26 Nisan 2007

İKİ AYRI TÜRKİYE Mİ? - ZAFER YAPICI




New York Times gazetesinin Tandoğan Meydanı'ndaki büyük halk buluşması üzerine yorumuydu iki ayrı Türkiye'nin varlığı. Yoğun katılımı, Türk toplumundaki İslami konularda derinleşen bölünmenin bir göstergesi olarak sunuyordu gazete.
Bu görüşe göre iki ayrı Türkiye'nin varlığı 14 Nisan'da ortaya çıktığına göre, 14 Nisan öncesindeki Türkiye hangi Türkiye'ydi? New York Times, iki ayrı Türkiye'nin 14 Nisan'da ortaya çıktığını ifade ederken, önceki Türkiye'nin Tayyip Erdoğan'ın "ılımlı İslam" Türkiye'si olduğunu kabul etmiş oluyordu. Yanılgı da burada başlıyordu.

Değerli okurlarım, New York Times ne derse desin, bizim anlayışımıza göre iki ayrı Türkiye yoktur, olmamıştır. Tek Türkiye vardır. O da Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiyesi. CHP Genel Başkanı Sayın Baykal'ın ifade ettiği gibi, Türkiye'de bir Erdoğan Türkiye'si yoktur. Erdoğan vardır. İktidarda onun zihniyeti vardır. İki ayrı Türkiye'nin varlığı iddiası AKP'nin uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Onun izlediği politikaların talihsiz bir sonucudur.

Peki neydi bu politikalar? Dini vurgularla tanımladıkları millet ile, Atatürk vurgusuyla tanımladıkları devlet arasında bir karşıtlık olduğu fikrine dayalı politikalar. Bu politikalar ile bu zihniyetin savunucuları kendilerini devlet karşısında milletin temsilcisi şeklinde sunarak oy avcılığına girişiyorlar. Devlet kurumlarının milletin değerleriyle kavgalı olduğu fikrini de işliyorlar. Tezleri şu: Devlet Atatürkçüdür. Millet değil. Milletin değerleriyle devleti şekillendirmek gerekiyor o zaman...

Bir örnek verelim. Açık bir örnek. Bakın Meclis Başkanı Bülent Arınç ne diyor: "Yeni seçilecek cumhurbaşkanı ve TBMM, cumhuriyetin temel değerleri ile halkın temel değerlerini birleştirecektir". Ne demek bu? Cumhuriyetin değerlerini yozlaştırıp, çarpık bir biçimde tanımladıkları "hayali halkın" değerlerini (siz tarikat liderlerinin değerleri olarak okuyun) devletin değerleri haline getirecekleri demek...

Seviyeyi kim ölçecek

Değerli okurlarım, bölücülük sadece etnik vurguya dayanmaz. Aslında toplumu din noktasında sınıflara ayırmak bölücülüklerin en büyüğüdür. Çünkü kutsal üzerinden yapılan ayrımlaşmanın tetikçiliğini yapmak, halkı göz göre göre kin ve nefrete sürüklemektir. Tehlike düzeyi çok büyük bir nefrete...

Sizlere bu konuda iki örnek: Birincisi "tarafsız" ve "bütünleştirici" olması gereken Meclis Başkanı'ndan. Bakın neler diyor: "Yeni cumhurbaşkanı sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı olacak". Böyle bir cumhurbaşkanı tanımı da siyasal iktidarın millet-devlet karşıtlığına dayanan temel tezi çerçevesinde değerlendirilebilir. Sayın Baykal'ın ifade ettiği gibi "bu bölücülük değilse nedir? Bu Türkiye'nin devlet düzenini tahrip etmek değilse nedir? Türkiye'nin toplumsal huzuruna mayın döşemek değilse nedir?"

Kim kimin dindarlık seviyesini ölçebilir ki? Ya da dindar olmama hakkını engelleyebilir? Hangi sivillik, hangi demokratlık bu?

Yandaş hakkı

Bu zihniyetin bir uzantısı da Malatya'da geçtiğimiz günlerde gerçekleşen cinayetlerde görülmüyor mu? Malatya'da 3 kişiyi öldürenlerin tarikat yurtlarında aldıkları hangi eğitimin sonucunda böyle bir vahşete giriştikleri belirgin değil mi?
Bir de kadrolaşma örneği verelim. Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeni yönetmeliğinden söz ediyorum. 13 Nisan'da yürürlüğe giren "Eğitim Kurumları Yöneticilerini Atama Yönetmeliği"ne göre, okul yöneticileri atamalarında sınavlar kaldırılıyor. Okul ve milli eğitim müdürlerine yetki veriliyor. Bu uygulamalarla siyasal iktidar, halkı bir de AKP yandaşı ya da karşıtı olarak ikiye bölüyor. Mesleki yükselme, uygulamada sadece siyasal iktidar yandaşlarının bir hakkı haline getiriliyor.

Sözde istikrar


Değerli okurlarım, siyasal iktidar bir yandan toplumu kategorilere ayırıp, yandaş ağlarını büyütmeye çalışırken, diğer yandan istikrarı para akışı ile özdeşleştiren bir yanılgının içine giriyor. Şöyle diyor başbakan: "Rejimi tehlikede olan bir ülkeye küresel sermaye gelir mi?" Böylece siyasal iktidar yürüttüğü borç ekonomisinin yüksek faizlerine itibar eden küresel sermayeyi, sözde istikrarın şahidi olarak gösteriyor. Rejimin tehlikede olmaması ile, sermaye akışı arasında gülünç bir bağlantı icat ediyor. Yine siyasal istikrarın ve meşruiyetin destek noktasını "dışarıda" arıyor; üstelik bu kez "sözde" sahiplenilen "özde" dönüştürülen rejimin de...(!)

Oysa siyasal istikrarın, meşruiyetin ve rejimin dayanağı "dışarıda" değil, "içeride". Millette! Bu bilinci sahiplenen CHP Genel Başkanı Sayın Baykal, 3 Temmuz 2005'te bakın neler demişti: "Lütfen bu memleketin kaderine el koyunuz. Bu memleketi ne yapacağı bilinmeyen böyle bir iktidarın keyfi kararlarına teslim etmeyiniz...Türkiye'nin, devletimizin, cumhuriyetimizin kazanımlarını tehlikeye atabilecek bu sorumsuz gidiş karşısında bütün vatandaşlarımı, kadınları, erkekleri, gençleri, yaşlıları göreve çağırıyorum. Türkiye'ye sahip çıkmaya çağırıyorum."

14 Nisan hangi bilincin dışavurumu sanıyorsunuz?

(Haber Ekspres, 24 Nisan 2007)

17 Nisan 2007

HALK VARDI TANDOĞAN MEYDANINDA, HALK! - ZAFER YAPICI




Önce “darbelerle” ilişkilendirdiler biz Atatürkçüleri. “Demokrasi düşmanı” ilân etmek istediler. Sonra dört bir koldan bölmeye çalıştılar gücümüzü. Sığlığın sağı solu olmadığını kanıtladılar cümle aleme. Özgürlüğü PKK’ya özgürlüğe eşitleyenlerle, tarikatlara özgürlük sananlar aynı ortak zeminde buluşuverdiler birden. ABD çıkarlarının sözcüsü olanlar, AB çıkarlarının yılmaz savunucularıyla kol kola girdiler hiç vakit kaybetmeden…

Ama başaramadılar…

14 Nisan oldu. 14 Nisan’da Ankara’da meydanlar doldu. Saatlerce sürdü halkımın akışı Anıtkabir’e. Bitmedi insan seli. Sonlanmadı. Gençler doldurdu Tandoğan Meydanı’nı. Yüzbinlerce genç, yüzbinlerce umut ışığı…Cumhuriyet kadınları, cumhuriyet evlâtları…İki hafta önce kalp ameliyatı geçirmiş bir amcamız da vardı orada, elinde ay yıldızlı bayrağı, yüreğinde vatan sevgisiyle; ilk gençliğinin başındaki bir delikanlı da…Ve çocuklar, binlerce minik yürek. Atatürk’ü tanıyan, bilen, şimdiden anlayan binlerce minik yürek…

Halk vardı Tandoğan meydanında; halk…Atatürkçülüğü elitist bir hareket olarak ilân eden halktan kopuk entelektüeller(!), BOP’a eşbaşkan olma gayretinde olanlar, hayalleri seçimler sonrasında yeniden iktidar olacağını sandıkları karanlık zihniyete yamanmak olanlar; takiyeci yandaşları, “minik koalisyon ortağı” olma rüyasına kapılanlar yoktu. Sol olmanın ulusalcı olmayı gerektirdiğini fark edemeyenler ve böylelikle emperyalizmin kucağına düşenler, parıltılı yaşamlarının getirdiği “muhafazakârlığa” yenilen “ultra zenginler”, borsa-kumar ekonomisi sevdalıları yoktular. AB’nin her dediğini itirazsız kabullenenler, Kıbrıs’ı yani vatanı bir çırpıda satanlar yoktular. Ülkelerini, ülkelerinin ekonomik zenginliklerini iç-dış yandaşlarına sunan pazarlamacı müsveddeleri yoktular. Yolsuzluklara batmışlar, elleri yoksulun kursağında olanlar, halkı sadaka verilen tebaa olarak görenler yoktular…

Halk vardı Tandoğan meydanında; halk...”Şu Çılgın Türkler” var ya; onlar vardı. Edirne’den, Artvin’den, Malatya’dan, Samsun’dan, İstanbul’dan, Sivas’tan, Antalya’dan, Hatay’dan, Antep’ten, Van’dan, Aydın’dan, Konya’dan, Denizli’den, Zonguldak’tan, Manisa’dan….ülkemin her yanından Ankara’ya akın eden yüzbinlerce “Çılgın Türk”. Ankaralılar vardı orada. Cumhuriyetçi Ankaralılar. Ve İzmirliler. Benim cefakâr, inatçı, duyarlı, kararlı hemşerilerim…Oradaydılar…Her zaman oldukları gibi…

Halk vardı Tandoğan meydanında halk…İlericiliğin, halkçılığın ve umudun ne olduğunu algılamada sendikalarının çok ötesine geçmiş işçiler, doktorlar, memurlar hukukçular vardı. Öğretmenler, emekliler, öğrenciler vardı. Öbek öbek öğrenciler…Öğretim üyeleri vardı; halktan kopmayan öğretim üyeleri…Gazilerimiz vardı, şehit ailelerimiz. “Bugünleri gördük ya, ölsek de gam yemeyiz” diyorlardı…Sanatçılar, sporcular, işsizler vardı. Ezilenler, yoksullaştırılanlar, hakları ellerinden alınanlar, sindirilmeye çalışılanlar vardı.

14 Nisan bir milât oldu. 2007’de Atatürkçülüğün/Kemalizmin bir halk hareketi olduğunu cümle aleme gösterdi. Toplumsal muhalefetin zeminini kararlı bir biçimde yeniden kurdu. Atatürkçülüğün ulusal eylem ve ideoloji birlikteliğine dayanan sentezinin eylemsel ve ideolojik yönünü, çoğu anlık gelişen sloganlarıyla net bir biçimde sundu. 14 Nisan cumhuriyetçilik, laiklik, ulusalcılık, devrimcilik, devletçilik, halkçılık üzerinden toplumsal muhalefetin zeminini, hâlâ göremeyenlere gösterirken; bu ilkeler üzerinde şekillenecek yeni iktidar projesine de işaret etti.

Bir diğer ifadeyle 14 Nisan bir hüzün ve tepki fotoğrafıydı. Ama onu asıl önemli kılan, bir umut ve alternatif biçimini alıyor olmasıydı. Çok olmanın getirdiği güven, umudu büyütüyordu. Alternatifin Atatürkçülük ve cumhuriyet değerleri olması gerektiği konusundaki kararlılığı büyütüyordu. İşte bu yüzden artık umut da vardı alternatif de. Hüzün ve tepkinin meydanlara taşıdığı milyonların, umut dolu ve gülen gözlerle; ve alternatifin varlığı konusunda yeniden sahip olduğu güvenle meydanlardan ayrılması başka nasıl izah edilebilir?

Değerli okurlarım, işte saydığım bu nedenlerden dolayı 14 Nisan 2007 Cumhuriyet tarihinde bir büyük gün; bir uyanış günü olarak hatırlanacak. Hüzün ve tepkiye umudu eklemesi onu benzersiz kılacak. Ama Cumhuriyet’i ve cumhuriyet değerlerini sahiplenme konusundaki devrimci kararlılığımızı sürdürmek esas önemli olan. Bu nedenle birken beş, beşken on olmak için çalışmalıyız. Henüz farkında olamayanlara tehlikeyi duyurmalıyız. Alternatifin varlığını haykırmalıyız. Her yeni buluşmada daha da çoğalmalıyız.

Cumhuriyet devriminin altı temel ilkesinde birleşmeliyiz! Sandıkta birleşmeliyiz!

Biz bunu yapacak güçteyiz!

Cumhuriyet düşmanlarının paçaları neden bu kadar tutuştu sanıyorsunuz?

(Umutla acı ne yazık ki aynı gün birleşti. Yine yüreklerimiz dağlandı. İzmir’in feci bir kazada üstelik çoğu çocuk 33 canını yitirdiği haberini aldık. Hepimizin başı sağolsun…)

(Haber Ekspres, 17 Nisan 2007)

10 Nisan 2007

ÇAĞDAŞLAŞMANIN TEMEL EKSENİ LAİKLİK - ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, bugün 10 Nisan Laiklik Günü.

Bu yıl 10 Nisan daha bir anlamlı.

Neden biliyor musunuz? Çünkü gerçekten "final sürecini" yaşıyoruz. Hani o bazı külhanbeyli özentilerinin böbürlenici bir eda ile; ağızlarını yayarak anlattıkları "final sürecini"...

Bu "final süreci"nin nihai amacı ne? Rejimi içten çökertmek...

Bir rejim içten nasıl çökertilir? Rejimi sahiplenenleri uyutarak...

Rejimi sahiplenenler nasıl uyutulur? Baskıyla, basınla, şiddetle, hiddetle, yalanla, talanla, rejimi sahipleniyor görünüp altını oymakla, rejimin tabanı olmadığına halkı inandırmakla, rejimi destekleyenleri içten bölmekle, ama kendi bütünlüğünü ne pahasına olursa olsun korumakla...

Peki rejim nasıl sahiplenilir? Rejimi tanımakla, rejimi tanıtmakla, bilinçli olmakla, birlik olmakla, etkin olmakla, devrimci olmakla, "adam olmakla"...

İşte bu yüzden 10 Nisan önemli. İşte bu yüzden bir simge gün 10 Nisan...

Laikliğin bir taraftan unutturulmaya çalışıldığı, diğer taraftan da AB'ci entelektüellerin (!) ısmarlama kavramsal keşifleri-siyasal iktidar ortaklığı ile içinin boşaltılmaya çalışıldığı günlerden geçiyoruz...

Laiklik onların anlattığı kadar bukalemunvari bir kavram değil oysa...

Çok net: Laiklik dinin siyasallaşmasına ve siyasetin dinselleşmesine karşı olmaktır. Devlet ve din işlerinin birbirinden bağımsızlaştığı, toplumsal yaşama aklın ve çağdaş değerlerin egemen olduğu bir yönetim ve yaşam biçimidir. Bu nedenle laiklik olmadan çağdaşlaşma olmaz. Gerçek bir demokrasi de laiklik temelinde yücelecektir. AB'ye karşı onursuzluğu kutsayan entelektüel/medya (!), demokratik açılım kavramını PKK'yı siyasallaştırma sanan 'yanlış yol'dakiler (!) ile BOP yandaşı 'ılımlı İslamcı' koalisyonuna duyurulur...

Cumhuriyet, laiklik ve demokrasi Türkiye Cumhuriyeti'nin ayrılmaz altın üçgenidir. İşte bu üçgenin varlığıdır bazı iç ve dış güçleri rahatsız eden. Türkiye'nin birliğinin çimentosu olan cumhuriyet, laiklik ve demokrasiyi birbiriyle kavgalı duruma düşürmek istemektedirler. Demokrasiyi gerçekte araçlaştıranlar, onu sahipleniyor görünüp cumhuriyete ve laikliğe saldırmaktadırlar. Bununla da kalmayıp demokrasiyi cumhuriyet ve laiklikle karşı karşıyaymış gibi göstermektedirler...

Asıl tehlike budur

Cumhuriyet, laiklik ve demokrasi ayrılmaz bir bütündür. Bu üç unsuru ayrıştırmayı amaçlayan tehlikeyi görmeli ve üçüne de aynı değerde sahip çıkmalıyız. O zihniyetlerin amacı laikliğe ve cumhuriyete karşı demokrasiyi savunuyor görüntüsü vererek halk vicdanında yeni karşıtlar yaratmaktır. Bugün Türkiye'mizde oynanan oyun budur...

Oysa cumhuriyet, laiklik ve demokrasinin bir arada olduğu zaman uygar yaşam biçimi (kadın-erkek eşitliği, giyim-kuşamda çağdaşlık, dayanışma, hakça paylaşım, üretim vb.), hukukun üstünlüğü, çağdaş eğitim, din duygusunun ve dini inançların baskı altına alınmaması, milli egemenlik, milli bağımsızlık, milli birlik ve beraberlik, yurtta sulh cihanda sulh, çağdaşlaşma, bilimsellik ve akılcılık, insan ve insan sevgisi...güvence altındadır.

CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal: "Laiklik anlayışı, aynı zamanda, hiçbir dinin, inancın, mezhebin devletin hukukunu, eğitimini ve yönetimini oluşturmasına izin verilmemesini de öngörür. Eğer bu izin bir kez verilirse siyasetin referansı demokrasi olmaktan çıkar. Bunun sonucu önce oluk oluk kardeş kanı, sonra da koyu ve karanlık bir otoriter rejimdir... Laiklik anlayışının dışına çıkılması üç aşamalı bir süreçtir: Önce "ılımlı dindarlık" derler. Arkasından dincilik aşaması gelir. Onun arkasından kökten dincilik... Bu konuda kapı bir kere açıldıktan sonra ılımlıdan en radikale kadar dönüşüm aşama aşama başlar. Ve her yönetim kadrosu bir sonrakine zemin hazırlar." demekle laikliğin ne kadar önemli olduğunu anlatmıyor mu?
Değerli okurlarım, bugün yapılması gereken laikliğin önemini kavramak ve ona sahip çıkmaktır. Devletin hukukunu, eğitimini ve yönetimini laikliği kaldırarak dinsel temeller çerçevesinde idare etmek isteyenlere fırsat vermemeliyiz.

Makama yakışmak

Laikliğe sahip çıkmak; Atatürk ilke ve devrimlerine, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletine, kadın-erkek eşitliğine, cumhuriyete, demokrasiye, çağdaş eğitime, hukukun üstünlüğüne, ulusal bütünlüğe, iç barışa, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olmasına, anayasaya, bilimselciliğe, akılcılığa, cumhuriyetin kurum ve kuruluşlarına, çağdaşlaşmaya... sahip çıkmaktır. ABD'nin "ılımlı İslam" projesine doğal karşıtlık anlamında emperyalist çıkarlara karşıtlıktır. Vatana sahip çıkmaktır...

Değerli okurlarım, işte bu yüzden "laik olmak adam olmaktır". Çağdaş yaşam biçimimizin ekseni olan laikliği ne pahasına olursa olsun korumak durumundayız. Bu kadar önemli bir ilkeyi sahiplenmeyen, ya da sahipleniyor görünüp yozlaştırmaya çalışan biri Atatürk'ün makamına yani cumhurbaşkanlığı makamına yakışır mı? Laikliği içine sindirememiş bir zihniyetin önünde al sancağımız eğilebilir mi? Ona "cumhurbaşkanım" diyebilir miyiz?...

Ulusça uyanmanın zamanı gelmedi mi? Peki ya birlik olmanın?...

14 Nisan saat 11.00'de Ankara Tandoğan Meydanı'nda buluşmak üzere...

(Haber Ekspres, 10 Nisan 2007)

03 Nisan 2007

TÜRKÇE TÜRK ULUSUNUN SES BAYRAĞIDIR - ZAFER YAPICI



Eğitim sistemimiz, düşünce kodlarımız, ekonomimiz, dış politikamız, yönetim anlayışımız kuşatma altında. Bunlarla bağlantılı olarak; belki de bunların görüntüsü olarak dilimiz de…Bazı yabancı diller ile Türkçe’nin karışımından oluşan adlar (cümbüsh, dönerchi, eskidji, simitland, börek center…) tabelalara çoktan yerleşti. Radyo ve televizyon programlarında geçen Türkçe için anlamsız sözcükler (maytaba almak, cızlamı çekmek, oha falan olmak, okey, bye…) özellikle gençlerin dağarcıklarına sızmakta. Internet kullanımı yeni ve çarpık bir dil yaratıyor. Birçok üniversitemizde; hatta orta öğretim kurumlarımızda eğitim dili Türkçe değil! Tüm bu yabancılaşma örneklerinin bir “moda oyunu”nun gereği olarak sunulduğu “popüler kültür” açmazıyla karşı karşıyayız. Yabancılaşmanın getirdiği siyasal edilgenliğin Batı çıkarlarına karşı ılımlı muhafazakar(!) iktidarın işine gelmesi açmazımızı daha da büyütüyor…

Değerli okurlarım, bugünkü eğitim sistemimiz ezberciliğe, kültürsüzlüğe, araştırmanın ve düşünmenin reddine olanak tanımaktadır. Bunun sonucunda bilinçli olarak sunulan “yeni dili” konuşan toplum modelleri yaratılmak istenmektedir. Geleneklere, kültüre ve dile aykırı davranışların; nezaketsizliklerin artması bu modellerin kabul görmesiyle ortaya çıkmaktadır. Atatürk: “Milli Eğitim’in ne olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bizde Milli Eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti münakaşa edilemez” demekle Milli Eğitim’in ne kadar önemli olduğunu bizlere anlatarak gereğini yapmamızı istemiyor muydu?

Sizlere bu bilinçle atılmış bir örnek adımdan sözetmek istiyorum. 09.02.2007 günü Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, bütün birliklere emir vererek, Türkçe’nin düzgün kullanılmasını istedi. Birliklerde yapılan denetimlere dilin düzgün kullanımı konusunu da ekledi. Yüzbaşı, üsteğmen, astsubay ve uzman çavuşlar da Türkçe sınavından geçirilecek, aldıkları not sicillerine eklenecek. Büyükanıt emrinde, üst rütbeli personeli de sorumlu tuttu ve alt rütbedekilere Türkçe’yi doğru kullanmaları için yardımcı olmalarını istedi. Emirde yabancı sözcüklerin Türkçe karşılıklarının kullanılması da istenildi.

Değerli okurlarım, dilimizin yabancılaştırılmasını yani dil faciasını önlemek, Türkçe’nin etkin kullanımını ve korunmasını gerektirmektedir. Sayın Büyükanıt’ın bu girişimi Türkçemizin ne kadar büyük bir tehlike altında olduğunu gösteriyor ve bu tehlikeden sıyrılmanın yolunu işaret ediyor. Bu nedenle Sayın Büyükanıt’ı kutluyorum.

Son dönemde dildeki yabancılaşma karşısında bir başka girişim de TBMM’den geldi. 13.02.2007 tarihinde 106 milletvekili tarafından “Türkçe’deki Bozulma ve Yabancılaşmanın Araştırılması, Türkçe’nin Korunması ve Etkin Kullanımı için Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Araştırma Komisyonu” 01.03.2007 tarihinde çalışmalarına başladı. Uzmanların da görüşlerini alarak görevini üç ay sonra bitirecek olan komisyonun araştırma sonuçlarını hep beraber göreceğiz.

TBMM çatısı altında kurulan bu komisyonun araştırma sonucunda saptayacağı önlemlere ilk başta başbakan, bakanlar ve milletvekillerinin uyması ve Türkiye’ye örnek olmaları gerekmez mi? Örneğin, “Artistlik yapma lan. El kol hareketi çekme. Ananı da al git…” diyen başbakanın, “Babalar gibi özelleştirme yapacağız. Vergileri tiko toplayacağız. Bana yamuk yapanları oyarım…” diyen maliye bakanının…

Bu üslubu anlamakta güçlük çekiyoruz. Aktarılan nezaketsiz laflar ne birer atasözü, ne deyim, ne de kalıplaşmış sözdürler. Bu tür konuşmalarını “halkın içinden geldik, bu halk lisanıdır” deyip kullanarak, hem halkı hafife alıyorlar, hem de halka saygısızlık yapıyorlar.

Kısacası onların kullandıkları dil halk dili değildir. Halk bu değildir!

Tüm yolsuzlukları, yoksulu ezen politikaları ve cumhuriyet devrimiyle hesaplaşmaları bir kenara bırakın; Türkçe’yi bu şekilde kullanan bir zihniyet Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başkanı olabilir mi? Başkomutan olabilir mi? Anayasanın 104. maddesinin yetki sorumluluklarını yerine getirebilir mi? Türk sancağı bu zihniyetin önünde eğilebilir mi?

Değerli okurlarım, bugünkü yazımı Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Türk demek Türkçe demektir”, “Milli his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli olması, milli hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkelerin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır”, “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, alakalı olmasını isteriz.”

Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmek için ulusça ikinci bayrağımız olan ses bayrağımızı; Türkçemizi koruyup etkin kullanmalıyız.

Ülkemizin ve dilimizin kuşatılmasına izin vermemeliyiz…

(Haber Ekspres, 3 Nisan 2007)