30 Nisan 2008

DEPREMLE İLETİŞİM KURMAK - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, iletişim, insanların karşılıklı olarak birbirlerine duygularını, düşüncelerini anlatmalarıdır. İletişim karşılıklı anlama sürecidir. İnsanların dost, arkadaş, sırdaş olmalarının altında yatan neden, onların birbirini anlamaları ve birbirlerine güven duymalarıdır. Dostlukların sürdürülebilmesinin nedeni de budur.

Biz insanlar, yalnız insanlarla mı iletişim kurarız? Elbette hayır. Örneğin hayvanları anlamaya yöneliriz çoğu zaman. Hatta onlarla konuşmayı bile deneriz. Kendimize göre iletişim yolları bulup mutlu oluruz. Öyle alışırız ki sevimli dostlarımıza, onlardan biraz ayrı düşsek özlem duyarız...

Doğayı da severiz. Çiçekleri, denizleri, ormanları...Onlar bizi hayata bağlarlar. Onlar yaşam kaynaklarımızdır bir başka deyişle. Adı konmamış dostluklarımızdır. Eğer arkadaş, dost olmasını bilip onları anlamaya çalışırsak, onlarla iletişim kurarsak, onların da bizim gibi yaşamaya hakları olduğunu hissedersek doğayla barışmış olmaz mıyız? Geleceğimiz olan çocuklarımıza ve torunlarımıza temiz ve dengeli bir dünya bırakmış olmaz mıyız?

Yaşam elbette bu güzelliklerden ibaret değil sadece. Birçok acı gerçek de yaşamın bir parçası. Örneğin doğal afetler...Sel, yangın ve deprem. İşte birlikte yaşayacağımız üç gerçek. Biz bu gerçeklerle de tıpkı insanlarla, hayvanlarla, doğa ile iletişim kurduğumuz gibi iletişim kuramaz mıyız? İki dost olarak birbirimizi anlıyor olduğumuz, hatta birbirimize güven duyduğumuz gibi doğal afetler ile de iletişim kuramaz mıyız? Onları anlamayı, onlara güven duymayı, onlarla birlikte yaşamayı öğrenemez miyiz?

Değerli okurlarım, her yerde; canlı ya da cansız olan tüm varlıklar ile iletişim kurabiliriz.Örneğin deprem gerçeği ile yaşamak durumundayız. Sadece depremden korkarak bu hayatı sürdüremeyiz. O halde yapmamız gereken tek şey depremi anlamaya, onu araştırmaya çalışmak. Depreme ilgi göstermek, zaman ayırmak. Depremin zararlı etkilerinden nasıl korunabileceğimizin farkına varmak.

Bilim adamlarının, uzmanların, medyanın, genel ve yerel yönetimlerin, aslında herkesin depremle iletişim konusunda yapacakları şeyler var. Bu iletişimi kurmak için depremle ilgili tüm gerçekleri ortaya çıkartıp gerekli önlemleri almak ve kalıcı çözümler üretmek zorundayız. Deprem gerçeğini unutarak, depremden korkarak, bu konuda araştırmalar yapmayarak elbette depremle iletişim kurulamaz. Bu gerçeği göz önüne alarak yeterli mali, teknik kaynaklar ve insan kaynakları harekete geçirilmeli ve depremle iletişim kurulmalıdır.

Değerli okurlarım, doğa kendine yapılan doğruları ve yanlışları hiçbir zaman unutmaz. Zamanı geldiğinde bizleri mükafatlandırır ya da cezalandırır. Doğal afetler bu cezaların başında gelmektedir. Biz insanlar nasıl bir dünyada yaşamak istiyorsak, o dünyayı kurma adına eyleme geçmek durumundayız. Doğamıza ve çevremize sahip çıkmanın başlangıcı suyumuzu, havamızı ve toprağımızı korumaktan ve kirletmemekten geçmektedir. Eğer doğayla iletişimimizi yani dostluğumuzu, arkadaşlığımızı yitirirsek; ona gereken duyarlılığı göstermezsek, onu anlamaya çalışmazsak kendi ellerimizle bir canavar yaratırız. "Küresel ısınma", doğal afetler ve yaşanamaz bir dünya...

Yaşanabilir bir dünya yaratmak bizim, sizin, hepimizin ve tüm insanlığın elindedir.

Haydi yaşanabilir bir dünya için tüm canlı ve cansız varlıklarla iletişim kurmaya...

Bizlerin ve geleceğimiz olan çocuklarımızın, torunlarımızın yaşam hakkının yok olmaması için, önce doğanın yaşam hakkına sahip çıkıp, saygı göstermemiz gerekmez mi?

(Haber Ekspres, 29 Nisan 2008)

22 Nisan 2008

TÜRKİYE'NİN CHP'YE VE DENİZ BAYKAL'A İHTİYACI VAR - ZAFER YAPICI

Türkiye Cumhuriyeti'nin rejimi ve bölünmez bütünlüğü tehlike ve tehdit altında.

Rejimi ve bölünmez bütünlüğüne paralel olarak ekonomik geleceği de.

Konumunu her çeşit ulusal politika karşıtlığına borçlu olan AKP; ABD ve AB güdümlü iç ve dış politikaları aracılığıyla ülkemizi bu hale getirdi...

Cumhuriyetin kurumlarını ılımlı İslam'ın simgesi haline getirilen türbanla başkalaştırma çabaları ve bitmek bilmeyen tarikat baskıları ülkemizi bir rejim krizinin içine soktu.

Bu krizi "AKP davetli" dış çevreler körüklediler. Kendi çıkarları için, kendilerinin bile inanmadığı görüşleri AKP lehine kamuoyuna sunmaya devam ediyorlar. Son olarak Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi "AKP'nin siparişi üzerine" 21 imzalı bir bildiri yayımladı. Bildiride Türk yargısının, parti kapatma ve siyasi yasak konusunda dikkatli olması istendi. Aba altından cılız bir sopa gösterildi...

* * *

Sadece rejim krizi mi? Sosyal devleti unutan günübirlik bir borç ekonomisi politikası ülkemizi bir ekonomik krizin içine soktu...

Çeltik üreticisine AB'ye uyum ve IMF'ye teslimiyet çerçevesinde destekler kesildi. Çeltik üretimi de çeltik üreticisi de tüketildi.

Gelinen nokta, Türkiye kıyılarında vurgun peşinde bekletilen pirinç stokçusu gemilere avuç açmak oldu.

Mısır stokçuları zaten bizzat iktidardalar. Yine iktidardan birilerinin gemileriyle yapacakları büyük bir ithalat vurgununun hesaplarını yapıyorlar belki de...

Reform her zaman daha güzele yönelik olmuyor. Sosyal Güvenlik Reformu, halkın sosyal devlet ilkesi gereği sahip olduğu kazanımların büyük bir kısmını tüketti.

Başbakan hastanede bakılmayan bir çocuğun haberi medyada yer aldı diye televizyon ekranlarında şov yaptı, yardımsevercilik oyunu oynadı. Aynı saatlerde, başka hastanelerde yüzlerce kişinin çektiği sıkıntıların, onun sosyal devleti yok eden politikaları nedeniyle gerçekleştiğini unutturmaya çalışıyor...

Medya ile....

İşte bu yüzden "girişimci siyasetçiler" medya sektöründeki şaibeli yatırımlarına ortaklar aramak için Ortadoğu'nun Arap ülkelerini birbirine katıyorlar...Türkiye'ye yatırım aramak için değil, kendi şaibeli medya yatırımlarına ortaklar aramak için...

* * *
Değerli okurlarım, bu koşullar altında Türkiye'nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devlet yapısını ve bütünlüğünü CHP ve onun lideri Deniz Baykal savundu, savunuyor...

Başka bir deyişle "işbirlikçilerin" karşısında Türkiye'yi savunuyor...

CHP ve Baykal, bir taraftan Temmuz 2005'den itibaren halkı bu olumsuz gidişata dur demeye çağırdı. Diğer taraftan da ülkede yaşanan yolsuzluk, yoksulluk ve yandaşlığın meydana getirdiği ekonomik çöküntüye, işsizliğin artmasına, üretimin azalmasına, yatırımların yapılmamasına, tarımın çökmesine ve memurun, işçinin, çiftçinin, küçük sanayicinin, dulun, yetimin, engellinin, kimsesizin muhtaç duruma getirilmesine karşı durdu. Sosyal güvenlik yasasıyla halkın daha da fakirleştirildiğini, üretime
dayanmayan bir ekonominin çöküş anlamına geleceğini haykırdı.

Bu haykırışlar CHP milletvekilleri tarafından mecliste her fırsatta dile getirildi. CHP'nin halktan yana ekonomi anlayışının gerektirdiği duruştan hiç taviz verilmedi...

Çoğu AKP güdümlü medya, basın ve köşe yazarları CHP'nin ve Deniz Baykal'ın bu haykırışlarını yayınlamadılar, çözüm önerilerine yer vermediler. Dahası halktan yana tavizsiz olmayı uzlaşmazlıkla ilişkilendirdiler...

Gayet normal...Türkiye'de neoliberalizm, işbirlikçilik yoluyla yöneten ideoloji noktasına taşınırken, işbirlikçiliğin medya ayağından halkın çıkarını savunması beklenemezdi...

* * *

Bu ortamda CHP 32. kurultayını 26-27 Nisan'da yapacak.

Değerli okurlarım, CHP ve onun lideri Deniz Baykal bir taraftan yukarıda anlatılan sorunlarla uğraşırken diğer taraftan da kurultaya hazırlanmakta.

CHP'yi "ılımlı muhalefet" yapmaya dönük bazı adımlar da bu süreçte atılmıyor değil.

Bu adımlar genellikle neoliberalizme (sözde) sol gömlek giydirip, bir parça AKP ılımlılığı, bir parça da etnik siyasete hoşgörü ile sunma girişiminden ibaret.

CHP gibi kökeni emperyalizmle mücadeleye dayanan ve Atatürk devrimlerinin savunuculuğunu yapmakta olan bir partinin bu girişimlerin hedefi olması da normal...

Aslında bu durum CHP'nin tutarlı politikalarının içeriden ve dışarıdan kimileri için ne denli büyük bir tehdit olarak algılandığını gösteriyor. Tam da bu yüzden son tahlilde çözümün CHP olduğunu ilan ediyor...

Değerli okurlarım, Türkiye olağanüstü bir süreçten geçmektedir. CHP bu olağanüstü sürecin en kilit unsurudur. Bu olağanüstü dönemde gerçekleşecek CHP Kurultayı'nda "önce Türkiye" diyen CHP ve onun lideri Deniz Baykal'a "önce Türkiye" diyen tüm halkımız destek vermelidir...

Sosyal adalet için, dürüstlük için, umut için, etnik siyaset karşıtlığı için, ulusal çıkar savunuculuğu için, laik bağlamından kopartılmamış bir demokrasi anlayışı için.

(Haber Ekspres, 22 Nisan 2008)

15 Nisan 2008

DİNSEL KİMLİK SİYASETİ KİMİN ÇIKARINA HİZMET EDİYOR? - ZAFER YAPICI

Dinsel kimliğin siyasal iktidarlar tarafından hem iç hem dış politikada sıklıkla kullanıldığı bir süreçteyiz.

"Ilımlı İslam" gömleğini giyen tarikatlar içeride ve dışarıda Batı'nın aracı olarak çalışmayı sürdürüyorlar.

Özbekistan yönetimi geçmiş yıllarda Ilımlı İslamcı tarikatların bu misyonunu vurgulayarak onların Özbekistan'daki faaliyetlerini yasaklamıştı.

Geçtiğimiz günlerde Rusya Yüksek Mahkemesi "ABD çıkarlarına karşı ılımlı" bu tarikatlardan birinin tüm kurum ve kuruluşlarının faaliyetlerini yasadışı ilan etti.

Yakında Kazakistan'ın benzer bir adım atacağı konuşulmaya başlandı...

"Ilımlı İslam"ın sızdığı her yere Batı çıkarının sızdığını herkes görüyor. Çünkü Ilımlı İslam bizzat ABD projesi.

Peki, bu projenin temel muhataplarından Rusya, dinsel kimliği dış politikada hiç kullanmıyor mu? Elbette kullanıyor.

Rusya'da Ortodoks Kilisesi devlet yönetimiyle iç içe. Ukrayna'da, Beyaz Rusya'da, Baltıklarda, Moldova'da Rus Ortodoks Kilisesi, Rus devletinin çıkarlarını üretmekte kullanılıyor.

ABD ve AB ise bu duruma, Katolikliği ve Fener Rum Patrikhanesi'ni, özellikle Orta Asya'da da Türkiye bağlantılı tarikatları kullanarak karşılık veriyor...

Polonyalı eski Papa II. Jean Paul Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Sovyet sonrası devletlerde Katolikliği yaymak için büyük çaba harcamıştı.

Bu nedenle Rusya'da yasaklı oldu, Papa'nın Rusya'ya girişi engellendi.

Günümüzde Fener Rum Patrikhanesi ABD ve AB tarafından Rusya'nın eski Sovyet coğrafyasında hâkimiyetini sınırlamak için destekleniyor, kullanılıyor...

Çünkü bir ülkedeki Ortodoks Kilisesi'nin Rus Ortodoks Kilisesi'nden alınıp, Fener Rum Patrikhanesi'ne bağlanması sadece dinsel alanla sınırlı bir değişiklik anlamına gelmiyor. Rus etkisinin o ülkede daraltılması ve Batı etkisinin yayılmasına uygun zemin hazırlanması anlamına da geliyor.

Estonya'da 1996 yılında Estonya Ortodoks Kilisesi, Fener Rum Patrikhanesi'nin yönetimine girmişti. Orada bu değişikliğin ardından ABD etkisi arttı. Rus etkisi azaldı.

Aynı şey bugün Ukrayna için de tartışılıyor. Fener Rum Patrikhanesi'ne ABD ve AB tarafından Ukrayna özelinde yeni bir görev yükleniyor...Ukrayna Ortodoks Kilisesi'ni Rus Ortodoks Kilisesi'nden koparıp kendine bağlama görevi.

Böylelikle Ukrayna'daki ABD ve AB etkisini daha da arttırma görevi...

* * *

Değerli okurlarım, görüldüğü gibi din siyaseti uluslararası alanda almış başını gidiyor.

Kiliseler ve tarikatlar, büyük güçlerin çıkar hesaplarında vazgeçilmez ortaklar olmuşlar. Türkiye özelinde ise dinsel kimlik üzerinden siyaset yapanlar iktidardalar.

ABD Dışişleri Bakanlığı Mart 2005'te açıkladığı raporda Türkiye'yi Fener Rum Patrikhanesi'nin ekümenik yapısını kabul etmeye davet etmişti. Türk hükümetini, Heybeliada Ruhban Okulu'nun yeniden açılmasına izin vermeye çağırmıştı.

Geçtiğimiz günlerde Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso Türkiye'ye geldi. Fener Rum Patriği'yle görüşmeye gitti...

Dahası hem ABD, hem AB tarikat oluşumlarına açık destek veriyor.

ABD, tarikatlardan birinin şeyhine kucak açmış. Şeyh fetvayı ABD'den veriyor.

AB'nin başı Barroso, "Türkiye'de laiklik ile türban arasında taraf olmam" diyor...

* * *

Bush'tan "yaşasın Atatürk, yaşasın tam bağımsız Türkiye", Barroso'dan "laik olmadan demokrat olunmaz" sözlerini duymak biraz saçma olurdu zaten...

Bush'un ve Barroso'nun bazı kiliseleri diğerlerine karşı küresel hesaplarla desteklemesi ve tarikatlara kol kanat germesi, onlar adına gayet akılcı.

Amaç daha kolay sömürmek çünkü...

Peki bizim, Türk milleti olarak, sömürenlerin ortaklarına iktidar kapılarını sonuna kadar açmamız ne kadar akılcı?...

(Haber Ekspres 15 Nisan 2008)

08 Nisan 2008

DEMOKRASİYİ TEHDİT EDEN TEMEL UNSURLAR - ZAFER YAPICI

CHP Lideri Deniz Baykal, 13 Ocak 2008 tarihinde Parti Okulu'nda yapmış olduğu konuşmada din ve demokrasi kavramlarından yola çıkarak ilginç saptamalarda bulunmuştu.

Baykal, bu konuşmasında din ve demokrasinin iki kutsal kavram olduğunu ve çoğu durumda bu kavramların istismara uğradıklarını ifade etmişti.

Gerçekten de her iki kavram da çok etkindir, çok güçlüdür. Bu kavramlar, "kutsallıklarından dolayı" günümüz dünyasında ne yazık ki bir araç ve bir tuzak güç olarak da kullanılmaktalar. Örneğin; ABD "Irak'a demokrasi getireceğim" sözünü bir tuzak olarak kullanarak Irak'a yerleşmiştir. AKP demokrasiyi cumhuriyet ve laikliğin karşıtı olarak göstererek, hem demokrasi hem de din kavramlarını bir araç ve bir tuzak güç olarak kullanarak, içinde laiklik olmayan bir devlet yaratma peşinde koşmaktadır.

Görülüyor ki, dini siyasi zeminde kullanma girişimleri en büyük zararı demokrasiye vermektedir.

Deniz Baykal, bakın bu konuda nasıl bir tespitte bulunuyor: "Demokrasiyi tehdit eden temel unsurlardan birisi inanç sisteminin demokrasinin tartışma alanını geniş ölçüde işgal etmesidir. Yani eğer yapılan siyasi tercihi bir inancın gereği olarak sunabiliyorlarsa orada demokratik bir tartışmadan söz etmek olanağı yoktur."

Şimdi AKP'nin yaptığı, bir siyasi tercihi bir inancın gereğiymiş gibi sunmak değil midir? Dini siyasete alet etmek değil midir? Laiklik ilkesini tahrip edip işlevsiz hale getirmek değil midir?...

***

Değerli okurlarım demokrasiyi tehdit edebilecek bir diğer unsur da "para"dır. Eğer siyaset ortamında paranız, zenginliğiniz ön plana geçiyor ve sadece paranız nedeniyle büyük bir ilgi görüyorsanız, dahası istediğiniz her şeyi yapma ve değiştirme hakkına sahip oluyorsanız orada demokrasiden, çağdaşlıktan, hukuktan, sosyal adaletten, eşitlikten...söz edilemez. Aynı şekilde siyasetin zenginleşmek için araçlaştırıldığı durumda demokrasinin altı oyulmaya başlanır. Deniz Baykal'ın ifade ettiği gibi "çok para, hesapsız para, karanlık para siyaseti bozar. Demokrasiyi bozar."

Dinsel kimliğin ya da paranın hakim olduğu yönetimler, görünür adları "demokrasi" de olsa çağdaşlıktan uzaklaşırlar. Toplumu, itaat toplumu haline getirmeye çalışırlar. Kendini padişah sananlar böyle toplumlarda çoğalır. "Çok yaşa padişahım" sesleri daha sık duyulur...

İnancın ve paranın öne sürülmesi yoluyla siyaset yapılması demokrasiyi yozlaştırır. Onu tehlikeye sokar.

Oysa çağdaş demokrasilerde para ve inançlar değil; düşünceler, fikirler, projeler yarışır. Eğer bir ülkede karnı aç, işsiz, başı eğik ve muhtaç insanlar çoğunlukta ise o ülkede demokrasiden söz edilemez. Bugün ülkemizde açlığın, işsizliğin, yoksulluğun, yolsuzluğun çığ gibi büyüdüğü bir ortamda gerçek demokrasiden söz edilebilir mi? Peki bu sözde demokrasi kime ve kimlere yaramaktadır? Türban ve yaratılan zenginler bu demokrasinin neresindeler? Yoksul, işsiz ve aç insanlar bu demokrasinin neresindeler?

AKP kendi çarpık demokrasi anlayışını yoksullara ya "inancı" üzerinden takiyye ile ya da "para v.s." yardım yaparak benimsetmektedir.

"Bakın Yeni Dünya Düzeni'nin yeni demokrasi anlayışı bu, buna alışmalısınız" denilmektedir. "Siz kaderinize razı olun fakirin, yoksulun, işsizin demokrasi olmaz. Ben size sadaka demokrasisini sunuyorum; daha ne istiyorsun" denilmektedir.

***

Değerli okurlarım, AKP son zamanlarda yaşanan durumların analizlerini kendi demokrasi anlayışına göre değerlendirip, kendi görüşlerinin ve düşüncelerinin herkes tarafından da kabul görmesini istiyor. Bunu da yüzde 46,5 oy oranına bağlıyor. Tabii, istediği olmayınca da diğer bir kutsal kavram olan milli iradenin arkasına sığınarak bir taraftan mağdur rollerini oynarken, diğer taraftan da hırçınlaşıyor. Hırçınlaşınca da hata üzerine hata yapmaya başlıyor. Bu hatalar halkın kafasını karıştıracak bazı çelişkiler yaratıyor. Hukukla milli irade; hukukla demokrasi karşı karşıyaymış gibi sunularak bir kriz yaratılmak isteniyor.

Bu çok yanlış bir stratejidir, bu çok yanlış bir gidişattır.

Gerçek krizleri saklayıp yapay kriz peşinde koşan AKP ve yandaşları neden böyle bir strateji izliyorlar? Neden halkı gerçeklerle buluşturmuyorlar. Yoksa halk gerçekleri öğrenecek ve uyanacak diye mi korkuyorlar, ürküyorlar?...

İşte sizden saklanan asıl krizi ve sizden kaçırılan gerçekleri CHP Lideri Deniz Baykal şöyle açıklıyor: "...Hukukun kuralları ile siyasetin ortaya koyduğu sonucun birbiriyle çatışır durumda olduğu, en azından bu iddianamede kendisini gösteriyor. Bu kriz, hukuk krizi değildir. Bu bizim anayasamızın temelindeki din ile siyaseti ayırmayı talep eden temel anlayışın Türkiye'yi yönetenler tarafından hazmedilememiş olmasından sindirilememiş olmasından kaynaklanan bir krizdir. Hukuk oy düzeyine göre işler, ya da işlemez diye bir ayırım mı yapacağız. Hukuk ya vardır ya yoktur. Çok oy almayla hukuk işlemez mi diyeceğiz. Zengin olana hukuk işlemeyecek mi?"...

Sizce de gerçekler bunlar değil mi? Neden düşünürlerin, siyaset yapanların, medyanın, köşe yazarlarının çoğu Deniz Baykal'ın söylediği gibi net bir şekilde gerçekleri anlatmıyorlar? Çünkü onlar önce patronun, önce AKP'nin, önce kendi çıkarlarını düşünmekteler.

Türkiye iktidarın yanlış politikaları sonucunda hem siyasi hem ekonomik krize sürükleniyor...

Bu süreçte önce vatan, önce Türkiye diyenler, önce Türk milleti, önce ulus devlet, laik cumhuriyet, üniter devlet diyenler, önce demokratik, laik sosyal hukuku devleti diyenler gerçekleri yüreklice anlatıyorlar, yüreklice savunuyorlar.

Gerçekler geleceğin şekillenmesinde başvurulacak kaynaklardır.

Sizce de bu kaynakları belleklerimizde saklamamız gerekmez mi?

(Haber Ekspres, 8 Nisan 2008)

01 Nisan 2008

GERİ ADIM ATAR MIYDINIZ? - ZAFER YAPICI

Bir emekçisiniz. Farz edin Tuzla Tersanesi'nde ölümüne çalıştırılmışsınız. İş çıkışı "alın terinizin eksik karşılığını"; yevmiyenizi cüzdanınıza koymuş, evinize dönüyorsunuz. Tam o sırada karşınızda bir sokak serserisi beliriyor. "Ya canını alacağım, ya cüzdanını" diyor. Çevrenizde birçok insan var. Onlardan destek almak istiyorsunuz. Ancak hepsi şunu söylüyor ağız birliği etmişçesine: "-Uzlaşın. Şöyle önce bir adım geri atın ikiniz de. Örneğin sen cüzdanındaki paranın yarısını ver ona. Uzlaşın. Önce bir adım geri atın, biz de huzurlu huzurlu yaşayalım..."

Şaşırıyorsunuz. Ya geri adım atacaksınız. Çocuklarınızın rızkını soyguncuyla paylaşacaksınız, "uzlaşmış olacaksınız". Onaylanacak, kabul göreceksiniz. Ya da hakkınızı arayacaksınız. Sizin olanı koruyacaksınız, geri adım atmayacaksınız. Ama belki dövüleceksiniz, belki vurulacaksınız bir kuytuda. Belli olmaz, belki suçlu ilan edileceksiniz, mahkemeye çıkmadan adliye koridorlarında...

Ne yapardınız? Geri adım atar mıydınız?

* * *

Gencecik bir delikanlısınız. Terörden çok çekmiş yerlerden birindesiniz. Bir gün otobüsünüz durduruluyor teröristlerce. "-İnin" diyorlar herkese. İniyorsunuz. Sizi uçuruma doğru sürüklüyorlar sonra. Öyle ki tek bir adım kalıyor yaşamla ölüm arasında. Sonra birileri geliyor. Oranın "ileri geleni" olduğunu anlıyorsunuz gelenin. Diyor ki "-Durun bakalım. Ne oluyor burada. Terör kötüdür. Ama bunlar terörist değil ki. Herkes bir geri adım atsın. Gerginlik bitsin!"

Yaşamla ölüm arasındaki mesafenin sizin için bir adım olduğunu onlar da biliyor, siz de biliyorsunuz... Geri adım atmazsanız belki onlara geri adım attıracaksınız. Belki de kurşunlanacaksınız. Belli olmaz, terörist diye sorgulanan siz olacaksınız belki, onlar yeni terörist eylemlerini örgütlerlerken...

Ne yapardınız? Geri adım atar mıydınız?

* * *

Bir cumhuriyet kurmuşsunuz. Öylesine aydınlık, öylesine örnek ki dünyaya... Irkı, dini, mezhebi, cinsiyeti diye ayırmamışsınız insanları. Kucaklamışsınız... Savaşmışsınız onun için, can vermişsiniz. Gün gelmiş, kurduğunuz her şeyi yıkmak isteyenler türemiş, içeriden dışarıdan... Öyle gizli gizli değil, açıkça... Cumhuriyetinizi, özünüzü, kendinizi korumak için dökülmüşsünüz meydanlara. Sonra birileri çıkagelmiş. Demişler ki "-Durun bakalım. Herkes bir adım geri atsın. Dünya değişti artık. Uzlaşın..."

Onların "iki adım ileri, bir adım geri gitme" stratejisiyle bu yerlere geldiklerini biliyorsunuz diyelim. Bir adım geri hamlesinin daha sonraki iki adım ileri hamlesinin hazırlığı olduğunun da farkındasınız. Sizin için ise artık küçük bir geri adım her şeyi kabullenmek anlamına geliyor. Geri adım atmazsanız, belki onlar çözülecekler. Ama belki de hedef gösterileceksiniz vatansever olduğunuzdan dolayı... Gün gelecek yargılanacaksınız belki de, üçkağıtçılığa ortak olmadığınız suçuyla üçkağıtçılarının düzeninin kurulduğu bir ülkede...

Ne yapardınız? Geri adım atar mıydınız?...

(Haber Ekspres, 1 Nisan 2008)