27 Şubat 2007

YAKINDA GİDİCİLER (Mİ?) - ZAFER YAPICI


Hem dış ve iç politikada, hem de günlük yaşantılarımızda son günlerde ilginç ve büyük ölçüde talihsiz bazı gelişmelere tanık oluyoruz.

Dışarıda “aktif dış politika” yürüttüğünü söyleyen ve bunu Ortadoğu’ya yönelik politikasında aldığı “inisiyatifle” sunan siyasal iktidarın balonu kısa sürede söndü. Aktif dış politikanın aslında Türkiye’den ziyade ABD çıkarlarını savunma adına bir aktiflik olduğu anlaşıldı. İşte size bunun iki belgesi:

Birincisi, başkanlığını ABD’nin eski kongre üyelerinden Lee Hamilton ve eski ABD dışişleri bakanı James Baker’ın yaptığı Irak Çalışma Grubu’nun bir raporu. Irak Çalışma Grubu, Bush yönetiminin Ortadoğu’ya yönelik strateji oluşturulma sürecinde raporlarını dikkate aldığı bir düşünce kuruluşu. Bu grubun önerileri bağlayıcı değil, ancak geçmiş deneyimler ABD yönetimlerinin bu önerileri büyük ölçüde hükümet politikası haline dönüştürdüklerini gösteriyor. Bu noktadan hareketle, 2006 Aralık ayında ilan edilen 79 öneriden oluşan rapor, özellikle Ortadoğu hükümetleri tarafından da incelendi. Hatta bazıları, ABD’ye yandaş olduğunu ilan etme adına bu raporda biçilen rollerin uygulayıcısı olmayı vakit kaybetmeden kabullendi bile…Raporda bizim için önemli nokta şu: Kuruluşun ABD yönetimine önerisi, Irak batağından kurtulabilmek için İran ve Suriye’nin de dahil olduğu Irak’ın bütün komşularının “Uluslararası Irak Destek Grubu” oluşturması. Daha açıkçası, İran ile Suriye’nin “ABD’ye karşı ılımlı” bir noktaya çekilmesi için inisiyatif alınması. Tabii bu noktada inisiyatifin illa ABD yönetimi tarafından doğrudan alınması gibi bir zorunluluk yok. “Müttefik” bazı ülkeler bu noktada kullanılabilirdi. İşte tam bu süreçte, başbakan Erdoğan’ın İran ve Suriye ziyaretleri gerçekleşti. Başbakan, bu ziyaretlerinde “Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığının gereği olarak” İran ve Suriye’nin rapordaki istenilen noktaya çekilmesi için “aktif” arayışlara girişti. Böylelikle ilginç bir konuma sahip olmuş oldu. İç kamuoyuna “ABD’ye karşı gerektiğinde bölge ülkeleriyle işbirliğine girilebileceği” mesajı verilerek, “milli görüş” gömleği giyilirmiş gibi yapılırken, aslında hiç çıkarılmayan ılımlı İslam gömleğiyle, “ABD’ye aslında sizin yanınızdayız” mesajı veriliyordu. Bu geziler, biçim olarak ABD karşıtı gözükse de, içerik olarak akılalmaz bir ABD yandaşlığının tezahürüydüler. Mühim olan da içerikti!

Tıpkı Hamas lideri Meşal’in 2006 yılı başında Türkiye’ye gerçekleştirdiği gezi gibi. AKP yönetimi bu geziyle ABD ve İsrail karşıtı bir “görüntü” sunarak “iç tüketime” yönelik mesajlar verirken, içerik olarak gezi ABD’nin Hamas’a söyleyemediklerini, Türkiye aracılığıyla söyletmesinden ibaretti. Hamas’a ev sahipliği yapıldığında, radikal İslamcı tabana ABD ve İsrail düşmanlığı mesajı verilirken, aslında diğer taraftan ılımlı İslam’ın uygulayıcılığı yapılıyordu…Bu ucuz politikanın sonucu Türk dış politikasının yitirdiği itibar oldu. PKK gibi bir terör sorunuyla yıllar yılı boğuşan bir ülkenin yönetimi, terör örgütü olarak görülen bir başka oluşumu ağırlıyordu…

İkincisi, Kuzey Irak Kürt grupları ile temas kurma konusunda başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde yapmış olduğu açıklamaların ardında da Washington’un isteminin bulunduğunun ortaya çıkması oldu. Kürt gruplarla Türkiye’nin hükümet nezdinde görüşmesi yönünde telkinlerin başbakanla görüşen eski ABD dışişleri bakanı Richard Holbrooke tarafından iletildiği, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’e bizzat Holbrooke tarafından aktarıldı. Böylelikle, AKP’nin “aktif dış politikasının” aslında ne demek olduğu bir kez daha anlaşılmış oldu. ABD, PKK ile mücadeleyi bölgedeki PKK destekçisi aşiret gruplarına havale ederken, Türkiye’yi de bu konuyu o gruplarla istişare etmesi konusunda sıkıştırıyordu. Bu noktada AKP, bahsettiğimiz “açılımlarını” (!) yaptı…

Peki ya Kıbrıs konusu? Siyasal iktidarın AB güdümünde uyguladığı Kıbrıs politikası da benzer “açılımlar” (!) anlamına gelmiyor mu? Küresel çağda Türkiye’nin savunmasının Kıbrıs’tan başlaması gerekirken, Kıbrıs kaderine terk ediliyor. Kıbrıs’taki Türk varlığı bir azınlık olmaya indirgenirken, siyasal iktidar hiçbir karşıt politika üretemiyor. Gerçekten “aktif” olamıyor. Birden edilginleşiveriyor. Bu noktada en büyük siyasi açılım, varolan koşullarda tek gerçekçi çözüm Cumhuriyet Halk Partisi’nden geliyor. CHP, tüm AB ve ABD dayatmalarına karşın, Kıbrıs’ta iki devletli çözüm iradesini net bir biçimde ortaya koyuyor! Oyunları, muhalefetteyken de bozuyor!

Dış politikada siyasal iktidar, biraz da yeniden seçilebilme kaygısıyla yukarıdaki yaklaşımı sergilerken, içeride de Abdülhamit dönemini hatırlatan bir “sansür” kampanyasını başlattı. İktidarın yayın organı olarak çalışmayan ender televizyon kanallarından biri olan Kanaltürk’ü, devlet aygıtını kullanarak sindirme kampanyasına girişti. Maliye bürokrasisi, iktidarın dar siyasi çıkarlarının takipçisi yardımcı unsur hüviyetine sokulmak istendi. Böylelikle, garip bir sansür yöntemiyle tüm medya kuruluşlarına seçimler öncesi gözdağı verilmek istendi.

İktidarın bu baskı yöntemi uygulamaya koyulurken, günlük yaşamda karşılaştığımız ilginçlikler de büyüdü. Bu cumartesi şans eseri rastladığım bir görüntü ne hale geldiğimizin bir örneği değerli okurlarım. “Aydınlık İzmirimizin” merkez ilçelerinden birinde karşılaştım bu görüntüyle. Tarikat bağlarıyla tanınan bir dershanenin ders çıkışında, yine aynı tarikatın yayın organı olarak bilinen bir gazetenin her çıkan öğrencinin elinde olduğu dikkatimi çekti. İlköğretim aşamasındaki bir ufaklığa yanaşıp sordum. Her cumartesi aynı gazetenin tüm öğrencilere bedava dağıtıldığını, ellerine tutuşturulduğunu söyledi. Bir diğer öğrenciye aynı soruyu yönelttiğimde, o minik öğrencinin velisi, öğrencinin cevap vermesini engelleyip, onu yanımdan uzaklaştırdı.

İktidar bir taraftan basın özgürlüğünü engellemeye yönelik girişimlere hız verirken, diğer yanda, tarikat gazeteleri büyük “özgürlüklere kavuşturuluyor”, tarikatların eğitim kurumları, denetimsiz bir biçimde bu yayınların dağıtıldığı merkezler haline dönüştürülüyordu. İşte iktidarın “basın özgürlüğü” anlayışı buydu! Minik beyinler ve aileleri, böylelikle Atatürk değerleriyle hesaplaşma sürecinde programlı bir biçimde yandaş haline getirilmeye çalışılıyordu...Ve tüm bunlar “aydınlık İzmir’de”, belki de sizin de evinizin dibinde gerçekleşiyordu!

Tüm bunlar bana sanıyorum ilk kez CHP Genel Yardımcısı Onur Öymen tarafından dile getirilen şu sloganı hatırlattı. “Bu hükümet dışarıda verici, içeride gerici, yakında gidici…” Siyasal iktidarın dışarıda verici, içeride gerici olduğuna birkaç örnek sunduk bu yazımızda. Yakında gidici olması konusunda ise sorumluluk hepimize düşüyor! Bu zihniyetin yakında gidici olmamasının, Atatürk Türkiyesinin gidici olduğu anlamına geldiğini artık kavramamız gerekiyor.

“Dışarıda verici, içeride gerici” olarak tanımlanan bir zihniyeti iktidardan etmenin yolu ise, Atatürk değerlerini içselleştirmiş bizlerin kaderimize el koymamızdan geçiyor. Klişeleşmiş söylemlerin girdabına kapılarak, hareketsizleşerek, seçim sandıklarından uzak durarak, bölünerek, dağılarak, Atatürk düşmanlarının değirmenlerine su taşımaktan değil! Siyasal alternatif üzerinde buluşmaktan geçiyor...

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler bu nedenle önemli. Hep söylüyoruz. Bu iki seçim Türkiye’nin kader seçimleri olacak. Ya oyunların daha açıkça oynandığı, ya oyunların bozulduğu seçimler olacak. Ya başkalarının yörüngesine girmiş bir Türkiye’nin, ya tam bağımsız bir Türkiye’nin yaratılacağı seçimler olacak. Ya tarikatlarını düşünenlerin, ya halkını düşünenlerin iktidarını kuracak seçimler olacak…

Verici ve gericilerin, gidici olup olmamaları hiç kimsenin değil; sizin elinizde!


(Haber Ekspres, 27 Şubat 2007)

20 Şubat 2007

DOKUZ ALTIN GÜN KALDI!


Cumhuriyet değerleriyle hesaplaşma yolunun önce seçimlerden, sonrasında ise parçalanmışlığın getireceği bir şans iktidarından geçtiğinin farkına varanlar, son genel seçimlerde yoğun bir katılım ve birlik gösterdiler. Ne yazık ki, cumhuriyet değerlerini içselleştirmiş çoğunluk, aynı kararlılığı tam olarak gösteremedi. Yapay umutsuzluklardan beslenen bir boşvermişlik düşüncesi “popülerleştirildi”. Bu düşünce, cumhuriyet değerlerini savunanların önemli bir kısmını sandık dışında tuttu…

2002 genel seçimlerinde yaklaşık dokuz milyon kişi çeşitli sebeplerden dolayı oy kullanmadı. Büyük ölçüde bu kesim, oy kullanmamalarının neticesinde iktidar olanların uygulamalarıyla mağdurlaşanlar oldu…

2007 genel seçimlerinde ise 18 yaşını doldurmuş milyonlarca gencimiz ilk kez sandık başına giderek oy kullanacak. Bu ilk deneyimleriyle ülkelerinin kaderlerini belirleyecekler…

Değerli okurlarım, 2002 genel seçimlerinden alınacak derslerle, bu seçimlerde oy kullanmamış yurttaşlarımızın bu kez sandık başına gitmelerinin seçim sonuçları üzerinde doğrudan etkisinin olacağını söyleyebiliriz. Bunun kadar önemli bir etki, 2007 seçimlerinde ilk kez oy kullanma hakkı kazanacak gençlerin sandık başına gitmeleri ile oluşacak…

Bu süreçte, yurttaş olarak geleceğimizi şekillendireceğimiz günleri yaşıyoruz. Bir tek oyun bile geleceğimiz için ne kadar önemli olduğunu, yaşadığımız bunca acılardan çıkarttığımız derslerle daha iyi kavrıyoruz..

Amacımız geleceğimizi sağlam temeller üzerinde kurmaksa eğer, bu yol her yurttaşın oy hakkını elde etmesi ve mutlaka o hakkını sandıkta kendi iradesine göre kullanmasından geçiyor. Nasıl bir gelecek istiyoruz? Nasıl bir Türkiye istiyoruz? Nasıl mutlu olabiliriz? Nasıl çocuklarımıza güzel, güvenli ve onurlu bir gelecek bırakabiliriz? Bu geleceğimizi hangi siyasi iktidarda sağlayabiliriz? Demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini sonsuza kadar nasıl yaşatabiliriz?...sorularına cevap aramaktan geçiyor. Siyasete dahil olmaktan geçiyor. En büyük gücümüz olan “oy” gücümüzü doğru ve fire vermeden kullanmaktan geçiyor…

Değerli okurlarım, Türkiye olağanüstü bir süreçte. Bu yüzdendir ki, bu seçim normal, sıradan, alelade bir seçim değildir. Bu seçim iç ve dış politikanın dönüm noktasına geldiği, ülkenin rejimi ve bölünmez bütünlüğü tehlike altında olduğu koşullarda yapılacaktır. Bu seçimde, seçmenin Türkiye’ye, cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye sahip çıkması sadece iç politikada değil, küresel bağlamda da birçok oyunu bozucu etki doğuracaktır. Bu seçimde bu yönde bir sahipleniş, ulusal bütünlüğümüze, birlik ve beraberliğimize, barış kültürümüzün yeniden canlanmasına, sevgiye, saygıya, hoşgörüye katkı sağlayacaktır. Onun için bu seçimin önemi olağanüstü büyüktür. Bu seçim ya Lozan’ın pekişmesini sağlayacaktır, ya da Sevr’i özleyenleri yüreklendirecektir. Bu seçim ya Türk milletinin, iç ve dış düşmanlara karşı Türkiye’ye sahip çıktığını tüm dünyaya haykıracağı seçim olacaktır, ya da Büyük Ortadoğu Politikası taşeronlarının hareket serbestilerini arttıracak seçim!

Bu görüşümün yerindeliğini iktidar icraatlarıyla (!) her gün doğruluyor. Kadrolaşmalar ve vekaleten yönetimler devlet kurumlarını görev yapamaz hale getirirken, yolsuzluk ve yandaşlık ağları büyüyor. Kıbrıs’ta taviz üzerine taviz veren, Ortadoğu’da ABD’nin taşeronluğunu “aktif dış politika” adı altında bize yutturmaya çalışan, halkın değil Arap milyarderlerinin avukatlığını üstlenen, medeniyetler ittifakı düşüncesini bile laikliğin altını oymak için araçsallaştıran, PKK sorununu ABD dayatmasıyla Kürt aşiret liderleriyle müzakere etmeyi kabul edecek kadar basiretsizleşmiş bir yönetim görülüyor. Ulusal çıkarlar ve onur ayaklar altına seriliyor. Milletin çıkarı, yandaşlık ağlarının çıkarına feda ediliyor. Aslında bu talihsizlikler, bu anlayışın gelecekte toplumsal destek bulursa neler yapabileceğine ayna tutuyor…

İşte bu sürecin önemi nedeniyle, 26 Aralık 2006 tarihinde “seçmene çağrı” başlıklı köşe yazımda seçme hakkını elde etmek için muhtarlıklara gidip, seçmen listelerini kontrol etmemiz gerektiğini yazmıştım. Şimdi bu çağrımı tekrarlamak istiyorum. Bugün 20 Şubat 2007. Dokuz gün sonra; 1 Mart 2007 tarihinde seçmen listeleri askıdan indirilecek. Sadece dokuz altın günümüz kaldı. Köşe yazarı olarak bir kez daha ulusal ve yerel medyaya, sivil toplum örgütlerine, üniversitelere, derneklere, meslek odalarına, kadın kuruluşlarına… seslenmek istiyorum. Yapmış olduğunuz tüm programlarınızda, yazılarınızda, toplantılarınızda, konferanslarınızda, panellerinizde, oy kullanma hakkına sahip olabilmek için, 1 Mart tarihine kadar tüm seçmenlerin muhtarlıklardan kayıtlarını kontrol etmeleri; kayıtları bulunmayanların kayıtlarını yaptırmaları ve özellikle ilk kez oy kullanacak 18 yaşını doldurmuş gençlerimizin seçmen hakkını elde etmeleri gerektiğini anlatınız, hatırlatınız, duyurunuz. Bu da bir yurtseverlik görevidir. Yurttaşı bilgilendirmek, haberdar etmek birinci görevimiz olmalıdır. Yeni bir döneme gireceğiz. Bu dönemde yediden yetmişe herkesin, tüm kurumlarımızın kucaklaşması gerektiği, devletimizle milletimizin kucaklaşması gerektiği, bunun çimentosunun da barış kültürünün yeşermesi olduğu fikrini anlatınız…

Bu zor günlerde barış kültürünün yeşermesi konusunda CHP lideri sayın Deniz Baykal’ın şu sözleri oldukça ufuk açıcı: Şöyle diyor Baykal: “Cumhuriyeti tartışıyoruz, milliyetçiliği tartışıyoruz, inançları tartışıyoruz, Atatürk’ü tartışıyoruz, birbirimizin etnik kökünü tartışıyoruz….Bu tartışmadan hiçbir şey çıkmaz, ne demokrasi ne insan hakları ne refah ne ilerleme hiçbirisi çıkmaz. Bu tartışmalar yanlış tartışmalar, bataklık bu, bataklık. Yani Türkiye’de yetmiş milyon insan neyi paylaşamıyoruz? Hepimiz kardeşiz, hepimiz aynı bütünün bir parçasıyız. Bunu anlamamız lazım. Her şey bizim, Türkiye de bizim, coğrafyamız da, vatanımız da, milliyetçilik de bizim, Atatürk de bizim, İslamiyet de bizim, hepsi bizim, hepimizin aynı zamanda, bunun ötesinde bir tartışmanın kimseye getireceği bir yarar yok. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin böyle bir barışa ihtiyacı var. Türkiye’de…okul, cami, karakol, kışla, kahve el ele vermelidir. Devlet-millet el ele vermelidir. Devlet-millet kaynaşmalıdır. Millet de, okuluyla, camisiyle, kışlasıyla, karakoluyla ve kahvehanesiyle bütünleşmelidir, bütünleşmelidir. Hepsi bizim bir parçamız, hepsi bizim bir değerimiz, hepsi bizim bir yansımamız, hepsine ihtiyacımız var. Bunları birbirinden ayırmak kadar yanlış bir şey olamaz. Bunların tümüne önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yönetecek olanlar aynı sevgiyle, aynı sıcaklıkla sahip çıkacaklardır. Camiye de sahip çıkacaktır, okula da sahip çıkacaktır, karakola da sahip çıkacaktır, kışlaya da sahip çıkacaktır, kahveye de sahip çıkacaktır, millete de sahip çıkacaktır, devlete de sahip çıkacaktır. Bu da Cumhuriyet Halk Partisinin barış ve kardeşlik projesi.”dir.

Değerli okurlarım, ben de ülkemizin geleceğinin Türk milletini etnik, mezhepsel bölünmelerle değil, yapay bölünmelerle değil, ideal birlikteliğiyle bütünleştirecek bir barış projesiyle aydınlatılacağı görüşüne katılıyorum. Bu projenin temel referans noktasının Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce yapısı olması gerektiği fikrindeyim.

Yeni dönem barış dönemi olsun. Türk gençliğinin, Türk milletinin oylarına, siyasete, kaderine sahip çıktığı dönem olsun. Oyunların bozulduğu dönem olsun. Yeni dönem ulusal çıkarın yeniden dış politika anlayışının merkezine yerleştiği dönüm olsun. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olacağı bir dönem olsun. Kısacası Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde şekillenen bir dönem olsun…

Bir tek oyu bile önemseyerek, değerini bilerek, onu elde ederek ve doğru yönde kullanarak yeni dönemlere ulaşabiliriz. Yeni dönemlerin güzel günlerine Mustafa Kemal Atatürk’ün koltuğuna oturmayı hak eden saygın bir cumhurbaşkanı ile girme ümidiyle…

(Haber Ekspres, 20 Şubat 2007)

13 Şubat 2007

CHP’DEN ERDOĞAN ZİHNİYETİNE 35 KIRMIZI KART


Değerli okurlarım, AKP zihniyetinin Cumhurbaşkanlığı makamına taşımak istediği düşüncenin sorunlu yanlarını birçok kez çeşitli platformlarda anlattım. Tayyip Erdoğan’ın veya aynı zihniyetteki herhangi birinin neden Cumhurbaşkanı olmaması gerektiğini defalarca köşemde yazdım. Görülüyor ki, son zamanlarda iktidar partisi ve bazı kesimler tarafından bilinçli olarak bu konu gündem dışına itiliyor. Toplumsal tepkinin büyümesinden çekinenler, gündem değiştirmeye yönelik manevralarla, Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunu hasıraltı ediyor. Böyle bir süreçte, toplum olarak bu konunun önemini unutmamamız gerekiyor. İşte bu nedenle bugünkü yazımın büyük bir kısmını Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu yöndeki çabalarına ayırdım…

“Kim olmalı” sorusu kadar aydınlatıcı bir başka soru da “kim olmamalı” sorusu. CHP Merkez Yürütme Kurulu da bu noktadan yola çıkarak, Recep Tayyip Erdoğan’ın veya onun gibi düşünenlerin Cumhurbaşkanı seçilmemesi için 35 sebep saptadı. Bir başka ifadeyle “kim olmamalı” sorusunu 35 başlıkta somutlaştırdı. CHP’nin benim de paylaştığım 35 “kırmızı kartı” şöyle:

1. Kendi askerine, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyen Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
2. Vatandaşına, “Ananı da al git” diyen Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
3. Türkiye’ye eyaletler sistemi öneren Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
4. “Türklük bir alt kimliktir” diyen Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
5. Atatürk’ü anlayamamış, Atatürk’ü sevememiş bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
6. “Anıtkabir’de sap gibi duruyorlar” diyen bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
7. Hikmetyar’ın önünde diz çöküp, fotoğraf çektiren bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
8. Cumhurbaşkanı’na ve muhalefete “Aç tavuk kendisini buğday ambarında görür. Üç koyun güdemeyenler…” diyen Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
9. Danışmanı, kendisi hakkında eğer, “onu kullanın, mazgaldan aşağıya süpürmeyin” demişse o insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
10. Kıbrıs konusunda Cumhurbaşkanı’na “sana mı soracağız” diyen biri Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
11. “El Kadı’ya kefilim” diyen bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
12. “Dokunulmazlığı kaldıracağız” diye söz verip kaldırmamışsa, o insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır. “Harem” ile “harim”in farkını bilmiyorsa Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
13. Hakkında bunca itiraz varken, “Bana, cumhurbaşkanlığıma karşı çıkanlar harimime giriyorlar” diyor ise bir insan, o Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
14. Türbanı kaldırmak için “parlamentoda mutabakat lazım, mutabakat yok” deyip de, “Cumhurbaşkanı’nı biz bildiğimiz gibi seçeriz” diyen bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
15. Villa yapmak için orman arazisini işgal ve tahrip ettiği için on bir ay hapis cezasına mahkûm olmuş bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
16. Hakkında yolsuzluk dosyaları Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin raflarında bekletilirken, hesabını verememiş bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
17. “Aklan da gel” denilebilecek bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
18. Bir önceki Meclis Başkanına, “onun gelişi aslında hilafetin gelişidir” dedirtecek bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
19. Danıştay’a, Yargıtay’a “diyanete sor” diyen bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
20. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne “ulemaya sor” diyen bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
21. Oferlerin talimatıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden kanun çıkartılmasına destek veren bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
22. Doğru dürüst mal beyanı yapamayan bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
23. Çocuklarına iş adamı arkadaşlarının parasıyla Avrupa’da okuma imkanı veren bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
24. “Bence demokrasi bir amaç değil, bir araçtır” diyen insan, Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
25. “Amaca ulaşmak için gerekirse papaz cüppesi giyerim” diyen bir insan, Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
26. “Türkiye’deki hukuk, yani medeni, ceza, ticaret hukuku halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte edilmiştir” diyen bir insan, Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
27. “Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm’i almış ve kitlelere zorla dikte edilmiştir” diyecek kadar insafsızca bu cumhuriyet hakkında olumsuz düşünceler taşıyan insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
28. “Türkiye Cumhuriyetinde 27 etnik grup yaşamaktadır. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır” diyen bir insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
29. “Yahu, milletin bütünlüğü ‘ne mutlu Türküm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı 30’u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir araya getirdi. Biz de inanç birliğiyle tutacağız“ diyen bir insan, Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
30. “Ancak bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir, aksi taktirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir” diyen bir insan, Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
31. “Osmanlı eyaletler sistemi gibi bir sistem Türkiye’de uygulanabilir” diyorsa, o insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
32. “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu. Sen bunu önüne geçemezsin ki” diyen bir insan, Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
33. “Biz inanıyoruz ki, Türkiye’de insanların dini inançlarını ortaya koymaları engellenmiş, cebrî yollarla bastırılmıştır” diyorsa, o insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
34. Eğer, “Tevhidi Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi? Harf inkılabı vasıtasıyla bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?” diyorsa bir insan, o insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.
35. “Eğer, İstiklal mahkemeleri vasıtası ile kurulan darağaçlarında, kimlerin ve hangi suçlamayla idam edildiğini nasıl izah edecekler” diyorsa bir insan, o insan Cumhurbaşkanı olmamalıdır.

Değerli okurlarım, yukarıda sayılan nedenlerin önemini sizler de biliyorsunuz. İktidar oldukları beş yılda yaptıklarına (ekonomiden, sağlığa, eğitime, işsizliğe, yoksulluğa, yolsuzluğa, yandaşlığa, kadrolaşmaya, petrol yasasına, özelleştirmeye… dışişlerinde tam teslimiyetçi politikalara, kısaca iç ve dış politikada yaşanan tüm olumsuzluklara) sizler de şahitsiniz.

Gelinen noktada, Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi ve bölünmez bütünlüğünün tehdit ve tehlike altında olduğu açıkça görülüyor. Bu zihniyet altı koldan cumhuriyetimizin altını oyuyor. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik elbirliğiyle yok edilmeye çalışılıyor. Bir başka ifadeyle Türkiye’nin onurlu geleceği yok edilmeye çalışılıyor. Böylelikle, ABD çıkarlarına karşı daha da ılımlı, AB’ye karşı boynu bükük, uysal ve zayıf, bölünmüş bir Türkiye yaratılmaya çalışılıyor.

Böyle günlerde, tüm Türk milleti olarak ciddi bir sınavdan geçiyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler ülkemizin geleceği için kilit önemde. Kritik bir dönemeçteyiz. Kaderimizin şekilleneceği bir dönemeçteyiz. Bundan sonraki yönümüzü belirleyecek bir dönemeçteyiz. Bu dönemeçe girerken, AKP’nin gerçekte ne olduğunu açıkça ortaya koyan CHP’nin “35 kırmızı kartı” tekrar tekrar okunmalı. Tartışılmalı. Anlaşılmalı. Paylaşılmalı…”Ne olmamalı”, sorusundan yola çıkarak “neyin olması gerektiği” sonucuna ulaşılmalı.

Türk milleti olarak kaderimize el koymamız gerekiyor. Şimdi sesimizi yükseltme, hesap sorma zamanı. Şimdi geleceğimizle oynayanlara “kırmızı kartlarımızı” gösterme zamanı…

Daha kötü günler görmek istemiyoruz diyen herkes için alternatifin varlığının farkına varma zamanı. Onurlu geleceğimiz için birlik olma zamanı…

(Haber Ekspres, 13 Şubat 2007)

06 Şubat 2007

ELBETTE MİLLİYETÇİ OLACAĞIZ! - ZAFER YAPICI


Son zamanlarda ülkemizde milliyetçilik kavramı ve millet düşüncesi yoğun bir biçimde tartışılan konular haline geldi. Bu süreçte, bir kesim, milliyetçiliği ırkçılığa özdeşmiş gibi gösterip toplumsal bilinçaltımıza bu dayanaksız fikri işleme gayreti içine giriyor. Böylesi bir görüşün yanlışlığının farkına varmak için milliyetçilik teorisinin oldukça geniş külliyatının bazı giriş kitaplarının ilk sayfalarını bile okumak yeterli. Hatta, milliyetçiliğin ırkçılıkla eş anlamlı olmadığını anlayabilmek için, illa Antony D. Smith, Ernest Gellner, Chatterjee ya da Benedict Anderson okumaya da gerek yok. Mustafa Kemal Atatürk’ün Söylev’ine bir göz gezdirmek, onun milliyetçilik düşüncesini kavramak, bu tezi çürütmeye yeter de artar bile…

İyi ya da kötü niyetle ortaya atılsın, böylesine tarihsel ve bilimsel verilerin çarpıtılması üzerine inşa edilen ve toplumsal hafızalarımıza işlenmeye çalışılan popüler sloganları hep birlikte sorgulamamız gerek. Bunun için de milliyetçiliğin ne olup ne olmadığını gelin kısaca tartışalım. Milliyetçilik, her şeyden evvel tek bir türü ve biçimi olan bir anlayış değildir. Milliyetçiliğin onlarca çeşidi vardır. Her biçiminin ırkçı olması gibi teorik bir zorunluluk yoktur. Milliyetçilik düşüncelerine içeriklerini kendi ideolojik ve toplumsal bağlamları verir. Bizim için asıl önemli nokta da budur. Yani, bir milliyetçilik onu yaratan toplumsal koşullara ve etkisi altında olduğu ideolojinin yapısına göre ırkçı, parçalayıcı, emperyalist biçimlere bürünebileceği gibi (ki tamamen karşı olduğumuz, mücadele ettiğimiz, lanetlediğimiz ideolojik bağlam budur), birleştirici, özgürleştirici, çağdaşlaştırıcı, emperyalist karşıtı biçimlere de bürünebilir. Bu demek oluyor ki milliyetçiliğin içeriğini belirleyen bağlamdır önemli olan. Bizim milliyetçilik anlayışımızın ideolojik bağlamı Kemalizm’dir, toplumsal bağlamı Atatürk Türkiyesidir. İşte bu yüzden gururla söylüyoruz milliyetçi olduğumuzu!

Savunduğumuz milliyetçilik düşüncesi olan Atatürk milliyetçiliğini somutlaştırmak, onun etnik ve dinsel kökenli anlayışlardan farkını vurgulamak için millet ya da ulus kavramına da deyinelim kısaca. Çünkü her milliyetçiliğin yarattığı ulus tanımı, o milliyetçiliğin içeriğinin en temel göstergesi olarak değerlendirilebilir. İnsanları ulus olarak bir arada yaşamaya yönelten birtakım unsurlar vardır. Bu unsurlara dayanılarak, “ulus” kavramının birbirinden farklı pek çok tanımının yapıldığı görülmektedir. Kimi tanımlar, birlikte yaşama iradesinin; kimi tanımlar da ortak dil, din, ırk gibi unsurların ulusu oluşturduğu düşüncesine dayanmaktadır. Atatürk’ün ise, ulus olmayı din, ırk ve etnik kökene değil; “birlikte yaşamak ve bu yaşamı, sevinç ve tasaları paylaşarak birlikte sürdürmek istenç ve iradesi “ olarak ifade edilen siyasal bilinç ve ideal beraberliğine bağladığı görülmektedir. Atatürk’ün tanımladığı biçimiyle Türk milleti “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı”dır. Bu tanım, ırk, din, mezhep ayrımcılığına dayanan bir milliyetçilik fikrini reddeder, toprak ve yurttaşlık esasına dayanan bir anlayışı sahiplenir. Kucaklayıcıdır, birleştiricidir, eşitlikçidir, özgürleştiricidir, halkçıdır, halkından yanadır, sömürenin karşısında, ezilenin yanındadır. İşte bu yüzden gururla söylüyoruz milliyetçi olduğumuzu!

Atatürk, bu siyasal bilinç ve ideal beraberliğinin bir araya getirdiği insan topluluğunun, “ulus”a dönüşebilmesi için “bağımsızlık”ı temel koşul olarak görmüştür. Bazılarını hala ürküten noktalardan biri de budur! Atatürk, ayrımcılık yapılmaksızın bir ulus halinde birlikte yaşama iradesini gösteren yurttaşlara “ulus” kimliğinin çatısı altında birleşme yolunu açmıştır. “Bağımsız” bir ulus kimliğinin çatısı altında...İşte bu yüzden gururla söylüyoruz milliyetçi olduğumuzu!

O halde, bizim savunduğumuz Atatürkçü bağlamını gösteren net bir milliyetçilik (ulusçuluk) tanımı ortaya koyabiliriz. Atatürkçü anlamıyla milliyetçilik, ulusun tüm bireylerinin ulus olmaktan doğan onur ve kıvanç duygularıyla ve ulusal kimlik bilinci içinde, başka devlet ve toplumlardan her alanda bağımsız olarak, devletin ve ulusun geleceği için birlikte çalışması; sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda başka toplum ve devletlerden bağımsız yaşama istencini taşıması ve bu istenci gerçekleştirmeye, ulusal devleti kurmaya yönelmesidir.

Atatürk’ün ulusçuluğu:
•Bağımsızlığı korurken, ulusu çağdaşlaştırmayı da amaçlar. Zaten çağdaşlaşmanın yolunu bağımsızlık olarak görür.
•Diğer devletlerin bağımsızlığına saygı gösterir, barışçıdır.
•Emperyalizme (yayılmacılığa), sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe karşıdır.
•Ayırıcı değil, birleştirici ve bütünleştiricidir.
•Kişi, hanedan, kurum egemenliğine karşıdır.
•Yalnız siyasal, toplumsal ve kültürel değil; ekonomik yaşam alanını da kapsar.

Değerli okurlarım, son yıllarda, küresel çağın emperyalist güçlerinin dayatmalarıyla, etnik, dinsel ve mezhepsel kimliklere dayalı parçalayıcı bir siyaset tarzı kurumsallaştırılmaya çalışılmakta. Orta Doğu’da etnik kimliklere ve mezhep farklılıklarına dayanan, arkasında emperyalist çıkarların gizlendiği suni bir çatışma ortamı yerleşti. Bu ortamın sonuçlarını her gün izliyoruz. Avrupa’da bir kültür çatışması şekilleniyor. Böyle bir ortamda Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal bütünlüğüne zarar verebilecek tüm olasılıklara karşı milletçe dikkatli ve duyarlı olmalıyız. İşte bu noktada CHP lideri Sayın Baykal “Türkiye’yi sakınmaya çalışıyoruz. Kimse kimsenin inancını, mezhebini, etnik kimliğini sorgulama durumunda olmasın. Kimse, kimsenin inancını, mezhebini, etnik kimliğini aklına bile getirmesin. Hepimiz bu vatanın evladı olarak kardeşçe bir dayanışma içinde, aynı milletin insanları olarak birbirimizi sevelim, birbirimize sahip çıkalım.” demekle bu konudaki temel duyarlılığımızı vurgulamıştır. Aslında, çözümü göstermiştir!

Bu süreçte yok edilmek istenen millet kimliğimizdir. Dayanışma duygumuzdur. Yok edilmek istenen “biz” bilincidir. Yurttaşlık bilincidir. Bu yüzden Kemalist bağlamlı milliyetçiliği savunmak, birliği, kardeşliği, dayanışmayı savunmak anlamına gelmektedir. Emperyalist oyunlar karşısında bağımsızlığımızı savunmak anlamına gelmektedir. Aydınlık geleceğimizi savunmak anlamına gelmektedir.

CHP lideri sayın Baykal’ın bu kavrayışı yansıtan şu sözlerini dikkatle okuyalım: “…Milliyetçilik bu toplumun ana çimentosudur, milliyetçiliğin varlığından kimse korkmasın, milliyetçiliği de kimse bir suçlama konusu yapmasın. Elbette milliyetçi olacağız, elbette milletimizi seveceğiz. Milletin kimliğinden onur duyacağız, hepimizi, kimseyi dışlamadan, herkesi bu milletin parçası olarak kabul edeceğiz. Bizim milliyetçiliğimiz bütünleştirici milliyetçilik, ayrıcı değil, parçalayıcı değil, dağıtıcı değil, dışlayıcı değil, kapsayıcı milliyetçilik. Herkes var bunun içinde, hepimiz var, bu topraklarda yaşayıp bu ülkeyi seven herkes bu milliyetçilik tarifinin içinde. Kimse, milletin onuruyla, kimse milletin şerefiyle oynamasın; kimse milletin gururuyla oynamasın, kimse bu milletin temel değerlerine saygısızlık yapmasın. Bunu talep etmek herkesin hakkıdır, herkes bu dikkati de göstermek durumundadır…”

Değerli okurlarım, hiçbir toplum gösteremezsiniz ki, uluslaşmadan çağdaşlaşabilmiş olsun, uluslaşmadan demokratikleşebilmiş olsun. İşte Sayın Baykal’ın bu sözleri, bu bilincin net ifadesidir. Savunduğumuz Atatürk’ün milliyetçilik anlayışının net ifadesidir. Aslında, küresel çağda ayakta durabilme, gelişebilme, bütünleşebilme yönteminin net ifadesidir.

Değerli okurlarım, sevgi ve saygıyı hiçbir zaman ortadan kaldırmadan, “biz” anlayışını ve “dayanışma” duygusunu yaşatalım toplumca. Milli egemenlik, milli bağımsızlık, milli birlik ve ulus bilincini, yurtta sulh cihanda sulh, bilimselcilik ve akılcılık anlayışlarıyla harmanlayalım. İnsan sevgisini şiar edinerek çağdaşlaşma yolunda ilerleyelim…

Türk Milleti bunu başarabilecek güçtedir!

(Haber Ekspres, 6 Şubat 2006)

04 Şubat 2007

EY HALKIM UNUTMA BİZİ! - ZAFER YAPICI


On dört yıl oldu…On dördüncü ölüm yıldönümünde anıyoruz “yiğit bir kere, korkak bin kere ölür”, “bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz” diyen ve “susmayı çağın suçu” olarak gören demokrasi ve devrim şehidimiz Uğur Mumcumuzu…O aramızdan ayrıldı demeye dilim varmıyor; çünkü bir taraftan yüreğim ve beynim hâlâ isyân ediyor, yıllar geçse de kabul etmek istemiyor bu vahşeti. Diğer taraftan, onu düşünceleriyle, felsefesiyle değerlendiriyorum. Böylece milletçe yaşadığımız bunca bunalıma rağmen hâlâ onun düşüncesine ve felsefesine sahip çıkarak, gerçekleri yiğitçe, korkmadan haykırarak Uğurumuzu, yani aydınlık yanımızı yaşatacağımıza inanıyorum.

Dile kolay on dört yıl oldu. Ancak Uğur, en az on dört yıl öncesindeki mücadelesinin mantığıyla, on dört yıl sonra on dört kat artan sorunları, tehlikeleri ve tehditleri bizlere yeniden anlatıyor gibi. Onun ifşa ettiği gerçekler, bugünün gerçekleri; onun önerileri bugünün çözüm yolları gibi. Uğur yıllar öncesinden, yolsuzluğu, yağmayı, yandaşlığı, emperyalizm ortaklığını eleştirirken, biraz da günümüzde bu kıyımlara, onursuzluklara sessiz kalanları eleştirir gibi. Sessizliğimizi, “güzel günleri” yağmur duasına çıkıp yağmuru bekler gibi bekleyişimizi, edilgenliğimizi, boş vermişliğimizi eleştirir gibi…Ve bize emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliklere tam da bugün başkaldırmamız gerektiğini öğütler gibi. Atatürk ilke de devrimlerinin öncülüğünde demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni yüceltmemiz gerektiğini, Türk milletinin çağdaşlığa ulaşmasının önündeki engelleri, ezilenlerin sırtından geçinenleri, bu vatan üzerinde oynanan oyunları, yiğitçe, korkmadan, kalemimizle, yüreğimizle ifade etmemiz gerektiğini; asıl bugün mücadele etmemiz gerektiğini haykırır gibi…

Uğur Mumcu, “kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya” diyordu bir keresinde. Kimin için mücadele ettiğini dosta düşmana duyuruyordu…“Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler sizin için öldük.” diyordu. Kimin için, kimin haklarını savunmanın karşılığında öldüğünü çok iyi biliyordu… “Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandır bize“ diyordu. Nasıl bağımsız kalabileceğimizi, bağımsızlığın anlamını en iyi o vurguluyordu. O, devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin egemenliğini, hukukun üstünlüğünü, toplumun huzur ve refahını, herkesin insan haklarından yararlanmasını savunuyordu. Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı kalarak bu yolda mücadele ediyordu. Mustafa Kemal Atatürk’ün öğüdüne uyuyordu…

Değerli okurlarım, Uğur Mumcuyu anmak, yaşatmak, onu anlamakla, onun yapmak istediklerini algılamakla, mücadelesinin farkına varmakla mümkün. Dahası, o mücadeleye katkı koymakla, onun yapmak istediklerinin devamını cesaretle yapma kararlığında olmakla, cesur olmakla, yürekli olmakla, bilgi sahibi olmakla, yanlışların üzerine gitmekle, hak aramakla…mümkün. Bu yönde harekete geçtiğimiz zaman, Uğur Mumcu’yu gerçekten anmış olacağız. Gerçekten mumlar yakmış, gerçekten karanfiller dağıtmış, gerçekten ağıtlar yakmış olacağız…Ve o zaman bu yolsuzluğu, hırsızlığı, yandaşlığı yücelten düzeni; adaletli, halktan yana bir düzenle değiştirme umudunu yeşertmiş olacağız…

“Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi” diyerek işte bahsettiğim umudu yani halkına güvenini anlatmaktaydı Uğur. “İsteseydik, diplomalarımızı mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık” demekle onurumuzu…“Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyen”, hiçbir zaman satın alınamayacak gururlu yanımızı anlatıyordu. Halkım, kimin için mücadele verdik, kimin için öldürüldük, bunu bilin ona göre mücadelenizi verin demek istiyordu. Korkmayın cesur olun devrimci olun, bıraktığımız yerden siz devam ettirin demek istiyordu…Aslında adam olun demek istiyordu!

Değerli okurlarım, bugün bir taraftan, Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi ve bölünmez bütünlüğü tehlike ve tehdit altında. Diğer taraftan da yoksulluk, yolsuzluk ve yandaşlığın çığ gibi büyümesine göz yuman, bu yönde atılan her adımı teşvik eden, dahası iktidarını bu çarpık ilişkiler ağı üzerine kuran bir yönelim ülkeyi yönetmekte. Bu anlayışı şimdi de Cumhurbaşkanlığına makamına taşıma gayreti içinde…

Bu koşullar altında milletçe daha cesur olmalıyız. Şimdi konuşma sırası bizlerde, hepimizde. Bir eline mum, bir eline karanfil alanlarda, ağıt yakanlarda…Şimdi konuşma sırası sessizliğe gömülen, ezilen, bölünen, sindirilenlerde…Şimdi konuşma sırası Türk milletinde…

Mustafa Kemal Atatürk’e, Uğur Mumcu’ya, Muammer Aksoy’a ve nice devrim ve demokrasi şehitlerimize sahip çıkıp, düşüncelerini devam ettirerek onlara layık olalım. Gerici zihniyetleri Cumhurbaşkanlığı makamına getirmeme yönünde toplum olarak harekete geçmekle başlayıp, Atatürk’ün anlayışını tekrar iktidara getirmek için uğraş vererek çağdaşlık yolunda ilerleyelim. İşte o zaman Kemalist, işte zaman Uğur Mumcu, işte o zaman Muammer Aksoy…oluruz.

Bugün 30 Ocak, 24 Ocak değil! 30 Ocak’ta, Şubat’ta, Mart’ta, her yeni günümüzde artan bir bilinçle, en az 24 Ocak’larda olduğu gibi Uğur Mumcu’yu, 21 Ekim’lerde olduğu gibi Ahmet Taner Kışlalı’yı, 31 Ocak’larda olduğu gibi Muammer Aksoy’u, 6 Ekim’lerde olduğu gibi Bahriye Üçok’u ve diğer tüm devrim şehitlerimizi hatırlamaya, hatırlatmaya yani Mustafa Kemal’i anlamaya, anlatmaya var mısınız?

Halk olarak, yiğit, korkusuz köşe yazarları ve gazeteciler olarak, “gerçek medya” olarak, binlerce, milyonlarca yürek olmaya, Uğur Mumcu olmaya, Muammer Aksoy…olmaya, onların düşüncelerini yiğitçe, korkmadan ifade etmeye var mısınız? Milletini değil, başka güçleri yüksek sadakat odağı haline getirmiş, yağmayla, yolsuzlukla, yandaşlıkla beslenen onursuzlara böylelikle en büyük cevabı milletçe vermeye var mısınız?

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumaya, kollamaya, yaşatmaya ve çağdaşlaştırmaya var mısınız? Bu haramiler düzenini değiştirmeye var mısınız?

Cumhurbaşkanlığı makamını, her şeyden önce ulusunun çıkarlarını savunan, halkının yanında olan Kemalist düşüncelere teslim etmeye, bunun için Atatürkçü, devrimci kimliğimizle hemen bu günden başlayarak çalışmaya, uğraş vermeye var mısınız?

Devrim şehitlerimiz, o çıkarsız, hep halkı için çarpan yüreklerinizle sunduğunuz cumhuriyet, laiklik ve demokrasi düşüncelerinizi, eylemlerinizi, kaleminizi, emperyalizm karşıtı kimliğinizi halk olarak UNUTMAYACAĞIZ, UNUTMAYACAĞIZ, UNUTMAYACAĞIZ…Bedeli ne olursa olsun, unutmayacağız, unutturmayacağız! Sizleri kalemimizde, yüreğimizde, her günümüzde, her eylemimizde yaşatacağız!

Not: Yine bir 24 Ocak’ta bir önemli insanı daha yitirdik. Eski Milletvekili, Kültür ve Dışişleri Bakanı, CHP Parti Meclisi Üyesi, Genel Başkan Başdanışmanı ve Bilim Kültür Platformu Başkanı, gazeteci-yazar İsmail Cem’i 24 Ocak’ta kaybettik. Basın, kültür ve siyaset alanında büyük hizmetler vermiş, onurlu, dürüst ve güvenilir devlet adamı İsmail Cem’e rahmet, ailesine, tüm CHP’lilere, dostlarına ve halkımıza başsağlığı diliyorum.

(Haber Ekspres, 30 Ocak 2007)

ATATÜRK, ULUS DEVLET VE GENÇLİK - ZAFER YAPICI



Farklı farklı tanımladılar gençliği... Hep işlerine geldiği gibi yorumladılar.

Ulus ötesi güçler, yarattıkları popüler kültürün tüketicisi olarak düşündü gençliği. Yavan hamburgerlerinin yiyicisiydi gençlik. Diktikleri kötü kotların giyicisi, ne olduğu belirsiz kolaların içicisi, uyduruk Hollywood filmlerinin izleyicisi, sundukları radikal (!) fikirlerin destekçisi....Kısacası, “cilalı imaj devrinin öncü tüketicisiydi” gençlik. Popüler kültürün kalıpları, gençliğin adı konmamış hapishanesi oldu. “Özgür” olduğunu sanmaksa en büyük yanılgısı…

Sosyal devlet anlayışından kopan iktidarlar oy kapısı olarak yorumladılar gençliği. Derme çatma üniversitelerde eğitim görüp, işsizler ordusuna katılacak bireyler olarak tasarladılar. Teröristler canlı bomba ve tetikçi, emperyalistler paralı asker, tarikatçılar devlete sızma aracı, insan tacirleri “mal” olarak gördüler. Firmalar her an bir diğeriyle ikame edilebilecek işgücü, ağalar yanaşma yahut töre taşıyıcısı olmadan ibaret saydı onları. Kimileri değerini başlık parasıyla ölçtü onların, kimileri eşeğinden bile değersiz saydı.

Yorucu eylemlerin afiş asıcılarıydılar onlar kimilerine göre. “Sadece” afiş asıcıları…Bazı siyasi parti tabelalarına adları bile kondu. “Genç” sözcüğü onların tabelalarında içi boş bir vitrin oldu…

Sözün özü, ya “tüketen” olarak gördüler gençliği, ya da edilgenleştirdiler. Ve bu tüketenlik veya edilgenlik hep onların amaçlarına hizmet etti; gençliğin değil…

Gelin şu gençliği edilgen tutmaktan beslenen küresel oyunları ve bu oyunların ak pak cambazlarının (!) sis perdelerini biraz aralayalım. Öyle günler geçiriyoruz ki, bugünlerde emperyalist ülkeler zamanında silahla elde edemediklerini sinsi oyunlarla elde etmeye çalışmaktadırlar. Lozan’da kazandıklarımızı geriye almak için uğraş vermektedirler. Bölücü oyunlarıyla, ülke ekonomisinde dizginleri ele alma gayretleriyle Sevr’i dayatmak istemektedirler.

Bu planın uygulanmasının temel yolu da Türkiye’yi onurlu Kemalist geçmişinden kopartıp, onun içini boşaltmaktır. Büyük Ortadoğu Projesi ile Türkiye’ye biçilen rol bu içi boşluktur. (Batı çıkarlarına karşı) “Ilımlı İslam” modelidir bahsettiğimiz. Önce Türkiye’yi dönüştürme, sonra da demokrasi getireceğiz diyerek Türkiye üzerinden Ortadoğu’yu dönüştürme projesidir. Kuşkusuz ilk olarak Türkiye’de böyle bir dönüşümü gerçekleştirmek için, toplumun siyasetten uzaklaştırılması, böylelikle oluşturulacak iktidarın Batı çıkarlarına karşı ılımlı ve laiklik karşıtı bir yapıda kurulması gerekliydi; öyle de oldu…Hatırlayınız RTE’nin danışmanının Amerika’da söylediği “onu kullanın; delikten süpürmeyin” sözlerini. Şimdiye kadar gelmiş geçmiş hiçbir iktidar, iktidarını sürdürebilmek için ABD karşısında bu kadar küçülmemişti…

Bu danışman sözü, Türkiye’yi bağımlı ve yönetilebilir bir ülke haline getirme amacının net ifadesidir. Aslında iktidarın tüm icraatlarının özetidir. Şu şahit olduklarımızın ardından ülkenin rejimi ve bölünmez bütünlüğünün tehdit ve tehlike altında olduğunu vurgulayan yurtseverlerin konuşmalarını hâlâ duymazlıktan mı geleceğiz? Ulus devletin tehlikede olmasının aslında geleceğimiz tehlikede olduğu anlamına geldiğini görmezlikten mi geleceğiz?

AKP iktidarının 4 yıllık icraatları (!) olan ekonomide, sağlıkta, eğitimde, enerjide, hukukta, kamuda…yaşanan olumsuzlukları; gençliğin, işçinin, memurun, emeklinin, yetimin, dulun, kimsesizlerin, engellilerin, yaşlıların, şehit ailelerinin, çiftçinin, köylünün, esnafın, iş dünyasının, sanayicinin feryatlarını; iç ve dış politikada (AB, IMF, Kıbrıs, terör, laiklik, millet tanımı, 1 mart teskeresi…) iktidarın gösterdiği duyarsızlıkları göz önüne alarak milletçe bir kere daha derinden düşünmemiz gerekmiyor mu? Hele bu zihniyetlerin Cumhurbaşkanlığı gibi yüce bir makama gelmesini onaylayacak mıyız? Hiçbir şey olmamış gibi sesiz mi kalacağız? Yurdumuzda ve dünyamızda olup bitenleri sorgulamamız gerekmiyor mu? Türkiye nereye gidiyor, nereye götürülüyor, kimler götürüyor diye sormayacak mıyız? Suskun mu kalacağız? Türkiye Cumhuriyeti’nin laik yapısı değiştikten sonra mı konuşacağız? Bölünmez bütünlüğümüz, bölündüğünde mi sesimizi çıkartacağız? İş işten geçtikten sonra mı tepki vereceğiz?...

Yakın gelecekte ülkemizi şimdinin gençleri yönetecek. İşte bu nedenle, böylesine önemli dönüşümlerin yaşandığı bir süreçte gençliğimizi ülke yönetimlerine ilgisiz bırakmak için iç ve dış güçler çeşitli oyunlar oynamaktadırlar. Çalışma hakları ve dolayısıyla ekonomik özgürlükleri ellerinden alınan gençleri düşünün. Okuyamayan ve sokakta bulunan gençleri, denetimsiz bir ortamda uyuşturucu batağına saplanan gençleri, okuyabilmek için tarikatların, cemaat vakıflarının yurtlarında avuç açmak zorunda bırakılan gençleri, magazinle uyutulan gençleri…Bu ortamı sağlayan, böyle olmasını planlayan dış ve iç güçler kendilerine bağımlı nesiller oluşturma çabası içindeler. Kendilerinin ürettiği her şeyi koşulsuz tüketen, etken değil edilgen kadrolar oluşturma çabası içindeler.

İşte bu noktada, Türk gençliğini bu edilgenlikten kurtarılmak yönünde gayret göstermek; geleceğimizi kurtarmak adına hepimizin görevidir. İlk öğretimden başlayarak onların önünü açacak, özgürce fikir üretmelerini sağlayacak, onlara özgüven aşılayacak eğitim politikalarını hayata geçirmemiz gerekiyor. İş hayatına atılacaklara istihdam olanaklarını emin ve güvenilir bir biçimde sunmamız gerekiyor. Ülkemizde uyuşturucu trafiğini ve şiddeti okullarımıza yerleştiren anlayışların ortadan kalkmasını sağlayacak atılımları gerçekleştirmemiz gerekiyor. Cemaat ve tarikat vakıflarının, gençler üzerindeki kuşatmasının süratle kırmamız gerekiyor. Üniversitelerimizi gerçekten “bilim yuvaları” haline dönüştürmemiz gerekiyor…Türk gençliğine Mustafa Kemal Atatürk’ün anlayışıyla sahip çıkmamız ve ona güvenmemiz gerekiyor…Bu düşünceleri benimsemiş bir anlayışı; Atatürk’ün anlayışını yeniden iktidar yapmamız gerekiyor!

Yaşadığımız olumsuzlukları ve gençlerin devrimizin popülerleri tarafından ne olarak görüldüğünü tartıştık birlikte. Oysa biz böyle mi başlamıştık çağdaşlık koşumuza? 19 Mayıs 1919; yani bir milletin uyanışının başlangıç tarihi; kimin bayramıydı? Atatürk kime emanet etmişti cumhuriyetimizi; geleceğimizi? Gençlik, Kemalist devrimin sürekliliğinin, tam bağımsızlığın garantisi değil miydi? Gençlik, en etkin, en öncü, en güçlü yanımız değil miydi?

Değerli okurlarım, bugün tartıştığımız tüm bu olumsuzluklara rağmen karamsar olmamamız gerekiyor. İnancım, içinde yaşadığımız, gençliği tüketici olmaya ve edilgenliğe; yani son tahlilde itaate indirgeyen bu yapıyı milletçe değiştireceğimizdir. Gençlerin değiştireceğidir. Zaten tüketim toplumu olmayı dayatanların, muhafazakarlığı edilgenliğe eşitleyerek politika yürüten iktidarın, ortaçağ kalıntılarının ve küresel çağın emperyalist güçlerinin en büyük ortak korkuları da budur. Gençlerin Atatürk ilke ve devrimlerinin mantığını kavramış, etik değerlerine sahip çıkan bir anlayışta yetişmesinden, ve demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletine devrimci bir anlayışla sahip çıkmalarından korkulmaktadır. Atatürk ilkelerini benimsemiş bir gençliğin, bağımsızlıkçı ve özgürlükçü niteliğinden korkulmaktandır. Hâlâ Atatürk’ten korkulmaktadır. Çünkü Atatürk gençliği, Mustafa Kemal’i anladıkça, yani küresel oyunların farkına vardıkça, tüketenlikten ve edilgenlikten kurtulacaktır. Gücünün, değerinin ve öneminin farkına varacaktır. Ne cilalı imaj devrinin tüketicisi olacaktır, ne canlı bomba. Ne devlete sızma aracı olacaktır, ne de emperyalistin paralı askeri. Ne mal olacaktır, ne sömürülen işgücü. Ne horlanan yanaşma olacaktır, ne de töre taşıyıcısı…Yurttaş olacaktır, üreten olacaktır, etkin olacaktır. Umut olacaktır...

“Bu ortam ve koşullarda bile” Türk gençliği tek bir oyun bile gücünü bilerek oyunları bozan, bu düzeni değiştiren olacaktır!



(Haber Ekspres, 23 Ocak 2007)

BUZ ÜSTÜNE İMZA ATANLAR GÜNEŞTEN HOŞLANMAZ - ZAFER YAPICI

İki boyutlu bir kavramdır "takiye." Söylenilen şeyin tersini amaçlamaya ve amacını çeşitli yöntemlerle gizleyip unutturmaya dayanır. Kendi zihniyetindeki kötülükleri karşıtlarının özelliği olarak sunmak, böylece kendini aklamaya çalışarak gizli gerçek hedefe ulaşmak için uygun ortam bulmak, bu etik dışı anlayışın temel yöntemlerinden biridir.

Değerli okurlarım, siyasal iktidarın bizlere "takiye" kavramını hatırlatan mantığını size üç örnek üzerinden açıklamak istiyorum. Birincisi başbakanın, ikincisi bir bakanın, üçüncüsü de bir milletvekilinin bu yöntem ile iç ve dış siyasette ve ekonomide yaşanan olumsuzlukları unutturarak, gündemi değiştirerek, milletin kafasını karıştırarak, ilgi toplayıp, gerçek amaçlarını ve ülkenin kötü gidişini unutturma çabalarını gelin birlikte değerlendirelim.

1. Başbakan Recep Tayip Erdoğan, AKP İstanbul İl Başkanlığınca Feshane'de düzenlenen bayramlaşma töreninde sevgiyi, saygıyı, barışı; yani bayramların toplumsal anlamını göz ardı edip talihsiz açıklamalarda bulundu. CHP ile ilgili olarak şunları söyledi: "Öbür taraftan bu ülkenin yıllanmışı durumunda olan bir CHP var. Sorduğumuz zaman hemen söyledikleri laf şu: 'Cumhuriyeti biz kurduk'... Sevsinler seni... Nasıl kuruyorsun cumhuriyeti? Cumhuriyet bir kişinin, bir topluluğun, bir kurumun malı değil ki! Cumhuriyet, cumhurun, halkın kurumsallaşmasıdır, senin değil. Onun için kalkıp da bunu kendine mal etme. Zaten bu sana ait bir şey olmuş olsaydı bunun patent hakkı sana ait olurdu. Kimse de senin elinden alamazdı. Bu ülkede tek partili dönemi koyun bir kenara, çok partili dönemde hiç CHP'nin tek başına iktidar olduğunu gördünüz mü? Niye? Çünkü millet inanmıyor, güvenmiyor." Erdoğan şöyle devam etti: "Milletin değerleriyle oynadılar. Hala oynuyorlar. Onun için milletimiz onlara güvenmez. Milletin kutsallarıyla oynadılar. Onlar sadece kendilerine göre yıllar yılı bizi kadrolaşmayla zan altında tutuyorlar. Bu ülkede eğer bir kadrolaşma olmuşsa, bilesiniz ki bunun en kaşarlısını CHP yapmıştır. Tarih boyunca hep böyle olmuştur."

İşte, cumhuriyeti Kemalist bağlamından koparmaya çalışarak, yani içini boşaltarak onu sahiplenir gibi görünmeye dayanan; bununla da yetinmeyip kendi gerçekleştirdiği cumhuriyet tarihinin en büyük memur ve bürokrat kıyımlarını, CHP'ye attığı iftiralar üzerinden meşrulaştırmaya çalışan bir mantığı gösteren örnek alıntı. Sayın başbakan siz, laik cumhuriyeti, patenti alınabilen bir madde olarak mı görüyorsunuz? Eğer, laik cumhuriyeti patenti alınabilir bir madde olarak görüyorsanız, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran ve şimdiye kadar yaşatan Türk milletini ne olarak görüyorsunuz? Tebaa olarak mı?...

Gurur duyarak söylüyoruz. Cumhuriyeti kuranlar başta Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü olmak üzere, Müdafaa-i Hukukçulardır. Kuvayi Milliyecilerdir. Türk milletidir! Cumhuriyet Halk Partisi'nin temelini de Kuvayi Milliyeciler ve Müdafaa-i Hukukçular oluşturur. "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı", yani Türk milleti oluşturur. CHP'nin kısaca emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe başkaldıran ideolojisi olan Kemalizm'i (Atatürk ilke ve devrimlerini) güneş gibi sımsıcak ve aydınlık yürekleriyle ülkemin her yanına kazıyanlar; Cumhuriyeti imzaları haline getirenler; Türk milletinin fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür evlatlarıdır.

Atılan bu imzanın izi, buzdan örtülerle silinmek istense bile, cumhuriyetin mantığı kendi güneşiyle yeniden ortaya çıkar. CHP'nin ideolojisi olan Kemalizm, karanlık zihniyetlerin "takiye mantığı" ile soğuk günlerde buzun üzerine attığı; güneş yüzünü gösterince silinip giden imzalar (!) gibi değildir. CHP Türk milletinin değerlerini ön planda tutmuş ve ona değer vermiştir. Bunun kanıtı da cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilikten ödün vermeden halkın yanında var oluyor olmasıdır. Şimdi de başta CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal olmak üzere tüm CHP örgütü ve bu değerleri özümsemiş Türk milleti, ödün vermeden aynı değerlere sahip çıkmaktadır.

Başbakan'ın "kadrolaşmanın en kaşarlısını CHP yapmıştır" sözleri de öncelikle bir T.C. Başbakanı söylemine uymamaktadır. Kaldı ki, başbakan kendi ağzıyla "CHP tek parti döneminden sonra tek başına iktidara gelmemiştir" demektedir. Şimdi başbakana sormamız gerekmez mi? Siz hangi tarihteki kadroları söylüyorsunuz? Eğer cumhuriyet kadrolarını söylüyorsanız, neye karşı husumet beslediğinizi kendi ağzınızla ifade etmiş olmuyor musunuz? Dört yıldır yapılan; sayın Baykal'ın ifadesiyle "kadrolaşmadan öte kuşatmalarınızı" örtbas etmek için ortaya attığınız politik açılımlar (!) Türk milleti tarafından ilgiyle izlenmektedir. Cumhuriyet felsefesiyle güneşten yüreklerle atılan imzaları, buzun üzerine attığınız imzalar ile kaybettiremezsiniz! Güneşten kaçamazsınız...

2. AKP'nin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu CHP Genel Başkanı'nın eşine yönelik olarak "Eşiyle akşam yemeği bile yemiyor; yanında hiçbir yere götürmüyor" demekle kalmayıp daha sonra "ben Deniz Baykal'ın bam teline basmak için söyledim..." demiş. Bakan Çubukçu böylelikle, sorumlu olduğu kurumlardaki olup bitenleri ve tüm olumsuzlukları bir kenara bırakmış, çağdaş bir Türk kadınına yakışmayan üslubuyla, aslında "boş bakan" olduğu düşüncesini bizzat kendisi kamuoyuna yerleştirmiştir. Unsuru olduğu anlayışın bakış açısını da bu davranışıyla yansıtarak bir kez daha AKP zihniyetini teşhir etmiştir. Ayrıca, yandaşlarından alkış alacağını zannederek makamını ve geleceğini garanti altına almak için AKP'nin de bam teline basmıştır.

Böylesine "bam teline basarak" yapılan siyaset, sığ ve seviyesizdir. Çağdaş insanların yapacağı bir siyaset tarzı değildir...Bu söyleminizden sonra Türk kadınlarının size bakış açısının ne olacağının bir araştırmasını yaptınız mı sayın bakan?

3. AKP İzmir Milletvekili İsmail Katmerci, İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Kredi ve Kefalet Kooperatifi'nin 55. genel kurulunda yapmış olduğu konuşmada sinirlenip büyük gaf yaparak "Millet çatlasa da, patlasa da AKP'den Cumhurbaşkanı çıkacak!" demiştir. Daha sonra söz alıp, kürsüye çıkarak sürçülisan ettiğini; en büyüğün millet olduğunu dile getirdikten sonra, "millete rağmen herhangi bir olumsuz karar alınabilir mi?" demiştir. İşte AKP'nin zihniyetine bir örnek daha!

Bu anlayışı sahiplenenlerin gerçek fikirleri ve sonradan takiye mantığını hatırlatır bir biçimde yapmış oldukları manevralar ortada. Bu sözler milleti yücelten bir anlayışı mı, yoksa özde milleti tebaa olarak gören, "afiş milliyetçiliği"ne indirgenmiş millet sevgisinin (!) dışavurumunu mu işaret ediyor? Yorum sizin...

İşte değerli okurlarım, bir başbakan, bir bakan ve bir milletvekili. Daha ne olsun ki! "Takiye mantığının" Cumhurbaşkanlığı makamına da yerleştiğini düşünün... Daha kötüsü "takiye" yapmaya artık gerek duymadıkları bir Türkiye'yi. Biz, milletçe yüreğimizdeki güneşe sahip çıktıkça böyle bir Türkiye olmayacak. Çünkü buz üstüne imza atanlar güneşten hoşlanmazlar; dahasını söyleyeyim güneşten korkarlar da...

(Haber Ekspres, 16 Ocak 2007)

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ - ZAFER YAPICI

Günümüzde gerek ülkemizde gerekse dünya genelinde üzerinde çok tartışılan kavramlardan biri "demokrasi". En basit tanımıyla "halk yönetimi" şeklinde tanımlanabilen bu kavramın belirsizliği de öncelikle bu basit tanımın bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Demokrasi halkın yönetimi olduğuna göre, bu kavramın niteliğini ortaya koymada (bir veri olan) "halk" kavramının anlamı önemli hale geliyor. Bir başka deyişle, "halk" kavramından neyin anlaşıldığı, demokrasi kavramının içeriğinin temel belirleyicisi haline geliyor. Giovanni Sartori'nin "Demokrasi Teorisine Geri Dönüş" kitabında belirttiği gibi halkı herkes olarak görmekten, sadece salt çoğunluk olarak görmeye kadar değişik yaklaşımlar mevcut. Bu yaklaşımlar, "halk kavramının" niteliksel ve niceliksel içeriğini oluşturmalarından dolayı, demokrasi kavramının içeriğini de dolaylı yoldan belirliyorlar. Dolayısıyla demokrasi kavramının evrenselliğine karşın "halkı" ne olarak tanımladığınıza bağlı olarak, demokrasi anlayışınız şekilleniyor.

Değerli okurlarım, "halk" kavramının öznelliğinden dolayı "demokrasi" düşüncesinin evrenselliğinin aslında bulunmadığı yönünde görüşler de var. Ben de bu görüşlerin geçerliliğini tartışmadan, kendi "halk" tanımımı özde emekten yana olmayı ifade eden Kemalist "halkçılık" ilkesinden yola çıkarak oluşturduğumu ifade ederek bu tartışmayı noktalayayım. Böyle bir anlayışın karşıtı ise halkı özde "teba" olarak gören ve bazen de sadece kendi seçmeni olarak algılayan; ne yazık ki şu an siyasal iktidarı oluşturan anlayışın "demokrasi" düşüncesi...

Kendini yönetmek

Değerli okurlarım, "demokrasi" kavramı üzerine yukarıdaki tartışmaları aşabilmenin en kolay yolu ise "nesnel" olarak tanımlanabilen yardımcı kavramlara başvurmak. Bu noktada "demokrasi kültürü" kavramı yardımımıza koşuyor. Demokrat olan ile olmayanı, en basit olarak uygulamaya dönük olan bu kavram aracılığıyla ayırt edebiliriz.

Öyleyse bu kavramla sohbetimize devam edelim. Demokrasi kültürü "kişilerin kendilerini yönetme yeteneklerini tanımlayan davranışlar, pratikler ve normlar" olarak tanımlanabilir. Daha uygulamaya dönük bir tanımla, demokrasi kültürü yurttaşların devlet yönetimine ilgi duymaları, her düzeydeki yönetim işlerine katılmaları, başkalarının fikirlerine saygı duymaları, sosyal yapıdaki farklılıklara karşı hoşgörülü olmaları ve emir alıp emir vermekten çok eşitlikçi ilişkiler içinde olmalarıdır.

Demokrasi halk yönetimi olduğuna göre halkın yönetime ilgisiz kalması/bırakılması bu rejimin özüne aykırı değil midir? Bu soru "halk" kavramının anlamı üzerindeki ideolojik tartışmalardan bağımsız olarak da sorulabilir.

Karar verme süreci

Aile içinde, apartmanda, okulda, üniversitede, işyerinde, demokratik kitle örgütlerinde, siyasi partilerde, medyada, yerel yönetimlerde, ülke yönetiminde... kararlar alınırken ilgili kişilerin, kurumların, uzmanların fikirlerinin alınması, mümkün olduğu kadar herkesin karar alma sürecine katılması, demokrasi kültürünün varlığını göstermez mi?

Çoğulcu, katılımcı, bireyin hak ve özgürlüklerine saygılı, hoşgörülü, diyaloga açık, tutum ve davranışlarda kontrollü, haklarını yerinde ve zamanında kullanabilen, şiddetten uzak, etik sorumluluğa sahip, kendi özgürlüklerinin başkalarının özgürlükleri ile sınırlı olduğu bilincine varan, farklı görüşlerle uzlaşma ve işbirliğine açık, toplumun sosyal yapısını anlayabilen, toplumla beraber hareket edebilen, takım ruhu anlayışına sahip ... Bu nitelikler sizce de "demokrat" olma adına olmazsa olmazlar değil mi?

Değerli okurlarım, yukarıda saydığım nitelikler dikkat ederseniz doğrudan sosyal yaşam ile ilgili. Ancak sosyal alandaki durağanlık ve dönüşümler siyasal alanda da yansımasını buluyor. Yani, konumuzla ilgili olarak şu çıkarımda bulunabiliriz: Sosyal ilişkilerde demokrasi kültürü zayıfsa, bu zayıflık devlet yönetimine de yansıyacaktır.

Paylaşmaktan uzaklaşmak

Demokrasi kültürü öncelikle ailede, okulda, işyerinde ve diğer örgütlenmelerde kazanılır.

Evde yalnızca babanın sözünün geçerli olduğu, anneye söz hakkının tanınmadığı, çocukların dikkate alınmadığı bir ortam varsa, böyle bir yaşam biçimi katılımcı demokratik bir kültürel birikim yaratmayacaktır.

Okulda, işyerinde ve diğer kurumlarda öğretmenler, idareciler tek söz sahibi iseler ve diğer kişilere yalnızca mutlak itaat etmek düşüyorsa bu ortamda yetişen insanlar, devlet yönetimi konusunda da aynı alışkanlıklarını sürdüreceklerdir.Bu tür ilişkiler insanları yönetilmeye, sadece verilen emirleri yerine getirmeye alıştıracak, yönetme sorumluluğunu paylaşmaktan uzaklaştıracaktır. İnsanlar ülke yönetimi ile ilgili sorunlara ilgisiz kalacak, bu konuda kendilerini güçsüz, yeteneksiz hissedeceklerdir. "En doğrusunu büyükler bilir görüşü" ortaya çıkacaktır

Demokrasi kültürü, kişinin özgüvenini, etik davranışlarını, yurttaşlık bilincini geliştirip, toplumla bütünleşerek, dayanışma içinde karar verme, üretme, sevinci ve hüznü paylaşma kararlılığını göstermesidir.

"Demokrasi kültürü" kavramından yola çıkarsak, demokrasi bir anlayışlar ve değerler bütünüdür, bir kültür olayıdır.

Demokrasi bir yaşam biçimidir.

Demokrasi bir bakış açısıdır.

Haydi, anneler, babalar şimdiden başlayarak çocuklarımızla birlikte demokrasi kültürünün kurallarını aile içinde uygulamaya başlayalım. Okulda, işyerinde, toplumda... devam ettirip, ülke yönetimlerine de yansıtalım. Var mısınız?. ..
(Haber Ekspres, 9 Ocak 2007)

SOSYAL DEVLETİ UNUTTURUYORLAR! - ZAFER YAPICI


"Sosyal devlet" gerçekte nedir; bilir misiniz? Peki, neleri yanılarak sosyal devlet bildik biz?

İkinci sorudan başlayalım. Kimimiz, siyasal iktidarın uzantılarının devlet aygıtını yandaş toplamak için seferber etmesi sandı sosyal devleti. Sosyal devlet, iktidar partisinin örgüt binalarına giderek hatırlı birinin arkası "yakinimdir" yazılı kartvizitini alabilmekle eşdeğer tutuldu kimimizce. Bu kartviziti kullanarak, devlet dairelerinde "iş bitirme hakkına" sahip olma özgürlüğü saydı kimimiz "sosyal devleti".

Kimimiz, devlet aygıtına hakim olan zihniyetin zenginleştirilen türevlerinin, neo-liberal iktisat politikalarıyla devletin içinin boşaltılması sonucu daha da yoksullaşanlara, oy için verdikleri sandı "sosyal devleti". Fena yanıldı kimimiz...

Oysa sosyal devlet olgusu, bambaşka bir şeydir. Mustafa Kemal Atatürk'ün devlet anlayışının doğal bir sonucudur; en temel görüntüsüdür. Kemalizm'in devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerinin gereğidir. Atatürkçü düşünce sisteminin esas unsurlarından biridir. Düşünün, daha Kurtuluş Savaşı yıllarının zorlukları içinde, Çocuk Esirgeme Kurumu'nun kurulmasını. Zonguldak işçilerinin sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleriyle ilgili yasanın çıkarılmasını. İzmir İktisat Kongresi'nde; daha 1923'te, sanayicinin desteklenmesi yönünde atılan adımları. Aynı kongrede, 1923 koşularında, çalışma süresinin sekiz saate indirilmesi ve on iki yaşından küçüklerin çalıştırılmaması kararlarının alınmasının ne demek olduğunu. Ya da gece çalışanlara çift ücret ödenmesi kararının anlamını? Hastalık nedeniyle çalışamayan işçinin ücret alması kararını. Kaza ve hayat sigortasının kurulmasını. Çiftçinin korunması yönünde atılan adımları. Aşarın kaldırılmasını. Yoksul kesimlere sağlık hizmetlerinin götürülmesi yönündeki gayretleri. Yatılı eğitimin yaygınlaştırılması çalışmalarını. 1934 yılından itibaren sanayi yatırımlarını ön plana alıp, işçi sınıfı yaratma gayretlerini. Üretim yönündeki gayretleri. Düşünün o yoksullukta, "ülkenin dört bir yanını demir ağlarla örmenin" ileri görüşlülüğünü..."Sosyal devlet" için bu ve bunun gibi adımların ne anlama geldiğini...

Hayata müdahale

Değerli okurlarım, aslında Atatürk döneminde yapılanları göz önünde tutularak bile "sosyal devlet" tanımlanabilir. Sosyal devlet, "halktan yana olan" bir yönetim anlayışıdır. Bir zihniyettir, bir dünya görüşüdür. Bir tarafta halka, çalışana, üretene, yoksula, emekçiye, diğer taraftan çıkarcıya ve rantçıya, nereden bakıldığını ortaya koyan bir dünya görüşüdür. Liberal devletin kutsalı "mülkiyet hakkını" güvence altına almanın ötesine geçmektir. Devletin sosyal barış ve adaleti sağlamak amacıyla, sosyal ve ekonomik hayata aktif bir biçimde müdahale etmesidir. Sosyal devlet anlayışı birbirini tamamlayan şu dört öğeye dayanır: Ulusal geliri arttırmak, ulusal gelirin adaletli dağılımını sağlamak, özgürlüklerin gerçekleşmesi için maddi olanak sağlamak ve bireyleri sosyal güvenliğe kavuşturmak.

"Sosyal devlet anlayışı"nı en başta bir zihniyet olarak tanımladık. Peki ülkemizde iktidar olan zihniyet, "sosyal devlet" anlayışının neresinde? Sosyal devletin dört öğesini ele alarak değerlendirelim.

Ulusal geliri arttırmak; bir başka ifadeyle "kalkınmayı" sağlamak konusunda devletin görevleri yürürlükte olan anayasaya göre kısaca şunlar: Ekonomik sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayinin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini planlamak. Ulusal tasarrufu ve üretimi artırmak, yatırım ve istihdamı gerçekleştirmek. (1982 Anayasası 166.md.) Özel teşebbüsün ulusal ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini sağlamak. (1982 Anayasası 48/2) Peki iktidar bu "anayasal görevlerini" yerine getirmiş midir? IMF politikalarını itirazsız kabul etmesiyle Türk tarımını yok etmiş, sanayisini rekabet edemez hale getirmiş, dolayısıyla "kalkınma"da sınıfta kalmıştır. Türk ekonomisini, ne yazık ki, "borç ekonomisi" haline getirmiştir. CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal'ın ifade ettiği gibi, Türk ekonomisi, giderek dışa bağımlı hale gelmiş, kaynaklarını kendi kalkınması için değil, dış ekonomilerin çıkarları doğrultusunda kullanmaya itildiği ilişkiler düzeni içine girmiştir. Paradan para kazanmayı yücelten bir ekonomi mantığı, üretimi ötelemiş, her sıcak parayı üretimi arttıracak yabancı sermaye olarak sunmuş, Türkiye'nin en büyük zenginliklerinden büyük ekonomik kuruluşlarını yok pahasına "pazarlamış" (!) yolsuzlukları sıradanlaştırmıştır. Bu mantıkla istihdam da daralmıştır.

Yanlış indeks

Ulusal gelirin adaletli bir biçimde dağılımını sağlama hakkındaki "anayasal görevini" yerine getirme konusunda iktidarın karnesi yine içler acısı. Anayasa 49/2'ye göre, çalışanların yaşam düzeyini yükseltmek, çalışanları korumak, işsizliği önlemek, Anayasa 55/2'ye göre ise çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmelerini sağlamak devletin görevlerindendir. Peki siyasal iktidar bu görevlerini ne ölçüde yerine getirdi? Bugün ülkemizde 1 milyona yakın açlık sınırında, 20 milyona yakın yoksulluk sınırında insan var. İşçi ve memurların çoğunluğu yoksulluk sınırının altından maaş alıyorlar. Kamu işçileri, memurlar, özel sektör çalışanları ve emeklilerin reel ücretleri giderek erimekte. Asgari ücret 403 YTL! Komik enflasyon indekslerinin çıkardığı düşük enflasyon oranlarının gerçeği yansıtmadığını artık hepimiz biliyoruz. İktidarın bu görevi yerine getirmediğini, aslında her gün onlarca örnekten görüyoruz.

Özgürlüklerin gerçekleşmesi için maddi olanak sağlamak da sosyal devletin bir diğer öğesi. Anayasa 5.maddeye göre kişinin temel hak ve özgürlüklerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak bir biçimde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak da devletin görevleri arasında. Oysa siyasal iktidar, yoksullaştırdığı halk ile zenginleştirdiği kesim arasındaki uçurumu gittikçe büyüterek, halk olarak temel hak ve özgürlüklerimizi kullanmadaki siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri çoğaltıyor. Yine Sayın Baykal'ın belirttiği gibi, haramzade işadamı, aç gözlü bürokrat ve namussuz siyasetçi ortaklığı, yarattığı yolsuzluk düzeniyle birilerini zenginleştirirken, bizleri daha da fakirleştiriyorlar.

İktidarın zihniyeti

"Sosyal devletin" bir diğer öğesi ise bireyleri sosyal güvenliğe kavuşturmak. Anayasa 60. maddesinde sosyal güvenliği bir hak olarak görmekte, sosyal güvenliği sağlayacak her türlü önlemi almayı ve gerekli örgütleri kurmayı devlete görev olarak vermektedir. Anayasa Mahkemesi'nden dönen Sosyal Güvenlik Yasası'nın incelenmesi bile iktidarının bu konudaki zihniyetini ortaya koyuyor.

"Adalet" ve "kalkınmanın" gerçekte ne demek olduğunu "sosyal devlet anlayışından" yola çıkarak, bize "adalet" ve "kalkınma" adında yutturulmaya çalışılanların sadece küçük bir kısmına deyinerek tartıştık bugün. Bugün bayram. Dileğim, anayasal ve ahlaki görevlerini yerine getiren, sosyal devlet anlayışını sahiplenen bir siyasal iktidarın olduğu; açın, yoksulun, bir gün değil her gün hatırlandığı, herkesin haklarının bilincinde olduğu bir ülkede bir dahaki bayramlarımızı kutlamak. O zaman bayramlar daha bir "bayram gibi" olacak; öyle değil mi?

(Haber Ekspres, 2 Ocak 2007)

SEÇMENE ÇAĞRI - ZAFER YAPICI

Yüksek Seçim Kurulu, 25 Aralık 2006-1 Mart 2007 tarihleri arasında bütün vatandaşlarımızın seçmen kütüklerinde yazılı olup olmadıklarını, oy kullanma hakkına sahip olup olmadıklarını muhtarlık bölgesi askı listelerinden kontrol etmeleri gerektiğini ilan etti.

Değerli okurlarım, yakın zamanda yapılacak olan genel seçimde oy kullanabilmemiz, irademizi seçim sandıklarına yansıtabilmemiz için, ilk olarak mutlaka "Seçme hakkımızı" elde etmemiz gerekiyor. Bu noktadan hareketle, en temel vatandaşlık ve demokrasi görevlerimizden birinin oy kullanma hakkımızın güvencede olduğunu tespit etmek olduğunu söyleyebiliriz. Bakınız, 2002 genel seçimlerinde 10 milyona yakın seçmen oy kullanmadı. Ülke nüfusunun önemli bir kısmı, seçmen listesinde yazılı olduğu halde sandığa gitmedi. Bu kişilerin bir bölümü belki yanlış yerde yazıldı, belki gidip oy kullanma ihtiyacını hissetmedi.

Halkımızın bir bölümü ise, seçmen listelerinin oluşum sürecindeki ihmallerinden dolayı oy kullanamadılar. Sandığa gitmeyen, ya da seçmen listelerinin oluşum sürecinde ihmalleri olan büyük kitle, seçimlerde oylarını kullanmış olsaydı, bugün Türkiye belki de bambaşka bir noktada olabilirdi.

Türkiye önemli bir süreçten geçiyor. Türkiye "aydınlık" ile "karanlığın", "halktan" yana olan ile "çıkarcıdan" yana olanın belirginleştiği bir süreçten geçiyor. Bu süreçte, seçimlere giderken, "Halk" olarak, her yurttaşın seçme hakkını kullanmasının önemini kavramak, bu yönde gerekli işlemleri yapmak durumundayız. Bütün yurttaşlarımızı bu anlamda, ilk iş olarak muhtarlık bölgesi askı listelerini kontrol etmeye ve seçmen olarak yazılmaya çağırıyorum.

Değerli okurlarım, muhtarlıklarda asılı olan muhtarlık bölgesi askı listelerini kontrol ederken hiç acele etmemeliyiz. Adımızı ve soyadınızı görüp benim kaydım var deyip hemen muhtarlıklardan ayrılmamalıyız. Aşağıda yazılan bilgilerimizi kontrol etmeliyiz. Seçme hakkımızı kazabilmemiz için tüm bilgilerimizin tam ve doğru olması, güncellenmesi gerekiyor...

25 Aralık 2006 Pazartesi günü saat 08.00 de muhtarlıklarda askıya çıkacak olan muhtarlık bölgesi askı listelerinde şu bilgiler yer almakta: Kişinin adı, soyadı, cinsiyeti, ilk soyadı, baba adı, ana adı, doğum tarihi, doğum yeri, nüfusa kayıtlı olduğu il ve ilçe, T.C. kimlik numarası, cadde, sokak, kapı numarası ve daire numarası. Bu bilgileri doğru olarak yazılmış vatandaşlarımız seçme hakkını elde etmiş olacaklardır. Bunun dışındakiler de muhtarlık bölgesi askı listelerine aşağıdaki durumlarda yazılarak seçme hakkını elde edebileceklerdir.

Muhtarlık bölgesi askı listelerine yazılacaklar:

1. 28 Mart 2004 tarihinde yapılan Mahalli İdareler Genel Seçimleri'nde kullanılan sandık seçmen listelerine veya daha sonra yapılan seçimlerde güncelleştirilen listelere herhangi sebeplerle yazılamamış olanlar,

2. 01. Mart 2007 tarihi itibariyle on sekiz yaşını dolduranlar (ay ve günü belirleyen nüfus müdürlüğünce verilen nüfus kayıt örneği veya Türkiye Cumhuriyeti kimlik numaralı nüfus bilgilerini içeren belgenin ibrazı gereklidir.)

3. Başka bir listede yazılı olup da sürekli olarak oturmak amacı ile listenin askıya çıkarıldığı seçim (muhtarlık) bölgesine gelenler (nakil belgesi ibrazı gereklidir).

4. Muhtarlık bölgesi askı listesinde kendisine ait kimlik ve adres bilgilerinde yanlışlık veya eksiklik bulunanlarla, özellikle T.C. kimlik numarası bulunmayanlar,

5. Askerlikten terhis olanlardan listede kaydı bulunmayanlar.

Bu beş grup içinde yer alanlar, bir an önce seçme hakkını elde etmeleri için gerekli olan işlemleri yapmalıdırlar.

Bizler de çok sıradan gibi görülen ancak "demokrasi" ve "gelecek" için kilit önemdeki bu süreçte çok dikkatli olmalıyız. Yakınlarımızı, komşularımızı, tanıdıklarımızı bu konuda uyarmalıyız. Onlara yardımcı olmalıyız. Listeleri denetleyip, aynı sandıkta oy kullanacağımız seçmenleri tanımalıyız. Olası yanlışlıkları ve hileleri (toplu-hileli biçimde nakiller, mükerrer, ölü, kısıtlı kişilerin yazılımı gibi) tespit ettiğimizde itiraz edip, bu kişilerin listeden silinmesini, listelerin yeniden düzenlenmesini sağlamalıyız.

Değerli okurlarım, "bir tek oy" bile Türkiye'nin "aydınlık" veya "karanlık" geleceğinin belirleyicisi olabilir. Hepimiz, bağımsızlığımızı ve cumhuriyetimizi korumanın ve savunmanın, "demokrasi içinde" o bir tek oyun bile doğru kullanılması ile sağlanabileceğinin bilincinde olmalıyız. Özellikle de on sekiz yaşını dolduran ve ilk defa oy kullanacak genç seçmen kitlesine Türkiye'nin içinden geçtiği bu "zor zamanlarda" çok büyük görevler düşüyor. Kendisi genç, beyni genç, yüreği genç insanlara, "zor zamanlarda" düşen büyük görevleri bugünleri anlatırcasına Atatürk açıklıyor "Gençliğe Hitabesinde." Bu günleri görmüş gibi (cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin ve vatanın bölünmez bütünlüğünün tehdit ve tehlike altında olmasını), bize yol gösteriyor.

Bağımsızlığı ve cumhuriyetin önemini, tehditlerin büyüklüğünü ve bu tehditlere karşı Türk Gençliği'nin gücünü açıklıyor. Yönetim başında bulunanların "aymazlık ve sapkınlık ve hatta hainlik içinde" bulunabileceklerini, hatta "böylelerinin kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan (dış) düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebileceklerini" vurguluyor. Bu "zor zamanlarda" Türk Gençliği'ne güvenini sunuyor Atatürk gençliğe hitabesinde...

Türk Gençliği'ne, "karanlığı öteleyip, "aydınlık" geleceği kurmada önemli görev düşüyor bugün. Tüm Türk milleti gibi. Mustafa Kemal Atatürk'ün "Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir" sözünü hatırlayıp, ümmet değil millet olduğumuzu, Türk Milleti olduğumuzu haykırmalıyız...En başta, sandığımıza sahip çıkarak...Yurttaşlık bilincimizle aydınlık geleceği kurmada "bir tek oyun" bile gücünü bilerek...

Mutlaka cumhuriyetçiler, Atatürkçüler kazanmalıdır.Çok yakında güzel günler göreceğiz...

(Haber Ekspres, 26 Aralık 2006)

YAŞAMIN İÇİNDEN - ZAFER YAPICI

Bazen çocukluğumun o güzel günlerini hatırlarım. Tatlı bir tebessümle ve bir parça özlemle dalıp giderim o anlara bazen. Neden tebessümle ve özlemle anarım o yakın ama "milattan önce zamanları" bilir misiniz? Aslında hepiniz bilirsiniz...

Kiminiz çocukluğa özgü bir saflıkla, o 'bir varmış bir yokmuş zamanlarda' hep güzellikleri görürdünüz, kötülükleri ötelerdiniz diyebilirsiniz bana. Sonra da eklersiniz: Yıllardan bugüne hafızanızda kalanlar da hep o güzellikler olmuştur diye... Ya da, kiminiz çıkarsınız bir "zaman içinde yolculuğa", benimle aynı yelkenlide. Çocuk saflığına bürünürsünüz bir anda, ne kadar acımasız kılsa da hayat sizi yaşlandıkça. Ve sonra fark edersiniz değişimini alışkanlıkların, yitip gidişini eski zamanların, silinişini yürekten dostlukların, komşulukların, yoldaşlıkların... Yaşlı gözlerle bakmanın yetmediğini anlarsınız "dünyayı kurtaran adam" olmaya...

Sonra çevreye bakarsınız kiminiz. Ormanların yerini ağaçlara bıraktığını görürsünüz. Tek tük... Talan edilen sadece ormanlar mıdır oysa? Biz de talan edilmedik mi toplumca zamanında? Şimdi de, "ne bir orman gibi kardeşçesine" yaşayabiliyoruzdur, ne de "bir ağaç gibi tek ve hür"... Tahtadan gövdeleri beden yapmışızdır bazımız bireyci ve çıkarcı; sonradan görme ruhlarımıza. Kılınan sadece çocuk ruhlarımızın cenaze namazlarıdır...

"Bireyler topluluğumuz" içine kapanmıştır... Evini otel gibi kullanan, evden işe, işten eve gidenlerin dünyası olmuştur yaşadığımız. Komşuluk ilişkileri, iş ilişkileri, mesleki ilişkiler, toplumsal ilişkiler kaybolmuştur adeta.

"Cemaatleştirilemeyenler", sokulamayanlar yobaz kalıplara, etkisizleştirilmiştir duyarsız yaşam alanlarında. Bireysel çıkarın parıltısı iki, bilemediniz üç kişilik dünyalar yaratmıştır. İletişim sanallaşmıştır, yok olmuştur bir başka deyişle "sözde iletişim çağında"!

Sihirli kutular

Sokağa çıktığımızda ilk karşılaştığımız komşumuza "-günaydın, nasılsınız", üzgün birisini görünce "-neden üzgünsünüz? konuşabilir miyiz? yardım edebilir miyim?" demeyi çoktan bir kenara bıraktık. Yolda, trafikte yapılan hataları söylemeye bile cesaret edemez hale geldik. Söylesek dahi hiddete, şiddete maruz kaldık çoğunlukla. Tepkisizleştirildik. Galiba biz halk olarak uyutulmakla kalmadık, uyuşturulduk...

Ekonomik durumlar, sosyal ve kültürel durumları etkiledi. En çok etkileyen de şu her odamızı, her yaşam alanımızı zapteden sihirli kutular oldu. Televizyonlar ve bilgisayarlar bizi evlerimize kilitledi; birbirimizle son bağlarımızı da kesti. Pembe diziler, televoleler yeni rol kalıpları yarattılar, bizi bizden aldılar. Maçlar desen, hareketsizleştirdiler hepimizi. İnternet büyüttü iletişimsizliğimizi. Oysa, tuşlar yerini tutamazdılar sıcak bir selamlaşmanın...

Kapanırken içimize, bir kültürel hegemonya boğdu bizleri. Önce "yurttaşlığımızı" unutturmaya çalıştılar. Atatürk'ü unutturmaya çalıştılar, içeriden dışarıdan...Sonra, "ak, ak" diyenler daha da kararttı onurlu geleceğimizi. Üçkağıtçılar kahramanları oldular yalan düzenin. Paralara, ödüllere, itibarlara boğuldular. Güneşimizi çaldıklarını sandılar...

Her şeyimizi çaldılar ama, güneşimizi çalamadılar. Yüreğimizin bir yerinde büyüttüğümüz güneşimizi. Çalamadılar... Çünkü zamanında "aydınlığın" ne olduğunu çok iyi öğrendik biz, Atamızdan, Mustafa Kemal'imizden... Nereden geleceğini ışığın en iyi biz bildik "çocuk ruhlarımızla"...Karanlığın ne olduğunu en iyi biz anladık...

Eylem zamanı

Şimdi toplum olarak bu düzeni değiştirmek, öncelikle de iletişimimizi sağlamak durumundayız. Buna mecburuz. Ülkemizde, dünyamızda olan biteni izlemek, konuşmak, yorum yapmak, teori oluşturmak, karar almak zorundayız. Eyleme geçmek zorundayız aydınlığımıza yeniden kavuşma yolunda...(Cumhurbaşkanı'nın yeni kurulacak meclis tarafından seçilmesi için, erken genel seçimin yapılmasını sağlamak için... Birey olarak, sivil toplum olarak, basın olarak, medya olarak, gündem yaratmak; eyleme geçmek zorundayız.) "Halk" olarak birlik olmak zorundayız. Bunu, geleceğimiz olan çocuklarımız, torunlarımız için yapmak zorundayız daha da geç kalmadan. Güler yüzlü, saygılı, hoşgörülü, şiddetten uzak ortamlarda filizlenecek, barışı özümsemiş aydınlık ve onurlu geleceği oluşturmalıyız elele...

İçimizde var olan ama bir türlü çıkarmaya cesaret edemediğimiz güzelliklerimizi, şimdi çıkarmayacağız da ne zaman çıkaracağız? Gün bugündür. Aşağıda "günün menüsü" olan güzelliklerimizi yani insanlığı; "aydınlık ve onurlu bir gelecek yaratırken birlikte" paylaşmak ümidiyle...

Günün menüsü

Malzemeler:
Bir ölçek "Merhaba-Günaydın-Hoşgeldiniz"
İki ölçek "İyi günler", "Nasılsınız?"
Üç ölçek "Seviyorum", "Özür diliyorum", "Teşekkür ediyorum"
Birazcık "İlgi"
Bir tutam "Anlayış"
Bir tatlı kaşığı "Tolarans"

Hazırlanışı:Bu malzemelerin tümünü iç dünyanızdan alınız.Yıkamanıza gerek yok, tertemizdir. Gönül teknenize tüm malzemeleri koyup, yavaşça karıştırın. Kokusu her yanınıza sinince, içine duygu şerbeti ekleyin ve karıştırın. Biraz sonra karışımı hayat tabağına yavaşça boşaltın. Ve üzerini sevgi marmeladı ile süsleyin. Daha sonra gökkuşağının renklerinden birkaç parça serpiştirin. Gün boyunca afiyetle yiyin. Ama sadece siz yemeyin, herkese yedirin...

Menünün adı: "İNSANLIK"

(Haber Ekspres, 19 Aralık 2006)

İŞTE SİYASAL DEMOKRASİ! - ZAFER YAPICI

Demokrasi, halkın kendi siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel sistemlerini belirlemek için iradesini özgürce ifade etmesine ve yaşamının tüm yönlerine tam katılımına dayanır.

Değerli okurlarım, demokrasinin üç boyutu vardır. Bunlardan birincisi siyasal boyutu yani siyasal demokrasi; ikicisi ekonomi boyutu yani ekonomik demokrasi; üçüncüsü ise hukuk boyutu yani hukuksal demokrasidir (hak ve özgürlükler, insan hakları). Gerçek demokrasiye bu üç boyutun dikkate alınması ve uygulanmasıyla ulaşılır.

Demokrasinin siyasal boyutu olan siyasal demokrasiye baktığımızda bu unsurun olmazsa olmazlarının katılımcılık (katılımcı demokrasi) ve çoğulculuk (çoğulcu demokrasi) olduğunu görüyoruz. Katılımcılık ve katılımcı demokrasi ne demektir? Katılımcılık, siyasal iktidarın sivil topluma yayılmasına; bireylerin ve sivil toplum örgütlerinin siyasal kararların alınışına etkin bir biçimde katılmasına olanak tanıyan anlayıştır. Katılımcılıkta, merkeziyetçilikten uzaklaşma vardır. Katılımcılık anlayışına dayanan demokrasilere de, katılımcı demokrasi denilmektedir. Çoğulculuk ve çoğulcu demokrasi ne demektir? Çoğulculuk, toplumda birbirinden farklı görüş ve düşüncelerin özgürce ifade edilmesine ve bunların çevresinde örgütlenilebilmesine olanak tanıyan yönetim anlayışıdır. Bu anlayışa dayanan demokrasilere ise, çoğulcu demokrasi denilmektedir. Toplumumuzun zenginliği olan ırk, din, mezhep ve etnik köken farklılıklarına, "ulusun ve ülkenin bölünmez bütünlüğü ilkesi" doğrultusunda; çoğulculuk ve eşitlik anlayışıyla ve hoşgörüyle yaklaşılmasıdır. Her toplumsal sınıfın/grubun kendi toplumsal projelerini siyasal zemine taşımasına, bu zeminde örgütlenmesine ve siyasal iktidar için yarışmasına olanak tanınmasıdır.

Toplumdan kopma

Şimdiye kadar iktidarların birçoğunun yerleştirmeyi denemeye bile cesaret edemedikleri siyasal demokrasi konusunda çok önemli bir yaklaşım CHP tarafından işlenmekte. 1 Haziran 2001 tarihinde CHP Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu'nun kuruluşunda konuşan CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal, aşırı profesyonelleşmeye dikkat çekerek siyasal demokrasi adına şu saptamada bulunmuştu: "Siyaset sadece profesyonel siyasetçilerin yaptığı bir iş haline dönüştü... Siyaset bütün toplumun işidir, bütün ülkenin işidir, öyle olmalıdır. Öyle olması güvence altına alınmalıdır... Türkiye'de siyasetin giderek halktan, toplumdan koptuğunu ve dar bir siyasetçi kadrosunun, profesyonel bir siyasetçi kadrosunun uğraşı haline dönüştüğünü üzüntüyle görüyorum. Bunu değiştirmek zorunda olduğumuza inanıyorum". "Gerçek demokrasinin" kurumsallaşması adına Sayın Deniz Baykal'ın sunduğu, her aşamasında "halkın" olduğu çözüm yolu ise şuydu: "Türkiye'nin sorunlarını çözmek için herkesin birikimini, yeteneğini, uzmanlığını seferber etmesine olanak vermek, siyasete yeni kanallar açmak, siyasetin çerçevesini genişletmek lazımdır. Bunun için de, Türkiye'de profesyonel siyasetçilerin dışında belli bir birikimi yansıtan, ülke sorunlarına emek vermiş, alın teri akıtmış, bu konular üzerinde düşünmüş-taşınmış insanların, birikimlerini ülke sorunlarının çözümüne aktarmalarına yardımcı olacak siyasi açılımları gerçekleştirmeliyiz." Sayın Baykal, bu yaklaşımıyla, siyasal demokrasiyi gerçekleştirmek için Türkiye'nin, halk için halkla beraber yönetilmesi gereğini açıkça ortaya koymuştur.

Açık söz

Bu önemli yaklaşımın kurumsallaşması yönünde CHP tarafından atılan son adımlardan biri ise 26 Kasım 2006 tarihinde Ankara'da düzenlenen Esnaf Kurultayı oldu. CHP tarafından düzenlenen Esnaf Kurultayı'na 81 ilden değişik siyasi görüşlere sahip 4 milyon esnafın (aileleriyle birlikte yaklaşım 15 milyon kişi) temsilcilerinin yoğun katılımı siyasal demokrasi ve ülke geleceği adına umutlarımızı arttırıyor. Esnafın bu kurultaya büyük destek vermesi, bir güç oluşturması; gelecek için, Cumhuriyet için, demokrasi için, laiklik için, halkçılık için, ulus devlet için, üniter devlet için, hukuk devleti için, sosyal devlet için, toplumsal kararlılık zincirini büyütüyor.

CHP'nin bu yönde başka bir girişimi de "Çiftçiye-Köylüye CHP Sözü" adı altında çiftçinin ve köylünün tüm sorunlarını yerinde köylüyle, çiftçiyle inceleyerek çözüm önerilerini 52 madde halinde sunduğu proje oldu. "Çiftçiye-Köylüye CHP Sözü", 52 maddede yer alan toplumsal istemlerin, CHP iktidarında yerine getirileceğin açık sözünü veriyor.

Halkın sorunlarını halkla beraber çözme yönündeki bu irade de halkçı politikaların ve siyasal demokrasinin bir uygulaması değil midir? CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal: "siyasi yaşamımızda bir ilk gerçekleşti... Bu girişimimiz, bir yeni siyaset anlayışını ortaya koymuştur, yani bu yaklaşımımızla biz, siyaseti toplumsal bir zemin üzerinde, toplum kesimleriyle doğrudan doğruya bire bir ilişkiye girerek, onları harekete geçirerek, onlarla dayanışma içinde yürütme anlayışımızı somut bir uygulamayla yürürlüğe koymuşuzdur... Bunu yeni siyaset döneminin önemli bir işareti olarak dikkatinize sunuyorum. Önümüzdeki dönem, siyaset böyle şekillenecektir" demekle cumhuriyeti, laikliği ve demokrasiyi halkla beraber, el ele verip, dayanışma içerisinde çoğulculuğa ve katılımcılığa önem vererek savunma konusundaki kararlılığını ortaya koyuyor. Diğer yandan CHP'nin "halkçı" politikalarla Türkiye Cumhuriyeti'ni çağdaş medeniyet seviyesine yükseltme konusundaki iradesini yansıtıyor.

Yol ayrımındayız

Değerli okurlarım, hepimiz, günlük yaşantımızda, halkın çıkarını dışlayan ekonomi politikalarının etkilerini hissediyoruz. İşçi, memur, köylü, esnaf, emekli, işsiz... Yani halk! Hepimiz bu vurgun ekonomisinin; sosyal devlet anlayışını hiçe sayan neo-liberal ekonominin mağdurlarıyız. Talanlar ve yıkımlar, "yeni liberalizm" sözcüklerinin çekiciliğinin ardına gizleniyor, iktidarın kendine yakıştırdığı (ancak hiç yakışmayan) ad gibi "ak"lanmaya çalışılıyor. Bu bağlamda Server Tanilli'nin geçenlerde yayınlanan "Yeni Liberalizm Denen Sahtekarlık..." makalesinin başlığı Türkiye gerçeğini de yansıtmıyor mu? Böyle bir sahtekarlığı tereddütsüz sahiplenmek, halka karşı siyaset yapmak değil midir? Burada sizlere anlatmak istediğim, halkla beraber siyaset yapmanın ne demek olduğunu analiz ederek, halka rağmen siyaset yapan AKP anlayışına vurgu yapmak, siyasal demokrasinin çoğulcu ve katılımcılığının önemini gözler önüne sermekti.

Değerli okurlarım, Türkiye yol ayırımındadır. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ne kadar önemli olduğunu defalarca yazmıştık. Bıkmadan, usanmadan, yılmadan tekrar yazacağız. Cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye sahip çıkmak, geleceğimize sahip çıkmak, Atatürk ilke ve devrimlerini korumak, kollamak ve yüceltmek, gerici zihniyetlere boyun eğmemek için, tüm duyarlı halkımızı ve sivil toplum kuruluşlarımızı göreve davet ediyoruz. Gazetemiz yazarı Sayın Prof.Dr.Tülay Özüerman'ın dediği gibi; "Var mısınız Çankaya nöbetine? Tıpkı sınırda bekleyen bir er gibi...Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk'e, onun aydınlığına yakışır evlatlar gibi dizilmeye? Türkiye oturacak Çankaya'ya...Türkiye..." Var mısınız?...
(Haber Ekspres, 5 Aralık 2006)


YAŞAM KAYNAĞIMIZ ORMANLARIMIZ - ZAFER YAPICI


İlkel toplumdan bilgi toplumuna uzanan gelişim-dönüşüm süreci; toplumsal, ekonomik, teknolojik, yönetsel ve siyasal nitelikli çok sayıda kazanım yanında, gelecek kuşaklar adına çözümlenmesi zor ve belirsiz bir dizi sorun üretti. İki temel ilişki biçimi olan insan-doğa çelişkisi ve bunun sonucunda ortaya çıkan insan-insan çelişkisi, toplumsal değişmenin yaratıcı öğeleri olurken, özellikle çevresel sorunların da habercisi oldu. Bir örnekle ifade edelim: Daldan yiyecek toplamak insan-doğa çelişkisinin başlangıcını oluşturdu. Yani, insanın doğayı denetim altına alma isteminin ilk örneğini oluşturdu. Hemen ardından, daldan toplanan yiyeceklerin biriktirilmesi aşamasına gelindi. İşte böylece insan-insan çelişkisi başladı: Depo edilmiş malı olanlar ve olmayanlar sınıf olgusunu çağrıştırır biçimde bu çelişkinin başlangıç noktasını oluşturdu. Üretimin başlangıcı ve çok sonraları ulaşılan sanayi toplumu aşaması iki türden çelişkiyi de büyüttü. Toplumsal değişme sözcüğüyle ifade ettiğimiz biçimde teknolojik değişmeler insanlar arasındaki ilişkileri değiştirirken, özellikle çevre konusundaki sorunlar da, hem teknolojik hem toplumsal değişmeye - bir diğer açıdan, ekonomik, siyasal ve toplumsal yozlaşmaya - bağlı olarak büyüdü.

Bu sorunlar nüfus artışı, tarım alanlarının bozulması ve daralması, ormanların katledilmesi ve küçültülmesi, bitki ve hayvan türlerinin giderek yok olması, su kaynakları rezervlerinin düşmesi ve kirlenmesi ve atmosfere bırakılan gazlar ana başlıklarıyla anlatılabilir. Tüm bunlar, insanlığın geleceğini ağır riske sokmuş; yaşananların sonucunda küresel ısınma ve iklim değişikliği olgusu dünyamızı tehdit eden en büyük çevre sorunlarından biri haline gelmiştir.

Yaşam hakkı

Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin getireceği sonuçlar ise; kara ve deniz buzullarının erimesi, kar ve buz örtüsünün alansal daralması, deniz seviyesinin yükselmesi, kıyı ekosistemlerinin olumsuz etkilenmesi, kuraklık ve sele maruz kalan bölgelerde tarım ve mera bölgelerinde azalma, iklim kuşaklarının yer değiştirmesi ve yüksek sıcaklıklara bağlı salgın hastalıkların artması gibi sosyo-ekonomik sektörleri, ekolojik sistemleri ve insan yaşamını doğrudan etkileyecek önemli değişiklere işaret etmektedir.

Değerli okurlarım; toprağımız, havamız ve suyumuz, bir diğer ifadeyle yaşam kaynağımız gittikçe kirlenmekte ve daralmaktadır. Bizler; bireyler ve sivil toplum örgütleri olarak bu ve bunun gibi çevre sorunlarına ne yazık ki yeterli duyarlılığı göstermemekteyiz. Dünyayı yönetenler de Türkiye'de iktidar olan zihniyet de bu konulara duyarsız kalarak gelecek kuşakları ihmal etmekteler. Beslendiğimiz toprak, nefes aldığımız hava ve içtiğimiz su kirlenmekte ve kalitesi azalmaktadır. 'İnsan'ın en temel hakkı olan "yaşam hakkı" da böylelikle elinden alınmaktadır. Bu üç yaşam kaynağımıza sahip çıkmak için hepimize çok büyük görevler düşmektedir.

Yaşadığımız çevresel nitelikteki tüm sıkıntıların ana nedenlerinden biri de ormanlarımızın katledilmesidir. Değerli okurlarım, ekolojik dengenin ve yaşam kaynağımızın özü olan ormanlarımız önemi konusunda biraz bilgi vererek, bu yargımızı pekiştirelim. Ormanın dört önemli faydası vardır. Bunlar ekolojik, toplumsal yaşantı, estetik ve çevre yönlerinden değerlendirilebilir.

Oksijen kaynağı

Ormanın ekolojik yönden önemi: Orman erozyonu önler. Çığlara engel olur. Kum ve toz taşımalarına engel olur. Suların akışını ve kalitesini düzenler. Rüzgarın hızını azaltarak, toprağın sürüklenip gitmesine mani olur. Toprağı gölgelediğinden yüksek sıcaklıklara engel olur, bu sayede toprağın neminin kaybolmasını önler. Toplumsal yaşantı yönünden ormanın önemi: Ruhsal ve fiziksel gücümüzü yenileme imkanı sağlar. Orman ürünlerinden faydalanma olanağı sağlar. Estetik katkı yönünden ormanın önemi: Kent ve yakın yerlerdeki ağaçlıklar ve ormanlar kentliler için hem huzur kaynağıdırlar hem de estetik güzellik ve rahatlık verici bir görünüm sağlarlar. Çevre yönünden ormanın önemi: Havanın tozlarını süzerek hava kirliliğini azaltır (doğal filtre görevi görür). Karbondioksiti alarak oksijen verir. Kara bitkilerinin havadan aldığı tek besin maddesidir karbondioksit. Bitki yapısının yüzde 40'ını havanın içindeki karbondioksiti oluşturur. Ağaç ve ormanlar oksijenimizin 2/3'sini üretmektedir (yani oksijen fabrikasıdır). Çam ormanlarının oksijen üretimi yılda hektar başına 30 ton, yapraklı ormanların oksijen üretimi 16 ton, tarım bitkilerinin oksijen üretimi 3-10 tondur.

Orman talanları

Değerli okurlarım, havamızın, suyumuzun ve toprağımızı kirlenmesini istemiyorsak yeşile önem vermemiz ve ormanlarımızı korumamız, çoğaltmamız gerekir. Hepimizin geleceğimiz olan çocuklarımıza bırakacağımız en büyük yaşam mirası budur. Bakınız, 0.6 Mw gücünde 1 türbinli, kömürle çalışan bir termik santralin doğaya bıraktığı karbondioksit gazını oksijene çevirmek için, 86.000 ağacın dikilmesi gerektiğini biliyor muyuz? (bu orantı ile örnekleri çoğaltabiliriz). Başka bir örnek: Büyük bir kayın ağacının, 72 kişinin bir günlük oksijen ihtiyacını karşıladığını biliyor muyuz? İnsanlar ilkel yaşamdan günümüze ormanları yok ederek ekolojik dengenin bozulmasına suç ortağı olmuşlardır. Bunun sonuçlarını da yavaş yavaş görmekteyiz. Yani doğa kendisine yapılan bir ihaneti asla unutmaz; zamanı gelince mutlaka intikamını ağır bir biçimde alır. İşte bazı örnekler: Doğal afetlerin yanı sıra, Türkiye'de toplam 198 hayvan ve 2 bin 746 bitki türü yok olma tehdidi altında. 15 memeli, 46 kuş, 18 sürüngen, 550 bitki, 8 balık, 1 kurbağa, ve 1 kelebek türü yok olmak üzere. Telli turnalardan da sadece 11 tane kaldığı sanılıyor. Urfa bozkırında 100'den az ceylan kaldı. Ülkemizde toprakların 2/3'sinin su veya rüzgar erozyonunun etkisi altında olduğunu ve her yıl 1 santimetre kalınlığında ve Kıbrıs Adası büyüklüğünde toprağımızın erozyonla yok olduğunu biliyor muyuz? Doğaya atılan atıkların yüzde 60'ının boya ve boya ürünleri olduğunu biliyor muyuz?

Değerli okurlarım, ülkemizde ve kentimizde bu olumsuz durumları yaşamamak için havamızı, toprağımızı ve suyumuzu kirleten nedenleri ortadan kaldırma iradesini gösterirken, (yönetimler ve halk olarak) bir taraftan da ağaçlandırma ve ormanlaştırma çabalarımızı sürdürmeliyiz. Oksijen üreten fabrikalarımız olan ormanlarımızı hızla çoğaltarak, geleceğimiz olan çocuklarımıza en büyük emaneti bırakmalıyız. Zehirli varillerle, asbestli gemilerle, altından siyanürlerle, orman arazilerinin önce "vasıfsızlaştırılıp" sonra satılmasıyla, "lüks villalı" orman talanlarıyla, "insan-insan çelişkisi" üzerinden "insan-doğa çelişkisini" şuursuzca büyütenlere bir ders vermeliyiz. Toplumsal değişmenin yönünü "insanlığa" çevirmeliyiz. Yozlaşma ve talanların hesabını "insan" adına olduğu gibi, "doğa" adına da sormalıyız.

Dünya atalarımızdan miras değil, torunlarımıza devredeceğimiz bir emanettir.

Her tarafı yemyeşil ormanlarla kaplı olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nde birlikte yaşamak ümidiyle...

(Haber Ekspres, 12 Aralık 2006)

AÇIK ÜRETEN BİR EKONOMİ - ZAFER YAPICI

Başbakan, tüm yaptığı konuşmalarda ekonominin rayına girdiğini; refahın arttığını ifade ediyor. Bunu öyle anlatıyor ki, ekonomiyi bilmeyen veya Türkiye'nin gerçeklerini göremeyecek kadar halktan kopuk olan kesimler Türkiye'yi her şeyin yolunda gittiği gelişen bir ülke olarak tanımlayabiliyorlar. Bunun dışında; iktidarın patronaj ağından yararlanan bir çıkarcı azınlık ise bu "istikrar edebiyatına" alkış tutmakta ve halkın daha fazla yoksullaşması anlamına gelen tüm planları ekonomik gelişimin gerekleri olarak sunmakta. Böylelikle bu grubu oluşturanlar ceplerini daha da doldurmanın fırsatlarını bulabilmekte. Saydığımız kesimlerin dışında kalan "halk" ise yoksulluk sıkıntısı içinde neler olduğunun çelişkisini yaşamakta. İşte ülke manzarası bu...

Değerli okurlarım, Türk ekonomisinin çok ağır bir borç yükü altına girdiğini ve bu borç yükünün Türk ekonomisini ciddi şekilde ipotek altına aldığını görüyoruz. Açıkça söylüyoruz: Türkiye Cumhuriyet Devleti ekonomik olarak ipotek altına girmekte.

Zarar halka

Türkiye ekonomisini yönetenler, kendi kararlarını halkın çıkarı yararına alma şansından; anlayış ve kararlılığından giderek daha yoksun hale gelmekteler. Bunun sonucu olarak Türkiye ekonomisi açık üreten bir ekonomi haline dönüşüyor.İşte gerçekler: İktidar çevresi, yanlış kur politikaları ile dolar karşısında YTL'yi daha da düşük tutmak istemekte. Bu düşük kur kimin işine yarıyor? İhracatçının, sanayicinin...işine mi? Yoksa Türkiye'ye mal satmak, borç vermek isteyenlerin işine mi? Üreticiyi dışlayan bu ekonomik anlayışın sonucunda ihracat azalıyor (kur nedeni ile Türk ihracatçılar rekabet gücünü kaybediyor), ithalat artıyor (kur cazip geldiği için). Diğer bir taraftan kur farkı ve yüzde 25'lere varan yüksek faiz nedeniyle Türkiye'ye sıcak para girişi artıyor. Böylelikle o hep çok istenilen "sıcak para", örneğin 1 Dolar=1.5 YTL kurundan satın aldığı Türk lirasını yüksek faizde işletiyor. Böylelikle hem oldukça yüksek bir faiz geliri elde ediyor. Hem de vade bitiminde daha düşük bir fiyattan (örneğin 1 Dolar=1.4 YTL kurundan) dolar alarak iç piyasadan çıkma şansını elde ediyor. Birileri kar üzerine kar ekleyip, risksiz bir biçimde zenginliklerine zenginlik katarlarken, biz bu yanlış ekonomi politikalarının zararlarını "halk" olarak yükleniyoruz.

Herkes borçlu

AKP iktidarı yatırım yapmadan; sıcak para girişini hızlandırarak 1,5 milyar dolar aldığı cari açığı 4 yılda 34 milyar dolara çıkarttı. Bu yanlış ekonomi politikaları, ithalatın artmasına ihracatının gerilemesine dolayısıyla Türk sanayicisi ve tarım üreticisinin zayıflamasına ve yok olmasına sebep olmakta. Bu yanlış uygulama karşısında özel sektör de zor durumda kalmakta. Tarihte görülmemiş bir şekilde özel sektör, 110 milyar dolarlık borç içine girdi. AKP iktidarı 207 milyar dolar aldığı iç ve dış borcu 4 yıllık iktidarında 80 yılda yapılan iç ve dış borcun yüzde 73'ü kadar büyütüp 360 milyar dolara yükseltti. Vatandaş da borçlu. Bugün Türk vatandaşı AKP iktidarı döneminde yaşamının en borçlu aşamasına geldi. Banka kredileriyle borçlu, kredi kartlarıyla borçlu, tüketici kredileriyle borçlu...Yetmezmiş gibi eşine, dostuna, akrabalarına borçlu. Tefecilere borçlu...Türkiye'de vatandaşın borçluluğu AKP iktidarı döneminde on kata yakın arttı. Yatırım yapabilmek için değil, günlük yaşantısını sürdürebilmek, karnını doyurabilmek, çarkı çevirebilmek, ailesine mahcup olmamak, durumu idare edebilmek için giderek daha çok borçlanmak zorunda kaldı. AKP iktidarının uygulamaya koyduğu ekonomi politikalarının, (aslında halkçı anlayışımız nedeniyle iddia edebileceğimiz gibi ekonomi politikasızlığının) ne derecede olumsuzluklara yol açtığını ve hepimizi iflasın eşiğine getirdiğini görüyoruz. AKP zihniyeti bu ekonomik döngüyü sadece borçlanarak yapıyor!

Gizli silah

Değerli okurlarım, kalkınma, bir borç ekonomisini kurumsallaştırarak gerçekleştirilemez. Kalkınma, üreterek gerçekleşir. Kalkınma, ihracatın fazla, ithalatın az olması durumunda gerçekleşir. Kalkınma, rantçıdan değil, halktan yana olmakla gerçekleşir. İşte ancak böyle bir anlayışı ortaya koyacak ekonomi politikalarıyla ulusal sanayici, tarım üreticisi ekonomik olarak rahatlayacak, yatırım yaparak istihdam sağlayacak ve refaha ulaşıp, rekabet gücüyle geleceğe umutla bakacaktır.

Dış ticaret açığı 34 milyar dolar, iç ve dış borç toplamı 360 milyar dolar, özel sektörün toplam borcu 110 milyar dolar, vatandaşın kredi kartı, banka kredileri ve tüketici kredileri borcu her geçen gün artmakta...İşte halimiz bu...

Bu manzara AKP iktidarının 4 yıllık icraatlarıyla (!) şekillendi. Devleti, özel sektörü, vatandaşı 4 yıllık iktidarı döneminde Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir şekilde borçlandıran AKP iktidarı ve zihniyetini Cumhurbaşkanlığı makamına ve genel seçimlerde iktidara getirmemek için hem kamuoyu yaratma kararlığımızın, hem de "oy" gücümüzün dünyanın en güçlü silahları olduğunu unutmamalıyız. "Halk" olarak gereğini yapmalıyız.

(Haber Ekspres, 28 Kasım 2006)