28 Ağustos 2007

GÜVEN...- ZAFER YAPICI


Güven; korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu, itimat anlamındadır.

Güvenilir olma ise, güven duygusu vermektir.

Bir insanın, bir kurumun v.s. güvenilir olması; korku, çekinme, kuşku durumu yaratmadan inanma, bağlanma ve itimat duygusu verebilmesidir.

Güvenilirlik sağlanırsa sevgi, saygı, hoşgörü ve barış teminat altına alınır. Çünkü güven, "aynı gemide olma hissi"ni büyütür.

Peki ya güven duygusu bir kez olsun zedelenmişse ne olur? Daha kötüsü onlarca, yüzlerce, binlerce kez zedelenmişse?

Yanıt basit. Felaket olur...

Sosyal yaşamın her alanında, güven duygusunun zedelenmesi parçalanmaları ve dağılmaları üretir. Evlilikte güvenin bitmesi evliliği, iş yaşamında güvenin bitmesi ortaklığı, dostlukta güvenin bitmesi dostluğu tüketir...

Ve ne yazık ki siyasal alan da bir istisna değildir...

Değerli okurlarım, şu sözleri bir kez daha dikkatle okuyunuz...

·"Ne mutlu Türküm diyene lafını her yere yaza yaza Türkiye ilkel hale dönüşmüştür."
·"Tarih boyunca görülmüştür ki, en birleştirici unsur dindir."
·"Moral değerleri açısından Türkiye'nin bütünlüğünü tehdit eden ve en ziyade tahribatı vermiş olan laiklik ilkesidir."
·"Dindar olan bir subaya kendi ordumuzda hayat hakkı vermiyorsunuz, ona ajan muamelesi yapıyorsunuz."
·"İkinci cumhuriyet ve Yeni Osmanlılık kavramlarını çok sağlıklı buluyorum ve geleceğe umutla bakıyorum."
·"Türkiye'de cumhuriyetinin sonu geldi, kesinlikle laik sistemi değiştireceğiz."
·"(8 yıllık kesintisiz eğitim)...reform değil eğitime darbe. Basın destekli sivil asker bürokrasisi ve sol partilerin dayatması. Bunu ancak ara rejim ürünü hükümetleri yapar."

Bu sözleri söylemiş biri Mustafa Kemal Türkiye'sinin sıradan bir yurttaşı için "güvenilir" kabul edilebilir mi? Dahası rejimin kaderi, cumhurbaşkanlığı makamı bu sözleri söylemiş birine emanet edilebilir mi?

Bir diğer soru. Böyle bir zihniyeti cumhurbaşkanlığına taşımak için her türlü dolaylı desteği (!) veren mecliste sandalye sahibi CHP dışındaki muhalefet partileri "güvenilir" kabul edilebilir mi?...

...Türk siyasetinde "güven" gittikçe zedeleniyor! Hem iktidar, hem de iktidarın ağzının içine bakan "bazı sözde muhalefet partileri" tarafından!

Bir denilen, bir denileni tutmuyor!

Cumhurbaşkanı adayı olarak TBMM'ye resmen başvuran Gül, düzenlediği basın toplantısında "kılavuzunun sadece Anayasa olacağını ve laiklikten ödün vermeyeceğini" söylüyor. Şöyle devam ediyor: "seçilirsem, bana oy versin vermesin herkesi kucaklayacağımı, herkesle işbirliği içinde olacağımı, tarafsızlık ilkesine sadık kalacağımı bir kez daha ifade etmek istiyorum. Benim görevim Türkiye'nin daha ileriye gitmesine yardımcı olmaktır, bütün devlet kurumları arasında uyumu sağlamaktır."

Şimdi sormamız gerekmez mi? Bu söylemlerinizi hükümette olduğunuz 4.5 yılda neden gerçekleştiremediniz? Şimdiki söylemlerinizle daha evvelki söylemleriniz arasında çelişki yok mu? Referans olarak hangi olumlu icraatlarınızı göstereceksiniz? Başbakanın "özü de bir sözü de bir" demesi mi referansınız olacaktır? Yoksa sizi eleştiren köşe yazarlarına başbakanın "Gül'ü benimsemeyen yurttaşlıktan çıksın" sözleri mi? Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer'e hakaret eden, TBMM'de Atatürk'ün mareşal fotoğrafının indirilmesini isteyen milletvekilinizi mi referans göstereceksiniz? Yoksa "Anayasadan Atatürk ilke ve devrimleri çıkarılmalıdır" diyen Zafer Üskül'ü milletvekili yapan başbakanın zihniyetini mi?

Bu takiye değil de nedir? "Güven" nerededir?...

Üzülerek söylüyorum "takiye oyununa" MHP ve DSP de figüranlık yapmıştır! "Güven" onlar için de artık Kaf dağının ardındadır.

Oysa Türkiye'de demokrasiyi işler durumda tutmak güven duygusunu yaratmakla sağlanır. Güven duygusu olmadan demokrasi gelişemez. Tramvay demokrasisiyle, takiye demokrasisiyle, yahut ılımlı muhalefet mizansenleriyle tramvay veya takiye demokrasilerini büyüterek demokrasi gelişmez, gelişemez!

Böyle bir durumda "bu tutum ve davranışlar içinde olan başbakanı ve cumhurbaşkanını benimsemiyorum, benimsemeyeceğim" demek en demokrat tavırdır! Cumhuriyetle hesaplaşma sürecinde olanlarla muhalefetçilik oynayanları eleştirmek, halkı onların düştüğü açmaz konusunda uyarmak en demokrat tavırdır!

Çünkü gerçek demokratlık laiklik ilkesini şiar edinmekten geçer. "Demokrat" görünüm altında "ılımlı İslam" modelini gerçekleştirerek demokrasinin kökünü kazımaktan yahut demokrasinin kökünün kazınmasına aracı olmaktan değil!

Değerli okurlarım, öyle günlerden geçiyoruz ki bu günlerde "istikrar oyunu" Türkiye'nin sosyolojisini, değerler sistemini, kültürünü, kimliğini, medyasını, iş dünyasını dönüştürüyor. Toplumda bir vurdumduymazlık tekeli yaratıyor.
Bu tekel toplumsal güvensizliği gizliyor. Korku ve çekinme hisleri güvensizliğin dışavurumunu engelliyor...

Aylar öncesinde, bu sayfalarda "vurdumduymazlık tekeli" ile ilgili şunları yazmıştım; hatırlarsınız... "Bu vurdumduymazlık tekeline yüzyıllar öncesinden Lermontov'un sözcükleriyle bile cevap verilebilir. Şöyle diyor Lermontov Çağımızın Kahramanı adlı yapıtının önsözünde: 'İnsanların tatlıyla beslendikleri yeter; mideleri bozuldu artık. Onlara biraz acı ilaç, katıksız gerçek gerek!'. Lermontov'un Dekabrist hareketin çarlık tarafından bastırıldığı dönemin ertesindeki baskı, suskunluk ve yılgınlık ortamında bu toplumcu-gerçekçi çıkışının mantığını hatırlamak, hatırlatmak gerek...Daha da açıkçası, çekilen acılara sebep olanları, acı çekenlere anlatmak gerek!"

İşte bugün "acı ilacı ve katkısız gerçekleri" anlatmaya çalışan tek parti CHP ve onu lideri Deniz Baykal'dır.

Tandoğan, Çağlayan, Çanakkale, Manisa, Gündoğdu, Samsun bilinci değil miydi aynı "acı ilacı ve katıksız gerçekleri " anlayan ve anlatan?...

"Güven" değil miydi siyasette önemli olan?

Haber Ekspres, 28 Ağustos 2007)

23 Ağustos 2007

GERÇEKLER ASLA YER DEĞİŞTİRMEYEN YILDIZLAR GİBİDİR - ZAFER YAPICI

1854 yılında ABD Başkanı Amerika'ya gelen beyaz göçmenlere toprak bulmak amacıyla bir mektup yazarak Kızılderililerden toprak istemiştir. Başkan mektubunda isteğinin kabul edilmesi durumunda, Kızılderililere rahatça yaşabilecekleri bir bölgenin ayrılacağını belirtmiştir. O zamana dek topraklarının büyük bölümüne beyazlar tarafından zorla el konulmuş olan Kızılderili Reisi Seattle, bir konuşmasında ABD Başkanı'nın bu mektubuna yanıt vermiştir. Sonradan bu yanıt yazıya dökülerek mektup olarak ABD Başkanı'na da gönderilmiştir.
Seattle'ın mektup haline getirilen bu konuşma metninin aslı ABD'de Seattle Squamish Müzesi'nde korunmaktadır.

Şef Seattle'ın mektubundan bazı alıntılar

...Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir...
...Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum. Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?
Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz. Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var: Beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum. Yaylalarda cesetleri kokan binlerce bufalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir bufalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz sadece yaşayabilmek için avlardık bufaloları.
Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır...
...Beyaz adamı bu topraklara getiren ve Kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrı'nın adaletini anlayamıyoruz. Tıpkı bufaloların öldürülüşünü, ormanların yakılışını, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi.
Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş.
İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak...

Değerli okurlarım, bu konuşmadan çıkarılacak çok büyük dersler olduğuna inanıyorum...
1800'lü yıllarda sömürü düzeni nasıl kurulmuş ise şimdi de dünyanın küresel efendileri sömürü düzenini yeni dünya düzeni adı altında sürdürmektedirler. Sömürüyü kendi düzenledikleri ve dünyaya kabul ettirdikleri "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ni" kendileri ihlal ederek sürdürmektedirler.

Bu nedenle Şef Seattle'nin anlattıkları, sadece 19. yüzyılın emperyalist yayılmacılığının mantığını deşifre etmiyor, 21. yüzyılın başında Irak'ta olup bitenleri; küresel ısınmayı gerçekleştirenleri birebir yansıtıyor. Sanki Şef Seattle iki yüzyıl öncesinden bugünün sömürü düzenini ifşa ediyor...
Şef Seattle; "İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak..." demişti. Tüm dünyanın ekolojik dengesini kendi çıkarları için yok etmeyi göze alan küresel efendilerin varolduğu bir dünyada bu sözler en çok bıçağın kemiğe dayandığı bugünü anlatıyor...
Aşırı sanayileşmenin toprağa bıraktığı atıkların ve atmosfere saldığı gazların havayı, suyu ve toprağı kirletmesi, ormanların kesilerek veya yakılarak yok edilmesi bugünkü kuraklığı dolayısıyla susuzluğu ortaya çıkarmamış mıdır? Dünyada, Türkiye'de hatta bölgemizde kuraklık sonucu susuzluğu yaşamıyor muyuz? Şef Seattle'nin söylediği gibi bu gün insanoğlu varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcında...
Farkında mıyız?
Küresel efendiler kendi çıkarları için dünyayı; ülkemizi büyük çöplüklere çeviriyorlar. Ama küresel ısınmanın sorumluluğunu bile üstlenmek istemiyorlar. Geri kalmış ülkelerin tüm kaynaklarını ele geçirme uğruna o ülke insanlarının yaşamlarını, kültürlerini, tarihlerini, çevrelerini ve geleceklerini tahrip ediyorlar.
Halkını ve çevresini düşünen yurttaşlar olarak, bu güçleri ve bu güçlerin uzantılarını iyi tanımalıyız. Tedbirlerimizi vakit kaybetmeden almalıyız.
Havanın, suyun, toprağın ve ormanların yaşam kaynağımız olduğunu unutmamalıyız...
Tıpkı Şef Seattle gibi geldiğimiz noktanın farkında olmalıyız!
"Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir. Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir. Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir" diyor Seattle...
Evet, gerçekler asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir...

(21 Ağustos 2007, Haber Ekspres)

ULUSLAŞMAK - ZAFER YAPICI

Günümüzde ulus-devlet iki farklı düzeyde meydan okumayla karşı karşıya. Birinci meydan okuma "aşağıdan" geliyor. Irka, dinsel kimliğe ve bölgeselliğe dayalı ulus-altı oluşumlar ulusu aşındırma gayretindeler. İkinci meydan okuma ise "yukarıdan". Küreselleşme kavramıyla simgelenen büyük güçlerin ve uluslararası sermayenin hükümranlığı ulus düşüncesini yıpratmaya çalışıyor. İşin kötüsü ulus karşısında, ulus altı ve ulus üstü oluşumlar müthiş bir işbirliği içindeler...

Bu ikili meydan okuma her devlete aynı oranda zarar vermiyor. Küresel sermayeyi yöneten devletler meydan okumalardan etkilenmiyorlar. Hatta bu süreci yöneterek güçlerini arttırıyorlar. Buna karşın küreselleşme mağdurları "sömürülen devletler" bir taraftan küresel sermayenin ülke ekonomisindeki kırılgan hükümranlığıyla "yukarıdan", diğer taraftan da kimliğe dayalı parçalanma tehditleriyle "aşağıdan" etkisizleştiriliyorlar...

İşte bu noktada, yeni emperyalizmin mağduru olan devletlerin yönetimlerine büyük görevler düşüyor. Bir taraftan küresel sermayenin hükümranlığının yarattığı kırılganlığı azaltacak etkili ve üretime dayanan ekonomi politikaları geliştirerek "yukarıdan" gelen baskıları azaltmak; diğer taraftan birleştirici bir ulus düşüncesini ön plana çıkararak yapay bölünmeleri engelleyip "aşağıdan" gelen baskıları önlemek gerekiyor. Ancak böylelikle ulus-altı ile ulus-üstü arasındaki etkileşimin ulus adına yıpratıcı etkileri azaltılabiliyor.

Ne yazık ki ülkemizde siyasal iktidarın zihniyeti, bu etkilerin gücünü daha da arttırmaya hizmet ediyor. Siyasal iktidar dışarıda meşruiyetini ekonomiyi küresel sermayeye teslim ederek, içeride ise ırka, dine ve bölgeselliğe dayalı bir politikayı ön plana çıkararak sağlıyor.

Oysa akıntıya kapılmak değil, akıntıya karşı durmak gerekiyor.

Değerli okurlarım, şu günlerde genelde ulusçuluk ve özelde Mustafa Kemal'in ulusçuluk düşüncesi meydan okumalara karşı bir alternatif olarak önemli hale geliyor. Ulusçuluğu sahiplenen siyasi oluşumların tarihi sorumlulukları artıyor. Bu nedenle aynı zamanda CHP'nin Parti Eğitmeni olarak, CHP'nin ideolojik özünden yola çıkıp, CHP yayınlarından ve parti içi eğitim seminerlerine katkı koyan Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'nın konuşmalarından yararlanarak ulusçuluk konusundaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Ulusçuluk (milliyetçilik), ulusun tüm bireylerinin ulus olmaktan doğan onur ve kıvanç duygularıyla ve ulusal kimlik bilinci içinde, başka devlet ve toplumlardan her alanda bağımsız olarak, devletin ve ulusun geleceği için birlikte çalışması; sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda başka toplum ve devletlerden bağımsız yaşama istencini taşıması ve bu istenci gerçekleştirmeye, ulusal devleti kurmaya yönelmesidir.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanmasından sonra, bir yandan devlet ve toplumu "ulusçuluk" bilinci çevresinde birbirine kenetlemeye çalışırken; diğer yandan da toplumun özelliklerinin korunmasına özel bir önem vermiştir.

Atatürk ulusçuluğu bağımsızlığı korurken, ulusu çağdaşlaştırmayı amaçlar. Diğer devletlerin bağımsızlığına saygı gösterir, barışçıdır. Emperyalizme (yayılmacılığa) karşıdır. Ayırıcı değil, birleştiricidir. Kişi, hanedan, kurum egemenliğine karşıdır. Yalnız siyasal, toplumsal ve kültürel değildir. Ekonomik yaşam alanlarını da kapsar.

Değerli okurlarım, ulusçuluk ilkesinin iki yönü vardır. Birinci yön dışa dönüktür. Bağımsızlıktır; tam bağımsızlıktır. Kemalist devriminin evrenselliğinin en önemli nedenlerinden biri, ulusçuluğunun dışa dönük, bağımsızlık yönüyle ilgilidir. İkinci yön, içe; bir ulus yaratmaya dönüktür. Bu yönün mantığı bizler için son derece önemlidir. Çünkü hiçbir toplum gösteremezsiniz ki, uluslaşmadan çağdaşlaşabilmiş, uluslaşmadan demokratikleşebilmiş olsun...

Bu demek oluyor ki Mustafa Kemal'in ulusçuluğu küreselleşmenin iki dinamiğinin antitezidir. Yukarıdan gelen baskılara direnecek "bağımsızlıkçı", aşağıdan gelen baskıları engelleyecek "birleştirici" yolun adıdır.

Mustafa Kemal'in ulusçuluğunun bir diğer boyutu, onun tarihsel önemini arttırmaktadır. Uluslaşmak aynı topraklar üzerinde yaşayan insanlar arasında bir "biz" duygusunun, bir "dayanışma" duygusunun yaratılması demektir. Sorun bu duygunun nasıl yaratılacağıdır... Bu duygunun yaratılmasında ırka yahut dine dayanıp sonraki toplumsal bölünmelerinin temellerinin mi atılacağı, yahut yurttaşlığa dayalı bir ulus fikrinin "dayanışmanın" merkezine mi yerleştirileceğidir...

1920'li yılların Anadolu'sunda tıpkı bugün olduğu gibi 20 civarında etnik kökenden gelen insanlar yaşamaktaydı. Ama bir ulus yoktu. Gazi Mustafa Kemal, bu koşullarda ulusu yurttaşlık temelinde inşa etti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk niçin "Ne Mutlu Türk Olana" değil de, "Ne Mutlu Türküm Diyene" demiştir? Niçin ulus tanımını "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına Türk milleti denir" biçiminde yapmıştır?

Çünkü Mustafa Kemal, yurttaşlığa dayalı bir ulus fikrini dayanışmanın merkezine yerleştirerek ulus-altı görünen tüm unsurları ulusun bünyesine alabilmeye çalışmıştır! Ulus-üstü baskılara karşı böyle durabilmiştir!

Mustafa Kemal'in ulus düşüncesinin yerindeliğini her gün biraz daha iyi kavrıyoruz. Aynı ırktan, benzer dilleri konuşan Sırpların Boşnakları katli ve Kuzey İrlanda'da Katolikler ve Protestanlar arasındaki çatışmalar aynı ırktan gelmenin bir ulus yaratmak için yeterli olmayacağını gösteriyor. Aynı dinden olmak da bir ulus yaratmak için yeterli değil. Bu konuda akla gelen ilk örnek Irak. Tüm bu örneklerde, din, ırk ve bölgesellikler kan ve gözyaşı ürettiler.

Bu laboratuarı dikkatle incelemeliyiz. Ülkemizde benzeri olayları yaşamamak ve yaşatmamak için kurulan tuzaklara ve oynanan oyunlara karşı uyanık olmalıyız.

Uluslaşmamızı "biz" ve "dayanışma" duygusunu yaratıp, birlik ve beraberliğimizi oluşturarak, Atatürk ilke ve devrimlerinin rehberliğinde tamamlamalıyız.

Çünkü başka Türkiye, başka Türk Milleti yok!...


(14 Ağustos 2007, Haber Ekspres)

07 Ağustos 2007

RENKSİZ ANAYASA=TURUNCU ANAYASA MI? - ZAFER YAPICI

"Türklük bir alt kimliktir... Yahu milletin bütünlüğü 'Ne mutlu Türküm diyene' ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı 30'u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir araya getirdi. Biz de inanç birliğiyle tutacağız... Osmanlı eyaletler sistemi gibi bir sistem Türkiye'de uygulanabilir...Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu. Sen bunun önüne geçemezsin ki... Türkiye Cumhuriyeti'nde 27 etnik grup yaşamaktadır. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir... Tevhidi Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi? Harf inkılabı vasıtasıyla bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır... Türkiye kendisine din olarak Kemalizm'i almış ve kitlelere zorla dikte edilmiştir..."


Değerli okurlarım, tırnak içindeki sözler Recep Tayyip Erdoğan'a ait.

Aynı zihniyetin "liberal" yahut "demokrat" (!) gömlekli uzantıları da, Türkiye'yi, kökeni emperyalizm karşıtı mücadeleye dayanan laik ve çağdaş bir cumhuriyetten ılımlı İslam ülkesine çevirme ortak hedefine ulaşabilme konusunda büyük bir kampanya içindeler.

Bu kampanyanın başarıya ulaşmasının temel koşulu Mustafa Kemal Atatürk'ün halkçı ve devrimci mücadelesinin mantığının zihinlerimizden silinmesidir; Mustafa Kemal'in zihinlerimizden silinmesidir...

2006 yılı içinde İzmir'de Atilla Yayla şunları söylemişti: "Kemalizm, ilerlemeden çok, gerilemeye tekabül etmektedir."

AKP Mersin Milletvekili Zafer Üskül ise geçenlerde "Anayasa'da Atatürk milliyetçiliği, Atatürk ilke ve inkılapları kavramlarına gerek yok" deyiverdi. Liberal-muhafazakar-ılımlı İslamcı camiada (!) büyük sükse yaptı! "Renksiz anayasa" önererek kayıtsız şartsız "Ilımlı İslam"a giden yolda "liberal" bir kılıfa bürünmenin altyapısını hazırlamaya çalıştı...


Bu görüşün ortaya atılmasından sonra bazı AKP yöneticileri "kişisel görüşüdür, parti gündeminde böyle bir şey yok, ama bakılır" gibi ifadeler kullandılar. Oysa Zafer Üskül: "Bizim görüşümüz bu. Elbette isteyen eleştirebilir. Ama bu yaklaşım zaten AKP'nin yaklaşımıdır ve seçim bildirgesinde de vardır" demekle zaten açık olan bir paralelliği bir kez daha ortaya koydu...


Tüm bunlar gösteriyor ki, hem dış güçler, hem de onların siyasal yahut "bilimsel" uzantıları tarafından Türkiye'nin tamamen "Ilımlı İslam" ülkesine dönüşmesinin önündeki tek engel netlikle saptanmıştır. Engel Kemalizm'dir. Düşman Kemalizm'dir. Çünkü korku Kemalizm'dir...


Korku Kemalizm'dir çünkü Kemalizm emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe baş kaldıran bir ideolojidir. Atatürk'ün "bağımsızlık benim karakterimdir" ve İsmet İnönü'nün "namuslular da en az namussular kadar cesur olmalıdır" sözleriyle pekişmiş bir ideolojidir. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkeleriyle şekillenmiş; popülist değil, halktan yana bir ideolojidir...


Peki ilk aşamada istenilen gerçekleşirse, yani Anayasa ile Atatürk arasındaki bağlar koparılırsa ne olacak?

1. Anayasanın değiştirilemez; değiştirilmesi teklif edilemez 1, 2 ve 3. maddeleri kaldırılabilecek,
2. "Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz..." şeklindeki Anayasanın 42/3 fıkrası kaldırılabilecek,
3. Anayasanın 58. maddesi'nde yer alan "Devlet istiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilim ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır..." hükmü kaldırılabilecek.
4. Anayasanın 81. maddesinde yer alan milletvekilliği andı değiştirilebilecek. "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma... namusum ve şerefim üzerine andiçerim" hükmü kaldırılabilecek...
5. Anayasanın 103. maddesinde yer alan Cumhurbaşkanlarının göreve başlarken içtikleri and değiştirilebilecek. "Cumhurbaşkanlığı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma... namusum ve şerefim üzerine and içerim" hükmü kaldırılabilecek.
6. Devrim kanunlarının korunması ile ilgili Anayasanın 174. maddesi kaldırılabilecek. Böylelikle örneğin Tevhidi Tedrisat Yasası; Şapka Yasası; Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Ünvanların Men ve İlgasına Dair Yasa; Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Yasa; Efendi, Bey, Paşa, gibi Lakap ve Ünvanların Kaldırıldığına dair Yasa; Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Yasa kaldırılabilecek...


Mustafa Kemal'in ilkelerinin Anayasa'dan çıkarıldığı zaman Anayasamız böyle bir şekil alacak. Artık "takiyye yapmaya" gerek kalmayacak!

"Turuncu" bir anayasa oluşturma hazırlıkları yapılıyor...


Değerli okurlarım, 1919 ruhu milli iradeyi, milli irade cumhuriyeti, cumhuriyet laikliği ve laiklik ise demokrasiyi doğurdu. Bir ağaç düşününüz. Bu ağacın kökleri 1919 ruhunun milli iradesi, gövdesi cumhuriyet, dalları laiklik ve meyveleri demokrasi. AKP zihniyeti bu ağaca elinde baltası ile tırmanıyor. Her dalına bir bir oturup tüm meyvelerini yedikten sonra dallarını tek tek kesip aşağıya iniyor. Arkasından gelen halka; "bakın cumhuriyetin yenecek meyveleri kalmadı (cumhuriyetin içinde ne laiklik ne de demokrasi kaldı) ağaç kuruyor" diyerek, halkın cumhuriyet ağacından uzaklaşmasını sağlayarak, kendisine göre bir demokrasi anlayışını ortaya koyuyor. İşte demokrasiyi bir araç olarak gören zihniyetin uygulamaları.

Meyveleri bu zihniyet mi yemeli yoksa Türk milleti mi? Ne dersiniz?

Şimdi gericiliğe ve emperyalizme karşı cumhuriyete, laikliğe ve çağdaş demokrasiye; Soros turuncusuna karşı al bayrağımıza ve Kemalizm'e sahip çıkmanın; bu yağma düzenini değiştirmek için uğraş vermenin tam zamanı; değil mi?

Yarın çok geç olmadan uyan Türkiyem uyan!...

(Haber Ekspres, 7 Ağustos 2007)

02 Ağustos 2007

HANGİ SİYASET TARZI? - ZAFER YAPICI

Siyasetçi-parti ilişkisi oldukça karmaşık bir konudur.

Kimi siyasetçiler partilerinin ve ilkelerinin başarısı için çalışırlar. Kimileri partilerinin yararına çalışırlar ya da çalışıyor görünürler ama kişisel çıkar peşinde koşarlar. Kimileri ise hem partilerinin başarısızlığı için çalışırlar, hem de kişisel çıkar peşinde koşarlar.

Bu tasnif, açıktır ki etik ilkeleri merkeze alarak oluşturulan bir tasniftir. Birinci kategorideki siyasetçiler idealdir. İkinci kategoridekiler daha az istenilirdir. Kişisel çıkarı, parti yararının arkasına gizleyerek sunmak etik değildir. Ama parti yararına çalışmak ve hatta çalışıyor görünmek bu tercihi bir nebze olsun kabul edilebilir kılar. Üçüncü kategoridekiler bir muammadır. Başarısızlıktan kişisel çıkar sağlama kolay affedilecek bir durum değildir.

Değerli okurlarım, Türkiye örneğinde bir de dördüncü tür siyasetçiler mevcuttur. Bunlar hem partilerinin başarısızlığı için çalışırlar, hem kişisel çıkar peşinde koşarlar; bu da yetmezmiş gibi kişisel çıkarlarının arkasında başka unsurların çıkarlarını gizlerler. Ve tüm bunları, partilerinin yararı için çalıştıkları görüntüsünde yaparlar...

En tehlikeli siyasetçiler onlardır.

Onların binbir surat olabilme gibi özel yetileri vardır. Ve aslında bu yetilerini her fırsatta kullanmaları partileri ve partilerinin ilkeleri için çalışmalarına engeldir.

Onların gayeleri de "konjonktüre" göre değişebilmektedir. Kimi zaman gaye parti ilkelerine karşıt ilkeleri partiye transfer edebilmenin altyapısını hazırlamaktır. Bu "sulandırma" görevi, özellikle partinin ilkelerinin "küresel" güçlerin çıkarlarıyla uyuşmadığı durumlarda sıklıkla görülür. Kimi zaman gaye, parti içi iktidarı ele geçirmektir. Ancak bu basit bir iktidar mücadelesi değildir. Amaç parti içi iktidarı ele geçirerek partiyi başkalaştırmaktır. Küresel efendilerin "dikensiz gül bahçesine" dönüştürmektir.

Bu tür siyasetçiler amaca giden her yolu meşru görürler. Gücü ele geçirmek, partinin başarısızlığı üzerine olacaksa başarısızlığın olması için ne gerekiyorsa yaparlar. Gerekirse bir ajan gibi parti içinde, başarısızlık için çalışırlar. Ancak medya karşısında güleç yüzleriyle "biz partimizi destekliyoruz", "partimizde birleşelim" mesajları da verebilirler...

Aslında bu durum bir çelişki değildir. Normaldir. Onlar için olması gerekendir. Onların varlık nedenidir.

Onlarca örnek verebiliriz farklı türdeki "kötü" siyasetçilere...

Kimileri büyük güçlerin Avrasya politikalarını yürütmede kilit roller üstlenirler örneğin. Ama kendilerini solcu olarak pazarlarlar. Solun emperyalizm karşıtı içeriğini sulandırırlar. Bazen birileri adına "uluslararası görevler" üstlenirler, bazen bir başarısızlık anında kullanılmak üzere ülkelerinde yeni "misyonlar" yüklenirler...

Kimilerinin siyaset IQ'ları idiot seviyesindedir. Anlamsız pişkinlikteki gülümsemeleri temel siyaset alanı olarak seçtikleri cenaze törenlerinde bile yüzlerinden eksik olmaz. Çünkü cenazeye geliş nedenleri taziye değil kendilerini göstermedir. Orada da gülerler, çünkü en güzel gülerken göründüklerini sanırlar...

Kimilerinin seçilme yarışına girdiklerinde ya da "seçildiklerinde" temel uğraşları, liderleriyle aynı karede görüntülenmek için mücadele vermektir. Ancak bir daha seçilemediklerinde namlular bir zamanlar sahte bağlılık görüntüleri verdikleri lidere çevriliverir. Artık "yiğit" görüntüsü verme vakti gelmiştir çünkü...Her şey bir tiyatro gösterisidir...

Kimileri isimlerden ibarettirler. Çoğunlukla siyaset dışında ünlendikleri isimlerden ibaret. Önce bu isimler pazarlanır güvenilirlik adına. Payeler verilir, yurt içinden yurt dışından. İmaj tamamdır artık. Kullanılmaya hazır bir isim oluşmuştur. Bu ismin bir atımlık barutu vardır ve zamanı gelince atar. Görev biter...

Malumunuz, daha çok örnek var.

Ama bu örneklerle uğraşmakla kaybedecek vaktimiz yok. Çünkü yapacak çok şey var.

İlki ilkeli, tutarlı ve onurlu bir siyaset tarzını kurumsallaştırmak...
Yukarıdaki örneklerin yanlışlıklarına düşmeyecek bir siyaset tarzını...


Haber Ekspres, 31 Temmuz 2007