31 Mart 2008

GERİLİMİ YARATANLAR GERİLİM TELLALLIĞI YAPTIRIYORLAR…

AKP 2002 seçimleri sonrasında iktidara geldiğinde, CHP lideri Deniz Baykal, R.T. Erdoğan’ı ziyaret ederek AKP iktidarında, cumhuriyetin niteliklerine, devrimlerine ve anayasasına dokunulmaması gerektiğini; bunların Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milleti’nin kırmızı çizgileri olduğunu hatırlatmıştı.

Daha sonraları AKP iktidarı Türkiye’nin anayasası, devlet düzeni, laikliği ve eğitim anlayışı ile kavga ederek onları başkalaştırma çabaları içine girdi.

30.06.2005 tarihinde CHP lideri Deniz Baykal AKP’nin bu tehlikeli gidişatını meclis grubunda dile getirdi ve Türk milletine şöyle seslendi: “Sevgili vatandaşlarım sizlere sesleniyorum; lütfen bu memleketin kaderine el koyunuz. Bu memleketi ne yapacağı bilinmeyen böyle bir iktidarın keyfi kararlarına teslim etmeyiniz. Bu ülke sizindir, bu ülke bizimdir, bu ülke hepimizindir. Türkiye’yi bugünlere hep beraber getirdik. Türkiye’ye bundan sonra hep beraber sahip çıkacağız. Türkiye’nin kazanımlarını, devletimizin kazanımlarını, Cumhuriyetimizin kazanımlarını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımlarını tehlikeye atabilecek bu sorumsuz gidiş karşısında bütün vatandaşlarımı kadınları erkekleri gençleri yaşlıları göreve çağırıyorum. Türkiye’ye sahip çıkmaya çağırıyorum”. Deniz Baykal bir taraftan mecliste AKP’nin yaptığı yanlışlıkları dile getirirken, diğer taraftan da devamlı olarak Türk Milleti’ni uyarıyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin tehdit ve tehlike altında olduğunu söylüyordu.

Bu çağrı zaman içinde 14 Nisan’ları yarattı. Milyonlarca cumhuriyetin değerlerine sahip çıkan yurttaşlarımız ve sivil toplum kuruluşları Tandoğan ve Anıtkabir’den iktidara ve dünyaya bir mesaj verdi. Ama bu mesaj tam alınmadı. Arkasından yine milyonlar Çağlayan’da, Gündoğdu’da, Çanakkale’de, Manisa’da ve Samsun’da haykırmaya devam etti. Ama AKP yine bildiğini okudu.

Cumhurbaşkanlığı, laiklik, anayasa, türban, kadrolaşma, YÖK, üniversite, Milli Eğitim, Vakıflar, gözaltı krizlerindeki tartışmalar sadece birkaç örnek…

Tüm bu krizleri yaratan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni uçuruma götüren AKP’ye dur diyen hukuk, parti kapatma davası açtı. Bundan da sıyrılmak isteyen AKP “mini anayasa paketi krizi” yaratmaya çalıştı. “Güç bende, ben istersem her değeri değiştirir, başkalaştırırım” anlayışı içine girdi.

Peki AKP tüm bu krizleri yaratmaya devam ederken CHP dışında sesini yükselten bir siyasi parti oldu mu? Hayır! Duyarlı Sivil Toplum Kuruluşları ve duyarlı yurttaşlar dışında sesini yükselten oldu mu? Hayır! CHP’nin, Sivil Toplum Kuruluşları’nın ve duyarlı halkımızın iktidardan hesap sorması hem iktidarı hem de bazı kesimleri rahatsız etti. İşte bu durumlar “gerginlik” olarak etiketlendi ve bu gerginliği azaltmak için bir süre önce TÜSİAD daha sonra TOBB, Kamu-Sen, Hak-İş, Türk-İş, TESK, TİSK, ve TZOB “Türkiye İçin Sağduyu” bildirisi yayınladı.

Bildiride “Türkiye Cumhuriyeti, anayasanın başlangıç ilkelerine dayalı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletidir. Vazgeçilemez olan bu ilkeler bütünü, bizi bir arada tutmaktadır. Bu ilkelerin varlığı dışında her mesele, siyasetin konusu olabilir ve özgürce tartışılabilir” dendi…

Şimdi sormak istiyorum TÜSİAD, TOBB, Kamu-Sen, Hak-İş, Türk-İş, TESK, TİSK, ve TZOB daha önceleri nerelerdeydiniz? Açıkladığınız bildirideki cumhuriyetin nitelikleri olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti 2005 ve sonrasında tehlike ve tehdit altında değil miydi? CHP liderinin 2006 yılında “Türkiye’nin rejimi ve bölünmez bütünlüğü tehlike altında” dediği zaman siz neredeydiniz? O zaman cumhuriyet değerlerine sahip çıkmadınız da şimdi kâğıt üzerinde sahip çıkıyor gibi mi görünüyorsunuz? O zaman kendi ekonominiz iyi idi de şimdi kötüye doğru gittiği için mi Cumhuriyet değerlerine sahip çıkma, “sağduyu” ve “herkes bir adım geri atsın” çağrılarını yaptınız.

Peki siz, ortada bir gerilim varsa bu gerilimin neden çıktığını veya çıkarılmak istendiğini bilmiyor musunuz? Geri adım atması gerekenleri ve hangi konularda geri adım atmaları gerektiğini açık ve net söyleyemez misiniz? Herkes kim? Siz bu herkesin neresindesiniz? Yoksa size verilen bir görevi yerine getirmek için mi bu bildiriyi yayınladınız? Kamuoyuna bu soruların yanıtlarını anlatmak durumundasınız…

Bu sağduyu ve bir adım geri atılsın çağrılarını büyük gövde gösterileriyle AKP’nin gerilim tellallığını yaparak değil yüreğiniz yetiyorsa bu gerginliği yaratanın AKP olduğunu, Başbakan olduğunu söyleyerek yapınız. Yüreğiniz yetiyorsa malumu ilan ediniz. Yüreğiniz yetiyorsa “-ülkemde gerilim olmasın diye 5 yıldır bekledim, şimdi neden geri adım atayım" diyen başbakana daha yüksek bir ses tonuyla “-geri adım atın” deyiniz.

Bunları yapmazsanız, geri adım atması gerekenleri CHP ve cumhuriyet sevdalıları olarak gösteriyorsunuz demektir. Amaç buysa, bu amaca hiçbir zaman ulaşamazsınız. Hiçbir vatansever cumhuriyet değerlerinden ödün vermez, geri adım atmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini ve ulusal, laik ve üniter yapısını savunanları Türkiye’yi gerginliğe götüren taraf olarak göstermek ve geri adım atmalarını önermek olsa olsa gaflet, delalet hatta hıyanet içinde olunduğunu gösterir.

Türkiye’yi bu ortama sürükleyen ve gerginlik yaratma girişiminde bulunan AKP ve onun lideri Recep Tayip Erdoğan’dır. Bunu açık bir dille söylüyoruz.

Mustafa Kemal Atatürk, “Bütün dünya bilsin ki, benim için bir yandaşlık vardır: Cumhuriyet yandaşlığı, düşünsel ve toplumsal devrim yandaşlığı. Bu noktada yeni Türkiye topluluğunda, bir bireyi bunun dışında düşünmek istemiyorum” demişti.

Tek yandaşlığımızın cumhuriyet yandaşlığı, düşünsel ve toplumsal devrim yandaşlığı olduğu için, değil bir adım; bir milim bile geri adım atmayacağız…

Atatürk ilke ve devrimlerini korumaya devam edeceğiz!

(Haber Ekspres 31 Mart 2008)

26 Mart 2008

HUKUK DEVLETİ - ZAFER YAPICI

Anayasa Mahkemesi, hukuk devletini, "insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet" biçiminde tanımlamıştır (Anayasa Mahkemesi'nin 25.5.1979 gün ve E. 76/1.K. 76/28 sayılı kararı: AMKD, sayı 14, s. 189 sayılı kararı).

Hukuk devleti anlayışı, bir ülkede yerleşmiş hukuk düzenine yalnız bireylerin değil, yönetimin de uymasını gerektiren bir ilkedir. Bu nedenle, hukuk devleti ile, hukuk düzeni arasındaki ilişkiyi gözden uzak tutmamak gerekir. Hukuk devleti ilkesinin bir anlam kazanabilmesi için, ülkede egemen olan hukukun, yönetilenlere karşı olduğu kadar devlete karşı da hukuk güvenliği sağlaması gerekir. Bunun için de, yasama ve yürütme güçlerine bazı sınırlamalar getirilmesi, hukukun herhangi bir sınıf egemenliğinin aracı olmaması, demokratik toplumun gereklerine cevap vermesi gerekir. Bunda da en büyük sorumluluk, hukukun ne olduğunu söyleme yetkisine sahip olan yargıçlara düşer.

Hukuk devletinin gerekleri ise şu şekilde sıralanabilir:

* Temel hakların güvenceye bağlanması. Hukuk devletinin ilk gereği, temel hakların güvence altına alınmasıdır. Bu amaçla temel haklar anayasada gösterilir. Bunların düzenlenmesi ve sınırlaması da, anayasaların koyduğu ilkeler doğrultusunda, ancak yasa ile yapılır ve yöneticilerin taktirine bırakılmaz.

* Yasaların anayasaya uygunluğu. Yasaların anayasaya aykırı olmayacaklarını belirtme yeterli değildir. Bunun yanında, yasaların anayasaya uygunluğunu sağlayacak bir denetim mekanizmasının da kurulması gerekir. 1961, 1982 anayasalarında, bu görev Anayasa Mahkemesi'ne verilmiştir.

* Yasaların genel olması. Yasaların genel olması, benzer durumların aynı çözümlere bağlanması demektir. 1961 Anayasası bunu dolaylı olarak, yasa önünde eşitlik ilkesi olarak belirtmiştir. 1982 Anayasası bununla da yetinmeyerek, "Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde, kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek" zorunda olduğu kuralını getirmiştir. (m. 10/3).

* Yürütmenin hukuka bağlılığı. Hukuk devlet ilkesinin en önemli gereklerinden biri kuşkusuz, kuralları uygulayacak, devlet işlerini yürütecek olan yönetimin, hukuk düzenine bağlı olmasının sağlanmasıdır. Anayasa, yönetimin hukuka uygunluğunu sağlamak için çeşitli önlemler almıştır. Anayasa, yürütme görev ve yetkisinin Anayasa'ya ve yasalara uygun olarak yerine getirileceğini (m. 8), Anayasa kurallarının, yalnız yasama ve yargı organlarını değil, yürütme ve idare makamlarını da bağlayacağını öngörmüştür.(m. 11). Anayasa bundan başka, yönetimin hukuka uygunluğunun yargısal denetimi için özel düzenlemelere gitmiş, yönetimin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğunu belirtmiştir. (m. 125).

Değerli okurlarım, görülüyor ki AKP, kendi zihniyetinin hayata geçirilmesinin önündeki engeli yukarıda anlatılan hukuk devleti olarak görmektedir. Bu engeli demokrasiyi ve yüzde 46.5 oy oranını bir araç olarak görerek ve mağdur rolü üstlenerek aşma girişimlerini örgütlemektedir.

Yine görülüyor ki nihai amaç Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri olarak sayılan demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini işlevsizleştirmek, anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez 1, 2 ve 3. maddelerini değiştirmektir...

Bu hedefe ulaşmak için de izlenilen yol:

* Cumhuriyetin demokrasi karşıtı gibi gösterilmesi ve cumhuriyet değerlerinin zayıflatılması,

* Anayasamızın en temel ilkesi olarak laikliğe karşı siyasal girişimlerin koordine edilmesi, laiklik ilkesinin hukuk tarafından savunulmasının önlenmeye çalışılması,

* %46.5 oy oranının arkasına sığınarak milli iradenin %100'ünü temsil ediyormuş gibi hukuk devletinin milli irade, laikliğin din karşıtlığı gibi gösterilmesi ve türbanla etkisizleştirmeye çalışılması,

* Sosyal devleti sadaka veren parti devleti olarak başkalaştırma ve işlevsizleştirme çabaları,

* Çılgınca bir kadrolaşma politikasının yürütülmesi olarak özetlenebilir.

Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde AKP'nin bu çabalarını eleştiren CHP lideri Deniz Baykal çok önemli ve tarihi açıklamalar yaptı. "AKP, kendi hukukunu yaratıyor, anayasayı kendi vücuduna göre dikilmiş bir elbise haline getirecek, böyle şey olur mu?" dedi. Siyasetçilerin de kurumların da gelip geçici olduğunu ancak hukukun, anayasa düzeninin kalıcı olduğunu, olması gerektiğini anlattı. "Eğer kendi çıkarlarımız için ülkenin temel dayanaklarını, anayasal düzenini işimize geldiği gibi değiştirmeye kalkarsak, kendimize de ülkeye de büyük zarar veririz" diyerek Türkiye'nin sürüklenmek istendiği çatışma ortamına dikkat çekti.

Deniz Baykal gözaltına alınmalarla ilgili olarak da, "...AKP'nin bir süredir yaygın bir şekilde yürürlüğe koyduğu kadrolaşmasının meyvelerini toplama noktasına gelmeye başladığına tanık oluyoruz. Öyle anlaşılıyor ki AKP kendi derin devletini inşa etme çabası içindedir. Derin devletin kendine göre derin hukuku bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar, anayasası bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar, yargı bir ihtiyaç olarak kendisini gösterir. Türkiye çok tehlikeli bir çatışma ortamına sürükleniyor..." diyerek tehlikenin boyutlarının gözler önüne serdi...

İşte Türkiye'de yaşanan tüm sorunların özü de bu değil mi?

Sizce de AKP'nin ve başbakanın bu davranış ve çabaları, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliklerini başkalaştırmak ve işlevsizleştirmek değil midir?...

...O halde gün, bizi "çağdaş Türk milleti" yapan bu değerlerimize sahip çıkma günüdür...

(Haber Ekspres, 25 Mart 2008)

24 Mart 2008

BİZDEN HATIRLATMASI...-ZAFER YAPICI

Hitler’in partisi Ocak 1919’da Münih’te kuruldu.

Hitler 1920’de Kapp Darbesi’ne karıştı. Ancak işçi ve memurların genel grevi nedeniyle darbe girişimi başarısız oldu.

1923’te bir darbe girişiminde daha bulundu. Ancak bu girişim de ordunun müdahalesiyle önlendi.

Hitler bu iki başarısız girişimden önemli bir ders çıkarttı. İktidarı ele geçirmek gerçekten isteniyorsa, iktidara anayasal yollardan ve hukuka uygun bir biçimde ilerlenecek, sonra da hukuk devleti bir kenara bırakılacak, totaliter devlet kurulacaktı…

Bu nedenle Hitler, iki darbe girişiminden sonra, 30 Ocak 1933 tarihine kadar anayasayı ihlal eden bir davranışta bulunmadı. Hatta Hitler’in partisi “sistem içinde” görünmek için aşırı bir gayret sarf etti.

Bu süreçte, anayasal bir tehdit hissetmeyen Sosyal Demokratlar, Hitler’in partisine gelişebileceği uygun ortamı kendi elleriyle sundular. Alman politikasında o dönemde de belirli bir ağırlığa sahip olan Tutucular ise Nazileri kullanarak politikalarına daha geniş bir toplumsal destek sağlamak istediler.

Ancak, süreç hiç de Tutucular’ın istediği gibi ilerlemedi. Onlar Hitler’i kullanmayı tasarlarken Hitler onları kullandı.

Aşırılık ılımlılığı yendi. Üstelik aşırılar takiye yapıp ılımlı görünürlerken…

Sonuçta Hitler serbest seçimler ile iktidara geldi. İktidara gelir gelmez de yeni seçimler için Meclis’i dağıttı. Yapılan seçimlerde sandalye sayısını arttırdı.

İşte tam bu noktadan sonra anayasa ve hukuka bağlılığı bir kenara bıraktı. Nazi partisi dışındaki tüm partileri kapattı. Tüm siyasal faaliyetleri yasakladı. Ağustos 1934’te Hindenburg’un ölümü üzerine hükümet başkanlığı görevine ek olarak devlet başkanlığı görevini de üstlendi. Almanya’nın “Führer”i oldu.

Bir demokraside hukuk devleti böyle katledildi…

Hitler durmak yok; yola devam dedi…

Kendine bir inanç seçti ve bir düşman yarattı. Alman ırkının üstünlüğü görüşünü Yahudi ve Slav düşmanlığı fikirleriyle sundu.

Bu düşman dış olduğundan daha fazla bir iç düşmandı…

Toplum kısa sürede fişlemelere tabi tutuldu. Ötekileştirilen gruplar kitleler halinde gözaltına alındılar. Uydurma bağlantılar icat edildi. Hitler’in kurbanları ya öldürüldü ya da toplama kamplarına gönderildi.

Irkçılık toplumu kategorilere ayırdı. Yeni dışlayıcı kimlikler yarattı. Görsel semboller üretti. Kimlik politikasıyla düşmanlığı tetikledi...

Sonrasında Nazizm “biz” olarak sunduğu kitlenin desteğini sürdürebilmek için “öteki”ne karşı olumsuz tavrı gittikçe büyüttü. Tüm bunları “demokrasinin” olanaklarıyla yaptı…

Batı demokrasileri ise Nazizm’in bu yükselişi karşısında sessiz kaldılar, bir “yatıştırma politikası” izlediler. İngiliz Başbakanı Chamberlain bu politikanın simge ismi haline geldi. Dahası Nazizm, ülke dışı işgallere başlarken de Batı demokrasilerinden (!) engelleyici bir hareket gelmedi. Almanya 1936’da Ren bölgesini silahlandırdı. 1938’de Avusturya’yı işgal etti ve Çekoslavakya’nın Almanca konuşulan Südetler bölgesinin kendine verilmesini istedi.

Bu yıllarda Fransa, Hitler Almanya’sına taviz üstüne taviz verdi. İngiltere’den ilk tepki, Almanya’nın işgallerinin dünya sistemini değiştirici boyuta ulaşmasıyla geldi. 1939’da ancak Almanya’nın Alman nüfusun yaşamadığı ülkeleri işgal etmeye başlaması ile İngiltere tepki vermeye başladı.

Ancak iş işten geçti…

1919-1933 Hitler’in “hazırlık dönemi” oldu. 1933 sonrası büyük bir baskı ve sindirme. 1939 sonrası çılgınca bir saldırı.

Hukuk devletinin kurumlarının yok edilmesi, haksız gözaltılar, sistemli cinayetler, insan hakları ihlalleri o zamanlar Batı demokrasilerinin tepkilerini çekmedi. Çıkarların tehlikeye girdiği yerde; yani saldırı, sistemi tehdit eder noktaya geldiğinde tepkiler gelmeye başladı.

Bu demek oluyor ki çıkarlar tehlikeye girmeseydi, faşizme tepki de gelmeyebilirdi. Bu nedenle kapitalist sistemin çevre ülkelerinde faşizm oyunu, Hitler örneği sonrasında hep emperyalist sistemle barışık bir biçimde yürütüldü.

Bizden hatırlatması…

(Haber Ekspres, 24 Mart 2008)

19 Mart 2008

EMEKÇİ KADINLARIMIZIN HAKLARI TÖRPÜLENİYOR 2 - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, 13 Mart 2008 tarihinde CHP İzmir İl Kadın Kolları Başkanı Gülşen Koşanoğlu 28 ilçe kadın kollarıyla birlikte "Sigortalı Kadınların Geriye Götürülen Hakları" konusunda oldukça önemli bir basın açıklaması yaptı. Açıklama metninden aktarıyorum:

* Yeni yasaya göre kız çocukları 18 yaşını doldurduklarında (okumaları halinde 25 yaşını) anne ya da babalarının sigortalılıkları nedeniyle genel sağlık sigortasından yararlanamayacaklar. Eski yasada yaşları ne olursa olsun yararlanıyorlardı.

* 1965 yılından bu yana kadın sigortalılar, erkek sigortalılara göre daha erken emekli olma hakkına sahipti. Yeni yasa ile emekli yaşı tam aylıkta, kadın sigortalılarda 58'den kademeli olarak 65'e yükseltilmiştir.

* Emekli aylığı hak etmede prim ödeme gün sayısı tüm sigortalılarla birlikte, kadın sigortalılar için de tam aylıkta 7000 günden 9000 güne, kısmi aylıkta ise 4500 günden 5400 güne yükseltilmiştir.

* Malullük aylığı bağlanması için gereken sigortalılık süresi, 5 yıldan 10 yıla çıkarılmıştır.

* Sigortalı olarak çalışmakta iken ölen sigortalının eşine, sigortalılık süresi dikkate alınmaksızın, cenaze yardımı yapılmakta iken, yeni yasaya göre ölen sigortalı için 360 gün prim ödeme şartı öngörülmüştür.

* Eski yasaya göre, işten çıkartılan sigortalının eşi 6 ay süre ile sağlık yardımından yararlanmakta iken, yeni yasayla işten çıkartılan sigortalının kendisinin de, eşinin de genel sağlık sigortası primi ödeyerek sağlık sigortasından yararlanması öngörülmüştür.

* Doğum yapan sigortalılara öngörülen altı ay emzirme yardımı bir aya düşürülecektir.

* Ev hizmetlerinde hizmet akdi ile sürekli çalışıp, aylık prime esas kazancın altında gelir elde eden kadınların, sigortalı olma ve sigorta yardımlarından yararlanma hakları kaldırılmıştır.

* Yeni yasayla, sürekli iş görmezlik gelirindeki alt sınır uygulaması kaldırıldığından, iş kazasına uğrayıp meslekte kazanma gücünü %10 veya daha yüksek oranda kaybeden kadın sigortalılara 01.01.2008 tarihinden itibaren bağlanacak gelir tutarı daha az olacaktır.

* Aylık bağlanacak çocuğu bulunmayan ve çalışan dul eşin ölüm aylığı bağlanma oranı %75'ten %50'ye düşürülmüştür.

* Yetim kız çocuklarına ödenmekte olan 24 aylık tutarındaki evlenme yardımı, 12 aylık tutara indirilerek %50 oranında düşürülmüştür.

* Sigortalının aile bireyleri hiçbir ücret ödemeden yatak tedavileri olurken, yeni yasaya göre sigortalı ile aile bireylerinden, "otelcilik hizmeti bedeli" ve "öğretim üyesi muayene ücreti" adı altında fark ücret alınması ön görülmüştür.

* Hafifletilmesi öngörülen analık sigortasından yararlanma koşulları geri alınmıştır.

* Kadınların yüksek oranda istihdam edildiği mesleklerde fiili hizmet zammı kaldırılmaktadır. Kapsam içinde kalan meslek grupları için fiili hizmet zammı oranı önemli ölçüde düşürülmektedir.

* Sigortalılar ile birlikte eş ve çocukların tedavilerinde hangi yöntem uygulanacağına, verilecek ilacın dozu ile süresine, proteze hekim karar vermekte iken, hekimin elinden bu yetki alınarak Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı'na verilmiştir. Hekim, kadın hastayı kurumun belirlediği yöntemle tedavi edecek ve ilaç verecektir.

* Sosyal Güvenlik Destek Primi oranı yükseltildiğinden emekli olduktan sonra çalışanlardan daha çok prim kesilecek ve ele geçen ücretleri azalacaktır.

* Yürürlükteki yasaya göre, sağlık primi ödemeksizin isteğe bağlı sigortaya devam eden kadın sigortalı için, eşinin sağlık sigortasından yararlanma hakkı vardı. Bu hak, yeni yasa ile kaldırıldı. 01.01.2008 tarihinden itibaren isteğe bağlı sigortalı kadın için genel sağlık sigortası prim ödeme yükümlülüğü getirildi.

* Ortodonti tedavisinden ve diş protezlerden yararlanmak için yaş şartı yok iken, yeni yasayla 18 yaşını doldurana kadar ya da 45 yaşından sonra yararlanma ön görülmüştür. 18-45 yaş arası diş protezlerinden yararlanma koşulu kaldırılmıştır.

Değerli okurlarım, demokrasinin özü, insan hak ve özgürlüklerine duyarlılıktır. Demokratikleşme ise hak ve özgürlüklerin korunmasının güvencesidir.

AKP iktidarda. AKP'nin siyasal iktidar olarak, Türk milletinin hak ve özgürlüklerine duyarlılık göstererek ve onların korunmasını demokratikleşme ile güvence altına alarak tüm insanlarımızın geleceğinden emin, rahat ve gönenç içinde yaşamasını sağlama yönünde çaba göstermesi gerekirdi...

Oysa AKP, demokrasiyi ve demokratikleşmeyi dar çıkarlar için kullanma yolunu seçti.

Demokrasiyi "araç", insan hak ve özgürlüklerini "türban", demokratikleşmeyi ise "türbanın korunmasının güvencesi"ni sağlama olarak anladı.

Tüm enerjisini "insana" değil, "türbana" ve neoliberal soygun ekonomisinin sürekliliğine verdi...

Değerli okurlarım, başbakan, 14 Mart tarihinde çalışanların Sosyal Sigortalar ve Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı'nın geri çekilmesi amacıyla gerçekleştirdikleri iki saatlik iş bırakma eylemiyle ilgili olarak "Bugün bir şey yapılıyor. Nedir o? İşi yavaşlatma eylemi. Böyle bir şey yapamazsınız. Hukuken buna müsaade eden bir yasa maddesi yok" diyor.

Peki sayın başbakan, hakları elinden alınan emekçilerin haklarını savunmak için sokağa dökülmeleri hukuken yanlış oluyor, suç oluyor da; ya sizin laiklik karşıtı türbanı özgürlüğün simgesi haline getirme çabalarınız ne oluyor?... Ya sizin soygun ekonomisini kurumsallaştırma çabalarınız ne oluyor? Nerede demokratik devlet? Nerede laik devlet? Nerede sosyal devlet? Nerede hukuk devleti? Nerede? Nerede?...

İşte Türk milleti, işte Türk kadını, İşte Türk genci. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin ve başbakanının sizlere verdiği değer bu...

Onlar tercihlerini yaptılar. Ellerindeki yetkileri sizlerin refahı için, geleceğiniz için değil, türbanın hakimiyeti ve halk sırtından para kazananların refahı için kulandılar, kullanmaya da devam ediyorlar...

Türk milleti olarak, Türk kadını olarak, Türk genci olarak biz de tercihimizi Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılığımızla, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletimize, ulus devlet, laik devlet ve üniter devlet yapısıyla Türkiye Cumhuriyeti'ne sahip çıkarak yapacağız...

(Haber Ekspres, 19 Mart 2008)

18 Mart 2008

EMEKÇİ KADINLARIMIZIN HAKLARI TÖRPÜLENİYOR - ZAFER YAPICI

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'ydü.

Kadın haklarının vurgulandığı güne Türkiye'de, kadının varolan haklarını da elinden alma girişimleri damgasını vurdu...

Bugün hala, siyasal iktidarın desteğiyle, erkeğin hakkının kadından daha fazla olduğuna dair bir toplumsal kabul, yaşamı yönlendirmeye devam ediyor.

Kadının kafasına türban giydirmeye çalışan AKP zihniyeti, onu toplumdan ve çalışma hayatından uzaklaştırıp dört duvar arasına sıkıştırmanın gayreti içinde. Bu zihniyet bir de kadınlara görev biçiyor utanmadan. Çok çocuk doğurma görevi!
Kadınlar evde otursunlar, kapansınlar, çalışacaklarsa da düşük maaşlarla, ikincil işlerle yetinsinler...İstenen bu!

Adını doğru koyalım. Bugün yaşadığımız süreç dinsel dogmalarla ve siyasal baskılarla kadına, ikincil olmayı dayatma sürecidir.

Asıl amaç ise soygun ekonomisinin sürekliliğini sağlamaktır...

Neo-liberal ekonomi mantığının kadına yaklaşımı şöyledir: Kadın, kendi işgücünün gerçekten artık değer yaratmadığına çeşitli yollarla ikna edilmeye çalışılır. Çoğunlukla bu süreçte gelenek ya da din ön plana çıkarılır. Amaç kadının düşük ücret almasının doğal olduğuna onu inandırmaktır. Böylelikle yetişkin kadın, yetişkin erkeğin ücret düşüklüğünü hane içinde telafi edici unsur olarak yeni rollere sahip olur. Bu rollerin oynanması da yetişkin erkeğin ücret düşüklüğünün sürdürülebilirliğini sağlayarak kapitalist sisteme katkıda bulunur.

Daha açık bir örnekle ifade edelim. Bir hanede hem kocanın hem de hanımın çalıştığını düşünelim. Önce kadın, erkeğe göre daha düşük maaş alması gerektiğine ikna edilir. Örneğin, erkeğe göre geride olduğuna yönelik bir inanç bu noktada kullanılır. Erkek de, sosyal güvenliğin olmadığı bir ortamda işini kaybetmemek için düşük maaşa razı olur. Böylelikle "isyanın" önüne geçilir. Ekonomik düzenin sürekliliği sağlanır.

AKP zihniyeti, soyguncu ekonomi düzeninde kadını düşük maaşa razı etmekle yetinmiyor. Ayrıca kadınları eve kapatma yolunda bir kimlik politikası da yürütüyor.

Bu ne anlama geliyor? Kadınların bir kısmı hiç çalışmasın. Sadece evde "en az üç" olmak üzere çocuk baksın...Erkek de iş güvencesi olmadığından düşük maaşa razı olsun. Hanede, normalde kadına biçilen ekonomik düzenin sürekliliğini sağlama görevini de bu kez iktidarın odun-kömür-makarna dağıtım şebekesi üstlensin. Bunu da "oy karşılığında" yapsın. Böylece hem ekonomik düzen sürsün hem partinin iktidarı! Daha bitmedi. Çok çocuk doğsun ve doğan çocuklar da geleceğin işsiz havuzuna eklensinler de, düşük ücretler kader olarak görülmeye devam etsin...Her şey aynen böyle sürsün. Halk sadakaya mahkum olsun, birileri köşeleri dönsün!

Oh ne ala!

Değerli okurlarım, sosyal devlet anlayışı, soygun ekonomisi ve AKP zihniyetinin alternatifidir.

Birbirini besleyen soygun ekonomisi ve AKP zihniyetinin aşılması için sosyal devleti, kadın haklarını ve laikliği içine sindirmiş, etnik ve dini kimlik üzerinden siyasetten arınmış bir siyasal bilincin toplum tarafından kabul görmesi ve tüm "gerçek mağdurların" bu ilkeleri savunan bir partide birleşmesi gerekir.

Açıkça söylüyorum: O parti de bu siyasi bilinci kendine şiar edinmiş, ideolojisi Kemalizm ve sosyal demokrasi olan CHP'dir...

Bu konuyu işlemeye yarın devam edeceğiz...

(Haber Ekspres, 18 Mart 2008)

12 Mart 2008

DEVLET ADAMI OLMAK...-ZAFER YAPICI

27 Kasım 1978 tarihinde Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) Genel Kurulu almış olduğu bir kararla 1981 yılını Atatürk yılı ilan etmişti.

Birleşmiş Milletler'e üye 156 ülkenin oy birliğiyle alınan UNESCO kararında Atatürk'ten şöyle söz ediliyordu: "Uluslararası anlayış, barış ve insan haklarına saygı yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk liderlerden biri, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı..."

Değerli okurlarım, Mustafa Kemal Atatürk'ün insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı olmasının en önemli göstergelerinden biri onun yarattığı millet tanımıdır.

Birçok lider, milleti bir etnik gruba, bir dine ya da bir mezhebe aidiyet biçiminde tanımlayıp, dışlayıcı millet tanımları geliştirmişlerdir. Devleti bir etnik grubun, dinin ya da mezhebin devleti konumuna taşımışlardır.

Oysa Mustafa Kemal Atatürk Türk milletini, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkı" olarak tanımlamıştır.

Asıl önemlisi bu tanımı kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliklerinden biri haline getirmiştir.

Avrupa, Hitler ve Mussolini yönetimleri altında ırka dayalı bir saldırganlığın esiri olurken, Mustafa Kemal'in Türkiyesi ırkçılığa karşı sığınılacak bir liman olmuştur.
Örneğin iktisat profesörleri W. Röpke, A. Rüstow, G. Kessler, F. Neumark; kimya profesörleri F. Arndt, F. Haurowitz, E. M. Alsleben; tıp profesörleri P. Schwartz, R. Nissen, A. Eckstein; müzik profesörleri P. Hindemith, C. Ebert, E. Zuckmayer; hukuk profesörü E.Hirsh; kent bilimci Prof. E. Reuter...Hitler'in zulmünden kaçarak özgür bir biçimde bilim yapabilecekleri Türkiye'ye sığınmışlardır.

Atatürk'e göre, Türk halkı birbiriyle kaynaşmış, müşterek bir geçmişe ve kültüre sahip, milli ülküler için gelecekte birlikte yaşama arzusunda olan bir topluluk olarak Türk milletini oluşturur. Atatürk'ün milliyetçilik anlayışına göre, kendini Türk sayan ve Türk Milleti'ne mensup olmanın şeref ve bilincine sahip herkes Türk'tür. Bu bilinç, Türk milletini milli dava için çalışmaya iten en önemli güçtür.

İşte cumhuriyet bilinci budur. İşte cumhuriyet projesi budur.

İşte Türkiye Modeli budur.

Atatürk bu model ve cumhuriyet projesiyle;

* Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış,
* Olağanüstü devrimler yapmış,
* Sömürüye, emperyalizme, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe karşı savaşmış,
* İnsan haklarına saygılı bir biçimde dünya barışının öncüsü olmuş, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı kimliğiyle cumhuriyet bilincini, cumhuriyet projesine dönüştürerek Çağdaş Türkiye Modeli'ni yaratan lider ve büyük devlet adamı kimliğini kazanmıştır.

Değerli okurlarım bugün ne dünya 1978'deki kararın alındığı dünyadır. Ne de Türkiye 1978'in Türkiyesi.

1980'li yıllar, ilki 1500'lerde, ikincisi 1850'lerde yaşanan küreselleşme dalgalarının sonuncusunu simgeler. Küreselleşmenin bu yeni biçimi, 1980'li yıllarda dünyayı egemen güçlerin istediği doğrultuda dönüştürürken Türkiye de bu dönüşümden nasibini almıştır.

1980 sonrası dönemde Türkiye'nin hem ekonomik hem de siyasal düzlemlerde dışa bağımlılığı gittikçe artmıştır. 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte "küreselleşmeye uyum" söylemleriyle dış ticaret açığı büyütülmüş, spekülasyon ve soygun ekonomisi yasal korumaya kavuşmuş, ülke yeniden yarı sömürge konumuna itilmiştir.

1981 yılının Atatürk yılı ilan edilmesini isteyen ülkelerin büyük bir kısmı bugün çeşitli baskılarla edilgenleştirilmiş durumdadır. Kimlik politikası devletleri parçalamakta, parçalanan devletler birileri tarafından daha kolay yönetilmektedir. Ekonomik baskı devletleri sessizleştirmektedir...

Türkiye'de de siyasal iktidarların Atatürk'ün mantığıyla en ufak bir benzerliği kalmamıştır. Anayasa, türban, YÖK, vakıflar, özelleştirme, maden yasası, tütün yasası bu duruma birkaç örnektir. Artık etnik ve mezhepsel hatlar boyunca siyaset yapanlar ve (böylelikle) küresel ekonominin çıkarına hareket edenler popülerleştirilmektedir.

1980'den itibaren ezen-ezilen çelişkisinin yoğun olarak yaşandığı ancak "ezenin ortaklığının" pirim yaptığı bir dünya var.

Bu dünyada da prestijli ödüller veriliyor. Ancak artık bütün prestijli ödüller küresel efendilerin sponsorluğunda, küresel efendilerin istediğini söyleyenlere veriliyor...

Böyle bir dünyada 2008 yılının "AKP ve RTE" yılı olarak ilan edildiğini duyarsanız sakın şaşırmayın.

Söyledim ya 1978'den bu yana çok şey değişti.

1978 yılını "Atatürk yılı" ilan eden ezilen ülkelerin o zamanki değer yargılarıyla, aynı ülkelerin şimdiki değer yargıları arasındaki fark, yitirilen ulusal değerler değil midir? Yitirilen laiklik anlayışı değil midir? Yitirilen insanlık değil midir? Yitirilen onur değil midir?...

Yıl 1978, yıl 2008...

Değişen çok şey oldu. Olmaya da devam ediyor...

Yitirdiğimiz çok şey oldu. Olmaya da devam ediyor...

Ya siz; ya siz yüce Türk milleti; Yitirilen bu değerlerin meydana getirdiği değişmeler karşısında sessiz mi kalacaksınız?...

(Haber Ekspres, 11 Mart 2008)

04 Mart 2008

AKP'NİN ORTADOĞU POLİTİKASINI KİM YÖNETİYOR? - ZAFER YAPICI

AKP'nin Ortadoğu politikası hiçbir zaman bağımsız olmadı. Daha doğrusu, doğası gereği olamadı.

AKP, İslam'ı kullanarak Osmanlı coğrafyasının bir bölümünü oluşturan Ortadoğu'da etkili olmayı denedi. Ancak tıpkı Turgut Özal'ın yaptığı gibi bu amacını dış güçlere dayanarak gerçekleştirmeye çalıştı. İşte bu nedenle "çuvalladı".

AKP, iktidarının ilk yıllarında, (2002-2005 arasında) AB merkezli bir Ortadoğu politikası yürüttü. AB ile ilişkilerinde kullanılmak üzere Ortadoğu'da roller üstlendi.

AB'yle müzakere süreçlerinde yaşanan tıkanmalar, AKP iktidarını ABD'ye yaklaştırdı.2005-2008 döneminde AKP'nin Ortadoğu politikası doğrudan ABD tarafından belirlendi. Bu kez, ABD'nin stratejilerinde roller üstlenme süreci başladı.

Kısacası Ortadoğu ile ilişkilerin yapısını, AKP iktidarı döneminde hep "başkaları" belirledi...

Örneğin İsrail ve ABD ile gelişen ilişkiler çerçevesinde, AKP, önce AB ile ilişkilerinde kullanılmak üzere yöneldiği İran-Suriye ekseninden uzaklaştı. 2006 Aralığında yine ABD'nin teşvik ve çabaları sonucu bu iki ülkeye yaklaştı. Ancak, Başbakan Erdoğan, buralara düzenlediği ziyaretlerde sadece ABD hükümetinin sözcülüğünü yaptı.

Kime ne zaman hangi amaç ile yaklaşılacağı, kime karşı mesafeli olunacağı, kimin çıkarına hangi adımların atılacağı hep "dışarıdan" belirlendi...Ya AB, ya ABD tarafından.

Bu nedenle "ulusal çıkar" savunulamadı...

2003'de ABD'nin Irak işgali sonrasında Irak'ın siyasi birliği ve toprak bütünlüğünü sağlama yönünde AKP hiçbir adım atamadı. Kerkük'ün Kürtleştirilmesi ve demografik yapısının değiştirilmesi yoluyla Kürt özerk yönetimine katılmasını engelleme yolunda AKP, hiçbir tedbir alamadı. 2007 yılında Kerkük'te referandum gündeme gelince AKP ne yapacağını şaşırdı.

AKP iktidarı, 2003 sonrasında artan PKK terörü konusunda da gerekli tedbirleri almadı. ABD'nin Irak'a girmesi sonrasında, Irak'taki askeri varlığı azalan ve etkisizleşen Türkiye, PKK ile mücadeleyi ABD'ye bıraktı (!). Sınır ötesi operasyonlara (ABD izin vermediği için) son verdi.

PKK ve aşiretlere dayanan iki ayaklı Kürt oluşumu ABD güdümünde büyüdü. Büyütüldü. Bu sürece AB desteği de gecikmedi.

ABD, PKK ile mücadele konusunda Türkiye'ye sürekli vaatlerde bulunurken, Kuzey Irak gittikçe daha fazla PKK teröristi barındırır hale geldi. Iraklı Kürt yönetim (ve ABD) tarafından PKK'ya verilen destek, gün geçtikçe daha çok ortaya çıktı. PKK ile mücadele, ABD tarafından, Kerkük ve Kuzey Irak'taki Kürt Federe Devleti için bir koz olarak elde tutuldu. Kerkük referandumunu kabullenmesi ve Irak'ın bölünmesine göz yumması karşılığında, Türkiye'ye PKK ile mücadele konusunda "ufak bir taviz" verilebileceği gibi bir noktaya gelindi.

Oysa Türkiye'nin yapması gereken, ABD'nin oyalamalarına alet olmayarak kendi güvenliği için bu kadar önemli bir tehdidi derhal bertaraf etmesiydi. Hem Irak'ın bölünmesine karşı durması hem de Irak'taki PKK kamplarına karşı bağımsız bir askeri müdahale seçeneğini kayıtsız şartsız ileri sürmesiydi.

Ancak böyle bir politika üretilmedi, üretilemedi, üretilemezdi...

"Batı çıkarlarına karşı ılımlılığın", her türlü destekle iktidara taşıdığı bir oluşumun sessiz kalmaktan ya da verilecek ufak tavizlerle yetinmekten başka yapacağı bir şey yoktu...

ABD Başkanı, ikiz kulelere yapılan terörist saldırıları bahane ederek "Bush Doktrini" adı altında şer ekseni diye ilan ettiği ülkelere demokrasi getirerek terörizmin yok edileceğini dünyaya ilan etmişti...

Binlerce kilometre uzaktan Ortadoğu'ya gelip Irak'ın egemenliğini, tarihini, insanlarını, alt yapısını, kültürünü ve coğrafyasını tahrip ederek kedine bağlı yönetimleri iş başına getirmişti...

Bu yeni demokrasi anlayışı egemenliğin kime ait olduğunu da açıklıkla ortaya koymuştu. Bu anlayış "güce bağlı egemenlik anlayışı" idi. Tüm işgal altındaki ülkeler bu egemenlik anlayışıyla yaşayacaklardı...

ABD, Ortadoğu'yu işgal ederken, Türkiye'de iktidar olanlar işgal projesinin (Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanlığına talip oldular.

ABD'nin ve AB'nin eline baktılar. Üstelik, bölge ülkeleri nezdinde büyük güven yitirdiler.

Sonra "teröre karşı işbirliği söylemiyle" ABD, dost ve müttefiki (!) Türkiye'ye yaklaşır gibi göründü. Türkiye'ye operasyon izni verildi. Ama operasyonun içeriği ve kapsamı bizzat ABD tarafından belirlendi.

ABD'nin "vurabilirsin" dediği yerler vuruldu...Gerisi kaldı!

Yıllardır, Afganistan'da ve Irak'ta "terör tehdidi" bahanesiyle işgalini sürdüren ABD, Türkiye'nin teröre karşı mücadelesinin nihai başarıya ulaşmasına izin vermedi.

* * *
Bu süreçte çok büyük bir yanlış daha yapıldı. Türkiye, Sırbistan'dan tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden Kosova'yı ABD'den gelen işaret üzerine tanıdı!

Oysa Kosova'yı ayrılıkçılık sorunu yaşayan hiçbir devlet tanımamıştı. Katalan ayrılıkçılığıyla mücadele eden İspanya, Korsika ayrılıkçılığıyla sorunlu Fransa, Çeçenistan problemi yaşayan Rusya, Sincan-Uygur Özerk Bölgesi ayrılıkçılığıyla karşılaşan Çin...Kosova'nın tanınmasını kendi ayaklarına sıkılacak bir kurşun olarak görüyorlardı.

Ayrılıkçılık sorunu yaşayan hiçbir devlet Kosova'yı tanımazken, AKP, ABD'den gelen işaret ve AB'den gelen onay üzerine, kimlik politikasının bir gereği olarak Kosova'yı tanıdı.

Gelecek yıllarda Türkiye'nin başını Ortadoğu'da çok ağrıtacak bir kozu, AKP yönetimi kendi elleriyle ayrılıkçılara ve onlara destek olan devlet ve oluşumlara sundu.

* * *

Değerli okurlarım, sonuç olarak Kuzey Irak'ta gerçekleştirilen son operasyon, AKP iktidarının ABD, AB ve Ortadoğu ülkelerine yönelik yanlış politikaları da göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.

AKP, iktidara geldiği günden itibaren yanlış politikalarıyla PKK terörünü bu noktaya taşımıştır. Sorumluluk AKP'dedir, sorumluluğu kimseye devredemez, sorumluluktan kaçamaz!

Türkiye, terörü ve ayrılıkçılığı yok etmek isteyen değil, terörü ve ayrılıkçılığı dünya çapındaki stratejik hedeflerini gerçekleştirmek için kullanmayı amaçlayan devletleri ve oluşumları "müttefik" olarak görerek, müttefik olarak sunarak terör sorununu çözemez.

Türkiye için terör sorununun çözümü tam bağımsızlıktan geçmektedir. Tam bağımsızlık da Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve devrimlerini sahiplenmekten...

Sahipleniyor gibi yapmaktan değil, sahiplenmekten!

(Haber Ekspres, 4 Mart 2008)