi, Türkiye Cumhuriyeti'ni elini kolunu bağlayıp hiçbir şey yapamaz duruma getirmek istemektedirler. Bizler bu oyunların farkına ne zaman varacağız?

Bizler ne dengeyi koruma kaygısıyla edilgen durumda kalmak ne de yok olmak istiyoruz. Bu edilgenlikten ve yok olmadan kurtulmanın tek yolu Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasını yaratan ve Cumhuriyeti kuran o ruhu; o birlikteliği ortaya çıkartmaktır. Türk milleti olarak Atatürk ilke ve devrimlerine; onun iki eserine ve bizi biz yapan tüm değerlerimize sahip çıkmalıyız. O ruh ve birliktelik aynı kaderi paylaşan iki kuşu da gerçek anlamda özgürleştirecektir. O ruh ve birliktelik, denizin içindeki aç köpekbalıklarını geldikleri yere gönderecektir. Yakın tarihimizde daha sağlam kafeslerden kurtulan bizler değil miydik? Daha aç ve daha büyük köpekbalıklarını yakın tarihimizde geldikleri yerlere göndermemiş miydiydik?
Artık tahterevallinin her iki tarafındaki kuşun özgür kalmasını sağlamalıyız.
İşte o zaman Türkiye Cumhuriyeti çağdaş medeniyet seviyesine ulaşılacaktır. İşte o zaman emperyalizme, gericiliğe, eşitsizliğe, bölücülüğe ve ayrıcalıklılara baş kaldıran, kendine güvenen Atatürk Türkiye'si yaratılmış olacaktır.

"Ben değil biz" olduğumuzda...Birlik olduğumuzda...

Paylaşılacak o kadar çok şey var ki! Yeter ki yaşamı hissedelim...

(Haber Ekspres, 11 Aralık 2007 Salı)

06 Aralık 2007

AKP İKTİDARI DENETİMİ İŞLEVSİZLEŞTİRİYOR - ZAFER YAPICI

Çağdaş demokrasilerde iktidarlar mutlak ve denetimsiz değillerdir. Kişi hak ve özgürlüklerini koruma adına iktidar gücü türlü biçimlerde sınırlandırılır.

Bu sınırlandırma ilk olarak iç hukuk düzenlemeleriyle sağlanır. Anayasalar vasıtasıyla devletin yönetim düzeni ve yurttaşların hak ve özgürlükleri yazılı güvencelere bağlanır. Böylelikle iktidarın keyfiliğine son vermek amaçlanır. Yargısal denetim yoluyla da yasama ve yürütme organlarının kendilerine Anayasa ve yasalarla tanınan yetkilerin sınırlarını aşıp, aşmadıkları yargı organlarınca (Anayasa Mahkemesi, Sayıştay, Danıştay, İdare Mahkeme) denetlenir. Cumhurbaşkanı'nın vetosu ile yine iktidar denetlenir.

İktidar gücünün denetiminin bir diğer yolu da kamuoyudur. Hak ve özgürlükleri koruma konusunda kamuoyu yaratılması, özgürlüklerin korunmasının en sağlam güvencesidir. Ayrıca medya, siyasal iktidarın kullanılışını sürekli olarak gözlemlemek, eleştirmek, gerekli durumlarda uyarmak ve yol göstermek gibi işlevleriyle iktidarın kötüye kullanılmasını önlemede son derece etkili olabilmektedir.

Medya dışında örgütlü toplum da iktidarın gücünün mutlaklığa erişmesini önlemede işlevseldir. Siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, dernekler ve diğer sivil toplum örgütleri yurttaş hak ve özgürlüklerini iktidara karşı korumada önemli roller üstlenebilmektedir.

Bu denetleme yollarını işlevsiz hale getirmeye çalışmak çağdaş demokrasiden ayrılmakla eşanlamdadır. AKP iktidarının yaptığı da tam olarak budur.

AKP iktidarı,
* Anayasayı kendi zihniyeti ve siyasal erekleri doğrultusunda biçimlendirip, anayasal denetimi işlevsizleştirme yönündeki gayretleriyle;
* Cumhurbaşkanını kendi zihniyetleri doğrultusunda seçerek veto yetkisini işlevsizleştirme yönündeki gayretleriyle;
* Yargının bağımsızlık, tarafsızlık ve güvenilirliğini ortadan kaldırma yönündeki uygulamaları ve yargıyı AKP'lileştirme hedefiyle; yargıdaki kadrolaşmaları ve yargıyı baskı altına alma girişimleriyle;
* Kendi zihniyetlerine karşıt kamuoyu oluştuğu durumlarda gücünü göstermekte hiç tereddüt etmemesiyle;
* Medyayı türlü yöntemlerle baskı altında tutup, basın organlarının gerçekleri yazmasını engelleme çabası ve iktidar güdümlü bir medya yaratma yönündeki gayretleriyle;
* Ana muhalefete ve diğer siyasi partilere, sendikalara, meslek örgütlerine, derneklere, sivil toplum örgütlerine gereken demokratik önemi vermemesiyle;
* Uluslararası hukuku kendi isteklerine cevap verdiğinde kabullenmesi, kendi isteklerine cevap vermediğinde ise "ulemaya sorulmalıdır" demesiyle, çağdaş demokratik çizginin karşısındadır.

AKP iktidarı açıkça kendini denetleyen tüm demokratik unsurları etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle demokrasinin geleceği son derece büyük bir tehlike altındadır. Bir o kadar da Türkiye'nin geleceği tehlike altındadır.

Recep Tayip Erdoğan'ın "Acele etmeyin, masayı devirmeyin, yavaş yavaş bu iş olacak. Kendiliğinden, bir şey yapmaya gerek yok. On; on beş yıl sonra bir bakacaksınız bir başka ortamda bulmuş herkes kendini" sözlerinin altında yatan amaç; demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti yerine, AKP zihniyetli bir devlet yapısını yaratmaktır. Bunun için de tüm demokratik denetim yollarını işlevsizleştirme durumu söz konusudur.
Eğer biz yurttaşlar olarak yukarıdaki denetleme görevini yerine getiren unsurlara destek olmazsak ve denetim sürecine doğrudan katılmazsak, anti-demokratik ve baskıcı yönetim anlayışına katkı sağlamış oluruz.

Demokrasi nereye gidiyor? Cumhuriyet nereye gidiyor? Laiklik nereye gidiyor? Türkiye nereye gidiyor? Bizler Mustafa Kemal Atatürk'ün çocukları olarak bunların farkında mıyız?

Peki ne zaman gereğini yapacağız?

Haber Ekspres, 4 Aralık 2007

27 Kasım 2007

ÇAĞDAŞ, FEDAKÂR VE SAYGIDEĞER KÜLTÜR ORDUSU - ZAFER YAPICI

Mustafa Kemal Atatürk çok güvendiği öğretmenlere şöyle seslenmişti: "Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyetin özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil sizin eseriniz olacaktır."

Ulu Önder, neden öncelikle öğretmenlere önem ve değer vermiştir? Neden eğitimle ilgili her sözünde öğretmenlere duyduğu güvene vurgu yapmıştır? İsterseniz yine Mustafa Kemal'in sözleriyle cevap verelim. "Öğretmenler! Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın kazanacağı zafer için yalnız zemin hazırladı. Hakiki zaferi siz kazanacaksınız ve koruyacaksınız..." "Dünyanın her tarafında öğretmenler, dünyanın en fedakar ve en saygıdeğer unsurlarıdır..."

Öğretmenler toplumun önünde gidenler, topluma yol gösterenlerdir. Bu nedenle aslında geleceği inşa edenlerdir. Öğretmenlerin karşılaştıkları tüm zorlukların habercisi de zaten bu ağır misyondur. Fedakârlıklar gerektirir öğretmenlik. Çoğu zaman ağır koşullar altında çalışmayı... Büyük hedeflere, bazen büyük olanaksızlıkla savaşarak ulaşmak için kararlılık gerektirir. Biraz da bu yüzden öğretmenler dünyanın en saygıdeğer unsurlarıdır...Onlar "hakiki zaferleri" kazanmak için savaşanlardır!

Değerli okurlarım, öğretmene sahip çıkar ona gereken önemi verirseniz eğitime de sahip çıkıp önem vermiş olursunuz. Öğretmene sahip çıkmak eğitime sahip çıkmaktır, gelecek nesillere sahip çıkmaktır. Mustafa Kemal'in söylediği gibi "Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır; ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder."

Cumhuriyetimizin değişmez temel değerlerine sahip çıkmak, birlik ve beraberliğimizi sağlamak ve uluslaşmak ancak ve ancak eğitim ile, bu eğitimi veren çağdaş öğretmenlerle sağlanır. Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmanın tek yolu Mustafa Kemal Atatürk'ün de hep vurguladığı gibi öğretmenlere değer ve önem vermekten geçmektedir. Cumhuriyetimizin kurulmasındaki ve gelişmesindeki her aşamada öğretmenlerimizin fedakârlıkları, emekleri vardır. Tüm gelişmiş ülkelere bakınız; gelişmenin ardında öğretmene verilen önemin olduğunu görürsünüz...

Bir de öğretmenlerimize günümüzde reva görülenlere bakınız. Her geçen gün artan yoksulluk, türlü baskılar, kadrolaşmalar...

Bugün siyasal iktidarın uygulamalarıyla bir taraftan cumhuriyetin altı oyuluyor, Milli Eğitim'in "milli" olma niteliği zayıflatılıyor, diğer taraftan yanlış politikalarla öğretmenin saygınlığı gittikçe azaltılmaya çalışılıyor. Eğitim, bir taraftan dinselleştirilirken, diğer taraftan sıradanlaştırılıyor.

Eğitimin içeriği cumhuriyet değerlerinden uzaklaştırılıyor, özel tarikat okulları teşviklerle büyütülüyor, devlet okulları ise türlü oyunlarla tarikat örgütlenmelerinin baskısı altına sokulmaya çalışılıyor. Eğitim üzerindeki baskılarla aslında millet "esaret ve sefalete" terk ediliyor.

Yüz binlerce öğretmen adayı tayin beklerken, on binlerce öğretmen açığı varken, öğretmenliği kariyerden uzak bir geçici iş, sözleşmeye bağlı zaman ayarlı sıradan bir iş gibi gören zihniyet, eğitimin içeriğini cumhuriyet değerlerinden uzaklaştıran politikalar izliyor.

Açıktır ki eğitim, bu politikalarla ve siyasal baskılarla "hür, bağımsız, şanlı ve yüksek bir toplum" yaratma idealinden uzaklaştırılmaktadır.

İşte öğretmenlerimize verilen değer:

Öğretmenlerimizin:

* Yüzde 23.5'i görevleri haricinde ek iş yapmak zorunda,
* Yüzde 89.6'sı taksit ve kredi kartı borçlusu,
* Yüzde 58.3'ü kirada, 13,2'si yakınlarının yanında oturuyor,
* Yüzde 78'i bilimsel gelişmeleri izleyemiyor (ekonomik nedenlerden dolayı),
* Yüzde 72.7'si çocuğunun öğretmen olmasını istemiyor. Çünkü öğretmenlerin yüzde 26.9'u öğretmenliğin saygınlığının kalmadığını, yüzde 13.3'ü öğretmenlerin gelir düzeyinin düşük olduğunu, yüzde 5'i öğretmenlerin iş garantisinin olmadığını, yüzde 4'ü öğretmenlerin çalışma koşullarının ağır olduğunu düşünüyor. Daha da kötüsü öğretmenlerin yüzde 50.7'si hem öğretmenlik mesleğinin saygınlığının kalmadığını, hem de gelirinin düşük, çalışma koşullarının ağır olduğunu ve iş garantisinin kalmadığını ifade ediyorlar.
* Öğretmenlerin yüzde 9.8'i 500-1000 YTL, yüzde 83'ü 1000-1500 YTL aralığında maaş alıyor. Öğretmenlerin sadece yüzde 4.6'lık bölümünün maaş aralığı 1500-2000 YTL'ye ulaşabiliyor.
* Göreve yeni başlayan bir öğretmen yılda 9 bin 517 dolar maaş alıyor. Oysa göreve yeni başlayan bir öğretmen Lüksemburg'da 49.219, Yunanistan'da 25.823, Almanya'da 40 bin 125, İsviçre'de 40657 dolar yıllık gelire sahip olabiliyor.
* Yüksek dereceli öğretmen ise yıllık 11.558 dolar maaş alıyor. Yine yüksek dereceli bir öğretmen Yunanistan'da 37.772, Avusturya'da 53.938, Portekiz'de 50 bin 634, İrlanda'da 52 bin 930 dolar alıyor. (Bu veriler Türk Eğitim-Sen'in öğretmenler günü nedeniyle yaptığı araştırmadan alınmıştır.)

İşte Başöğretmenimizin öğretmenlerine günümüzde layık görülen tablo...

Öğretmenin yoksullaştırıldığı, eğitimin dinselleştirmeye çalışıldığı bir ülkede öğretmenlere daha büyük görev düşüyor. Engellere, baskılara inat, Mustafa Kemal'in yolunda onurlu bir gelecek kurma adına. "Hakiki zaferi" kazanma adına...

Tüm eli öpülesi, çağdaş ve fedâkar öğretmenlerimizin Öğretmenler Günlerini en içten duygularımla kutluyor, saygılar sunuyorum...

(Haber Ekspres - 27 Kasım 2007 Salı)

21 Kasım 2007

CHP'NİN TERÖR KARŞITI STRATEJİSİ - ZAFER YAPICI

Başbakan ABD'ye gitti. Bay Bush'la görüştü.

Ardından başbakan ile Bush arasında "anlık istihbarat" konusunda anlaşmaya varıldığı duyuruldu.

"Anlık istihbarat" konusunda bir anlaşma iki soruyu akla getiriyor.

Birinci soru terör örgütünün Kuzey Irak'taki yerleşim planı hakkındaki istihbaratın yıllardır bu bölgeyi işgali altında tutan "dost ve müttefik" (!) ABD tarafından neden şimdiye kadar Türkiye ile paylaşılmadığı.

Biliyorsunuz, Türkiye ve ABD iki NATO üyesi ülke. 11 Eylül saldırıları ardından NATO; terörü tehdit listesinin baş sıralarına yerleştirmişti. ABD, "kendi teröristi"ni dünya çapında etkisizleştirmek için NATO'yu her platformda kullanmıştı. Hatta ülkeleri, ABD'yi tehdit eden terör örgütlerine karşı önlem almaya zorlamıştı. Bu zorlamaların da etkisiyle birçok ülke ABD ile istihbarat paylaştı. Ancak aynı ABD, müttefiki (!) Türkiye'ye, yıllardır işgal altında tuttuğu bölgeden yönelen terör tehdidini bertaraf etmedi. Türkiye ile şimdiye kadar "anlık istihbarat" paylaşımında bulunmadı. Kısacası birinci soru, arasında müttefiklik ilişkisi bulunan iki ülkenin neden terör gibi yaşamsal bir sorunda işbirliği yapmasının bir anlaşmayla düzenlenmek zorunda kalması...Neden yüzlerce şehit verilmeden önce bu istihbarat paylaşımının yapılmamış olması...

İkinci soru, "anlık istihbarat" kavramının koşulu üzerine. Anlaşılıyor ki ABD'nin anlık istihbarat paylaşımı, Türkiye'nin bölgede ancak sınırlı operasyonlarda bulunması şartına bağlanmış. Bir başka ifadeyle, Türkiye, ancak ABD'nin vur dediği yerleri vurabilecek. Tersten okursak, Türkiye, ABD'nin vur demediği yerleri vuramayacak. Kimin terörist olduğuna, kimin olmadığına; hangi teröristin vurulması, hangisinin vurulmaması gerektiğine yine ABD karar verecek.

Değerli okurlarım, birinci sorumuza verdiğimiz cevap ABD'nin terörle mücadele konusunda bile güvenilir bir müttefik olmadığını açıkça ortaya koyuyor. İkinci sorumuza verdiğimiz cevap ise ABD'nin güvenilir bir müttefik olmaması nedeniyle, onun terör konusundaki istihbaratının da güvenilir olamayacağını...
Açıkça söylüyoruz. Bu sözde müttefiklik ilişkisiyle, bu anlık istihbarat paylaşımı aldatmacasıyla terör sorunu çözülmez, çözülemez.

Terör uluslararası bir sorun olduğu için elbette terörle mücadele ulusal sınırları aşan stratejiler gerektirir. Ancak terörle mücadele eden bir ülkenin uluslararası düzlemde elinin kuvvetlenmesi, o ülkenin ulusal güçlerinin inandırıcılığına ve kararlılığına bağlıdır.

Ne yazık ki bu inandırıcılık ve kararlılık günümüzde Türkiye'yi yöneten siyasi kadrolarda bulunmamaktadır.

Türkiye'yi yöneten siyasi kadrolar, ulusal değil kavmi bağların etkisindedir. Ortak tarikat kimliği, iktidarı Barzani'ye bağlamaktadır. İktidarı Barzani'ye bağlayan unsurların varlığı, terör sorununu çözümsüzleştirmektedir.

Oysa terörle mücadele doğru müttefikler gerektirir. Doğru müttefikler ise ulusal bir duruş ve kararlılık sayesinde edinilebilir.

Dahası terörle mücadele çok boyutlu bir strateji gerektirir. Sadece askeri yöntemler kullanılması terörle mücadelede çoğu zaman yeterli değildir. Askeri önlemlere paralel bir biçimde işletilecek siyasi, ekonomik ve kültürel açılımlar birçok durumda terörle mücadeleyi daha etkin kılar.

Bu bağlamda, CHP'nin açıkladığı terörle mücadele stratejisi oldukça önemli görülmelidir. CHP'nin genelde Irak'a, özelde de Kuzey Irak'a yönelik olarak açıkladığı strateji; askeri önlemleri, siyasi, ekonomik ve kültürel açılımlarla bütünlemektedir. Habur sınır kapısına ek olarak yeni sınır kapıları açıp ticareti geliştirmek, Dicle'ye yapılacak bir barajla Irak'a verilen suyu kontrol altında tutmak, Irak'a Kürtçe, Arapça ve Türkçe yayın yapan tv ve radyolar kurmak ve Irak gençlerini Türkiye'de okutmak bölgenin kaderini Türkiye'ye bağlamasına yol açabilecek önlemlerdir. Bölgenin kaderini Türkiye'ye bağlaması, sorunun bir etnik sorun değil terör sorunu olduğu konusundaki bölgedeki algıyı büyütür ve böylelikle bölgede terörün tutunmasını engelleyebilir...

Değerli okurlarım, CHP'nin açıkladığı stratejiler kadar önemli olan, CHP'nin bu önerileri hangi ideolojik bağlama dayanarak geliştirdiğidir. Nitekim ulusal değil kavmi bağlarla bu stratejilerin yürütülmesi sonuç vermez. Örneğin binlerce Irak; Kuzey Irak gencini Türkiye'de tarikat okullarında okutmak bölgede terörü çözmeye yaramaz. Aksine terörü büyütür. Çünkü tarikat tedrisatından geçen Irak'lı gençler, memleketlerine döndüklerinde ancak ABD çıkarına hizmet edebilirler. Tıpkı Türkiye'dekiler gibi...ABD çıkarlarına hizmet de olsa olsa terörü büyütür!

CHP'nin bu stratejik açılımına anlam katan onun ideolojik bağlamı olan Atatürk ilke ve devrimleridir. Iraklı gençlere eğitimin verilmesi kadar önemli olan şey eğitim olarak neyin verileceğidir. Irak'a yayın yapılması kadar önemli olan şey yayın olarak neyin yapılacağıdır. Dicle'ye baraj yapılması kadar önemli olan şey bu barajın hangi gayeyle yapılacağıdır. Yeni sınır kapıları açmak kadar önemli olan şey, bu sınır kapılarından kimin çıkarının girip çıkacağıdır.

CHP, ideolojik özünün ve eylem planının Atatürk ilke ve devrimleri olması nedeniyle stratejisinin içeriğini doğru biçimde doldurabilmektedir. Yani CHP'nin teröre karşı stratejisi; dinselleştirilmemiş eğitim ve tarikatlaştırılmamış yayın, gerektiğinde ulusal çıkarlara hizmet edecek baraj, iktidar yandaşlarının ve büyük güçlerin değil halkın çıkarının geçtiği sınır kapıları anlamına gelmektedir. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in söz ettiği Türk-Kürt çatışması gibi bir durumun söz konusu olmadığının, söz konusu olanın Türkiye'nin terör örgütü PKK ile mücadelesi olduğunun herkes tarafından anlaşılması için etkin bir ikna stratejisi anlamına gelmektedir.

Asıl önemli olan da budur...


20 Kasım 2007, Haber Ekspres

14 Kasım 2007

NÜKLEERDEN ÖNCE DOĞAL KAYNAKLAR KULLANILMALI...-ZAFER YAPICI

AKP iktidarının enerji alanında iki temel konuda kamuoyu oluşturma çabası içine girdiği görülüyor. Birincisi "yakın gelecekte Türkiye'de enerji açığı oluşacağı", ikincisi de "bu açığı kapatmak için iki veya üç adet nükleer santral yapımının gerekli olduğu."

Değerli okurlarım, Türkiye'nin doğal enerji kaynakları olan hidroelektrik ile linyitin yanı sıra, rüzgar, güneş, jeotermal... gibi kaynaklarımızın yeterince kullanılmaları yönünde planlamalarının yapılmadığı ortada. Türkiye'nin linyit rezervlerinin üçte ikisi, hidroelektrik potansiyelinin de dörtte üçü elektrik üretimi için devreye sokulmamışken, teknolojisi ve yakıtı tamamen dışarıdan temin edilecek olan nükleer santrallerden söz etmenin kabul edilebilir bir yanı olabilir mi?

Biliyorsunuz. Doğalgaz ile çalışan "al ya da öde" anlaşmalı özel sektör santrallerine pahalı tarife ile elektrik alım garantisi verildiğinden (yani yüksek fiyatla alım mecburiyeti olduğundan), kamuya ait olan doğalgaz, termik ve hidroelektrik santrallerinin üretimleri ya durdurulmakta ya da bu santrallerin kapasiteleri azaltılmakta.

Şimdi de TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilen Nükleer Yasası'na göre nükleer santralin üreteceği elektriği, fiyatına sınır konulmaksızın devlet alacak. Üstelik fiyat konusunda Danıştay denetiminin önüne geçilecek. Dahası yabancılar da dahil nükleer santral kurmak isteyen tüm girişimcilere devlet eliyle büyük teşvikler verilecek. Ancak bu santrallerin denetimi konusu hasıraltı edilecek.

Durum böyle...Enerji konusunda yanlış politikalar izleniyor.

Peki öncelikle neler yapılmalı? Enerji konusunda nasıl bir strateji izlenmeli?

· Tüm yenilenebilir enerji kaynaklarımızın haritaları çıkarılmalı,
· Bu enerji kaynaklarımızdan maksimum seviyede faydalanılacak planlamalar hiçbir masraftan kaçınılmadan yapılmalı.
· Diğer taraftan da var olan enerji şebekelerinin yenilenmesi ile yüzde 10-15 civarında olan kaçakların önlenmesi sağlanmalı. (Yapımı düşünülen 5000 megawattlık nükleer santralin elektrik üretimi içindeki payının yüzde 4 olacağı dikkate alınırsa yüzde 10'luk bir kazanımın 12500 megawatlık 2.5 adet nükleer santralın yapımına eşdeğer olduğu görülür.)

Nükleer santrallerden önce nükleere alternatif enerji kaynakları ile ilgili planlamalara öncelik verilmelidir. Nükleer enerjinin çevresel zararları dikkatli bir biçimde analiz edilmelidir. Eğer bu noktalara dikkat etmesek geriye dönüş asla mümkün olmayabilir.

Değerli okurlarım, CHP'nin bu konudaki görüşü şöyle: "Nükleer teknolojideki gelişmeleri çok yakından izlememiz, Türkiye'de o teknolojiye yönelik çok ciddi laboratuarlar, enstitüler, araştırma merkezleri kurarak, bilim adamları, uzmanlar yetiştirerek, teknoloji birikimimizi hızla geliştirmemiz lazım. Yani nükleer santral ihalesinden önce bu altyapının geliştirilmesi, nükleer enerji ve onu ikame edecek alanlardaki yeni teknolojik gelişmeleri yakından takip etmemiz, bu gelişmelerin içinde olmamız zorunludur. İleride mecbur kaldığımız ve nükleer atık sorunu yeterince çözümlendiği zaman, nükleer santrallerin değerlendirilmesi gerekebilir."

Bu söylem doğru; değil mi?

Geçtiğimiz günlerde mecliste kabul edilen "Nükleer Santrallerin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Yasa" ise bu mantığın tam tersi bir yaklaşım içeriyor. Nükleer santrallerin denetimsiz bir biçimde kurulması için yasal destek ve güvence sağlanmış oluyor.

Bu yasa çok yanlış bir tercih olarak tarihe geçecek. Siyasi partiler, bilim adamları, meslek odaları, sivil toplum örgütleri konuyu tartışmadan, dahası alt yapısı oluşturulmadan nükleer santral kurulur mu? Yakıt temininden, yer seçimine (deprem fay hattı, su alanları v.s.), kullanılacak yakıt çubuklarının, nükleer atıkların depolanmasına varıncaya kadar plan, program yapılmadan yangından mal kaçırır gibi nükleer santral kurulur mu? Zaten altın arama (siyanürle) adı altında suyumuz, havamız ve toprağımız kirlenmekte; ormanlarımız yok olmakta iken bir de nükleer santral atıklarının doğayı ne denli tehdit edeceğini düşününüz!...Türkiye gelişmiş ülkelerin nükleer çöplüğü haline gelemez; gelmemelidir...

Değerli okurlarım, son rakamlara göre ortalama bir nükleer santralin maliyeti 3-5 milyar dolar. Bir büyük santral yılda 11 milyar kilowatt saat; yani Atatürk Barajı kadar enerji üretiyor. Böyle bir nükleer santral yılda 60 metreküp radyoaktif atık üretiyor. Bu teknolojiyi kullanan ülkeler atıkları 70 dereceye varan yüksek ısıları nedeniyle önce santral yakınlarında bulunan soğuk su havuzlarında dinlendiriliyor. Dinlenme 5 yıl sürüyor. Ardından ara depolama sahası başlıyor. Soğuyan radyoaktif maddeler toprak altına gömülmeden önce ışıma oranının düşmesi için genellikle toprak üzerinde bulunan ara depolarda yaklaşık 30 yıl daha bekletiliyor. Bu depolar 60 santimetrelik beton ve çelikten oluşan duvarlarıyla her türlü deprem, sel ve yangına karşı dayanacak şekilde inşa ediliyor. Son depolama sahası ise yine toprak altında. Yaklaşık 35 yıldan beri bekletilen atıklar toprak altına gömülüyor. Bunun için eski ve kurumuş maden ocakları kullanılıyor. Bu yer altı depolarının derinlikleri ise 200-900 metre arasında değişiyor. Sürecin bu kadar uzun olması atıkların içerisinde bulunan ağır metal adı verilen maddelerin etrafa yaydıkları radyasyonun azalmamasından kaynaklanıyor.

Avrupa'nın altı atık dolu. Avrupa'da bu atıklardan tam 12 bin ton toprak altında bulunuyor. Ve her yıl bu rakamlara 1730 ton yeni atık ekleniyor. Şu anda Avrupa'da 145 nükleer santral faaliyet gösteriyor. Alman Nükleer Enerji Kurumu'nun rakamlarına göre bu atıkları güvenli olarak ortadan kaldırmanın yıllık faturası ise 30-35 milyon Euro arasında değişiyor. Nükleer atıklar en az 300 yıl denetim istiyor.

Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, İstanbul'da nükleer santrallerle ilgili bir açıklamasında, nükleer enerji çalışmalarının belli bir program çerçevesinde yürütüldüğünü belirterek, bu konudaki tepkilerin yersiz olduğunu söyledi. Güler, "Nükleer enerji konusunda tepkiler, tamamen konuyu detaylı incelemeden verilen tepkilerdir. Konunun aslı kendilerine anlatılınca yersiz olduğunu görecekler. İnsan için, çevre için teknoloji peşindeyiz. Nükleer enerji, kalkınma ve enerji ihtiyacı için şart" dedi.

Yorumu size bırakıyorum...

(Haber Ekspres 13 Kasım 2007)

06 Kasım 2007

TERÖR - ZAFER YAPICI

3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nın birinci maddesinde terör aynen şu şekilde tanımlanmıştır:

"Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa'da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti'nin ve Cumhuriyet'in varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir."

Değerli okurlarım bugün de;

· Cebir ve şiddet kullanılarak milletimiz üzerinde baskı, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit yöntemleri uygulanmıyor mu?

· Bu yöntemleri uygulayanlar anayasamızda belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek istemiyorlar mı?

· Cebir ve şiddeti devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacıyla gerçekleştirmiyorlar mı?

· Bu şekilde bir örgütlenmeye karşı yerinde önlemlerin alınmaması cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmüyor mu?

· Devlet otoritesini zaafa uğratmıyor mu?

· Devleti yıkmak, ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek hedefindekileri yüreklendirmiyor mu?

· Devletin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı böylece gittikçe bozulmuyor mu?

Terörün amacı siyasidir. Siyasi hedeflere ulaşmak için şiddetin araçlaştırılmasıdır terör. Birinin "terörist" dediğine diğerinin çeşitli kaygılarla "özgürlük savaşçısı" diyebildiği, terör örgütlerinin bazı devletler tarafından stratejik amaçlarla kullanıldığı, küreselleşmenin ve şehirleşmenin terörün araçlarını çoğalttığı ve gizlenmesini kolaylaştırdığı bir çağda, terörle mücadele elbette daha zordur.

Böyle bir çağda terörle mücadele doğru stratejiler gerektirir. Daha kararlı duruş, daha fazla inandırıcılık gerektirir. Daha fazla ciddiyet gerektirir!

Terörle Mücadele Yasası'nda açıkça sayılan yolları izleyerek, bu yasada aktarılan hedefleri gerçekleştirmek isteyen kişiler hiç kuşkusuz teröristtirler. Bunun kadar kesin olan bir başka şey de terör olgusuyla etkin mücadele etmekte zaafı olan siyasal iktidarların ve terörün gizli ya da örtülü destekçisi olmuş her örgütlenmenin terörün yıkıcı etkilerinden sorumlu olduklarıdır!

Başbakan Recep Tayip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Avrupa ülkelerinin PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmelerine karşın teröristleri Türkiye'ye iade etmediklerini ifade ederek bu ülkeleri samimi olmamakla eleştirdi. Geçmişten ders almayanların bölgede Türkiye'ye karşın birtakım projeleri hayata geçirme peşinde olduklarını söyleyip "Buna stratejik ortağımız Amerika da dahil" dedi.

Bu açıklama yıllar öncesinde söylenen "Sevr'i getirmek istiyorlar" sözünü doğrulamıyor mu? Şimdi mi farkına vardınız sayın başbakan? Terörü ve teröristi kimin himaye ettiğini, teröre kimin destek verdiğini şimdi mi anladınız?

Peki bu algılayış, eğer samimiyse nasıl bir strateji gerektirir?

Kullanım süresi dolmuş birkaç teröristi paketleyip teslim etmesi için hâlâ "stratejik ortağım" sıfatını layık görebildiğiniz devletin liderine yalvarışı mı? Yoksa terörü önlemek konusunda kararlı bir milli duruşu mu?

"Terörle mücadele ediyormuş gibi yapmayı" ve bunu yandaş medya aracılığıyla halka başarı olarak sunmayı mı yoksa gerçekten kararlı bir biçimde terörle mücadele etmeyi mi?

ABD Başkanı Bush 11 Eylül saldırısının hemen ertesinde teröre destek verdiğini iddia ettiği ülkeleri "Şer Ekseni" içinde değerlendirmemiş miydi? O ülkelere karşı ciddi yaptırımlar uygulamamış mıydı? Özü "önce davranma, saldırıdan önce saldırma" olan Bush Doktrini'ni ilan etmemiş miydi? "Bizimle beraber değilseniz, teröristten yanasınız" diyecek kadar iddialı, kapsamlı ve zorlayıcı bir terörle mücadele söylemi geliştirilmemiş miydi?

Başbakanın Batı'nın PKK terörü karşısındaki duyarsız tavrı konusundaki sözlerinden yola çıkarsak, şimdi AB ve ABD, "Şer Ekseni" ülkeler arasında olmuyorlar mı? Bu gerçeği açık dille ifade etmemiz, bütün dünyaya anlatmamız gerekmiyor mu? Asıl önemlisi terör konusundaki politikasızlığı bir milli politika ile değiştirmemiz gerekmiyor mu?...

Kararlı bir terör karşıtı strateji üretmek ve bu stratejiyi milli güçlere dayanarak yürütmek asla hayalcilik değildir. Hayalcilik, ABD'den icazet alarak terör sorununun çözülebileceğine inanmaktır...

İktidar adına doğru strateji 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nın birinci maddesindeki terör tanımını zamanında algılamaktan geçiyordu. Uygulanan terörün neleri hedef aldığını ve ne tahribatlar yapabileceğini Türkiyelilik söylemine bulaşmadan, alt kimlik tartışmasına girişmeden ölçüp biçmekten geçiyordu. "Her şeyi ben bilirim, her şeye ben karar veririm, milli iradeyi sadece ben temsil ediyorum" mantığı ile siyaset yapmayı bırakmaktan geçiyordu. Ana muhalefet CHP'nin terörle ilgili yerinde uyarılarını dikkate almaktan geçiyordu....

Bugün gelinen nokta: bir tarafta yukarıda sayılan tehditler diğer tarafta binlerce şehit ve şehit aileleri...

Bir tarafta ABD'den icazet bekleyen, ama ne için icazet beklediği bile belli olmayan bir iktidar...Sahte zafer manşetleri atmaya hazır bir medya...

Diğer tarafta terörle mücadelenin neyi gerektirdiği konusunda yükselen milli bilinç...

Haber Ekspres, 6 Kasım 2007

30 Ekim 2007

SÖMÜRÜLEN KAYNAKLARIMIZ...-ZAFER YAPICI

Ovalarıyla, dağlarıyla, platolarıyla, deltalarıyla, akarsularıyla, gölleriyle, denizleriyle, ormanlarıyla, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, iklimiyle, bitki örtüsüyle, tüm canlı türleriyle çok özel bir ülke Türkiye...

Türkiye'nin özgünlüğüne benzersiz jeopolitik konumunu da ekleyebiliriz.
Biz, bu topraklarda yüzlerce yıl din, dil, ırk, mezhep farklılıkları gözetmeksizin yaşadık. 85 yıldır da Türk Milleti kimliğiyle, Türkiye Cumhuriyeti'nin eşit yurttaşları olarak yaşıyoruz.

Güzel ülkemizde yıllardır sevincimizi de üzüntümüzü de paylaştık. Birlikte güldük, birlikte ağladık. Bağımsızlık için, özgürlük için sömürüye karşı birlikte savaş verdik...

Üstelik bu savaşı tüm dünyanın sömürülen uluslarına örnek bir biçimde kazandık.
Oysa şimdi hem doğal kaynaklarımız hem de insan kaynaklarımız sömürülmekte. Adeta kurumakta, kurutulmakta!

Mustafa Kemal, Türkiye'si insan kaynaklarıyla doğal kaynaklarını verimli kullanarak "on yılda on beş milyon genç" yetiştirmişti. Aydınlanma devrimiyle, tarımdan sanayiye, eğitimden sağlığa, kültürden hukuka her alanda modern bir ulusun doğuşu sağlanmıştı...

Şimdi aydınlanma devriminin altı oyulmakta. Bilim yuvaları tarikat yuvalarına dönüştürülmeye çalışılmakta. Borca dayalı bir ekonomi modeli gereğince tarım desteklenmemekte, aksine çökertilmekte. Ulusal sanayinin sözü bile edilmiyor. Milli Eğitim milli olmaktan her geçen gün biraz daha uzaklaştırılıyor. Sağlık terk edilmiş. Sosyal devlet unutulmuş. Kültür, alt kültürlülük düzlemine indirgenmiş. Hukuk siyasal iktidarın her yeni girişiminde ayaklar altına alınıyor.

Şimdi Kemalizm'i oluşturan tüm değerlerin Anayasa'dan çıkartılarak tek tek yok edilmesinin planları yapılmakta. Cumhuriyetin stratejik önem taşıyan kurumları özelleştirme adı altında yabancılara satıldı, satılmakta. Çıkarılan yasalarla da bu satışlar desteklenmekte. Örneğin Maden Yasası, Petrol Yasası...Son olarak 2B Yasası çıkartılarak doğal kaynaklarımız talan edilmek isteniyor...

İlk başta da ormanlarımız...

Peki Anayasa bu konuda ne diyor? 169.mad. - Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.
Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.

Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz.

Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz.

Değerli okurlarım, küresel güçler ve onun işbirlikçileri hem doğal kaynaklarımızı hem de insan kaynaklarımızı sömürmek, kurutmak için ellerinden gelenleri yapmaktadırlar.

Bu konuda Hikmet Çetinkaya'nın 29.08.2007 tarihli köşe yazında Metalürji Yüksek Mühendisi, İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman'ın tespitleri şöyle aktarılıyor: "Çokuluslu şirketlere verilen maden arama ve işletme ruhsatları, Osmanlı dönemindeki kapitülasyonlardan sonra Anadolu topraklarının karşılaştığı en büyük gözdağıdır. Cumhuriyetimizin 100. yılını görmeden topraklarımızın beşte birini yitirdik. 150 bin kilometre kareye ulaşan maden ruhsat alanları, silahlı yabancı işgalinden daha büyük tehlikeyi ifade ediyor. Bu ruhsatlar maden arama adı altında özellikle ormanların, sulak alanların, yeraltı sularının ve jeotermal yatakların yabancı ipoteğine ve keyfine bırakılması anlamına geldiğinden, salt ekonomik değil, aynı zamanda ekolojik bir talanın icazet belgesidir."

İşte size bir örnek. Kaz Dağları yok oluyor! Altın arama çalışmaları nedeniyle Kaz Dağları'nda ekolojik denge tehdit altında! Dahası mı; Çanakkale, İzmir, Balıkesir, Artvin, Samsun, Antalya'nın ekolojik dengeleri gittikçe bozuluyor...

Yapılması gereken en acil iş; talana izin veren; doğal varlıkların korunması ve geliştirilmesi ve toplum sağlığının korunmasıyla ilgili tüm anayasal hükümleri etkisiz hale getiren mevcut Maden Yasası'nın ve 2B arazileri ile ilgili çıkartılması planlanan yasal düzenlemelerin ekolojik ve ulusal gereklilikler çerçevesinde gözden geçirilmesi. Verilen arama ve işletme izinlerinin geri alınması. "Orman vasfını yitirmiş" denilen alanların satışının durdurulması.

Böylelikle ekolojik dengenin bozulmasını bir nebze önlemiş oluruz...

Değerli okurlarım, ormanların, yeraltı sularının ve jeotermal yatakların, su kaynaklarının, maden alanlarının kullanımı ve işletilmesi noktasında ulusal çıkarlarımız doğrultusunda ekolojik dengeyi bozmayacak ulusal politikalar üretilmelidir.

Küresel güçler ve onun içerdeki işbirlikçileri önce insan kaynaklarımızı sömürüyor, kurutuyor, onları etkisiz hale getiriyor; ardından yukarıda anlatıldığı gibi doğal kaynaklarımızı sömürüp kurutarak ekolojik dengemizi de talan ediyorlar.

Değerli okurlarım, önce insan kaynaklarımızın sömürülmesini ve kurutulmasını önleyip, "doğal kaynaklarımızı gören ve koruyan gözleri" yaratmalıyız. Eğer insan kaynaklarımızı göremez duruma getirenleri fark edemezsek, gerekli tedbiri alamazsak, kendi doğal kaynaklarımızın talanının bile farkına varamaz duruma geliriz ki o zaman ekolojik yıkımın altında ne içecek suyumuz ne nefes alacak havamız, ne de besleneceğimiz toprağımız kalır...

Küresel ısınma başta olmak üzere ekolojik sorunları yaratan, küresel efendiler ve onların uşaklarının açgözlülüğüdür...

Mücadele için her şeyden önce bu gerçeği görmek gerekir!

Haber Ekspres, 30 Ekim 2007

24 Ekim 2007

BİZİM "ÖZEL" KAHRAMANLARIMIZ - ZAFER YAPICI

4 Mart 2007 tarihli Haber Ekspres Gazetesi'nde yer alan "Engeller ve Engelliler" başlıklı köşe yazımın sonunda şu ifadeyi kullanmıştım: "Engellilerin önündeki engelleri kaldırmayan her zihniyet yaşayan birer engeldir."

Değerli okurlarım, engelli sporcuların yarıştığı 12. Dünya Yaz Özel Olimpiyat Oyunları 2-11 Ekim 2007 tarihleri arasında Çin'in Şangay kentinde yapıldı. Oyunlara Türkiye atletizm, basketbol, bowling, jimnastik, futbol, voleybol, masa tenisi ve yüzme branşlarında; 62 sporcu, 16 antrenör, bir kafile başkanı, bir kafile başkan yardımcısı olmak üzere 80 kişi ile katıldı.

25 dalda engelli sporcuların yarıştığı Olimpiyat Oyunları'na 167 ülkeden 7 bin sporcu, 40 bin gönüllü, 3 bin 500 etkin görevli iştirak etti.

Bu olimpiyatlarda engelli sporcularımız 15 altın, 22 gümüş ve 18 bronz olmak üzere toplam 55 madalya alarak Çin'de gönderlere al bayrağımızı defalarca çektirdiler. Farklı branşlarda İstiklal Marşımızı defalarca dinlettiler...

İşte medyanın üzerinde pek durmadığı, büyük oranda umursamadığı ulusal spor kahramanlarımızın başarıları...

Günümüzde ne yazık ki televizyon kanallarında, "televole kültürünün" esir aldığı programlar, engelli kardeşlerimizin gösterdiği uluslararası başarılardan daha çok sahipleniliyor. Gazetelerin büyük bir kısmı ise duyarsızlaşmış...

Neden Türk milletinin göğsünü kabartacak bu başarılar anlatılmıyor; neden televizyonlarda gösterilmiyor? Neden başarılara yazılı basında yeterince yer verilmiyor? Başarılı olan engelli sporcularımız neden kamuoyuna tanıtılmıyor? Neden onların sevinçlerini, aslında kendi sevincimizi paylaşmakta bu kadar cimri davranıyoruz? Neden?...

Milyon dolarların döndüğü profesyonel futbol karşılaşmalarının haberleri istisnasız her gün her televizyon kanalının ekranını süslüyor. Gazetelerin manşetleri futbol maçlarının skorlarından oluşuyor. Profesyonel sporcuların özel hayatlarını bile halkın önüne getiren medya, neden bizim gerçeklerimiz olan engelli kardeşlerimizin uluslararası başarılarını aktarmakta bu kadar çekingen kalıyor?

Gökay Aydemir, Durducan Nevruz, Kezban Melike Özer, Fatih Türkmen, İsmail Cem Alev, Özlem Turanlı....

Bu isimleri hiç duydunuz mu?

Oysa onlar bizim "ulusal kahramanlarımızdır". Onlar kahraman olarak pazarlanan sporcu müsveddeleri gibi balondan kahramanlar değil, bizim ulusal kahramanlarımızdır...

Çünkü; onlar sağlıklı bir insanın bile ulaşmada güçlük çektiği başarılara ulaşmışlardır. Olanaklar sunulup, önlerindeki engeller kaldırıldığında engellilerin neler yapabileceklerini ispatlamışlardır.

İşte bu yüzden onlar her engelli yurttaşımız için birer umut olacaklardır. Onların başarıları, büyütülecek bir hedeftir. Onların başarıları engelleri aşmada daha büyük bir özgüven aşılayacaktır engellilerimize...

Size olimpiyattan birkaç örnek:

· Gökay Aydemir 10 yaşında en genç milli jimnastikçimiz.
· Durducan Nevruz 15 yaşında. Down sendromlu. 100 metre sırtüstü Olimpiyat şampiyonu olup al bayrağımızı göklere çıkardı.
· Kezban Melike Özer uzun atlama dalında gümüş madalya aldı.
· Fatih Türkmen ve İsmail Cem Alev yüzmede gümüş madalya aldılar.
· Özlem Turanlı yüzmede bronz madalya aldı.
· Bowling takımımız da 191 puanla Özel Olimpiyat tarihinin rekorunu kırarak olimpiyat şampiyonu oldu. Ve diğer başarılar...

15 altın, 22 gümüş ve 18 bronz madalyayı Türk milletine kazandıran sevgili sporcularımıza, onları yetiştiren antrenörlerine, çalışma ortamını sağlayan tüm yetkililere sevgilerimi ve saygılarımı gönderiyorum.

Geride o kadar çok Gökaylar, Durducanlar, Kezbanlar, Fatihler, İsmailler, Özlemler...var ki. Onlar için ne yapılacak? Kim yapacak? Ne zaman yapacak? Nasıl yapacak? Nerede yapacak?...

Bu evlatlarımızın "sadaka veren devlete" değil; onları kucaklayacak "sosyal devlete" ihtiyaçları var. Hepimizin olduğu gibi...

Cumhurbaşkanı'na, Meclis Başkanı'na, Başbakan'a ve bakanlara seslenmek istiyorum. Olimpiyatlarda 15 altın, 22 gümüş ve 18 bronz madalya alarak 15 defa İstiklal Marşımızı dinleten 55 kez al bayrağımızı göndere çektiren engelli kahramanlarımızın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nın simgesi olarak kabul edilmelerini, engelli sporcularımızın Cumhuriyetimizin 84. yılının "Altın Çocukları" ilan edilmelerini, bu "kahramanların" devlet güvencesine alınmalarını talep ediyor, umuyor ve bekliyorum.

Asıl onların cumhuriyete ihtiyacı var. Cumhuriyetin varlığını ve gerçek anlamını onlara hissettirmek sizlerin birinci görevi...

"CUMHURİYET KİMSESİZLERİN KİMSESİDİR..."

Mustafa Kemal Atatürk

(Haber Ekspres, 23 Ekim 2007)

17 Ekim 2007

GÖRSEL ÖRGÜTLENME MODELİ: TÜRBAN - ZAFER YAPICI

Üniversiteli kız öğrencilerle iftarda buluşan Erdoğan "En büyük dileğim başı kapalı kızlarımızla başı açıkların el ele dolaştığı bir üniversite, bir ülkedir. Bunun için uğraşıyoruz. Bunu çözmek en büyük aşkımdır" demişti...

Değerli okurlarım, şimdiye kadar "türban" hakkında yazılan, söylenen, yaşanan her şeyi şöyle gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçirin. Ve sonra yukarıdaki sözleri bir kez daha okuyun ve düşünün...

Türkiye'nin bunca sorunu varken neden türban önce "bir sorun", sonra da "öncelikli sorun" haline getirilmeye çalışılıyor? Bu soruyu siyasi, kültürel, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik yönlerden değerlendirmeliyiz.

Hepiniz şahit oluyorsunuz. Çeşitli yollarla türbanın "dini bir simge", "dinin bir gereği" olduğu mesajı veriliyor. Müslümanların başına taktığı bir örtü olarak sunuyorlar türbanı.

Aynı zamanda, türban yerine başörtüsü sözcüğünü kullanmaya son zamanlarda daha fazla önem veriyorlar. Türbanın içeriğini başörtüsü sözcüğünün tanımına yerleştirmek istiyorlar.

Çünkü Anadolu kadınına "türban Müslüman kadınların başlarını örtükleri örtüdür" derseler onları yanlarına çekemeyeceklerini biliyorlar. Gelenekleri ve görenekleri gereği başörtüsü takan Anadolu kadınlarını kendi saflarına çekmek için hakim oldukları medya ve tarikat ağlarını kullanarak "başörtüsü Müslüman kadınların başlarını örttüğü örtüdür" demeye başladılar. Bunu yapmakla türbanla başörtüsünün aynı şeyler olduğunu Anadolu kadınlarına benimsetmeye çalıştılar. "Bizim örtünmemize izin verilmiyor, size de verilmeyecek" mesajı verip Anadolu kadınlarının kafalarını karıştırarak amaçlarına ulaşmak istemekteler.

Anadolu kadını bu oyunlara gelmeyecektir. Türban siyasi bir simgedir, başörtüsü ise Anadolu kadınının gelenek ve görenekleri uyarınca taktığı bir örtüdür. Hepimizin anaları, nineleri başörtüsünü bu kültürle takmaktadır. Aradaki farkı çok iyi bilmemiz gerekir.

Değerli okurlarım, siyasal iktidar türbanı başörtüsü biçiminde sunmak konusunda gayretlerini arttırırken, diğer yandan da türbanı görsel bir örgütlenme modeli haline getirmiştir.



Türbanı görsel örgütlenme modeli haline getirme stratejisinin iki ayağı vardır. Birincisi, türbanı bir "hoşgörü" resmi biçiminde sunmak, türban takanların, takmayanlara da hoşgörülü olduğu mesajını vermektir. Bu mesajı vermenin temel yolu, türban takanlarla takmayanları bir arada göstermektir. Aynı zihniyette olan biri başı açık diğeri türbanlı iki bayanın birlikte dolaşması kullanılan temel yöntemdir. Görsel olarak halkı bu resme alıştırarak, "bakın işte başı açık da türbanlı da kol kola girmiş dolaşıyorlar, anlaşıyorlar ne var bunda; işte biz bunu istiyoruz" mesajını vermek istiyorlar. Toplumsal düzlemde "türbanı içimize sindirelim. İşte toplumda başı açık da başı kapalı da beraber dolaşıyor, bir sorun olmuyor" biçiminde özetlenebilecek bir kabullenme yaratmanın gayreti içindeler.

İkincisi, eşzamanlı olarak, türbanın her alanda kabul gördüğünü toplumun bilinçaltına yerleştirmeye çalışıyorlar. Türbanlı kadınların çoklu gruplar halinde dolaşarak herkesin dikkatini çekecek görsel-psikolojik baskı uygulamaları bu konuda ne denli örgütlü çalıştıklarının bir göstergesidir.

Değerli okurlarım, bu örgütlü çalışmanın altında kişisel çıkarın korunduğu ve giderek çoğaldığı da bir gerçektir. Yapılan, yoksul bırakılan toplumsal tabakaların çıkar uğruna kandırılarak, siyasal amaçlar için kullanılmasıdır.
Türbanın bir görsel örgütlenme modeli olarak yeniden üretiminin en acı biçimde gerçekleştirildiği yerler okullar olmaktadır. Okul bahçesinde türban takan öğretmenlerin, sınıfa girerken türbanlarını çıkarmaları...Bazı öğretmenlerin, her gün okula tarikat gazeteleri getirip, gün boyu öğretmen odasında masanın üzerine bırakmaları, öğrencilere Said-i Nursi kitapçıklarını bedava olarak dağıtmaları, üstelik bu kitapları rehberlik derslerinde okutmaları...Bu dinci öğretmenlerin ramazanda her gün bir başka öğrencinin evinde iftara gitmeleri...Tüm bunlar dinselliğin görsellik üzerinden yeniden üretilmesini sağlarken, öğrencilerin okul ortamında karşılaştıkları baskıyı da ortaya koymaktadır.

Türlü oyunlarla halkı yanına çekmeye çalışan siyasal iktidar bir de "demokrat" gömleği giyiyormuş görünerek resmi tamamlamaktadır. Türbanın tüm kamusal alanlarda takılmasını sağlayacak çok hassas maddeleri anayasaya yerleştirmeye cesaret edemeyen, halkın ve CHP'nin tepkisinden korkan iktidar; bu engeli referandum yoluyla aşmaya niyetli... RTE, "...Türkiye bundan böyle referandum kültürüne alışmalıdır. Öyle konular gündeme gelecek ki, bu konuları sahibine götüreceğiz. Sahibi millettir. Türkiye'nin buna alışması lazımdır..." (6.10.2007) diyor. RTE iktidarı kararlı. Halkın dinsel kimi nüansları içeren yasalara karşı çıkmayacağını hesap ederek referandumlar yoluyla siyasal İslamı daha da yerleştirmek istiyor.

İşin özü siyasal iktidar ve yandaşlarının tıpkı demokrasiyi araç olarak gördükleri ve kendi lehlerine kullandıkları gibi şimdi de referandumu aynı şekilde kullanacak olmalarıdır. Önemli olan nokta budur. Halkımız bu noktaya çok dikkat etmeli, oyuna gelmemelidir!

Toplumun her kesiminde yaygınlaşan türbanın asıl amacı; mensup oldukları siyasi kimliğin örgütlülüğünü görsel olarak toplumun önüne koyup biz güçlüyüz mesajı vermektir. Korku salıp sindirmektir, kabullendirmektir, umutsuzluğa itmektir, baskı yapmaktır.

Türban siyasi bir örgütlenmenin simgesidir. Siyasal İslamın toplum içindeki örgütlü gücünü gösteren canlı simgedir. Toplum içinde her saniye, her dakika, her saat AKP'yi hatırlatacak görsel bir siyasi simgedir. En tehlikeli yanı bu simgenin dindarlık kılıfı altında sergileniyor olmasıdır.

Değerli okurlarım, hangi siyasi partiyi gün boyu her an hatırlarsınız kendinize bir sorun! Hangi değerinizi, hangi sevdiğinizi her an her saniye hatırlasınız? Oysa türbanı sabah kalktığınızda sokağa çıkar çıkmaz, otobüste, işte, yaşamımızın her alanında görürüsünüz ve o size AKP'yi ve zihniyetini hatırlatır. Zaten amaçlanan da budur! İşte siyasal, sosyal, psikolojik, kültürel, ekonomik baskı, işte Atatürk ilke ve devrimlerine baskı, işte demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne baskı...

Dünyanın en kestirme siyasi örgütlenme modeli, AKP modeli; "GÖRSEL ÖRGÜTLENME MODELİ OLAN TÜRBANDIR".


(Haber Ekspres, 16 Ekim 2007)

09 Ekim 2007

DÜPEDÜZ DEVLET BASKISI - ZAFER YAPICI

Anayasa ve Atatürk ilke ve devrimlerine baskı:

* "Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm'i almış ve kitlelere zorla dikte ettirmiştir."

Demokrasiye baskı:

* "Bence demokrasi bir amaç değil, bir araçtır."

* "Amaca ulaşmak için gerekirse papaz cüppesi giyerim."

Üniter devlete baskı:

* "Türkiye Cumhuriyeti'nde 27 etnik grup yaşamaktadır. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir."

* "Türkiye Türklerindir gibi tezler yanlıştır."

* "Osmanlı eyaletler sistemi gibi bir sistem Türkiye'de uygulanabilir."

Laik devlete baskı :

* "Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu. Sen bunu önüne geçemezsin ki."

* "Malezya'yı bilmeden konuşuyorsunuz."

* "Türkiye'de cumhuriyetin sonu geldi, laik sistemi değiştireceğiz."

Ulus devlete baskı:

* "Türklük bir alt kimliktir."

* "Ancak bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir, aksi taktirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir."

* "Yahu, milletin bütünlüğü 'ne mutlu Türküm diyene' ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı 30'u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir araya getirdi. Biz de inanç birliğiyle tutacağız."

Hukuk devletine baskı:

* "Türkiye'deki hukuk, yani medeni, ceza, ticaret hukuku halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte edilmiştir."

* Danıştay'a, Yargıtay'a "diyanete sor", Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne "ulemaya sor" demek...

Bu sözler AKP'nin liderlerine aittir. Bir anlayışın icraatlarının temel referanslarıdır...

Değerli okurlarım, devlet aygıtını kullanarak toplumsal, siyasal ve ekonomik düzlemlerde üretilen diğer baskılardan bazıları şunlardır:

Sosyal devlete baskı:

* Sadaka kültürü.

* Devrim tarihi ders kitaplarından Lozan Antlaşması'nın başarısına ilişkin bölüm ile halifeliğin kaldırılmasının önemine ilişkin bölümlerin çıkarılması.

* Lise son sınıfta okutulan İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ders kitabından Şeyh Sait'in tarikat lideri olduğu ifadesinin çıkarılması. Eski ders kitabında Şeyh Sait Ayaklanması konusunda "isyancıların elebaşları yakalandı" denilirken yeni ifadede "isyancıların ileri gelenleri yakalandı" denilmesi.

Anayasaya baskı :

* Sırtını Atatürk ilke ve devrimlerine dönen bir anayasa özlemi.


Okula baskı :

* "Türbanlıların eğitim özgürlüğü" tartışmasının medya ve iktidar kanallarıyla pompalandığı bir süreçte Ankara-Çankaya'daki Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulu'nun bahçesine " Hiç kimse başkasının öğrenme hakkını engelleyemez" yazılı afiş asılması ya da astırılması.

* Muğla'da Gazi Anadolu Lisesi öğrencilerinin dersliklerin yetersiz kalması üzerine okulun koridorlarında, spor salonunda, çamaşırhanede ve açık havada olumsuz şartlarda eğitim almak zorunda kalmaları. (Anadolu Meslek ve Kız Meslek Lisesi Okul Aile Birliği Başkanı Nuray Aydın, "Yetkililer bu soruna 3 yıldır bir çözüm bulamadılar. Milli Eğitim Müdürü bu konuyu görüşmek bile istemedi" demişti.)

* Kıbrıs'ta ilk Türk hava şehidi olarak tarihe geçen Cengiz Topel'in adının verildiği Antalya'daki okulun tabelası değiştirilmesi.

Mahalle baskısı:

* Alibeyköy Prof.Dr. Kaya Gürsel İlköğretim okulunda öğrenci ve velilere ilahiler eşliğinde iftar yemeği verilmesi. (İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü, konuyla ilgili herhangi bir soruşturma başlatmayacağını belirterek gerekçesini ise "şikayet gelmedi" şeklinde açıkladı.)

* Fatih'te ramazan için esnaftan zorla bağış toplanması ve halkın dinci firmalardan alışveriş yapmaya zorlandığı yönündeki açıklamalar.

* Öğretmen evlerinde kahvaltı ve öğle yemeği verilmemesi.

* Tarabya'da içki satan büfenin tehdit alması.

* İstanbul'da iki kişinin internet kahvede sigara içtikleri için "ramazan ayında sigara içerek saygısızlık ettikleri" gerekçesiyle dövülerek hastanelik edilmeleri.

* Bir grup gazetecinin, iftar sırasında sınır kapısının kapalı olması nedeniyle Suriye'den Türkiye'ye girememeleri.

Köylüye, işçiye, memura, işsize baskı...Basına, medyaya baskı...Bürokratlara baskı, kadrolaşma baskısı...Muhalefete baskı...YÖK'e baskı, üniversiteye baskı...Kitaplara baskı... Mahalleye baskı...

Değerli okurlarım, tüm bu baskılar nasıl üretiliyor? Açıktır ki siyasal iktidar bir toplum mühendisliği projesiyle toplumu çeşitli yollarla dönüştürmenin yollarını arıyor. Ve bunu yaparken de devlet aygıtının olanaklarını sonuna kadar kullanıyor.
Son günlerde sıkça tartışılan bir kavram mahalle baskısı...Bu baskıyı önlemek gerek!

Ancak mahalle baskısını sosyolojik bir olguya indirgeyip, bunu yaratan devlet baskısını görmezlikten gelmek, mahalle baskısını ortadan kaldırmaya yetmiyor. Yani bataklığı görmek, bataklığı kurutmaya yetmiyor. Bataklığı kurutmak için mahalle baskısını her an yeniden üreten devlet baskısına odaklanmak gerekiyor.

Açıkça söylüyoruz. AKP iktidarı ile ortak hareket eden her toplumsal grup, devlete ve toplumsal yaşama şekil veren ilkelerle hesaplaşma süreçlerinde cesareti her yeni gün daha da AKP'lileşen devlet aygıtından alıyor.

Köylüye, işçiye, memura, işsize, basına, medyaya, bürokrata, üniversiteye, kitaplara baskıyı üretenin siyasal iktidar olması gibi, mahalle baskısını da yaratan siyasal iktidar oluyor...

Devlet aygıtını siyasal amaçlarıyla araçlaştıran iktidar değerlerimize meydan okuyor.

Peki bu baskılara karşı nasıl mücadele edeceğiz?

Toplumsal sorunlara doğru teşhisler koyarak...Atatürk ilke ve devrimlerine sonuna kadar sahip çıkarak, sesimizi yükselterek, birlik olarak...

Belki şimdi Mustafa Kemal Atatürk'ümüz yok ama onun düşünceleri, ufku, onun ilkeleri, devrimleri var zihinlerimizde. Onun gençliği, onun milleti var.
İki eserim dediği Cumhuriyet ve Cumhuriyet Halk Partisi var.

Birileri üniversitelere türbanı "aşama aşama" sokacağız diyor; duymuşsunuzdur...

Cumhuriyet ve halkla "aşama aşama" hesaplaşanlarla doğru ilkelerle, doğru yerde hep birlikte mücadele etmemiz gerekiyor...

(Haber Ekspres, 9 Ekim 2007)

02 Ekim 2007

LİBERALLEŞMEK, LİBERYALAŞMAK, MALEZYALAŞMAK - ZAFER YAPICI

Son günlerde neler oluyor?

Tarikatlar "en yüksek rakımlı tepelerde" ağırlanıyor.

Türbanı üniversitelere sokmanın yolları aranıyor...

Kadrolaşmalar almış başını gidiyor. Çeşitli bakanlıklarda Sayın Ahmet Necdet Sezer'in vetosu nedeniyle ancak vekaleten görev yapan yöneticiler birer birer asaleten atanıyor.

"Cumhurbaşkanının tarafsız olması gereği", daha ilk günlerden tarikat, türban ve kadrolaşma baskılarıyla unutturuluyor...

Son günlerde neler oluyor?

Terör yine canlar alıyor.

Oysa artık çocuklar bile biliyor ki teröre karşı mücadele sınır ötesi operasyon dahil çeşitli önlemler gerektiriyor.

Her yeni gün yeni şehit haberleri gelirken, Irak yetkilileri AKP hükümetince ağırlanıyor. Hem de çok güzel "ağırlanıyor." Bir türlü sınır ötesi operasyona imkan tanıyacak "sıcak takip" maddesi Irak'la yapılan anlaşmalara koydurulamıyor.

AKP dış politikası Kürt lobisine, ABD baskısına teslim oluyor....

Son günlerde neler oluyor?

Türkiye'ye modeller biçilmeye devam ediyor. Kemalizm'in anayasal bağlantıları koparılmaya çalışılırken, Türkiye'ye "Küçük Amerika" ve "Ilımlı İslam" modelleri dayatılıyor.

"Siz Malezya'yı bilmeden konuşuyorsunuz" diyor başbakan. "Keşke Malezya olsak" der gibi bakıyor...

Oysa Malezya'nın bayrağı bile Malezya modelinin gerçekte ne demek olduğunu açığa çıkarıyor.

Malezya bayrağı ile ABD ve Liberya bayrakları arasındaki farkları bulmak yakın gözlük gerektiriyor...





ABD'nin ne olduğunu zaten biliyorsunuz.

Liberya Batı Afrika'da küçük bir ülke. Ülkenin adının anlamı kaderin bir cilvesi midir nedir "özgürlerin toprağı." Liberya eski Amerikan kolonisi, yeni Amerikan müttefiki. Yani aynı şey...

Liberya, Afrika'da ilk kadın devlet başkanı seçilen Liberya Devlet Başkanı Sirleaf tarafından yönetiliyor. Sirleaf'ın yemin törenine George Bush'un eşi Laura Bush ile ABD Dışişleri Bakanı Rice katılıyor...

Kimse şaşırmamıştır sanırım.

Malezya desen İngiliz Milletler Topluluğu üyesi. Başbakanları Abdullah Bedevi, ülkesinin rejimini adım adım dinselleştiriyor. Şeriata giden faşizan bir yönetim var Malezya'da...

ABD, Liberya ve Malezya...

Bu üç ülkenin bayraklarının yani devletlerinin temel simgelerinin neredeyse aynı olması her şeyi ele veriyor.

Bir de Türkiye var. ABD ve AB tarafından "liberalleştirilerek" (!) Malezya'ya benzetilmeye çalışılan.

Türkiye'nin bir bayrağı var. Ay yıldızlı, onurlu bir bayrağı...

Bir geçmişi var Türkiye'nin. İngiliz Milletler Topluluğu'nu meydana getiren milletlerinin ordularını ve tüm emperyalistleri Anadolu'dan kovan onurlu bir geçmişi... ABD'de, Liberya'da, Malezya'da olmayan bir tarih...

Bir lideri var Türkiye'nin. Mustafa Kemal Atatürk. Kemalist devrim ile laik, çağdaş, bağımsız Türkiye'yi yaratan.... ABD'de, Liberya'da, Malezya'da olmayan bir lider...

Bayrak, tarih ve lider...

Üç engel...

Sömürgeci için, bölücü için, dinci için...

ABD, Malezya, Liberya...

Üç örnek...

Emperyalist ortağı için, şeriatçı için, seçimle gelen faşist için...

Her şey ortada. Ben daha ne diyeyim?

26 Eylül 2007

UYAN TÜRKİYEM UYAN!...-ZAFER YAPICI

Beş yılda iç-dış siyasi, ekonomik, kültürel, askeri, idari, hukuksal, sosyal dengelerin bozuldu.

Ismarlanan yeni Anayasa ile demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Atatürk Cumhuriyeti'nin; senin cumhuriyetinin temelleri sarsılıyor.

Gidişat vahim.


Böylesi koşullarda televizyonlarda, basında sürekli tek taraflı yorumlar yapılıyor, demeçler veriliyor. Neredeyse herkes iktidar, herkes ABD, herkes AB ağzıyla konuşuyor. Her önüne gelen bir türlü sana ulaşmamış o sihirli sözcükten; "istikrardan" söz ediyor...


Senin ise yorumuna ve düşüncene damarına vurulan bir sakinleştirici ile adeta ket vurulmuş... Aslında geleceğin yok edilmiş...

Verilen görevleri yerine getirmenin mutluluğu içinde "sözde" köşe yazarları, aydınlar, bilim adamları, medya patronları, Sorosçular alkışlarının karşılığının kendilerine nasıl bir ödül olarak döneceğinin hesabı içindeler.

Çıkarcılık almış başını gidiyor.

Unutulan yine sen olmuşsun.

Dahası dinini, kutsalını sömürüyorlar. Tarikatlarla, devletin olanaklarıyla kurdukları sadaka ağlarıyla seni yoksullaştırdıktan sonra karın tokluğuna kendilerine bağlamaya çalışıyorlar.

Ülkeni zaman tüneline sokmuş, vitesleri çoktan geriye atmışlar. Seni tebaa, kendilerini de padişah olarak görüp "çok yaşa padişahım" seslerini, yeni fetvalarla daha da sık duyma arzusu içinde hayatlarını sürdürmek istiyorlar.



Onlar dokuz sülaleleriyle, yandaş ağlarıyla Lale Devri'nin sefahati ve şatafatı içinde yaşamaya devam ederken sana sefalet düşüyor.

Üstelik sefahat ile sefalet arasındaki nedenselliği sorgulamayacak; eleştirel düşünceye uzak nesiller yetiştirmeye çoktan başlamışlar...

Uyan Türkiyem uyan!...

Geçmişini hatırla. Sorgula bugünü...

Onurlu geçmişini, cumhuriyeti hangi şartlarla, kimlere karşı savaşarak kurduğunu hatırla örneğin. Yurdunu işgal etmiş güçlü emperyalistlerden bile korkmadığın günleri, bağımsızlığını ne zorluklarla kazandığını hatırla...

Sonra bağımsızlığın anlamını sor kendine. Bağımsızlık ertesinde kurduğun yeni cumhuriyetin ne demek olduğunu...

Tebaa olmadığını hatırla örneğin. Kadınıyla, erkeğiyle demokratik laik sosyal bir hukuk devletinin eşit yurttaşları olduğunu; Atatürk Cumhuriyeti'nin yurttaşları olduğunu, özgür olduğunu hatırla...

Onuncu Yıl Nutku'nu hatırla örneğin. Hani o ders kitaplarından çıkartılmaya çalışılan "sakıncalı okuma parçası"nı(!)...Yürümekte olduğun (ancak döndürülmeye çalıştığın) terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafanda tuttuğun meşalenin müspet ilim olduğunu hatırla. Güçlükleri yenmedeki kararlılığının kaynağını yeniden düşün.

Sonra namusun ve cesaretin ne demek olduğunu sor bir kez kendine. İsmet İnönü'yü düşün örneğin. "Namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır" sözünün anlamını çözdüğün an bulursun karanlıkla savaşmanın yöntemini ... Çözümün "nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyen", namuslu ve cesur insanların çoğalmasında olduğunu görürsün o an...

Duyarsız kalmış olmanın nedenlerini sorgula sonra. Korkularınla yüzleş. Kendi küçük dünyanda, bireysel çıkarına esaretinin korku imparatorluğunu yaratan neden olduğunu işte o zaman bulursun. O zaman görürsün ülkende siyasal zemine hakim olan ilkenin demokrasi değil, beklenti odaklı korku olduğunu...

Dedim ya, çözümü geçmişi hatırlayıp, bugünü sorgulayınca bulursun.

Çözüm, herkesin taşının altına elini koymasındadır. Gerçek demokrasiyi, gerçek demokratlığı anlatacak, anlayacak yüreklerin ortaya çıkmasındadır. Eğer çıkmazsa, korkarım demokrat (!) başbakanın "herkes işine baksın" sözü yeni demokrasi tanımı olacaktır...

Çözüm tarafsızlığın ne demek olduğunu sorgulayacak beyinlerin ortaya çıkmasındadır. Eğer çıkmazsa, tarafsız (!) cumhurbaşkanının tarikat kadrolaşmaları yeni tarafsızlık tanımı olacaktır...

Çözüm Türkiye'yi Mustafa Kemal'in yoluna taşıyacak siyasi iradede birleşmektir. Eğer birleşilmezse, Türkiye laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olmaktan çıkıp, her yönüyle "Batı çıkarlarına karşı ılımlı İslam cumhuriyeti"ne dönüşecektir...

"Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir." 1924, M.KEMAL ATATÜRK

Uyan Türkiyem uyan!...

Ancak uyanırsan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün cumhuriyeti; senin cumhuriyetin yaşayacak...

Ancak uyanırsan, tebaa değil, yurttaş kimliğine kavuşacaksın. Tarikatlar demokrasisine değil gerçek demokrasiye, sadaka kültürüne değil sosyal devlet anlayışına ulaşacaksın.

Uyan TÜRKİYEM uyan!...

(Haber Ekspres, 25 Eylül 2007)

18 Eylül 2007

ÇOĞULCULUĞUN ANAYASASI MI ÇOĞUNLUĞUN ANAYASASI MI? - ZAFER YAPICI

Demokrasinin siyasi boyutu katılımcılık ve çoğulculuktur. Katılımcılığın ve çoğulculuğun olmadığı bir demokrasi düşünülemez. Oysa şimdi katılımcılığı ve çoğulculuğu çoğunluk olarak algılayan AKP iktidarı kendi çoğunluğuna dayanıp yeni anayasa yapmaya hazırlanıyor. Demokrasiyi Türkiye'yi "Ilımlı İslam ülkesine" çevirmek için araç olarak kullanıyor.

Anayasa'da yapılacak değişiklikleri önce Prof. Dr. Zafer Üskül'e daha sonra Prof. Dr. Ergun Özbudun ve ekibine(!) ısmarlayan AKP zihniyeti zaman zaman ortaya atılan Anayasa taslaklarıyla kamuoyunu oyalama taktiğiyle; bırakılan boş alanları doldurma gayreti içine giriyor...

İşte kamuoyunu uzun süredir meşgul eden ve değiştirilmesi düşünülen Anayasa maddelerinden bazıları ve bu maddelere ilişkin öneriler:

Anayasa'nın 42. Maddesinin 1. paragrafında yer alan "kimse, eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz" ifadesi, yeni düzenlemeye göre "kimse, eğitim ve öğrenim hakkından, kılık-kıyafet nedeniyle alıkonulamaz" olarak değiştiriliyor. Ayrıca, "eğitim-öğrenim kurumlarında kılık-kıyafet serbesttir" ifadesi bir seçenek olarak sunuluyor.

Anayasa'nın din ve vicdan hürriyeti başlıklı maddesinden 14. maddeye atıfta bulunan hükmün çıkarılması öngörülüyor. Böylelikle ibadet, dini ayin ve törenlerin demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya dönük faaliyetler biçiminde yapılamayacağına" dair anayasal engel ortadan kaldırılmış oluyor.

Yine Anayasa'nın 42. maddesinin 9. paragrafında yer alan "Türkçe'den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez" hükmü yeni düzenlemeye göre: "eğitim ve öğretim dili Türkçe'dir. Türkçe'den başka dillerde eğitim demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olarak kanunla düzenlenir" şeklinde sunuluyor.

Gençliğin korunmasıyla ilgili Anayasanın 58. Maddesinin 1. paragrafında: "Devlet, istiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilim ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirler alır." hükmünden yeni düzenlemede "Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda" ifadesi kaldırılıyor.

Muhalefetin 110 milletvekili imzası olmadan Anayasa Mahkemesi'ne gidemeyeceği hükmü getirilmek isteniyor.

Bu beş madde üzerine getirilen öneriler bile yapılmak istenen yeni anayasanın "ruhunu" açıkça ortaya koyuyor.

AKP'nin hayalindeki anayasa ile,

· Türban üniversitelere girecek.
· Tarikatlara daha da serbestlik sağlanacak.
· Türkçe'den başka diller için de "ana dilde eğitim" mümkün olacak.
· Gençlerin Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunun dışında yetişmesi sağlanacak.
· Muhalefetin Anayasa Mahkemesi'ne başvurması zorlaştırılacak.

Bir başka ifadeyle,

· Bağnazlığın bilim kurumlarını görsel olarak da hakimiyeti altına almasının önündeki anayasal engel ortadan kalkmış olacak.
· Din ve vicdan özgürlüğü artık anayasal olarak da tarikat özgürlüğü olarak sunulacak.
· Eğitim Birliği Yasası'nın son kalıntıları da ortadan kaldırılıp, ulus-devletten etnik gruplar federasyonu olmaya bir adım daha yaklaşılacak.
· Gericilerin en büyük korkusu olan gençlik daha da kimliksizleştirilecek. Kemalist bilinçle gençliğin bağı kopartılıp, bağımsızlığın, özgürlüğün ve umudun sesi; gençlerin sesi daha da kısılmaya çalışılacak.
· Muhalefetin sesi de tıpkı gençlerde olduğu gibi kısılmaya çalışılıp, demokrasi sadece iktidara ve iktidara karşı ılımlıların faydalanabileceği bir araç haline getirilecek.

"İkinci cumhuriyetçilik ve Yeni Osmanlılık" düşünceleri ve dinci, bölücü ve emperyalistlerin alkışlarıyla yapılacak Anayasa ancak bu kadar çağdaş ve demokratik(!) bir Anayasa olacak...

...Hatırlarsınız; "İkinci Cumhuriyetçi" bir bilim adamı(!) İzmir'de "neden her yerde bu adamın (Atatürk) fotoğrafları var diye soracaklar" diye nutuk atmıştı...
AKP'den milletvekili seçilen bir hukukçu(!) "Anayasa'da Atatürk milliyetçiliği, Atatürk ilke ve inkılapları kavramlarına gerek yok" diyerek anayasa tartışmalarını başlatma görevini üstlenmişti...

Cumhurbaşkanı bir zamanlar "ne mutlu Türküm diyene lafını her yere yaza yaza Türkiye ilkel hale dönüşmüştür" buyurmuştu. Başbakan "Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm'i almış ve kitlelere zorla dikte edilmiştir" deyivermişti...

DTP milletvekili Emine Ayna "üniformalı anayasa istemiyoruz. Sivil anayasadan yanayız. Anayasanın ilk 4 maddesi değişmeli, herkes düşüncesini özgürce söylemeli" demişti. Devletin şeklinin, cumhuriyetin niteliklerinin, devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkentinin değişmezliği ile ilgili hükümleri değiştirme düşüncesini açıkça ifade etmişti...

Türkiye ile hesaplaşması bitmeyen tüm sömürgeciler Mustafa Kemal'in değerlerini çağdışı ilan etmekte birbirleriyle yarışıyorlardı...

Aslında ülkemiz parmaklarımızın ucundan kayıyordu...

İşte değerli okurlarım, Anayasa için düşünülen bu değişiklikler bile rejimiz ve bölünmez bütünlüğümüzün ne kadar büyük tehlike ve tehdit altında bulunduğunun açık göstergeleridir.

İkinci Cumhuriyetçi, Yeni Osmanlıcı, dinci, bölücü ve sömürgeci unsurlar Mustafa Kemal'i önce anayasamızdan, sonra zihinlerimizden silmek adına birleşmişlerdir.

Üstelik "demokrasi" argümanını kullanarak...

Oysa siyasal iktidarın hayalindeki anayasa; siyasal iktidara hakim partiye devleti tamamıyla ele geçirtme hedefine yöneliktir. Dahası renksiz görünümlü bir anayasa, aslında turuncu anayasadır. Sadece turuncu değil aynı zamanda antidemokratik ve gerici anayasadır...

"Sivil anayasa" sözcüğü ardında gizlenen şey anayasanın özünün değiştirilmesidir. Atatürk Cumhuriyeti'ni İslam devletine götürmektir. Türkiye'yi etnik gruplar federasyonuna dönüştürmektir.

Medya gazıyla sivil imajı çizenler sivil, demokrat görünenler demokrat değildir!

Sivillik ve demokrasi ancak çoğulculuğun anayasasında söz konusudur. İkinci cumhuriyetçinin, Yeni Osmanlıcının, dincinin, bölücünün, sömürgecinin anayasasında değil...

(18 Eylül 2007, Haber Ekspres)

13 Eylül 2007

CHP ve BAYKAL - ZAFER YAPICI

Televizyonlarda aynı şeyleri duyuyor, gazetelerde aynı şeyleri okuyorsunuz.

Küreseli, yereli, iktidarı, sermayesi, emeği, işsizi, sağcısı, solcusu, orta yolcusu...

Hep aynı şeyleri istiyor diyorlar...

Şaşırıyorsunuz!

Emperyalisti, teröristi, gericisi, haini, düzenbazı, iş bitiricisi, ahlaksızı, duyarsızı ilkesizi...

Onlara duyduklarınızı söyletiyor...

Bilmiyorsunuz!

Siyaset Türkiye'de yeniden biçimlendiriliyor. Ancak ne yazık ki dürüstlük ve ilkelilik yönünde değil...

Sağı gericiliğe ve emperyalizm taşeronluğuna; solu da gericilik ve emperyalizm taşeronluğuna hoşgörülülüğe eşitlemeye çalışıyorlar dört koldan.

Sağ bunu çoktan kabul etti. Dinciler iktidara taşındı. Milliyetçiyiz diyenlerin sesleri bile iki günde kesildi.

Solun bir kısmı "ılımlılık" büyüsüne kapıldı, 14 Nisan gömleği üzerlerine bol gelenler, ortama uyarak Fethullahçı geçmişleriyle yeniden barışma yolundalar...

Olanlar ortada... Sağı da solu da Kemalizm düşmanlığında ve Kemalizm düşmanlığına tepkisiz kalmakta, ya da sözde tepkiler vermede birleştirmeye çalışıyorlar...
Daha da kolay yönetilebilir bir Türkiye yaratmak için...

Prof. Samuel Huntington, "Türkiye, kendine yabancı bir laikliği ve Atatürk mirasını reddetmelidir"; CIA Ortadoğu Masası şefi Paul Henze "Klasik Atatürkçülük ölmüştür, köktendincilik Türkiye için tehlike değildir" buyurdular dışarıdan örneğin...

"Tamam" dediler içeridekiler, "anlaşıldı"...

"Türklük bir alt kimliktir", "Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm'i almış ve kitlelere zorla dikte edilmiştir", "Yahu, milletin bütünlüğü 'ne mutlu Türküm diyene' ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı 30'u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir araya getirdi. Biz de inanç birliğiyle tutacağız", "Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu. Sen bunu önüne geçemezsin ki"...sözlerini başbakan söyledi...

"Ne mutlu Türküm diyene lafını her yere yaza yaza Türkiye ilkel hale dönüşmüştür", Tarih boyunca görülmüştür ki, en birleştirici unsur dindir", "Moral değerleri açısından Türkiye'nin bütünlüğünü tehdit eden ve en ziyade tahribatı vermiş olan laiklik ilkesidir", "İkinci cumhuriyet ve Yeni Osmanlılık kavramlarını çok sağlıklı buluyorum ve geleceğe umutla bakıyorum", "Türkiye'de cumhuriyetinin sonu geldi, kesinlikle laik sistemi değiştireceğiz" sözlerini ise şimdiki cumhurbaşkanı...

Atatürk ilke ve devrimlerini ve devletin ulusal, laik, üniter yapısını savunanlara bazı köşe yazarları "içe kapanmacı, dışlayıcı, uç milliyetçiliğe yaklaşan" ifadelerini yakıştırdılar... Neredeyse ulusalcı olmak, Kemalist olmak çağ dışılık olarak sunuldu...

Bu iç ve dış baskılar muhalefetin bir kısmı üzerinde etkisini gösterdi. Meclisin yeni muhalefet partileri "ılımlılık" kaygısına düştüler. Belki de "bizi de kullanır birileri zamanımız gelince" diye düşünüp nadasa çekildiler!

...Bir tek CHP direndi...

Bu çürümüşlüğün ve boşvermişliğin yüceltildiği, Kemalizm'in ötelendiği, sosyal-devletin yok edildiği, yağma ekonomisinin kurumsallaştığı ortamda bir tek CHP çürümüşlüğe ve boşvermişliğe başkaldırdı, Kemalizm'i, sosyal devleti ve ezilmişi sahiplendi...

CHP'nin lideri Deniz Baykal da CHP'nin ideolojisini kararlılıkla savundu. Emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliklere karşı; Kemalizm'in yol göstericiliğinde dürüst ve onurlu bir mücadele yürüttü...
CHP de lideri de direndi, direndi, direndi...

Son kale düşmedi!

İşte bu yüzden CHP'nin, kimliği, ideolojisi ve Genel Başkanı hedef alındı. Altı oklu al bayrağına "hafif sarı" renkler sürüp, turuncuya çevirmeye çalıştı birileri... Soros milyonerleri!

Bir kez daha altını çiziyorum. Sadece CHP'nin Genel Başkanı hedef alınmadı. CHP'nin kimliği, ideolojisi de hedef alındı. Cumhuriyetçiliği, laikliği, devrimciliği, devletçiliği, halkçılığı ve ulusalcılığı da hedef alındı...

Hedefleri açık...CHP'nin pasifleşmesi veya tarihe gömülmesi. Mustafa Kemal Atatürk'ün "benim iki büyük eserim var biri Cumhuriyet diğeri de Cumhuriyet Halk Partisidir" dediği CHP'nin pasifleşmesi veya tarihe gömülmesi...

Sermaye hazır, figüranlar hazır...

Roller biçilmiş...

Ama sizler de varsınız...Bu ülkenin onurlu insanları, hesap edilmeyen güçler, sizler de varsınız...

Şimdi sıra sizde, bizde.

Soros'un değil, Mustafa Kemal'in yolunda gidenlerde.

Açıkça söylüyorum. Mücadeleye doğru yerden başlamalıyız. 9 Eylül'ün ışığı altında yitirilen değerlerimizi yeniden kazanmak adına CHP'ye ve onun yurtsever lideri Deniz Baykal'a sahip çıkmalıyız.

İnadına...

(Haber Ekspres, 11 Eylül 2007)

04 Eylül 2007

ÖZELLEŞTİRME SIRASI SEÇİMLERDE Mİ? - ZAFER YAPICI

Hatırlarsınız ABD'de Kasım 2004'te yapılan başkanlık seçimlerinden bir süre sonra seçimlerde hile yapıldığına dair savlar ortaya atılmıştı. O seçimlerin sonuçlarını yazılım programı ile sanal ortama aktaran şirket Sun Microsystem idi...

Daha sonra bu şirket Yunanistan'da seçim sonuçlarını yazılım programı ile sanal ortama taşıma konusunda yapılan ihaleyi kazandı. Ancak Yunan hükümeti, hakkında ABD seçimlerine hile karıştırdığı yönünde iddialar bulunan bu şirketin ihalesini iptal etti.

Türkiye'de de seçimler yapılacaktı. Seçim sonuçları konusunda bir yazılıma ihtiyaç vardı. İhale yapıldı. Sun Microsystem ihaleyi kazandı...

Sun Microsystem'e Türkiye'de yapılan seçim sonuçlarını sanal ortama taşıması için küresel çapta faaliyet gösteren ve dünyanın en büyük yatırım bankalarından kabul edilen JP Morgan yüklü bir kredi verdi.

Küresel dev JP Morgan'ın Türkiye'de yapılan seçimlere ilgisi seçim sonuçlarını işleyecek yazılım şirketine kredi vermekten ibaret kalmadı.

Hikmet Çetinkaya'nın 29 Ağustos tarihli köşe yazısında daha önce pek üzerinde durulmamış ilginç bir nokta vurgulandı. JP Morgan, KONDA'nın patronu Tarhan Erdem'e de kamuoyu araştırmaları yaptırıyordu...

Ve...KONDA'nın JP Morgan için yaptığı son seçim anketi sonucunda AKP sürpriz bir şekilde (!) yüzde 48 oyla birinci parti çıkmıştı...

Bu ilişki ağı ister istemez şu soruları akla getirdi:

Tarhan Erdem'in yüzde 48 oyla AKP iktidarını işaret eden kamuoyu araştırması yazılım şirketi tarafından veri olarak alınıp sanal ortam AKP lehine dönüştürülmüş olamaz mı? Bir başka deyişle, önce kılıf oluşturulup sonra minare çalınmış olamaz mı?

ABD'de hakkında seçimlere hile karıştırdığı iddiaları bulunan, Yunanistan'ın son anda ihalesini iptal ettiği bu şirket, Türkiye'de elini kolunu sallaya sallaya seçim sonuçlarını biçimlendirmiş olamaz mı?

Yalçın Bayer'in 17 Ağustos tarihli köşe yazısında örnek sandıkları vererek oy çelişkilerini ortaya koyması yukarıdaki kuşkuları büyütüyor. Bayer'in yazısına göre İzmir'de sandık tutanakları ile bilgisayarda dökümü yapılmış tutanaklar arasında önemli farklılıklar mevcut. Bayer'in numaralarını da verdiği sandıkların tutanaklarında düşük oy alan iktidar partisinin ve yüksek oy alan muhalefet partilerinin oyları, bilgisayar ortamında tersyüz edilmiş...

Görünen İzmir'de böyle hileli durumların söz konusu olduğu. Ya ülkemin diğer köşelerinde?

Değerli okurlarım, özelleştirme adı altında bankalarımızın yüzde 42'si yabancıların eline geçti. Sırada Halk Bankası ve Ziraat Bankası var. Bu noktada bir soru daha akla geliyor. Acaba şu "seçim kreditörü" ünlü banka bizim bankalarımızdan birine mi talip?...Yakında bu kuruluş özeleştirme adı altında elde kalan son bankalarımızdan bir pay kaparsa şaşmamak gerek...

Belki de bu operasyon öncesi şunu da yaparlar; belli mi olur: İktidarın yardakçısı bir araştırma şirketine "Türk halkının bankacılık sisteminin tamamen yabancılaşmasını isteyip istemediği konusunda" bir anket düzenlemesi için "finansör" olurlar. Sonuçların %90 istendiği yönünde çıkması/çıkartılması üzerine, bunu "kreditörü" oldukları bir yazılım şirketi aracılığıyla %99'a tamamlarlar...

Böylece umumi arzu üzerine, "demokrat" iktidarın onayıyla, kalan bankalarımızı da ele geçirmiş olurlar...

Şakası bir yana, küreselleşmenin nasıl işlediği belli. Küresel efendiler gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarını sömürmek için her şeyden evvel kendilerine bağlı, kendi söylemlerini kabullenecek ve sömürüye ses çıkarmayacak zihniyetleri ve siyasi partileri iktidara getirmek isterler. Ve bu hedeflerine ulaşmak için hiçbir fedakarlıktan kaçınmazlar.

Türkiye'de de neler yaşandığı belli. Türkiye'de Kemalist ideolojiden çekinen yeni-sömürgeci güçler, işbirlikçileriyle hareket edip Atatürkçülere ve CHP'ye saldırarak kendilerine teslim siyasi zihniyetlere güç vermişlerdir. Bu zihniyetleri istikrar masallarıyla, "finans" oyunlarıyla, görünmeyen ilişki ağlarıyla iktidara taşımak için her yolu denemişlerdir.

AKP'nin tekrar iktidar, Abdulah Gül'ün de Cumhurbaşkanı olması, Anayasanın içinden Atatürk ilke ve devrimlerin çıkarılmasıyla ilgili değişikliklerin gündemde tutulması; Türkiye'yi "ABD çıkarlarına karşı ılımlı İslam devleti" olarak görmek isteyenleri rahatlatmaktadır. Görülüyor ki, ABD, Avrupa Birliği, Talabani ve Barzani, giderek daha çok aynı şeylerden mutlu olmakta, aynı şeylerden üzülmektedirler.

Onlar mutlu oldukça Türkiye geri kalmaya mahkum olmaktadır.

Oysa her geri bırakılmış ülke için çözüm sömürüye direnmeden geçmektedir. Çözüm bilinçlenmekten, üretmekten, çalışmaktan geçmektedir...

Gelişmek için küresel efendilere değil, yurdumun yetiştirdiği, yetiştireceği yurtsever anlayışa sahip üretim güçlerine ihtiyaç vardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin rejimini ve bölünmez bütünlüğünü sahiplenen, yücelten, Atatürk ilke ve devrimlerinden ödün vermeyen, cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin bir arada yaşamasını bilimselliğe ve akılcılığa dayandıranlara ihtiyaç vardır...

Yazılım programını spekülatörlere ısmarlayanlara değil, yazılım programı üretecek genç bilim adamlarının yetişmesine destek olacaklara ihtiyaç vardır...

Üniversiteleri tarikat yuvalarına değil, bilim yuvalarına çevireceklere ihtiyaç vardır.

Cumhuriyetin tüm kazanımlarını satanlara değil, cumhuriyet kazanımlarını büyüteceklere ihtiyaç vardır.

Kalbi kreditörde beyni finansörde olanlara değil, tüm benliği ile Türkiye'de olanlara ihtiyaç vardır.

Seçimleri bile özelleştirmeye çalışanlara değil, çağdaş demokrasiyi kuracaklara ihtiyaç vardır.

Bugün dünden daha fazla Kemalizm'e; Kemalistlere ihtiyaç vardır.

Bugün dünden daha fazla birbirimizi sahiplenmeye; dayanışmaya ihtiyacımız vardır.

(Haber Ekspres, 4 Eylül 2007)