26 Şubat 2008

İKİ YAŞLI KADININ YAŞAM MÜCADELESİ...-ZAFER YAPICI

Geçen hafta arabamla Buca'dan Bozyaka'ya giderken trafik ışıklarının birinde kırmızı ışık yandı ve durdum. Sağlı sollu araba kuyruklarının arasında saçlarının telleri görünecek şeklinde başörtülü bir yaşlı kadın belirdi. 70-75 yaşlarında olan yaşlı kadın, bastonuna tutunarak arabaların arasında bir sağa bir sola dönerek sürücülerin vereceği birkaç kuruşu almaya gayret ediyordu. Yeşil ışığın yanmasıyla beraber hemen kaldırıma çıkıp tekrar kırmızı ışığı bekliyordu. Yaşlı kadının geçimi kırmızı ışıkların yanmasına bağlı idi. Bir başka deyişle kırmızı ışıklar onun geçim kaynağı olmuştu...

Bir gün sonra AR-GE toplantısına katılmak için CHP il binasına gittim. Toplantıya 45 dakika vardı. Salon girişinde zaman geçirmek için konularında uzman bürokrat, bilim ve siyaset adamları arkadaşlarımla sohbet ediyorduk. Bir müddet sonra kapı açıldı. Türban değil başörtüsü takmış; örtünün arasından saç telleri görünen yaşlı bir bayan elinde iki torbasıyla içeriye girdi ve bize doğru yöneldi. Önce çekingen bir tavırla herkesi süzdü ve bize: "-Burası CHP değil mi?" diye sordu. Ben ve arkadaşlarım "Evet" diyerek yorgun biraz da terlemiş olan yaşlı kadına sandalye vererek oturması ve dinlenmesini söyledik. Yaşlı kadın oturduğu yerden duvarları incelemeye başladı ve bize birden titreyen ses tonu ile Atatürk'ü göstererek, "Keşke şimdi o yaşasaydı, bizler onun kızlarıyız." dedikten sora nemlenen gözlerini silerken derin bir ah çekti ...

Yaşlı kadının yanında oturduğum için hemen onunla iletişim kurmaya çalıştım. Çok sıcak kanlı çok sevecen, güler yüzlü; ama biraz da ürkekti. Bu ürkekliğin altında bir şeyler yatıyordu besbelli. Nihayet 2-3 dakikalık karşılıklı konuşma ile adının Hatice olduğunu; torunlarına bakabilmek ve onları okutabilmek için iki torbasında taşıdığı çorapları satmaya çalıştığını ve bunu uzun zamandır yaptığını dile getirdi. Ben ve arkadaşlarım biraz daha sohbet ettikten sonra torbanın içindeki çorapları masanın üzerine çıkarıp sergiledik. Tabii ki hepimiz de aldık. 1923 doğumlu olan Hatice Nine bir ara elini omzuma değdirerek bana şunları söyledi; "Hepinizin ölmüşlerine ve Atamıza okudum evladım sağ olun."

Bu arada hem bizim toplantımızın zamanı gelmişti hem de Hatice Nine'nin gitme zamanı. Hatice Nineyle sarılıp vedalaştık. Hatice Nine geldiği zamanki zarafet ve güler yüzlü tavrıyla ayrıldı. Güle güle Hatice nine; sana bol alışverişler...
Değerli okurlarım, yukarıda anlatmaya çalıştığım iki farklı yaşlı kadından biri dilenerek geçimini sağlamaya çalışıyor. Diğeri ise emek vererek, çalışarak yaşam mücadelesi veriyor. Her ikisinin de ortak yönleri kadın ve yaşlı oluşları ve saç telleri görünecek şekilde türban değil başörtüsü takmaları. Evet kadın olmak, yaşlı olmak ve başörtüsü takmak...

Buradan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı başta olmak üzere hükümet yetkililerine seslenmek istiyorum. Yukarıda anlatılan koşullarda binlerce yaşlı Hatice, Fatma, Ayşe...nineler, Ahmet, Mehmet, Hüseyin...dedeler var. Siz bu yaşlılarımız için ne yaptınız? Sizin hem asli hem de vicdani vazifeniz o yaşlı insanları sokaklardan kurtarıp onlara rahat bir yaşam sağlamak değil midir? Yetkililer yaşlılarına bakamayacak kadar aciz ise; onlara gereken ilgi ve şefkati gösteremiyor ise, o yetkililer ne işe yarar?

Bir saç telinin bile gösterilmesini önleyen türban için gösterdiğiniz gayretleri hatta bu uğurda "beyaz çarşaf" bile giyme duyarlılığını neden yaşlı dedelerimiz, yaşlı ninelerimiz, işsizlerimiz, kimsesizlerimiz, açımız, yoksulumuz, çiftçimiz, esnafımız, işçimiz, memurumuz, şehit ailelerimiz, gazilerimiz.... için göstermiyorsunuz? Sizin için bir saç teli bu değerlerimizden daha mı önemli? Sizin için görev, yetki, sorumluluk ve vicdan saç telinin görünmesini önleyen türban için mi geçerli? Yoksa aç, yoksul, kimsesiz, işsiz, yaşlı, çiftçi, işçi, esnaf, memur, gazi, şehit ailelerinin... sorunlarını çözüp onların yaralarını sarmak için mi? Cumhurbaşkanı, meclis başkanı, başbakan ve bakanlar olarak sizlerin görevleri nelerdir?...Türk milletinin ayırımsız her yurttaşına eşit hizmet sunmak değil mi?...

Hani nerede fakir fukara, garip gureba söylemleri!.. Hani nerede yaşlılara saygı, hani nerede yaşlıların bakımı, hani nerede yaşlıların sosyal güvencesi? Hani nerede yaşlıların yeşil kartları? Hani nerede hak? Hani nerede adalet? Hani nerede insanlık?
Yardımları, kömürleri, yeşil kartları, işleri, aşları...oy karşılığında yandaş yaratmak amacıyla vereceksiniz. Onların varlığını ancak bu şekilde görecek, onları da kullanmaya gayret edeceksiniz. Fakat 70-75 yaşlarında sokaklarda dilenen, 85 yaşında çorap satarak geçimini sağlamaya çalışan yaşlı ninelerimizin, yaşlı insanlarımızın varlığını görmeyeceksiniz!

Sosyal devlet yurttaşlar arasında ayırım yaparak çıkar uğruna sadaka dağıtan; diğer taraftan emeklilerin üç kuruşluk maaşına bile göz diken devlet değildir. Sosyal devlet ayırımsız her yurttaşa hizmet eden, onun refahı için uğraş veren, hizmet eden devlettir...

Mustafa Kemal Atatürk ne demiştir: "Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu; o milletin yaşama kudretinin en önemli kıstasıdır. Geçmişte çok güçlüyken, tüm gücüyle çalışmış olanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, geleceğe güvenle bakmaya hakkı yoktur."

(Haber Ekspres 26 Şubat 2008)

19 Şubat 2008

TÜRKLÜK MÜSLÜMANLIĞIN ÖNCÜSÜ VE KILAVUZUDUR - ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, bugünkü yazımızda Falih Rıfkı Atay'ın Atatürk ile ilgili ilginç bir anısına yer veriyoruz. Şöyle anlatıyor Falih Rıfkı Atay:

"Atatürk sağ iken, büyük İslam kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre Mekke'de toplanacaktı. Atatürk'ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk.

Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevi hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı?

Biliyordu ki Mekke'ye şapka ile gidilemez. Ama daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirileceğini sanan bir toplum da ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör'ü çağırdı:

"Mekke'ye gidip beni temsil edeceksin" dedi.

Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. "Mekke'ye şapka ile gideceksin. Kara taassup sana karşı bile gelse eğilmeyeceksin!"

Edip Servet Tör, Mekke'ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye'yi o temsil etti."

Değerli okurlarım, Falih Rıfkı Atay'ın anlattığı bu olay, Atatürk'ün yapmış olduğu devrimlere ne denli kararlılıkla sahip çıktığının bir göstergesi değil mi? Atatürk, "Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevi hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı?" demekle Müslüman ülkelerin de çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasını arzuladığını ve bununla gurur duyacağını aksi halde utanç duyup üzüleceğini ifade etmemiş miydi?

Şimdi gelinen noktada siyasal iktidarın, karşı-devrimci uygulamalarla aydınlık bir ülkeyi, kara taassubun hakim olduğu ülkelerin seviyesine götürme arzusu içinde olduğu görülüyor.

Bu yaklaşımın demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Türk milletine yapılacak en büyük kötülük olduğu ortada. Peki bu yaklaşım aynı zamanda, çağdaşlaşmak isteyen Müslüman ülkelerin halklarına da yapılacak bir kötülük değil midir?

O ülkelere tarihte olduğu gibi bugün de örnek olacağımıza, onların çağdaşlaşması için elimizden geleni yapacağımıza emperyalizmin BOP tuzağına düşerek, onlar gibi olma, onlar gibi yaşama, onlar gibi yönetme arzusuna kapılıp laik düzenden vazgeçmeye yönelik adımlar atanlar tarafından yönetiliyoruz.

Bu adımlar Türk milleti için utanç duyulacak adımlar oysa...

Mekke'de yapılan toplantıya katılan Edip Servet Tör çağdaş giysisi, şapkası ve Kemalist düşüncesi ile tüm Arap delegelerinin taktirini toplayıp, saygısını kazanmıştı. Çağdaşlaşma mücadelesine emperyalizmle savaşarak başlayan bir milletin bilinci Türk temsilcisinde görülüyordu.

Ne yazık ki bugün geriliğe hayran olanlar tutmuşlar köşeleri. Geriliğe hayran olanlar, emperyalizmin de ortakları aynı zamanda.

Bugün "beyaz çarşaf" giymekle gerici Arap şeyhlerini memnun edip kendi yandaşlarını militanlığa davet edenler, Kemalistlere gözdağı vererek asıl amaçlarının rejimi değiştirmek olduğunu açıkça söylemeye başlıyorlar...

Bugün Türkiye, Kemalist devrimiyle Ortadoğu coğrafyasına örnek olarak sunulmuyor artık. Çünkü tarikatçılarla Türk İslam sentezciler (!) kol kola yönetiyor ülkeyi...

Bugün Arap kültürü, emperyalist ortağı bir yönetimle Türkiye'yi dönüştürüyor...

Kritik dönemeçteyiz. Bundan sonra:

Örnek mi olacağız? Örnek mi alacağız?
Çağdaş mı olacağız? Çağdışı mı kalacağız?
Şeref mi duyacağız? Utanç mı?
Millet mi olacağız? Ümmet mi?
Bağımsız mı olacağız? Bağımlı mı?

Bu sorulara vereceğimiz cevaplar ülkemizin kaderini belirleyecek. Sadece ülkemizin değil, tüm Müslüman coğrafyanın kaderini...

Kimileri kararlarını çoktan verdiler. Hatta "beyaz çarşaftan" bile söz etmeye başladılar. Türk Milleti; sıra sende. Ya Kemalist devrimleri koruyarak çağdaşlığı laiklik üzerine inşa edeceksin. Yeniden ışık, yeniden örnek olacaksın. Ya da "beyaz çarşaflıdan" korkarak ortaçağ karanlığına gömüleceksin...

(Haber Ekspres, 19 Şubat 2008)

12 Şubat 2008

"DİN OYUNU AKTÖRLERİ" - ZAFER YAPICI

"...Yüzyıllar boyunca olduğu gibi, bugün de, ulusların cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve şahsi amaçla çıkar sağlamak için, dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların yurt içinde de dışında da var oluşu, ne yazık ki, daha bizi bu konuda söz söylemekten alıkoyamıyor. İnsanlık dünyasında, din konusundaki uzmanlık ve derin bilgi, her türlü hurafelerden arınarak gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemiz ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde rastlanacaktır..."

Bu sözler Mustafa Kemal Atatürk'e aittir. Değerli okurlarım Söylev'den aktardığım bu sözler bugün bile tazeliğini koruyor...

Bugün de "din oyunu aktörlerine" her yerde, özellikle de iktidar çevrelerinde rastlanılmıyor mu? Bu aktörler demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin;

* Demokratik yapısını demokrasiyi kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda kullanarak ortadan kaldırmayı,
* Laik yapısını anayasal ve yasal düzenlemeler ve söylemlerle zedelemeyi, laikliği ayakta tutan devrimleri yok etmeyi, bu sayede çağdaşlaşmayı ve kadın-erkek eşitliğini ortadan kaldırmayı,
* Sosyal devlet ilkesini işlevsizleştirerek sadaka kültürüne dayanan bir parti-devleti yaratmayı,
* Hukuk devletinin kararlarını ulemanın görüşüne sunmayı; dahası hukuk devletini yok etmeyi hedeflemiyorlar mı?

Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısını tehlikeye sokacak girişimlerde bulunmuyorlar mı? Laiklik ilkesini hedef alan anayasal düzenlemeler yapmıyorlar mı? Türbanı bahane ederek çağdaş eğitimimizi dışlayıp dinsel eğitime geçit vermiyorlar mı?

Amaçları, Atatürk ilke ve devrimlerini; bu ilke ve devrimleri savunan cumhuriyet kurumlarını, CHP'yi, dernekleri, dahası yurttaşları etkisiz hala getirmek değil mi?
Amaçları rejimimizi değiştirmek değil mi?

İşte cumhuriyet değerleriyle kavgalı "din oyunu aktörlerinin" hayallerindeki rejimlerden birkaç örnek olay:

Irak'ta, koca dayağından kaçarak Musul'da Yezidi güçlerine sığınan bir kadın meydanda yüzlerce kişi tarafından linç edilerek öldürüldü.

Suudi Arabistanlı bir iş kadını, erkek iş adamlarıyla Riyad'da yaptığı iş görüşmesi sırasında din polisi tarafından "akrabası olmayan bir kişiyle oturduğu" gerekçesiyle tutuklandı.

İran'da iki kız kardeş, zina yaptıkları iddiasıyla "recm" cezasına çarptırıldı. Tahran Talim ve Terbiye Kurumu'nun öncülüğünde türbanı yeterli bulmayan ortaokul ve lise öğrencileri kara çarşaf için gösteriler düzenledi...

Atatürk'ün söylediği gibi, din konusundaki uzmanlık ve derin bilgi, her türlü hurafelerden arınarak gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemiz ve mükemmel oluncaya kadar din oyunu aktörleriyle karşılaşacağız.

Neyle karşılaşacağımızın bilincinde olmamız önemli. Ancak mücadele yöntemimizi de ortaya koymamız gerekiyor.

Bu süreçte "din oyunu aktörlerine" geçit vermemek için topluma gerçekleri anlatmalıyız. Halkımızı uyarmalıyız, uyandırmalıyız. Esas önemlisi yurttaşlar olarak ortak siyasi bilinç etrafında "biz" duygusuyla kenetlenmeliyiz.

Değerli okurlarım, yaşadığımız süreç, kimin ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Amerikancılık ortak paydası, dünün sözde milliyetçilerini bugünün türbancıları yapıveriyor. Türk-İslam sentezciler, tarikatçılar, Kürtçüler aynı amaçta birleşiyor. Yeni koalisyonlar kuruluyor.

Aynı zamanda süreç, Atatürk ilke ve devrimlerini her platformda savunan CHP'yi Mustafa Kemal Atatürk'ün ilkeleri doğrultusunda büyüyecek bir halk hareketinin merkez örgütü konumuna taşıyor...

Türkiye olağanüstü bir dönemden geçiyor. Bu dönemde bana ne demek, duyarsız kalmak çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceğini düşünmemek demektir. Her yurttaş elini taşın altına koymalı. Yoksa vakit geçip gitmekte, rejim değişmekte, vatanın bölünmez bütünlüğü tehlike altına girmekte.

Değerli okurlarım, içinde laikliğin olmadığı bir cumhuriyette çağdaşlaşmadan, demokrasiden, kadın-erkek eşitliğinden ve kadının tarihsel kazanımlarından söz etmek mümkün değildir. Türbanı bayrak haline getirip laikliği hiçe sayanları kadınlarımız görmeliler. "Din oyunu aktörlerinin" nihai hedeflerine ulaşmak için kendilerini araçlaştırdıklarını kadınlarımız görmeliler. Laikliğin varlığının kendi özgürlüklerinin var olması anlamına geldiğini kadınlarımız görmeliler...

Atatürk emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe başkaldırarak aydınlık bir ülke kurmuştu.

Bugün sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe başkaldırmak Kemalizm'i savunmayı gerektiriyor...Bugün Kemalizm'i savunmak vatanı savunmak anlamına geliyor...

Bugün sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara, eşitsizliğe Kemalizm'i savunarak başkaldırmak için; Mustafa Kemal Atatürk'ün din oyunu aktörleri dediği istismarcılarla mücadele etmek için buluşulacak adresin CHP olması gerektiği görülüyor...

05 Şubat 2008

LAİKLİK 71 YIL SONRA ANAYASA'DAN ÇIKARILMAK İSTENİYOR - ZAFER YAPICI

Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık ve laiklik ilkeleri 15 Ekim 1927'de CHP'nin 2. Kurultayı'nda; devletçilik ve devrimcilik ilkeleri ise 10 Mayıs 1931'de CHP'nin 3. Kurultayı'nda kabul edildi. Bu altı ilke 6 Şubat 1937 tarihinde anayasaya kondu.

Yarın 6 Şubat 2008...

71 yıl önce anayasaya konan laiklik ilkesinin içeriği bugün anayasadan sökülmek isteniyor...Oysa laikliğin anayasal güvenceye sahip olması sağlıklı işleyen bir demokrasi için bir zorunluluktur. Çağdaşlaşma hedefi için bir zorunluluktur.
Dahası bireyin özgürlüğü için bir zorunluluktur; cumhuriyetin korunması için bir zorunluluktur.

Laiklik ilkesini bazı devrimler var etmişti. Hani şu birçoğu bugünlerde unutturulmaya çalışılan devrimler:

* Saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922),
* Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1923),
* Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924),
* Hıyaneti Vataniye Yasası (1920), Takrir-i Sükûn Yasası (1925) gibi yasalarla, dinsel sömürünün ve dinin siyasete araç edilmesinin yasaklanması,
* Şer'iye (Din İşleri) Bakanlığı'nın kaldırılması (1924),
* Tevhid-i Tedrisat Yasası'nın kabulü (1924) ve medreselerin kapatılması,
* Tekke, türbe ve zaviyelerin kaldırılması (1925),
* Türk Medeni Yasası'nın, Borçlar Yasası'nın, Türk Ticaret Yasası'nın, Türk Ceza Yasası'nın kabulü (1926),
* Maarif (Milli Eğitim) Teşkilatı Hakkındaki Yasa'nın kabulü (1926),
* Harf devrimi (1928),
* Millet Mektepleri'nin açılması (1928),
* 1924 tarihli anayasanın 16 ve 38. maddelerindeki andlarda yer alan "vallahi" sözcüğünün "namusum üzerine söz veririm" şekline dönüştürülmesi (1928),
* Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin kurulması (1931),
* Türk Dil Tetkik Cemiyeti'nin kurulması (1932),
* Modern üniversitenin kurulması (1933),
* Bütün dinlere ait din adamlarının dinsel kıyafeti yalnız ibadethanelerde giyebilmesinin kabulü ( 1934 ) ,
* Kadınlara siyasal hakların tanınması (1934),
* "Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini İslam'dır" maddesinin anayasadan çıkartılması (1928),
* Yabancı okulların ders kitaplarındaki dinsel sembollerin ve işaretlerin kaldırılması...

Laiklik ilkesinin göstergesi olan devrimlerin hayata geçirilmesi ve devamlılığının sağlanması için 6 Şubat 1937 tarihinde laiklik ilkesi anayasaya kondu. Böylelikle yapılan devrimlerin güvencesi de sağlanmış oldu.

1937 yılında bir anayasal kural olarak ifade edilen laiklik, 1961 ve 1982 tarihli anayasalarımızda cumhuriyetin nitelikleri arasında yer aldı. 1982 tarihli anayasa, laikliği de cumhuriyetin "değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi önerilemez" niteliklerinden birisi olarak ifade etti.

Değerli okurlarım, lütfen yukarıda yazılan laikliğin göstergesi olan devrimlerimizi bir kez daha teker teker okuyunuz. Bugün AKP iktidarı, o devrimlerin her birini yok etmek ya da işlevsizleştirmek için gerekli adımları atıyor. Bu adımlar planlı bir biçimde atılıyor. Çünkü laikliği ayakta tutan; laikliği görünür kılan unsurlar devrimlerdir. Eğer onları teker teker işlevsizleştirir, ortadan kaldırmaya başlarsanız laikliği ayakta tutamazsınız.

İşte Başbakan Recep Tayip Erdoğan zihniyetinin 6 Şubat 1937 ruhunu anayasadan çıkarma söylemlerinden bazıları;

* "Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu. Sen bunu önüne geçemezsin ki."
* "Biz inanıyoruz ki, Türkiye'de insanların dini inançlarını ortaya koymaları engellenmiş, cebrî yollarla bastırılmıştır."
* "Tevhidi Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi? Harf inkılabı vasıtasıyla bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?"
* "Ancak bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir, aksi taktirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir."
* "Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm'i almış ve kitlelere zorla dikte ettirmiştir."
* Danıştay'a, Yargıtay'a "diyanete sor"
* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne "ulemaya sor"
* "Amaca ulaşmak için gerekirse papaz cüppesi giyerim."
* "Laikliği sen bana emanet et, ben senin için en iyisini taktir ederim"

Bu sözler açık ve net olarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı, üniter, laik ve ulus devlet yapısını değiştirmeyi hedefleyen sözler değil mi? Ne acı ki bu sözleri Türk milletinin büyük zorluklarla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı söylüyor!...Bunu da halkın dini duygularını türban üzerinden sömürerek yapıyor olması ayrı bir acı kaynağı tabii...

Laikliği korumanın tek yolu laikliği meydana getiren devrimleri korumak, kollamak ve çağdaşlığa taşımak; aynı zamanda laikliğin sahip olduğu anayasal güvenceyi anlamlı kılmaktır. Laikliği anayasal düzlemde zayıflatma ve laikliğin içeriğini oluşturan devrimleri unutturma girişimleri, karşı devrimcilik anlamına gelmektedir.

Karşıdevrimci koalisyonunun yönettiği bir ülkede cumhuriyet değerlerinin iki
güvencesinden söz edilebilir: Hukuk ve millet!

Eğer Türk milleti olarak bu bilinçte olamazsak başlangıç tarihi 6 Şubat 1937 olan 71 yıllık anayasa güvencesi yok olmuş olacak. Cumhuriyet devrimleriyle birlikte...

6 Şubat 1937 ile hesaplaşma, 6 Şubat 2008'de yapılıyor...

Laikliği ve onu ayakta tutan devrimleri Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde çağdaş Türk milleti büyük fedakarlık ve uğraşlar vererek meydana getirmişlerdi. Şimdi laikliği korumak için; cumhuriyeti korumak için aynı duyarlılığı göstermenin zamanı değil mi?

Şimdi karşıdevrimcilerden ve onların payandalarından hesap sorma zamanı değil mi?

(Haber Ekspres, 5 Şubat 2008)