18 Kasım 2009

AÇILIMIN ÜSLUBU... - ZAFER YAPICI

Bir siyasal rejimin demokrasi sıfatına uygunluk derecesi bir çok etken tarafından belirlenir.

Siyasal sistemi düzenleyen kuralların “kalitesi” bu etkenlerden biridir.

Şöyle ki, demokrasi herşeyden evvel bir özgürlükler ve kurallar rejimidir. Kuralların özgürlükleri yok etmek için araçlaştırıldığı bir ülke demokrasi değildir. Birilerinin özgürlükleri kural tanımaz bir biçimde kullandığı ve başkalarının özgürlüklerine zarar verdiği bir ülke de…

Kısacası demokrasi, özgürlükleri yasal güvenceye alır. Ancak bununla yetinemez. Eşzamanlı olarak özgürlüklerin sınırlarını çizer. Demokrasinin özgürlüklerin sınırlarını çizmesi de aslında özgürlüklerin içini boşaltmak için değil, özgürlükleri korumak içindir! Bir başka ifadeyle demokrasi, özgürlüklerin sınırlarını başka kişilerin özgürlükleri olarak saptayarak son tahlilde yine özgürlükleri korumuş olur.

* * *

Her gün yasalara uygun olarak yahut yasadışı yollarla siyasal iktidara muhalif kesimlerin çeşitli biçimlerde dinlendiği bir ülke demokrasi sayılabilir mi?

Ya da kişilerin politik görüşlerine göre farklı yargılama usullerine tabi tutulduğu bir ülkeye demokrasi sıfatını hangimiz yakıştırabiliriz?

Kendi ülke yurttaşlarına karşı acımasız terör eylemlerine girişmiş bir örgütün üyelerini demokrasi kavramına vurgu yaparak yüreklendirmek, tüm ülke yurttaşlarının özgürlüğünü yok etmeye çalışmakla eşanlamlı değil midir?

Laikliğin, ayrımcılığa karşıtlığın ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir yerde demokrasi var olabilir mi? Aksi halde örneğin dinsel fanatizm, ırkçılık ve hukukun siyasallaşması, demokrasiyi işlevsizleştirmez mi?

Hukuk devletinin ortadan kaldırıldığı bir ortamda hak ve özgürlüklerden söz edilebilir mi?

* * *

Değerli okurlarım, bir siyasal rejimin demokrasi sıfatına uygunluk derecesini belirleyen faktörlerden bir diğeri de politik yaşamın bütün aktörleri tarafından kullanılan üslubun (anlatımın) kalitesidir.

Dilin ve beden dilinin nerede, ne zaman, hangi ortamda ve nasıl kullanılması gerektiğini bilmeyenler kimi zaman demokrasiye büyük zarar verirler.

Hele bu kişiler siyasal erk sahipleri yahut kanaat önderleri olurlarsa…

Kısacası barış ve demokrasi, iyi bir üslupla (anlatımla) iletişim kurmak temelinde ve karşılıklı güven duygusu içinde yükselir ve güzelleşir.

“Yurtta Barış, Cihanda Barış” ideali ancak böyle bir ortamda gerçekleşebilir…

* * *

Değerli okurlarım, 13 Kasım 2009 günü TBMM’de “…açılım” görüşmeleri yapıldı.
(Açılımın ne olduğu hala anlaşılmadığı için açılımın başına … koyuyoruz. Siz açılımdan ne anladıysanız boşluğu o şekilde doldurunuz.)

… açılımı için önce DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve AKP Adana Milletvekili Ömer Çelik kürsüye çıkıp görüşlerini ifade ettiler.

Daha sonra kürsüye gelen Başbakan Recep Tayip Erdoğan konuşma arasında, “şehitler gelsin de biraz daha bağıralım diyenler var” sözlerini kullandı.

Bu sözler üzerine CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, CHP milletvekilleriyle birlikte Genel Kurul salonundan ayrıldı.

Baykal, ayrılış nedenini şöyle açıkladı: “Şehit cenazelerinin gelmelerini istiyorlar diye hiçkimsenin konduramayacağı ithamı bir başbakan hiç utanmadan yapıyor. Daha fazla dayanamadım çıktım.”

Bir başbakana, bu tip talihsiz açıklamalar, oldukça kritik bir konuda yapılan böylesi ağır ithamlar yakışıyor mu? Hem de Meclis kürsüsünde...

Böyle bir üslup demokratik olarak nitelenebilir mi?

* * *

Erdoğan bu sözlerle de yetinmedi. Genel Kurul’dan ayrılan Baykal ve CHP milletvekillerinin arkasından “Sizsiz daha rahat konuşuruz; güle güle” dedi.

Demokrasi anlayışını, farklılıklara karşı tahammülsüzlüğünü dışa vuran bir üslupla bir kez daha netlikle ortaya koydu…

* * *

Değerli okurlarım, demokrasinin içselleştirilmesinin en önemli göstergelerinden biri de kullanılan üsluptur.

Erdoğan şu sözleri, TBMM kürsüsünde muhalefete karşı söylediği ağır sözlerin hemen ardından söyledi: Milletin meclisindeki üslup elbette çocuklara gençlere ve tüm bir millete örnek teşkil edecek bir üslup olmalı”.

Bizim de Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak bu ülkenin yönetiminden sorumlu olan kişilerden beklentimiz, çocuklara, gençlere ve tüm millete örnek teşkil edecek bir üslup ile konuşmaları.

Lakin kırıcı ve dışlayıcı bir üslup ile yapılmış, alaycı jest ve mimiklerle desteklenen bir konuşmanın ardından söylenen düzgün üslup öneren sözler, normal zekaya sahip hiçkimseye inandırıcı gelmiyor.

Üstüne üstlük, demokrasiyi içselleştirmemiş olduğu tarihsel deneyimle; sayısız örnekle doğrulanmış kişilerin ağızlarında “demokratik açılım” sözcükleri biraz “çakma” ve “zorlama” duruyor.

Her şeyi bir kenara bırakın, sadece açılımın üslubu bile, “demokratik açılımın” (!) demokrasi dersinden sınıfta kalmakta olduğu konusunda yeterince fikir veriyor…

(Haber Ekspres, 17 Kasım 2009)

11 Kasım 2009

GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALAR (GDO) - ZAFER YAPICI

Bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi ya da ona kendi doğasında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen canlı organizmalara "Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar" veya kısaca GDO adı veriliyor.

ABD, Arjantin, Brezilya, Çin, Kanada, Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika başta olmak üzere 28 ülkede üretilen GDO'lu tohum ve buna bağlı GDO'lu gıda ve yem ham maddeleri, biyolojik çeşitliliğimizin korunmasını ve sürdürülebilir kılınmasını tehdit ediyor.

CHP lideri Deniz Baykal'ın da ifade ettiği gibi bugün bir de Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) açılımı (!) ile karşı karşıyayız.

* * *

İşte yaşanan gerçekler: Yıllarca bitkisel üretimde verim artışını sağlamak için suni gübre ve kimyasalların kontrolsüz ve denetimden uzak kullanılması; toprak, su ve hava kirliliğini beraberinde getirdi. Yoğun tarımda kullanılan ilaç ve suni gübreler her geçen yıl toprağı daha da verimsizleştirdi. Toprağın verimi düştükçe çiftçi daha fazla ilaç ve gübre kullanmaya yöneldi. Gübreye alışan bitki daha çok gübre istedi, ilaca bağışıklık kazanan böcekleri öldürebilmek için daha kuvvetli zehirler gerekti...

Böylelikle artan verimin bedeli sadece çevre kirliliği olmadı. Kullanılan ilaç ve gübreler canlıların bağışıklık sistemini de etkileyen sağlık problemlerine yol açtı. Artık yeni çözümlere gereksinim vardı. Çünkü toprağın doğal yapısı bozulmuştu.

Dıştan müdahale başarısız olunca, canlıların genleri ile oynamaya başlandı!. Gen aktarımı yoluyla yabani otlar, zararlı böcek ve hastalıklara dayanıklı ürünler elde edilmeye başlandı. Ve böylece insan, genleriyle oynanmış gıdalarla tanışmış oldu.

* * *

Eğer bir tarlaya GDO'lu tohum ektiyseniz arılar, kuşlar, böcekler ve rüzgar gibi tozlaşmayı sağlayan etkenler, GDO'lu polenleri alıp 35 kilometreye kadar uzaklıktaki organik tarım yapılan tarlalara taşıyabilmekte, komşu tarlaya bulaşan genler oradaki üründe de genetik değişikliğe neden olabilmektedir. "Gen kaçışı" adı verilen bu bulaşma sonucunda yaşamın sürdürülebilirliği açısından çok büyük önem taşıyan 12.000 bitki türümüz giderek tektipleşmekte, doğal çeşitlilik azalmaktadır.

Ayrıca, zararlı böceklere karşı dayanıklı olmalarını sağlamak için bazı bitkilere aktarılan toksin (zehir) karakterli genler, o böcekleri yiyerek beslenen yararlı böcek türlerinin de yok olmasına neden olabilmektedir.

Böylece milyonlarca yılda oluşan türler 5-10 yıllık bir sürede yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Yeryüzündeki milyonlarca canlı türünün varlığı tehdit edilmektedir. Ekosistem tahrip etmektedir.

* * *

Bugün dünyada genetiğiyle oynanmış pek çok ürün var: Mısır, patates, domates, pirinç, soya, buğday, kabak, balkabağı, ayçiçeği, yer fıstığı, bazı balık türleri, kolza, papaya, muz, ahududu, çilek, kiraz, ananas, biber, kavun, karpuz, kanola bunlardan birkaçı.

Türkiye 2008 yılında 1.1 milyon ton mısır, 1.2 milyon ton soya, 613 bin ton pamuk ithal etti. Mısırın %40'ı, pamuğun %62'si ABD'den ithal edilirken soya ithalatı ise ABD, Arjantin ve Brezilyadan gerçekleştirildi ve bu üç ürün için 2 milyar dolar ödendi.

Mısır ve soyadan üretilen yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, sakkaroz, fruktoz içeren gıdalar günlük tüketim maddeleri arasında yer alıyor. Örneğin; bisküvi, kraker, kaplamalı çerezler, pudingler, bitkisel yağlar, bebek mamaları, şekerlemeler, çikolata ve gofretler, hazır çorbalar, mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvansal gıdalar ile pamuk, GDO'lu olma riski taşıyan gıdaların başında geliyor.

* * *

CHP Genel Başkanı Baykal'ın bu konuda oldukça önemli bir saptaması var. Şöyle diyor Baykal: "Olay sadece bir beslenme sağlığı konusu değil. Aynı zamanda Türkiye'de tarımın, çiftçiliğin, ekonominin kontrolünün Türkiye'nin dışına çıkması, Türkiye'nin kendi ihtiyacı için kendi imkanlarıyla üretim yapabilen ülke olmaktan çıkıp başkalarının denetimine üretimini teslim etmesi konusu..."

Baykal çıkarılan yönetmeliği de milletin sağlığına yönelik bir tuzak olarak değerlendiriyor. Eğer onlar yürürlükten kaldırmazsa biz CHP olarak, tüketici olarak, her birimiz bu konudaki haklarımız kullanacağız ve bu yönetmeliğin iptali için gereken girişimleri mutlaka gerçekleştireceğiz diyor.

* * *

Şimdi yedi yıldır iktidarda olan AKP hükümetine sormamız gerekmez mi?

· Neden tarımda kullanılan ithal ilaç, gübre ve yemlerin doğaya, toprağa, arılara, kuşlara, böceklere ve insanlara vereceği zararları incelemediniz?

· Neden milyonlarca yıldır var olan gıda türlerinin yavaş yavaş yok olabileceğini düşünüp önlem almadınız?

· Neden şimdiye kadar genetiği değiştirilmiş gıdaların listesini halka açıklamadınız?

· Neden Türkiye'de şimdiye kadar genetiği değiştirilmiş ürünleri alan, üreten ve satanlara gerekli müdahaleyi yapmadınız?

· Neden yıllarca Türkiye'nin her yerinde yenen 27 GDO'lu ürünü Tarım ve Köyişleri Bakanlığı takibe almadı da şimdi 81 ilde takibe alıyor? Bu durum Türk milletinin yıllarca GDO'lu ürün yediği anlamına gelmez mi? Bunun hesabını kim verecek?...

· Neden Türkiye her konuda olduğu gibi bu konuda da dışarıya bağımlı bir ülke haline geliyor?

· Neden "biyolojik güvenlik yasasını" çıkarmadınız da 26 Ekim 2009'da resmi gazetede yayınlanan" GIDA VE YEM AMAÇLI GENETİK YAPISI DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALAR VE ÜRÜNLERİNİN İTHALATI, İŞLENMESİ, İHRACATI, KONTROL VE DENETİMİNE DAİR YÖNETMELİĞİ"ni çıkardınız?

· Bu çıkardığınız yönetmelik ile insan sağlığının, toprağın, suyun, havanın temizlenmesinin, canlıların ahenk içinde yaşamasının mümkün olabileceğini mi sanıyorsunuz?

* * *

Değerli okurlarım, yaşam hakkı en temel haktır. Hem yaşamımızı etkileyen GDO'ya hem de bu konuda hükümetin 21 madde halinde çıkarmış olduğu yönetmeliğin içeriğine karşıyız. Bunu açık bir dille de ifade ediyoruz.

İnsan yaşamını ilgilendiren bu konu ancak "biyolojik güvenlik yasası"nın TBMM'den çıkarılması ve kalıcı tedbirlerin acil olarak alınması ile çözülür. Yoksa muhalefetin, bilim insanlarının, Ziraat Mühendisleri Odasının, Ziraat Odasının, uzmanların ve çiftçilerin görüşleri alınmadan alelacele AKP tarafından yapılan içi boş yönetmelikle değil...

(Haber Ekspres, 11 Kasım 2009)

10 Kasım 2009

On Kasım'da açılım... NEDEN? - ZAFER YAPICI

Hükümet Kürt açılımını Meclis'e getiriyor. Hem de çok anlamlı bir günde... Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün ölüm yıldönümü olan 10 Kasım'da...

Şimdiye kadar anlaşılamayan açılım, bugün, 10 Kasım'da; bu çok özel günde mi anlaşılacak?

Değerli okurlarım, AKP, Kürt açılımını Meclis'e getirmek için 10 Kasım'ı seçiyorsa mutlaka bunun altında da yeni bir "açılım" yatıyor demektir.

Bu açılım, neden "Atatürk'ü önemsizleştirmeye çalışma açılımı" olmasın?...

* * *

Ne acıdır ki, Mustafa Kemal Atatürk'ün Meclisi'nde, ülkeyi yöneten AKP Hükümeti'nin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından 10 Kasım'ın önemi (!) şu şekilde dile getiriliyor: "10 Kasım günlerden biridir...Bugüne özel bir önem vermenin, bugüne özel anlamlar çıkaracak noktaya getirmenin ben doğru olmadığı kanaatindeyim."

Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, selefinden geri kalır mı? O da Mustafa Kemal Atatürk'ü kastederek "Ölenle ölünmüyor, hayat devam ediyor" diyor. Şahin, Atatürk'ü anmayı tatil yapmakla eşdeğer tutuyor. İnandırıcılığı olmayan, alaycı bir üslupla 10 Kasımlarda da çalışmak gerektiğini ifade ediyor.

(Doğru. 10 Kasım'da iktidar çalışıyor. Ne için mi? Kürt açılımı için. Ulusu etnik hatlar boyunca ayrıştırmayı kolaylaştırmak için!)

Arınç ve Şahin'in bu sözlerinin yapıçözümü, AKP zihniyetinin çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini atan Mustafa Kemal Atatürk'ü an(la)ma gününü sıradan bir günmüş gibi gösterme yoluyla Atatürk ilke ve devrimlerini unutturmak istediğini ortaya koymaz mı?

Kürt açılımının Meclis'e taşınması için 10 Kasım'ın seçiliyor olması da içinde bir mesaj kaygısını barındırmıyor mu? Cumhuriyet'in Meclisi'nde ve tüm Türkiye'de Türk bayraklarının yarıya indiği günde Atatürk'ün felsefesini benimsemiş kitlelere bir sindirme ve Atatürk'ün ilke ve devrimlerinden haz etmeyen bir yerlere bir işbirliği mesajı mı verilmek isteniyor?

* * *

Değerli okurlarım, tüm bu gayretler boşuna.

Birileri istemese de, Türk milletinin yurttaşları olarak bizler sadece on kasımlarda değil her zaman ve her yerde Atamızı anacağız, anlayacağız ve anlatacağız.

Dahası, birilerinin istememe nedenlerini çözümleyerek Atamızı anlayacağız, anlatacağız.

Ne mutlu ki Türk milleti Atatürk'ü bir kez daha anacak, anlayacak!

Ruhun şad olsun ATAM...

İlkelerin, devrimlerin ve öğütlerin sonsuza dek yaşayacak...

(Haber Ekspres, 10 Kasım 2009)

04 Kasım 2009

29 EKİM'DE NEYİ KUTLADIK? - ZAFER YAPICI

29 Ekim'i kutladık.

Cumhuriyet Bayramı'nı...

Her kavramın içinin boşaltıldığı, her olgunun anlamsızlaştırılmaya çalışıldığı bir çağda. Emperyalizmin bin bir kılıkla gündelik yaşamlarımıza sızdığı bir süreçte.

Ve bu süreci hızlandırmaktan başka bir işlevi olmayan; "küreselleşelim güzelleşelim" demekle övünen; ancak ülkeyi çirkinliklere terk eden bir siyasal iktidarın bulunduğu bir ortamda.

Neler vardı 2009 Türkiyesi'nde?

Her gün hakimiyetini daha da arttıran yolsuzluk şebekeleri.

Devlet kurumlarını çalışamaz hale getiren siyasi kadrolaşmalar.

Neoliberalizm gereği bir anda zenginleşiverenler. Yoksullaşan milyonlar.

Durma noktasına giren üretim. İşlemeyen dişliler, ekilmeyen tarlalar.

Aşı üretme merkezlerini kapatan, domuz gribine teslim olmuş bir ülke...

Siyasal baskılarla yönlendirilmeye çalışılan hukuk düzeni. Teröristi suçsuz ilan etmek için onun ayağına kadar giden mobil mahkemeler.

Yitirilen güven.

Tarikatların güdümüne sokulmak istenen eğitim.

Bilime değil siyasal otoritelere itaat etmeye koşullandırılan üniversiteler.

Ötekileştirilmeye çalışılan ordu!

Araçlaştırılan demokrasi.

Silinmeye çalışılan harf devrimi, zedelenen dil bayrağımız!

Adım adım paralı hale getirilen eğitim ve sağlık sistemleri.

Soyguna dönen vergiler.

İfade özgürlüğünün önünde engel olarak değerlendirilen Atatürk'ü Koruma Yasası.

Vatan haini ilan edilen vatanseverler; kahraman ilan edilen teröristler.

Oy karşılığında devlet eliyle dağıtılan sadakalar.

Dövülen, hırpalanan, Cumhuriyet törenlerine alınmayan Atatürkçüler!

Atatürk'ün düşüncelerinin değil birilerini zengin eden havai fişeklerin aydınlattığı fason cumhuriyet kutlamaları!

Sessizleştirilen ve etnik-dinsel-mezhepsel hatlar boyunca birbirine düşürülmeye çalışılan bir millet...

Başkalarının sözünden çıkmayan bir dış politika "ekolü". Akılla, bilimle değil "one minute show"larla yönetilen bir diplomasi.

Tektipleştirilen, eleştirme gücünü yitirmesi istenen medya.

* * *

Peki neyi kutladık biz?

29 Ekim 2009'da, bu koşullar altında...

Cumhuriyeti mi?...

* * *

Türkiye'nin, cumhuriyetin temel mantığından uzaklaştıkça hırpalandığı, güçsüzleştiği, toplumu bir arada tutan ortak paydasını yitirdiği görülüyor.

Dolayısıyla, tarihsel deneyim, ülkece yaşadığımız tüm sorunların çözümünün bir kez daha "cumhuriyette" olduğunu ispat ediyor.

Bu ülkenin sorunlarının çözümünün Atatürk'ü rehber almaktan geçtiği gün geçtikçe daha da ortaya çıkıyor.

Bu nedenle biz, 29 Ekim'de "cumhuriyeti" kutlarken aslında "çözümü" kutladık değerli okurlarım.

Biriken sorunları gördük. Çözümün bir kez daha cumhuriyette; Atatürk'te olduğunu kavradık.

Cumhuriyeti kutlarken aslında çözümü kutladık...

...Çözümü!...

(Haber Ekspres, 3 Kasım 2009)