27 Aralık 2010

İzmir İl Özel İdaresi Türkiye'de bir ilki gerçekleştirdi


Değerli okurlarım, İzmir İl Özel İdaresi geçtiğimiz günlerde oldukça önemli gördüğüm bir projeyi uygulama alanına taşıdı.
Bu proje Türkiye'de bir ilk olması bakımından da dikkate değer...
Projenin sloganı şu: "Köylerimizde temiz ve yaşanabilir bir çevre için, Özel İdare ve belediyeler el ele..."
Bu proje, İzmir'e bağlı 24 ilçe ve 597 köyün atık su ve katı atıklarının düzenli olarak toplanması projesi...
Başta insan olmak üzere tüm canlıların temiz bir çevrede yaşamasına katkı sunan bu projeyi İzmir Valisi Cahit Kıraç, İl Genel Meclis Başkanı Serdar Değirmenci (CHP), İl Encümeni, İl Genel Meclisi'nin 93 CHP, 40 AKP ve 3 MHP'li üyeleri ile İlçe Belediye Başkanları bir bütün olarak hayata geçirmişlerdir.
2010 yılı içinde İl Genel Meclis Başkanı Serdar Değirmenci başkanlığında toplanan İl Genel Meclis üyeleri, 4 milyon TL'lik maliyete sahip bu proje için ödenek ayırarak 20 çöp kamyonu, 5 vidanjör, 3632 adeti 400'lük, 1584 adeti 800'lük olmak üzere 5216 adet konteyner alınmasını oy birliğiyle kabul ettiler. Ardından hemen alımlara başlandı.
Alınan bu araç ve gereçler hiç vakit kaybetmeden başta İl Genel Meclis Başkanı ve İl Genel Meclis üyelerinin de katıldığı törenlerle İlçe Belediye Başkanlarına teslim edilmekte.
Örneğin, katıldığım bir devir teslim töreninde Ödemiş Belediyesi'ne 2 adet çöp toplama aracı, 1 adet vidanjör ve 550 adet çöp konteyneri teslim edildi. Bu devir teslim törenleri 24 ilçenin tamamı bitinceye kadar sürecek.
Belediyelere teslim edilen bu araçların yakıt giderleri de İl Özel İdaresi tarafından karşılanacak. Belediye yalnız şoför ve işçi konularında katkı koyarak köylerin atık sularını ve katı atıklarını haftada bir veya iki gün toplayacak.
* * *
İl Genel Meclisi Başkanı Serdar Değirmenci devir teslim töreninde yaptığı konuşmanın bir bölümünde, 2011 yılı bütçesinden de bu proje için 4 milyon TL'lik ödenek daha ayırdıklarını ve bununla da en geç nisan ayında 6 çöp toplama aracı, 5 vidanjör ve 1822 konteyner dağıtarak toplam 597 köyün katı atık ve evsel atık sorununu çözmüş olacaklarını söyledi...
Serdar Değirmenci sözlerini şöyle sürdürdü: "İzmir İl Özel İdaresi'nin karar organı İl Genel Meclisi olarak ilimizin; eğitim, sağlık, kırsal kalkınma, tarım, gençlik, spor, çevre, kültür, turizm ve sosyal hizmetlerini halkımıza en üst düzeyde ve eşit olarak sunmak için başta sayın valimiz ve il genel meclisimiz olmak üzere Özel İdare'nin her kademedeki görevlileriyle birlik ve uyum içerisinde çalışmalarımızı özenle sürdürüyoruz. Bu uyumlu çalışmaların sonucunda 2011 yılı bütçemizi 125 milyon olarak belirledik ve İl Genel Meclisi'nde oybirliğiyle kabul ettik. Özel İdare'nin kıt olanaklarını çok yerinde ve dengeli kullanarak, gerçekçi bir bütçe yaptık. Bu bütçede; kırsal kesimin hayat standardını yükseltmek ve sosyal hizmetlere önem vermek önceliklerimiz arasındadır."
İl Genel Meclis Başkanı Serdar Değirmenci 2011 yılı içerisinde yapılacak diğer hizmetleri de şöyle sıralıyor:

· Kırsal kesime hizmet için; Köylere Hizmet Götürme Birliği'ne 18.510.000, tarıma 6.130.000, çöp toplamaya 4.000.000, köy yollarına 3.000.000, çevre ve yerleşik alan düzenlemesine 1.250.000 TL olmak üzere toplam 32.890.000 TL ödenek ayırdık. Bu ödenekle köylerimizin yolları, köprüleri, göletleri, içme ve atık suları da dahil olmak üzere her türlü ihtiyacını karşılamaya çalışıyoruz.
· Sosyal hizmetlere Türkiye'de en çok bütçe ayıran il genel meclisiyiz. 2011 yılında 4.400.000 TL olmak üzere, son 5 yılda toplam 20.825.000 TL ödenekle, kimsesizlere, kimsesiz çocuklara, koruyucu ailelere, yaşlılara çok önemli hizmetler sunuyoruz.
· Eğitime bütçemizin %20'sini ayırdık. 5.906.000 TL ile bu yıl 40 okulu onaracak, 11 okulumuzu güçlendireceğiz. 3.133.000 TL ile temizlik hizmetlerini, 2.250.000 TL ile kamulaştırma hizmetlerini, 5.900.000 TL ile yakacak alımlarını gerçekleştirerek, diğer hizmetlerle birlikte toplam 18.360.857 TL harcayarak İzmir'in eğitim ve öğretim hizmetlerine önemli katkılarda bulunmaya devam edeceğiz.
· Kent Güvenlik Sistemi MOBESE'ye geçmiş yıllarda 4 milyon, bu yıl da 2 milyon ödenek vererek İzmirimizin güvenlik sistemine katkılarımızı devam ettireceğiz. Sağlıkta, sporda, kültür ve turizm alanında katkı vermeye devam edecek, ayırdığımız 6 milyon TL'lik ödenekle iş makine ve araç parkımızı çoğaltacağız.
· İzmir İl Genel Meclisi olarak çevreye ayrı bir önem veriyoruz. Göreve geldiğimiz andan itibaren yaptığımız çalışmalarla köylerimizin çalışmayan arıtma tesislerini onararak ve elektrik borçlarını ödeyerek faal hale getirdik. Ödemiş Gölcük Gölü'nün temizlenmesinden, Gediz Nehri'nin kirlilikten kurtarılmasına kadar her alanda çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
· Çağdaş ve katılımcı bir anlayışla ilimizin değişim ve gelişimine öncülük ederek, doğayı ve çevreyi koruyarak dünya kenti İzmir'i yaratmak için kendi çapımızda önemli katkılar sunmaya devam ediyoruz, edeceğiz.
· Ne yazık ki 125 milyonluk bütçe İzmir'e yetmiyor. Özel idarelerin gelirleri, özgelirleri ve merkezi bütçeden yapılan transferlerden oluşmaktadır. Özgelirlerin oranı yaklaşık % 14.6'dır. Yani geriye kalan % 85.4 merkezi bütçeden gelmektedir. Özel idarelerin yürüttükleri yerel hizmetlerle ilgili kendi özgelirlerini sağlama imkanı tanıyan bir düzenleme hemen hemen yok gibidir. İller Bankası'ndan gelen %1.15 oranındaki pay yetmemektedir. Bu pay arttırılmalı ve o ildeki toplanan vergilerden Özel İdareler pay almalı, TBMM' de bekleyen Belediye ve İl Özel İdaresi Gelirler Yasa Tasarısı bir an önce çıkarılmalıdır."

Değerli okurlarım, bu yasa tasarısı AKP hükümeti tarafından çıkarılır mı bilmem (!).

Ama bildiğim bir şey var. O da Türkiye'de ilk kez uygulanan bu projenin diğer 80 ilimizin Özel İdareleri'nde de benimsenip uygulanması gerektiğidir.

* * *
İl Özel İdaresi'nin karar organı İl Genel Meclisi'dir. İşte o mecliste görev yapan 136 İl Genel Meclis Üyesi, İl Genel Meclis Başkanı'nın başkanlığında toplanarak yukarıda anlatılan tüm kararları almakta ve uygulamaya koymaktadırlar.

Değerli okurlarım, bu yazıyı oylarınızla seçtiğiniz il genel meclis üyelerinin yaşadığınız kente yaptıkları katkıları ve sundukları hizmetleri yansıtmak ve onları tanımanıza yardımcı olmak için yazdım.

Ülkemizde, ilimizde, ilçemizde, mahallemizde ve köyümüzde; daha doğrusu yaşadığımız her yerde bizim ve çocuklarımızın geleceği ile ilgili alınan kararları ve yapılan uygulamaları ne derece takip ediyoruz?

Türkiye Cumhuriyeti'nin bir yurttaşı olarak kentimizi ilgilendiren bu önemli konularda bilgi sahibi olup görüşlerimizi ifade etmemiz gerekmez mi?...

(Haber Eksperes Gazetesi- 27 Aralık 2010)

20 Aralık 2010

1929'dan 2010'a Yerli Malı Kullanımı ve Tasarruf Dersi... ZAFER YAPICI


Yıl 1929...

Genç Cumhuriyet, bütün dünyada yaşanan ekonomik bunalımın etkilerinden uzak kalamadı.

İhracatın düşmesi, Türk lirasının yabancı paralar karşısında değer kaybetmesi ve Osmanlı borçlarına ek olarak devletleştirilen demiryollarının ödemeleri döviz sıkıntısını da beraberinde getirdi.

Bu durum hükümeti yeni arayışlara itti.

Öncelikle 4 Nisan 1929 tarihinde yabancı mallar yerine Türk mallarının kullanılmasını teşvik etmek için " Yerli Mallar Haftası" ilan edildi. Bu bağlamda örneğin İstanbul'da üniversiteli öğrenciler "Yerli Malı Kullanma ve Koruma" mitingi düzenledi.

11 Ağustos 1929 tarihinde İstanbul Milli Sanayi Birliği'nin düzenlediği "Türk Yerli Malları Sergisi" Galatasaray Lisesi'nde açıldı.

1 Ekim 1929'da hükümet, ithalatı azaltmak üzere lüks tüketim maddelerinin gümrük tarifelerini yükseltti.

* * *

24 Ekim 1929'da dünya ekonomisinde yaşanan durgunluk New York borsasında hisse senetlerinin hızla düşmesine yol açmış, panik havası diğer ülkelere de sıçramıştı.

24 Kasım 1929'da 1 sterlin 1046 kuruşa yükselmişti.

Bu gelişmeler üzerine 4 Aralık 1929 günü Bakanlar Kurulu, Türk parasının değerini yükseltmek ve yerli mallarının kullanılmasını teşvik etmek için alınacak önlemlere ilişkin bir kararname yayımladı.

17 Aralık 1929 günü Bakanlar Kurulu, İş Bankası'nın kuruluş günü olan 25 Aralık tarihini "Tasarruf Günü" ilan etti.

18 Aralık 1929 tarihinde Mustafa Kemal Paşa'nın girişimleriyle "Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti" kuruldu. Gazeteler toplumu tutumlu olmaya ve yerli malı kullanmaya teşvik eden kampanyalar başlattı.

* * *

"Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti'nin" amaçları, Hakimiyet-i Milliye'de şu şekilde yayınlanmıştır:

a- Halkı israfla mücadeleye, hesaplı, tutumlu yapmaya ve tasarrufa alıştırmak,


b- Yerli mallarımızı tanıtmak, sevdirmek, kullandırmak,

c- Yerli mallarımızın miktarını yükseltmeye, metanet (dayanıklılık) ve zerafet itibariyle hariçteki mümasil (benzeri) mallar derecesine getirmeye ve fiyatlarını ucuzlatmaya çalışmak,

d- Yerli malların sürümünü artırmak.

Cemiyet, bu amaçlara ulaşabilmek için üyeler bulacak, konferanslar verecek, yerli malların üretim ve tüketimini teşvik edecek, sergiler ve büyük satış mağazalarının açılması için talep yaratacaktır.

Milli İktisat Cemiyeti'nin tasarruf anonsu da şu şekilde belirlendi:

"Vatandaş! Bugünü değil yarını düşün. Onun için ayağını yorganına göre uzat!
Hesaplı yaşa! Az da olsa para biriktir!"

Bu bildiri o dönemde, caddelerde ve kalabalık yerlerde afiş olarak da sergilenmiştir.

* * *

Ve yıl 2010...

Bugün yurdumda satılan tüm malların içinde yerli malını bulmak, mercekle aramayı gerektiren aşamaya gelmişse...

Ve her geçen gün üretim gücümüzün azaldığı, iş yerlerinin birer birer kapandığı, işsizler ordusunun ve yoksulların çığ gibi büyüdüğü ve cumhuriyetin tüm kazanımlarının ortadan kaldırıldığı net bir biçimde görülürsa...

Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri, üniversiteler, medya, demokratik kitle örgütleri, kamuoyu...

Gerçekten görevlerini yapıyorlar diyebilir misiniz?

* * *

İşte 1929 yılında görülen cumhuriyet bilincinin sonuçları...

İşte 2010 yılında yitirilen cumhuriyet bilincinin sonuçları....

Bugün daha biliçli olmamız gerekirken 81 yıl öncesinin bakış açısını ve bilinç düzeyini bile yakalayamıyoruz!..

Sahi biz nereye gidiyoruz?...

(Haber Ekspres Gazetesi- 20.12.2010)

13 Aralık 2010

AKP DEMOKRASİSİ(!)- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde üniversite öğrencilerinin yaptıkları eylemlere güvenlik güçlerinin müdahale ediş biçimine ek olarak iktidar partisi sözcülerinin ve yandaş basın organlarının konuyu ele alış biçimi, "AKP demokrasisi"ni çözümlememizde bir turnusol kağıdı işlevini yerine getiriyor...

* * *

Biliyorsunuz. İstanbul'da gerçekleşen Başbakan'ın rektörler toplantısına karşı tepkilerini ortaya koyan üniversite öğrencileri, akıl almaz bir biçimde dövüldüler...

Bırakınız toplantı alanına, henüz İstanbul il sınırına bile ulaşmadan güvenlik güçlerinin müdahalesiyle karşılaştılar.

Onlarca üniversite öğrencisi yaralandı. Yüzlerce öğrencimiz biber gazına maruz kaldı...

* * *

Bu vahşetin hemen ertesinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde gerçekleşen bir etkinliğe konuşmacı olarak katılan TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı AKP milletvekili Burhan Kuzu yumurtalı protestoya uğradı.

Öğrenciler, cop, tekme, yumruk ve biber gazına karşı tepkilerini taşla, sopayla değil yumurtayla göstermek istediler.

Olay oldu!

* * *

Önce Burhan Kuzu başladı. Burhan Kuzu faturayı Ankara Üniversitesi Rektörü Cemal Taluğ ve Dekan Celal Göle'ye kesti.

Yumurta onların başına patladı.

Ardından artık alıştığımız büyük bir yandaş medya yaygarası başladı.

Bir iki gün önce öğrencilere karşı işlenen şiddetin sorumlusu sanki hükümet değilmiş gibi, AKP, mağduriyet edebiyatına girişti...

Burhan Kuzu ve AKP'nin bazı ileri gelenleri Türk siyasi hayatında klasikleşen söylemleri yinelediler. "Bu kesin Ergenekon işi" diyerek, öğrencileri, varlığı ispat edilememiş bir örgütün provokasyon yapmakla görevlendirilmiş üyeleri olarak sunmak istediler...

Zaman gazetesinden Mümtazer Türköne'nin sözleri de bu bağlamda "AKP demokrasisini" kavrayabilmek için önemli bir gösterge oluşturuyor. Türköne 9 Aralık 2010 tarihli köşe yazısında öğrenci tepkisini tıbbi bir terim olan "patoloji" kavramıyla açıklıyor. Patoloji, "hastalıkla ilgili hücrelerdeki, dokulardaki ve organlardaki yapısal ve işlevsel değişikliklerin tanınması, araştırılması ve incelenmesiyle ilgilenen bilim dalı."

Türköne, eylem yapan gençlerimizi "patolojik vakalar" olarak tanımlıyor. Tedaviye muhtaç bireyler olarak sunuyor.

Onları eylem yapmaya iten fiziksel şiddet dahil şiddet girişimlerini göz ardı ediyor.

Bir gün sonra kaleme aldığı yazıda hem kendi ruh haliyle hem de kendi demokrasi kavrayışı ile ilgili önemli bir patolojik bulgu veriyor...

Bakınız Türköne ne demiş: "Bunlar genç, kanları kaynıyor; şımartırsanız tepenize çıkarlar. Böyle devam ederseniz şimdiden ceplerine taş doldurmaya başlarlar. Bu sefer geri adım atıp hatalarını tamir etmeye çalışacaklar. Ancak şiddete dayalı reklamın tadını aldılar. İlk fırsatta yeniden deneyecekler..."

Yazının başlığı da ilginç... "Bugün yumurta, yarın taş; ya öbür gün...",,

(Biz de buna karşılık şöyle soralım: "Bugün biber gazı-dayak-cop, yarın; ya öbür gün...?")

Kısacası Türköne, tepkilere karşı hükümeti sert tedbirler alma konusunda uyarıyor. Eğer almazsa olayların büyüyüp, "demokrasiye" (!) (AKP demokrasisine) zarar verebileceğini söylüyor!

* * *

Bu arada Başbakan öğrencilerle dalga geçiyor...

Öğrenciler sanki büyük zenginlik içinde.

Şımarmış, parasını çarçur eden züppe takımı...

Diyor ki Başbakan, "bu kadar paranız var madem omlet yapın yiyin"!

Başbakan şu sözleri de söylemeyi ihmal etmiyor: "Harçlarını zaten devlet ödüyor. Neyin eylemini yapıyorlar anlamıyorum."

Öyle değil mi?

Devletten zam almayan memur da, açlığa mahkum edilmiş emekli de, çalışma koşulları iyileştirilmeyen işçi de eylem yapmasın...

Onların maaşlarını da devlet ödüyor... Niye eylem yapsınlar ki?

* * *

Değerli okurlarım. İşte AKP demokrasisi...

Demokrasilerde devlet vatandaşın hizmetinde olur.

Vatandaşın hükümetin emrinde olduğu, söz hakkının bile olmadığı sistemlere demokrasi denmez?

Peki ya ne denir?...

(Haber Ekspres Gazetesi- 13 Aralık 2010)

06 Aralık 2010

Denktaş, İzmir'den uyarıyor!... - ZAFER YAPICI


Yer: DEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü/Buca- İzmir.

Konu: AB Müzakere Sürecinde Kıbrıs'ın Önemi.

Konferansın Konuşmacısı: KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş.

* * *

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş diyor ki:

Biz KKTC olarak Kıbrıs'ta küçük bir azınlık olarak kalmak istemiyorsak;

· Cenevre Görüşmeleri'nde Rumların hem iki taraflı federasyon isteğine hem de 1960 anayasasının değiştirerek baskı ile kabul ettirilmesine olanak tanımamalıyız.
· Girit'in Osmanlı'dan koparılışı Osmanlı ordusunun Girit'i terk etmesi sağlandıktan sonra gerçekleşmişti. Kıbrıs'ta yeni bir Girit Oyunu'nun oynanmasına; Türk askerinin adadan çıkarılmasına izin vermemeliyiz.
· AB'nin kuralları öne sürülerek Rumların KKTC'deki mülkiyet taleplerine ve ardından hem Rum hem de Yunanlıların topraklarımıza yerleşmelerine dikkat etmeliyiz.
· Kıbrıs Rum Kesimi'nin AB'ye tam üye olarak alınmasından sonra Kıbrıs sorunu zemin değiştirdi. AB de bunu Türkiye'ye karşı bir koz olarak kullanıyor. AB'nin bu politikasına karşı direnç göstermeliyiz.
· ABD, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında adadaki İngiliz üslerini kullanabilir. Bu nedenle ABD'nin "Rumlar bu üsleri rahatsız etmesin" diye Rumlardan yana ağırlık koymasına dikkat etmeliyiz.

Bu önemli hususları bilmeliyiz, uyanık olmalıyız ve tedbirimizi almalıyız!...

* * *

Değerli okurlarım, Cenevre Görüşmeleri'nde baskı ile yukarıda aktarılan tavizler Türk tarafına kabul ettirilir ve KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu da bunu onaylarsa Denktaş'a göre artık Kıbrıs meselesi diye bir mesele kalmayacak. Teslim olunmuş olacak. Türkiye adadan çıkmak zorunda kalacak. Türkler adada sadece küçük bir azınlık olarak yaşamlarını sürdürecekler. Federasyon söylemini sadece Türk tarafını adadan çıkarmak için araçlaştıran Rum tarafı, Türk askerinin adadan ayrılmasının ardından federasyonu hiçbir zaman çalıştırmayacak. Adanın etrafında varlığı ispatlanan önemli petrol rezervleri Rum yönetiminin kontrolünde bir zenginlik kaynağı yaratacak.

Değerli okurlarım, Rauf Denktaş tüm bu olasılıkların önüne geçme yolunu da açıklıyor. Türkiye'nin Rum idaresini meşru hükümet olarak kabul etmediğini net bir dille söylemesi gerektiğini vurguluyor.

Denktaş, bazı devlet adamlarının bunu dile getirdiğini ifade ederek, "Ancak daha sert söylemek gerekiyor. 'Kıbrıs mı, AB mi diye şart koşulursa Kıbrıs deriz' denmiştir. Ancak bunun ciddi olduğunu AB'ye anlatmak lazımdır" diyor.

Denktaş Türkiye'nin AB'ye üyelik süreci konusunda çok önemli uyarılarda bulunmaya şöyle devam ediyor: "AB Türkiye'yi kapıda tutmak ister, ipleri kesmek istemez. Ancak iplerin kesilebileceğini göstermek lazımdır. Rum idaresi AB üyesi olarak Türkiye'nin tüm girişimlerini veto edecektir. Veto etmesin diye Türkiye taviz verecektir. Böylelikle yavaş yavaş Kıbrıs'a sahip olacaklardır."

Önce limanlar, karasuları, sonra fır hattı ve kıta sahanlığı...

Bir bakmışsınız Kıbrıs bir Yunan adası olmuş...

* * *

Değerli okurlarım, Türkiye'de gündem o kadar sık değişiyor ki...

Bu karmaşa arasında ulusal çıkarlarımızı ve Kıbrıslı soydaşlarımızı ilgilendiren hayati meseleler bir türlü konuşulmuyor, tartışılmıyor.

Hükümet bu konuda ne düşünüyor sorusu yanıtsız kalıyor.

Hükümet, soruna bakış açısı konusunda kamuoyunu ve muhalefeti bilgilendirmiyor.

Dahası sorunu gündeme taşımaktan özenle kaçınıyor.

Oysa KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Kıbrıs'ın gerçeklerini bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, aynı azim ve kararlılıkta yıllardır anlatıyor.

Ya biz, Kıbrıs'ın geleceği tehlikedeyken Kıbrıs için ne yapıyoruz?...

Kıbrıs'ın geleceğinin Türkiye'nin geleceği olduğunun farkına varıyor muyuz?

* * *

Sayın Denktaş, böylesine yaşamsal bir konunun kitlelerin bilgisine sunulmasında basının önemini vurgulamıştı. Ben de bir köşe yazarı olarak kendisini Dokuz Eylül Üniversitesi'nde izledim. Bu yazıyla biraz olsun sorumluluğumun gereğini yaptığıma inanıyor ve Sayın Denktaş'ın ellerinden öpüyorum.

İyi ki varsınız Sayın Cumhurbaşkanım!

( hABER eKSPRES gAZETESİ- 6 aRALIK- 2010)

28 Kasım 2010

Nato'nun Füzeleri- ZAFER YAPICI


Beklenen oldu...

19-20 Kasım 2010 tarihinde Lizbon'da gerçekleşen NATO zirvesinde, ABD Ulusal Füze Savunma Sistemi'nin NATO bünyesine alınmasına karar verildi.

Ancak bu karar NATO'ya üye 28 ülke tarafından alınan bir ilke karar. Karar sadece füze savunma sisteminin NATO bünyesinde kurulacağını ifade ediyor.

Füze savunma sisteminin hangi NATO ülkesinde, hangi şartlarda kurulacağı, sistemin komutasının kimde olacağı, sistemin mali yükümlülüğünün hangi ülke ya da ülkeler grubu tarafından karşılanacağı gibi esas tartışmalı konuları erteliyor!

* * *

16 Kasım 2010 tarihinde, NATO Lizbon Zirvesi'nin hemen öncesinde Başbakan Tayyip Erdoğan ne demişti: "Topraklarımızın genelinde böyle bir şey düşünülüyorsa zaten kesinlikle komuta bize verilmeli, aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil..." ("Füze Kalkanı Kurulursa Komuta Türkiye'de Olacak", Star Gazetesi, 16 Kasım 2010).

Birkaç gün sonra Başbakan, bu sözlerinden çark etti. NATO Zirvesi'nin hemen ertesinde, 6 gün önce ısrarla söylediği komuta ile ilgili önemli sözleri unutuverdi. Füze kalkanı konusunda komutanın NATO'da olması gerektiğini ifade etti. (TGRT Haber, 22 Kasım 2010). Dahası, İsrail ordusuna ve gizli servisi MOSSAD'a yakınlığıyla bilinen 'debkafile' internet sitesinde ortaya atılan, "Füze savunma sisteminde komuta bir Türk komutanda olacak" iddiasını ısrarla yalanladı. Böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını "tutarlı bir biçimde" bildirdi! (Füze Kalkanında Komuta Kimde, Zaman, 23 Kasım 2010)

Tüm bu çelişkiler, her bir açıklama Türkiye için gerçek bir çözümmüş gibi AKP medyasında dillendirildi!

Başbakanın bu yazının kaleme alındığı tarihe kadarki kararı komutanın NATO'da olması gerektiği yönünde. Bu yazının kaleme alınış ve yayın tarihleri arasında geçen 24 saatlik zaman diliminde kararını yeniden değiştirmiş olması bile mümkün.

Başbakan bir gün çıkıp "Biz Türkiye olarak komutanın münhasıran ABD'de olması gerektiğini düşünüyoruz" derse kimse şaşmasın!!!

* * *

Değerli okurlarım, Türk yönetiminin füze kalkanının en temel konularındaki tutarsız tavrı, Türkiye'nin bu konudaki pazarlık gücünü zayıflatıyor.

AKP yönetimi Türkiye'yi büyük bir bilinmezliğe sürüklüyor!

Bilinmezlik şurada başlıyor: Türkiye, Lizbon NATO Zirvesi'nde NATO bünyesinde füze savunma sisteminin kurulması konusunda olumlu oy veriyor.
ABD'nin bu sistemin Türkiye'de kurulması gerektiğini açıkça ileri sürdüğü ve AB'nin kilit ülkelerinin bu tutumu desteklediği bir ortamda, Türkiye, kendisi için "özel sonuçlara yol açabilecek" bir süreci, bu sürecin başlangıcında kayıtsız şartsız kabul ediyor...

Şöyle ki, NATO Zirvelerinde kararlar oybirliği ile alınır. Bir başka ifadeyle bir ülkenin "hayır" dediği bir konu, diğer tüm NATO ülkeleri "evet" deseler bile karar haline dönüşemez!

Türkiye bu kritik toplantıda, "veto" gücünü kullanıp, daha işin başında NATO sistemi konusunda milli çıkarları çerçevesinde pazarlık ortamı yaratabileceği bir süreci elinin tersiyle itmiş oldu.

Kendisini, diğer NATO ülkelerinin birçoğunun aksine doğrudan ilgilendiren bir süreçte "pazarlık gücünü" ilk günden yitirdi...

* * *

Bu yanlışın sonu artık belli.

Bir oldubitti hepimizi bekliyor...

Şimdiden yazalım.

İlerleyen haftalarda, birinci aşama olarak NATO yetkilileri tarafından füze savunma sisteminin Türkiye'de kurulacağı açıklanacak.

Sonra komutanın NATO kapsamında olduğu ancak NATO adına ABD'li askeri yetkililer tarafından yürütüleceği söylenecek... Türkiye, bunu kabul etmeye çeşitli yöntemlerle zorlanacak.

Sonrasında ise füze savunma sisteminin üzerinde kurulduğu ülke yönetiminin bu sisteminin maliyetinin üstlenilmesi konusundaki sorumluluğu hatırlatılacak...

Böylelikle "eğer tutarsa" Türkiye'yi "hedef" haline getiren bir sürecin mali yükümlülüklerinin karşılanması sorumluluğu bile Türkiye'ye yüklenecek!!!

* * *

Hakkını yemeyelim. Cumhurbaşkanımızın ve "sıfır sorun" Dışişleri Bakanımızın NATO Zirvesi'nin içeriğinin belirlenmesi noktasında büyük katkıları oldu!

Onlar sayesinde NATO'nun tehdit algılamasını ve tehditle mücadele yöntemlerini ifade eden yeni Stratejik Konsept Belgesi'nde "sıfır sorunlu" komşumuz İran, füze sisteminin hedefi olarak gösterilmedi...

Bu durum medyada "iktidarın büyük pazarlık başarısı" olarak sunuldu...

Oysa NATO'nun hiçbir stratejik konsept belgesinde düşman, bir ülke olarak somutlandırılmamış, isimlendirilmemişti!

NATO, Sovyet dünyasına karşı olarak Batı tarafından kurulan bir savunma örgütüydü. Ancak açık tehdit kaynağı SSCB olmasına karşın Soğuk Savaş yıllarının Stratejik Konsept Belgelerinde SSCB tehdit olarak gösterilmemişti!

Ne 1991 ne 1999 ne de 2004 tarihli NATO stratejik konsept belgelerinde tehdit ülkeler isimlendirilerek sıralanmamıştı...

Yani, NATO geleneğinde olmayan ve olmayacağı açık olan bir şey, bu kez de olmadığı için AKP başarılıymış....

Buna ancak gülünür!

* * *

Bakalım İsrail'in korunması, Türkiye'nin iç politik dizaynı ve İran'a yönelik bir operasyon yürütmek amaçlarıyla Türkiye'ye yerleştirilecek kalkan, AKP tarafından seçmene nasıl yutturulacak?...

İsrail ile anlaşmalı yeni "one minute" çıkışları bizleri bekliyor gibi...

(Haber Ekspres Gazetesi- 29 Kasım 2010)

22 Kasım 2010

Vekilin "hac" gideri yoksul halkın rızkından... ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, hangi işçi veya memur, çalıştığı işyeri yönetimine "Bu yıl hacca gitmek istiyorum. Beni idare edin. Burada çalışıyor görüneyim ama hacca gideyim. Dönüşte de maaşımı tam alayım" diyebilir?
Ve hangi işveren bunu kabul edip maaşı tam ödeyebilir?
Böyle bir uygulama olabilir mi?...

* * *
Belki çalışanlarda olmuyor ama gelin görün ki vekiller, yani aralarında işçi ve memurların da olduğu seçmenin seçtiği kişiler, asli görevlerini bırakıp kişisel dini görevlerini yerine getirmek için hacca gidiyorlar.
Hacca gitmelerine tabii ki karşı değiliz ama...
Milletin aslı bu yolla hacca gidemezken nasıl oluyor da vekiller görevlerini bırakarak gidebiliyor? Böyle bir yasa var da biz mi bilmiyoruz? İşçi, memur mu bilmiyor?...

* * *
Değerli okurlarım, gelelim işin özüne.
Hz. Ömer devlet işini yaparken devletin mumunu, kendi işini yaparken kendi mumunu kullanıyordu...
Ya hacca giden AKP milletvekilleri hangi mumu kullanıyor dersiniz?
Hem de manevi duyguların en yoğun olduğu anlarda...
* * *
Gelin bu işin maddi yönüne bir bakalım...
Bugün milletvekili maaşlarının aylık ortalama 10.000 TL olduğunu varsayalım. Günlük 330 TL'ye denk geliyor. 100 AKP'li milletvekillerinin hacda 15 gün kaldığını düşünürsek 330x100x15= 493.000 TL gibi bir rakam ortaya çıkıyor...
Bu rakam sekiz yılın değil, sadece 2010 yılın rakamıdır...
Değerli okurlarım, bu rakam, milletvekillerine "çalışmaları karşılığında" (!) vergilerimizden sağlanan ödeneklerle verilen maaş...
Peki, 493.000 TL ile neler alınır?
Kilosu 30 TL'den yaklaşık 16.500 kilo et.
Tanesi 2.000 TL'den 247 kurbanlık dana.
Tanesi 500 TL'den 986 kurbanlık koç.
Ve hiç et yüzü görmemiş yoksullar!...

* * *
Şimdi sormamız gerekmez mi?
Çalışmadan, alın teri akıtmadan bu parayı almak sizce helal mi?
Bu parayı alıp da hacca gitmek sizce ne kadar ahlakidir?
Kul hakkıyla; yani Türk milletinin katkılarıyla oluşan bütçeden aldığınız bu paralarla hacca gitmek nasıl sevap sayılıyor?
Sizler oraya giderken Türk milletinden helallik aldınız mı?
Belki de şunu diyeceksiniz. Ben kendi paramla gittim.
Doğrudur. Tabii ki kendi paranızla; yani milletvekili maaşınızla gittiniz.
Parlamentoda çalışmanız karşılığında ya da görevli olduğunuz yerlerde gösterdiğiniz çaba için aldığınız maaşlara ve o maaşların nerede, nasıl kullanacağınıza bizim itirazımız yok.
Bizim itirazımız şahsi olan; kendi maneviyatınızı rahatlatmak için hacda bulunduğunuz sürede aldığınız veya alacağınız ücretedir.
Lütfen hac'da geçirdiğiniz günlerin karşılığı olan maaşı almayınız. Aç, işsiz ve yoksul kimseleri düşününüz!...
Onların rızkı ile manevi dünyanızı güçlendirmeye ve kendinizi avutmaya çalışmayınız.
Hani bir söz vardır. Bunu sizin lideriniz de hep söyler, "Halka hizmet Hakka hizmettir" diye...
Siz isterseniz yine kendinize hizmet etmeyi sürdürünüz.
Ama yetimler, öksüzler, kimsesizler, işsizler...
...Kısacası yoksul halk sizi affetmeyecektir...

(Haber Ekspres Gazetesi- 22 Kasım 2010)

15 Kasım 2010

Ya demokrasinin ekonomik boyutu Sayın Başbakan? - ZAFER YAPICI


Demokrasinin üç boyutundan birisi olan ekonomik boyutu yani ekonomik demokrasi, ülkede yaratılan değerlerden adil bir biçimde yararlanmak olarak tanımlanabilir. Ekonomik demokrasi sayesinde:
- Gelir dağılımındaki adaletsizlikler giderilebilir,
- Sömürünün yarattığı eşitsizlikler ortadan kaldırılabilir.

Değerli okurlarım, eğer bugün ülkemizde gerçek bir demokratik düzen kurulamıyorsa, bu durumun en önemli nedenlerinden biri ekonomik yapıdaki çarpıklıklardır.

Örneğin asgari ücretin 599 TL olduğu bir ülkede açlık sınırı 860 TL, yoksulluk sınırı 2.801 TL ise,16 milyon kişi yoksulluk sınırının, 550 bin kişi açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyorsa,2011'in ocağında en düşük BAĞ-KUR tarım emeklisinin aylığı ancak 434 liraya, en düşük BAĞ-KUR esnaf emeklisinin aylığı 574 liraya, en düşük SSK işçi emeklisinin aylığı 710 liraya ve en düşük SSK tarım emeklisinin aylığı 555 liraya yükselecek ise, 4,5 Milyon kişinin kart batağında, 4 milyon gencin de evde oturuyor olması,Ve 4.7 milyon kişi de işsiz konumundaysa... ...Bu ülkede demokratik düzenden söz edilebilir mi?....


* * *


Değerli okurlarım, burada bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Ekonomik demokrasi olmaksızın siyasal ve hukuksal demokrasiden söz etmek aldatmacadan başka bir şey değildir. Bir ülkede demokrasi var deniliyor ise o ülkede siyasal, ekonomik ve hukuksal (hak ve özgürlükler-insan hakları konularında) demokrasinin eksiksiz uygulandığı anlaşılmalıdır. Peki neden demokrasinin ekonomik boyutu bu denli önemli? Çok basite indirgeyerek izah edelim: Ekonomik özgürlüğü olmayan insanlar uygulamada diğer özgürlükleri kullanamazlar. Diğer özgürlükleri kullananlar ekonomik özgürlükleri olanlardır. Daha doğrusu, cebi dolu olanlardır. Örnek mi istiyorsunuz; hemen vereyim: · İnsanların yaşam hakkı var ancak en basit hastalıklar için bile çaresiz durumdalar. Toplumumuzun önemli bir kısmının ne doktora gidecek, ne de ilaç alacak parası var.

İnsanların eğitim hakkı var ama parasızlık yüzünden milyonlarca genç okuma zorluğu içinde; ne yapacaklarını bilemiyor.
- Konut edinme hakkı var ancak milyonlarca insanın parasızlık yüzünden başlarını sokacak bir konutu yok.
- Çalışma hakkı var ama çalışacak iş alanları yaratılamıyor, yok...

* * *

Değerli okurlarım, ekonomik demokrasi konusunda anahtar konuma sahip olabilecek bir kurum olan Ekonomik ve Sosyal Konsey de ne yazık ki hükümet tarafından işlevsizleştiriliyor.
Başbakanın başkanlığını yaptığı ve sendika-sivil toplum örgütü temsilcilerine de yer verilen ve üç ayda bir toplanması gereken Ekonomik Sosyal Konsey üç yıldır toplanamıyor!Bir türlü toplanamayan Ekonomik ve Sosyal Konsey'in görevleri nelerdir?
Toplumdaki ekonomik ve sosyal birimlerin, hükümetin ekonomik ve sosyal politikalarının oluşturulmasına katılımlarını sağlamak, hükümet ile toplumsal kesimler arasında ve toplumsal kesimlerin kendi aralarındaki uzlaşma ve işbirliğini güçlendirecek çalışmalar yapmak...
Oluşturduğu görüş, öneri ve raporları hükümete, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne, Cumhurbaşkanı'na ve kamuoyuna sunmak, görüş bildirilirken uzlaşılan ve uzlaşılamayan hususları ayrı ayrı belirtmek...
O zaman Sayın Başbakan'a şu soruyu sormamız gerekmez mi?
Neden bu konseyi toplayıp ekonomik ve sosyal konularda kararlar almıyorsunuz?...
Eğer bu konseye gerek yoksa o zaman siz hükümet olarak ekonomik ve sosyal konulara eğilip milletimizi neden rahatlatmıyorsunuz?... Ekonomik ve sosyal yapıdaki bu çarpıklığın sorumlusu kim?...

* * *

Değerli okurlarım, ekonomik demokrasinin yerleşebilmesi için sosyal-devlet anlayışının kurumsallaşması kaçınılmazdır. Sosyal devletin her alanda fırsat eşitliği sağlaması, anayasal hak ve özgürlüklerden her bireyin yararlanması için devletin tüm olanaklarını seferber etmesiyle mümkündür. Neo-liberal iktisat politikalarını baş tacı yapıp, iktidarlarında devlet yapılanmasını bu yönde dönüştürenler, her yurttaşımızın ekonomik özgürlüğünün olmamasını bir avantaj olarak görmüşler, siyaseti oy verme sürecine indirgeyerek topluma kapatmışlar, seçimlerde oy satın alma alışkanlıklarını sürdüregelmişlerdir. Bu davranış biçimi başarılı sonuçlar verince, sosyal devlet anlayışını dışlayan iktidarlar, alt gelir gruplarının ekonomik özgürlüklerini kazanabilmeleri için gerekli desteği vermemişler; halkımızın ekonomik sorunlarını görmezlikten gelmişlerdir. Hala da bu anlayışı sürdürüp gitmektedirler. Bundan dolayı siyasette aşırı profesyonelleşme, şirketleşmeye (parasal baskı gücü) doğru gitmektedir. Oysa, devlet yönetimi, şirket yönetimi değildir. Devlet yönetiminde yahut siyasi düzlemde kullanılan yöntemler, şirket yönetimi yöntemlerine indirgenemez, indirgenmemelidir! "Ekonomik demokrasi"yi dışlamayan gerçek bir demokrasi (!) gereği, sosyal devlet anlayışı kurumsallaşmalıdır. Bir hikaye ile anlatmak istediğimizi daha da somutlaştıralım: Padişah bir gün büyük gürültü ile yatağından fırlar. Pencereden bakar. Bir çocuk avazı çıktığı kadar "gevrek, gevrek..." diye bağırmaktadır. Padişah saraydakilere gevrekçi çocuğun sesinin kesilmesini emreder. İkinci gün, üçüncü gün aynı şekilde çocuk bağırmakta, padişah onun sesiyle uyanmaktadır. Padişah en sonunda vezirini çağırtır ve durumu ona anlatır. Padişah ertesi günü iple çeker ve sabah erkenden pencerenin önünde çocuğu beklemeye koyulur. Bir süre sonra çocuk, çok kısık bir sesle "gevrek" diyerek görünür. Padişah merakla vezirini çağırtıp, vezire: "Ne yaptın da çocuğun sesini kıstın?" deyince, vezir: "Padişahım, cebinde ne kadar parası varsa aldım. Onun için sesi çıkmıyor" der.
İşte benim söylemek istediğim! Ekonomik özgürlüğü şu veya bu şekilde elinden alınan insanların sesi kısılır. Sosyal yaşantıları, toplumsal tepkileri yok olur. Bunu avantaj bilen siyasi çıkarcı gruplar, çoğu zaman kendilerinin değil, devletin olanaklarının seferber edildiği sözüm ona sosyal yardımlaşma girişimleriyle, bir koli yiyeceğe olabildiğince çok oy satın almak için uygun toplumsal koşulları bulurlar. Vatandaşlar, hizmet edilecek insan kategorileri değildir onlara göre. Tebaadırlar! Yardım dilenenler; karşılığında oy ve hayır duası verenlerdir!
Bu fırsatçılardan kurtulmanın tek yolu Atatürk ilke ve devrimlerini; bu devrimlerin iç bağlantılarının doğal sonucu olan "sosyal devlet" anlayışını savunan, "Türkiye'nin terörden barış, yolsuzluktan dürüstlük, yozlaşmadan gerçek değerler, işsizlikten kalkınma ve yoksulluktan refah üretmek zorunda olduğunun" bilincinde olan ve bu düşüncelerin kurumsallaşması için çaba sarf eden siyasi yapılanmayı kucaklamaktır. Halk olarak siyasetin "nesnesi" değil, "öznesi" olmak için gayret etmektir. Fırsatçıların tuzaklarına düşmemek umuduyla...

( Hber Ekspres Gazetesi- 15 Kasım 2010)

09 Kasım 2010

CUMHURİYET İLE Mİ YAŞIYORUZ, CUMHURİYETSİZ Mİ?- ZAFER YAPICI


Cumhuriyet ile iç içe mi yaşıyoruz?
Yoksa cumhuriyet içinde yaşıyor görünüp, cumhuriyetsiz mi yaşıyoruz?
* * *
Örneğin sağlıkta...
Cumhuriyeti görebiliyor, cumhuriyetin varlığını hissedebiliyor muyuz?
Onun güvence mekanizmalarına şahit olabiliyor muyuz?
Ya hukukta?
Toplumsal hayatta?
Eğitimde?...
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye'yi yönetenlerin Atatürk'ün cumhuriyetiyle tüm bağlantı noktalarını koparmakta olduklarının en önemli kanıtlarından biri eğitim alanında gözlemleniyor...
Geçtiğimiz günlerde "Milli" Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'nun başkanlığında 18. "Milli" Eğitim Şurası toplandı.
Şura kararları tavsiye niteliğinde. Yani bu kararlar, bağlayıcı olmamakla birlikte eğitim politikaları uygulanırken göz önüne alınıyor...
Bu kararlar, görüntüde eğitim konusundaki meslek örgütlerinin ve kamuoyunun katılımıyla alınmakla birlikte, uygulamada siyasal iktidarın eğitim politikasını yansıtan bir mekanizmadan ibaret...
Bir başka ifadeyle siyasal iktidarların eğitime bakış açılarını sergiliyorlar...
Bakın 18. Milli Eğitim Şurası'nda ne kararlar alındı:
Zorunlu Eğitim Konusu
Öncelikle 8 yıllık zorunlu eğitimin 13 yıla çıkarılması öngörüldü. Eğitim Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu'nun eğitim sürelerine ilişkin "1 yıl okul öncesi eğitim, 4 yıl temel eğitim, 4 yıl yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi, 4 yıl ortaöğretim olmak üzere zorunlu eğitim 13 yıl olsun" önerisi alkışlar ile genel kuruldan geçti. Kabul gören öneriye göre aileler, ilköğretim 5. sınıftan mezun olan öğrenciyi ister meslek lisesine, ister genel liseye, ister imam hatip lisesine gönderebilecek.
Bu demek oluyor ki, öğrencilere ana sınıfı ve 4 yıllık temel eğitimden sonra yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi alternatifli bir biçimde sunulacak. Böylelikle görünürde 13 yıllık zorunlu eğitim olacak, ancak beş yıllık bir temel eğitim döneminin ardından dileyen aileye çocuğunu imam hatipli yapma hakkı tanınacak.
11 yaşındaki bir çocuk, ailesi isterse imam hatipli yapılabilecek!
Zorunlu Din Dersi
Eğitim Şurası'nın en tartışmalı konu başlıklarından biri de zorunlu din dersi oldu. Eğitim Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu'nun "din dersinin ilk ve ortaöğretimin tüm sınıflarında daha etkin olarak okutulması" önerisi kabul gördü. Böylece ilköğretim 4. sınıfta okutulmaya başlanan din dersinin birinci sınıfa kadar indirilmesi gündemde.
İstiklal Marşı ve Andımız
"Törenler ve toplantılar; paylaşma, bütünleşme, denetim ve kontrol mekanizmaları olup okul yönetimi tarafından kültürü etkileme, değiştirme ve yeni değerlerin paylaşılması amacıyla rutin ve zoraki katılıma dayalı etkinlikler olmaktan çıkarılıp yoğun olarak ortak duygu ve değerlerin paylaşımını sağlayacak şekilde düzenlenmelidir." şeklinde bir karar alındı.
Böylelikle İstiklal Marşı ve Andımız'ın zorunlu olmaktan çıkarılmasının altyapısı oluşturulabilir.
* * *
Değerli okurlarım, herhalde bundan sonraki aşama Milli Eğitim Bakanlığı'nın adındaki "Milli" sözcüğünün kaldırılması!
* * *
Bakınız Mustafa Kemal Atatürk, "Milli" Eğitim'in amacının ne olması gerektiğini nasıl izah etmiş:
"Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Milli Eğitim'in gayesi yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlaklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılapçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de öğretim programları ve sistemleri ona göre düzenlenmelidir. (1923)
Günümüzde öğretim programları ve sistemleri hangi amaçlar için düzenleniyor dersiniz?
Peki ya bugün cumhuriyet ile mi yaşıyoruz, cumhuriyetsiz mi?

(Haber Ekspres Gazzetesi- 8 Kasım 2010)

06 Kasım 2010

Bir "iletişimcinin" iletişim kur-ma becerisi ! - ZAFER YAPICI

"Baykal belasını buldu, ekibi de bulur inşallah!"

Bu sözler kime ait?...

Bu sözler Zonguldak Karaelmas Üniversitesi (ZKÜ) ve Atatürk Düşünce Derneği (ADD) Zonguldak Şubesi işbirliğiyle Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) salonunda düzenlenen, "Cumhuriyet - Demokrasi İlişkileri" konulu konferansta konuşan Prof. Dr. Nurşen Mazıcı'ya ait...

Peki sayın profesör, bu sözleri söyleme gerekçesini nasıl açıklıyor?

"...Geçtiğimiz yerel seçimler öncesi CNN Türk'ten programa davet edildim. Konu, partilerin oy potansiyeliyle ilgiliydi. Besiktas'tan geçerken MHP'ye uğradım, 'Bana parti programınızı verir misiniz?' dedim, verdiler. AKP'ye girdim, soğuk sular koymuşlar kapının önüne. 'Soğuk gazoz da ikram edelim' dediler. Programı da verdiler. CHP'ye gittim, 'bizim seçim programımız yok' dediler. 'Siz bilirsiniz. Ben siyaset bilimcisiyim. CNN Türk'te akşam program var, anlatacağım bunu' dedim. Adam masanın altından çıkardı verdi seçim programını. Ben profesör olduğum halde, 30 yıldır CHP üyesi olduğum halde böyle bir olayla karşılaştım. Baykal belasını buldu, ekibi de bulur inşallah."

Kısacası seçim programını almanın zorluğunu (iletişim kur-ma becerisini) yaşayan Sayın Mazıcı bu öfkesini, olaydan haberleri bile olmayan Baykal'a ve çalışma arkadaşlarına yüklemeye çalışırken beddua etmeyi de ihmal etmediğini kamuoyu önünde dile getiriyor.

* * *

Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde, "belasını bulmak", hak ettiği cezayı görmek anlamındadır.

* * *

Değerli okurlarım,

Adam...

Bela...

Bu sözcükleri kullanan kişi bir bilim insanı. Üstelik profesör. Üstelik bayan. Üstelik İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi. Üstelik siyaset bilimci!...

* * *

İletişim, insanların karşılıklı olarak kendilerini başkalarına anlatmalarını ve başkalarını da anlamalarını sağlayan duygu-düşünce alışverişidir.

Şimdi sormak istiyorum İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mazıcı'ya...

Siz duygu ve düşüncelerinizi başkalarına böyle mi anlatırsınız?

Siz sözkonusu olaydan haberi bile olmayan bir lidere ve onu seven; onunla yıllarca kader birliği yapmış binlerce insana nasıl olur da "Baykal belasını buldu, ekibi de bulur inşallah" dersiniz?

Siz, hakim misiniz?...

Siz, savcı mısınız?...

Siz, kamuoyu önünde nasıl olur da bu şekilde konuşur, egonuzu tatmin edercesine Baykal'ı ve onun politik çizgisine destek olmuş insanları çok talihsiz bir üslupla suçlarsınız? Onların cezalandırılmasını arzu edersiniz?...

Sayın Mazıcı, siz kendinizi politik anlamda birilerine beğendirmeyi ve kamuoyunda isim yapmayı amaçlıyor ve bu yolla bir yerlere gelmek istiyor olabilirsiniz. Ancak bir bilim insanına yakışan, politik rakip olarak tanımladığı kişilere beddua ederek eleştiride bulunmak değil, eleştirilerini bilimsel argümanlarla sunmak, tezlerini bilimsel yöntemlerle kanıtlamaktır.

Şimdi lütfen kamuoyu önünde yaptığınız bu yakışıksız ve son derece çirkin sözlerinizden dolayı yeniden kamuoyu önünde CHP eski lideri Sayın Deniz Baykal ve onunla birlikte ülkenin geleceği için mücadele vermiş ve vermekte olan insanlardan özür dileyiniz...

Özür dilemek bir erdemdir.

Hele hele İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi ve bilim insanı olan bir kimse için...

31 Ekim 2010

AMERİKAN ULUSAL FÜZE SAVUNMA SİSTEMİ- ZAFER YAPICI


Kimlik sorunların örtüsüdür.
Türkiye'de de son süreçte kimlik bağlamlı türban tartışmaları birçok önemli sorunun üzerinin örtülmesi anlamına geldi.
Örnek mi?
Amerikan Ulusal Füze Savunma Sistemi.
Türban tartışmaları nedeniyle bu konu gündem dışı kaldı!
* * *
Amerikan.
Ulusal.
Füze Savunma Sistemi...
ABD'nin ulusal güvenliği için tasarlanmış bir Amerikan projesi...
Peki bir Amerikan projesi niye bizim için bu kadar önemli?
* * *
Önce projenin tarihinden ve içeriğinden biraz bahsedelim. Sonra projenin Türkiye için neden bu kadar önemli olduğunu anlatalım.
Amerikan Ulusal Füze Savunma Sistemi; bir başka ifadeyle Füze Kalkanı, 1980'li yıllarda başlayan bir ABD projesidir. ABD ülkesini herhangi bir füze tehdidi karşısında korumaya odaklanan bu proje, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından gündemden çıkmıştı.
Oğul Bush dönemide ABD'nin yeni güvenlik stratejisi bağlamında yeniden ön plana alınan bu proje, ABD'nin korunması için üç safhalı bir güvenlik duvarı yaratmayı hedefliyor.
Birinci safha, tehdit olarak algılanan, yani ABD'ye füze göndermesi muhtemel ülkelerin yakınlarındaki müttefik ülkelere "karşı füze sistemleri"nin konuşlandırılması anlamına geliyor. Bu sistemler, ABD'yi hedef alacak bir füze saldırısını, füze ateşlendikten hemen sonra otomatik olarak karşılayacak ve karşı füze ile füzeyi imha edecek bir biçimde dizayn ediliyor.
Eğer bir füze birinci safhada imha edilememişse, ikinci safha devreye giriyor. Bu bağlamda, Avrupa ülkelerine füze sistemleri konulması öngörülüyor. İran ya da Rusya gibi devletlerden ateşlenen ve ABD'yi hedefleyen füzelerin bu füzeler atmosfer dışına çıksa dahi Avrupa ülkelerinde konuşlandırılacak sistemler tarafından havada imha edilmesi amaçlanıyor.
Eğer ABD'yi hedefleyen füze birinci ve ikinci safhaları hasarsız atlatırsa, füzenin yörüngesinden düşüş aşamasında ABD toprakları üzerinde konuşlandırılacak bir başka füze savunma sistemiyle imha edilmesi planlanmakta. Bu sisteme Alaska ya da Kolorado'nun evsahipliği yapması planlanıyor.
* * *
Görüldüğü gibi ABD, savunmasını, (belki de kendi savunmasına ek olarak İsrail'in savunmasını) tehdit olarak algıladığı ülkelere yakın müttefiklerinden başlatmak istiyor...
NATO üyesi Doğu Avrupa ülkeleri ve Türkiye bu bağlamda ön plana çıkıyor.
Bildiğiniz gibi, son NATO genişlemelerinde ittifaka katılan Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Bulgaristan, Romanya, Letonya, Litvanya ve Estonya gibi devletler, ABD ile yakın ilişkilere sahip.
Hatta bu nedenle oğul Bush yönetimi, bu ülkeleri "Yeni Avrupa" olarak tanımlayıp övmüştü.
Oğul Bush yönetimi sırasında yeniden ön plana alınan Füze Savunma Sistemi'nin ileri karakolluğu ilk bu ülkelere önerildi.
Önce Polonya'ya...
Polonya yönetimi Amerikancıydı. Buna rağmen, kamuoyu baskısının da etkisiyle Polonya Başbakanı Donald Tusk, Polonya ulusal güvenliğini garanti edici bir çalışma ABD tarafından önerilmezse füzelerin ülkesine yerleştirilmesine izin vermeyeceğini söyledi. (24 Mayıs 2008)
Sonra Çek Cumhuriyeti'ne...
ABD, bir kez daha aynı tepkiyle karşılaştı.
Sonra Romanya'ya...
Yine aynı...
ABD yılmadı. Bu kez Bulgaristan'da şansını denedi.
Olmadı.
...
İhale Türkiye'ye kalmak üzere!
* * *
Obama yönetimi, Amerikan ulusal füze savunma sistemi bağlamında Türkiye'de üsler kurmayı planlıyor.
Bu üslerin ve savunma sisteminin kontrolü ya doğrudan ABD'de olacak, ya da proje NATO kapsamına alınıp, kontrol NATO karargahına bağlanacak!
Bu şu demek...
Türkiye, kendi topraklarında bulunan sistemlerin kontrolünü kendi elinde tutamayacak.
Örneğin eğer İran veya Rusya Federasyonu'ndan ABD ülkesine yönelik bir füze saldırısı gerçekleşirse, Türkiye'den otomatikman ateşlenecek füzeler bu füzeleri Türkiye üzerinde vuracaklar.
Böylece ABD'ye yönelen tehdit ortadan kalkmış olacak.
Ancak İran veya Rusya Federasyonu'ndan ya da başka bir füze sahibi ülkeden Türkiye'ye yönelecek olası saldırılarda, füze savunma sisteminin kullanılıp kullanılmaması "başkalarının" insafına bırakılacak!
* * *
Diğer taraftan, sistemler savunma amaçlı olarak sunuluyor. Ancak bu durum, sistemlerin hiçbir durumda saldırı amaçlı kullanılmayacağı anlamına gelmiyor.
Yani, savunma sistemi de son tahlilde füze.
Füzeler de taşıdıkları yükün yıkıcı kapasitesine bağlı olarak saldırı amacıyla da kullanılabilir kolaylıkla.
İşte bu durum, Türkiye'nin çevresinde "düşmanca" algılanmasına yol açabilir. Bu da Türkiye için yeni ve büyük sorunlar yaratır.
Türkiye, bir taraftan "sıfır sorun" politikasıyla "dost" olmaya çalıştığı komşularının bazılarına taviz üstüne taviz verirken, diğer taraftan, diğer komşu devletleri, ülkesi üzerinde konuşlandırdığı, ancak kendisinin değil başkalarının kontrolüne sahip olduğu füze sistemleriyle düşmanlaştırabilir!
Alın size sıfır sorun!!!
* * *
Türkiye, büyük bir dayatmayla karşı karşıya.
19-20 Kasım tarihlerinde Lizbon'da gerçekleşecek NATO Zirvesi'nde NATO ülkeleri, Türkiye'yi Amerikan Ulusal Füze Savunma Sistemi'ne ev sahipliği yapması hususunda zorlayacaklar.
Ne yazık ki ilk haberler, AKP yönetiminin ABD'ye bu konuda taviz vermekte olduğu yönünde...
...Türkiye iktidarıyla, muhalefetiyle türbanı tartışmaya devam ederken...

(Haber Ekspres Gazetesi- 1 Kasım 2010)

28 Ekim 2010

YARIN HANGİ CUMHURİYETİN BAYRAMINI KUTLAYACAĞIZ?- ZAFER YAPICI

Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük'e göre, milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimidir Cumhuriyet.

Oysa monarşilerde iktidarın kaynağı seçimler değil kalıtımdı.

Bu nedenle tarih boyunca genelde cumhuriyetler monarşilerle mücadelenin neticesinde kuruldular.

Fransa'da Birinci Cumhuriyet, XVI. Louis'in Bourbon Hanedanlığı'nı devirerek kurulmamış mıdır? Ya da Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti, 1838 Balta Limanı Antlaşması'yla birlikte adım adım Batı'nın tutsağı haline gelen Osmanlı Hanedanlığı'na bir başkaldırı değil midir?

* * *

Bugün yönetim biçimini cumhuriyet olarak tanımlayan ülkeler dünya yüzeyinde büyük bir çoğunluğu oluşturuyor.

Dünya jandarması ABD de cumhuriyet, "doğrudan demokrasi" şampiyonu İsviçre de.

1997-2003 arasında Charles Taylor'un diktatoryasını yaşayan Kara Afrika ülkesi Liberya da bir cumhuriyet, dünyanın en gelişmiş ülkelerinden Almanya da.

Teokratik bir yönetime sahip İran da bir cumhuriyet, laikliğin ve çok sesliliğin ülkesi Fransa da.

Mustafa Kemal'in Türkiyesi de cumhuriyet. Siyasal İslam'ın Türkiyesi de...

* * *

Bu demek oluyor ki, cumhuriyet kavramı tek başına yeterli ölçüde açıklayıcı değil. Birtakım sıfatlarla yeni anlamlara sahip olabiliyor.

Bir başka ifadeyle, "milletin egemenliği kendi elinde tutması" son derece muğlak bir tanım. "Nasıl, ne ölçüde ve hangi biçimde" sorularıyla bu içeriğin çözümlenmesi ve cumhuriyetlerin sahip oldukları nitelikler bağlamında yeniden tanımlanmaları gerekiyor...

* * *

Biz yarın hangi cumhuriyetin bayramını kutlayacağız?

Hala Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin bayramını...

O halde Atatürk'ün Cumhuriyeti'nin içeriğini bu cumhuriyetin bazı temel özelliklerini merkeze alarak çözümleyelim.

* * *

1. Katılımcılık-Demokrasi: Atatürk'ün cumhuriyeti, katılımcı bir yapının varlığı neticesinde ilan edildi. Atatürk daha Kurtuluş yıllarında "milli irade"nin önemini vurguladı. Amasya Genelgesi'nde "ulusal egemenlik"ten bahsedildi. Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin seçilmiş delegeleri emperyalizme karşı mücadelenin toplumsal tabanını yansıttılar. Atatürk'ün kurduğu cumhuriyette de halk temsilcilerinden oluşan ve seçimle işbaşına gelen meclis, katılımcılığın en önemli göstergelerinden biri oldu. Birçok Avrupa devletinden önce Atatürk Türkiyesi'nde kadınlar seçme ve seçilme hakkına sahip oldu. Gençlik, cumhuriyetin dayandığı temel toplumsal kategoriydi.

Oysa bugün, demokrasi araçlaştırılıyor. Demokrasinin içeriği boşaltılıyor. Katılımcılık ve çoğulculuk unutuldu. "Denetimsiz bir çoğunluk yönetimi" demokrasi diye yutturulmaya çalışılıyor.

2. Laiklik: Atatürk'ün cumhuriyetinin ayırt edici özelliklerinden bir diğeri de laik bir yapıya sahip olmasıydı. İşte tam da bu nedenle cumhuriyet, milli iradeyi yansıtıyordu. Laik cumhuriyetlerin antitezi teokrasilerdir. Dini siyasal süreçlerde belirleyici öğe olarak tutan teokratik cumhuriyetler çoğulcu olamazlar. Çünkü Tanrı iradesinin üstünlüğü, bu iradeyi temsil yeteneği olduğu iddia edilen kişiler tarafından kolay yönetmek adına kullanılır. Böylelikle seçimler yapılsa bile bu seçimlerde verilen oylar bireylerin iradesini yansıtmaz. Bireyleri esir alan cemaatin iradesini yansıtır. Laiklik, Atatürk döneminde iradeyi ipotek altına alan baskılardan bireyin arındırılması neticesini verdi. Böylelikle ulusal egemenliği kuvvetlendirici bir etkiye sahip oldu.

Oysa bugün laikliğin altı oyuluyor. Tarikat yapısına dayanan yandaşçılığın belirleyici olduğu bir dönemdeyiz.

3. Tam Bağımsızlık: Atatürk'ün cumhuriyeti emperyalizme karşı bir mücadelenin neticesinde kuruldu. Tam bağımsızlık Atatürk'ün cumhuriyetinin bir diğer ayırt edici unsuru oldu. Atatürk Türkiyesi'nde Türkiye'yi ilgilendiren kararlar ne Brüksel'de ne Washington'da; Ankara'da verildi.

Oysa bugün AB'ye üye olmadan Gümrük Birliği'ne üye olan Türkiye, kendi ticaret ve iktisat politikasını kendisi oluşturamıyor. Türkiye, AB üyesi olmadığı için hiçbir karar alma sürecine müdahil olamadığı AB kurumlarının almış olduğu ticari ve iktisadi kararların pasif bir uygulayıcısı konumunda.

Diğer taraftan Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşbaşkanlığı hedefi, Türkiye'yi komşularıyla sorunlu bir ülke haline getiriyor. Son olarak Amerikan Ulusal Füze Savunma Sistemi'nin Türkiye'de kurulması gündemde. ABD, İran ya da Rusya Federasyonu gibi nükleer güce sahip olan ülkelerden ülkesine yönelecek herhangi bir nükleer tehdidi bu ülkelere yakın coğrafyalardaki "müttefiklerine" füze savunma sistemleri yerleştirme yoluyla çözme gayretinde. (Aslında esas amaç, bu bölgeleri kontrol etmek). Polonya, Çek Cumhuriyeti, Romanya ve Bulgaristan ABD'nin bu yöndeki tekliflerini reddettiler. Çünkü füze savunma sistemleri ABD tarafından yönetilecekler. Daha açık bir ifadeyle füze savunma sistemleri bu ülke topraklarında olmasına rağmen sistemlerin dijital yönetimleri ABD'nin elinde olacak. Yani saldırı ABD topraklarına yapıldığında füze savunma sistemi otomatik olarak devreye girecekken, füze savunma sisteminin yerleştirildiği ülkelerin topraklarına bir nükleer saldırı gerçekleştiğinde, füze savunma sistemini çalıştırıp çalıştırmama kararını ABD yönetimi verecek.

Bu koşullarda füze savunma sisteminde ihale AKP yönetimindeki Türkiye'ye kalmak üzere!

İşte öyle bir cumhuriyet haline gelmişiz...

* * *

Yarın 29 Ekim.

Bir kez daha soralım.

Sahi yarın hangi cumhuriyetin bayramını kutlayacağız?

* * *

Değerli okurlarım, bugün cumhuriyetin kurtuluşu demokrasiden geçiyor. Demokrasi için ise sadece serbest seçimler yeterli değil. Siyasal iktidarın karar ve uygulamalarını da denetleyebilen bir bağımsız yargının varlığı lazım. Farklı toplumsal çıkarları temsil eden siyasal partilerin eşit yarışına olanak tanıyan bir seçim sistemi lazım. Siyasal katılımı kolaylaştıran dernekler ve sendikaların siyasal iktidarın baskı ve hakimiyetinden kurtarıldığı bir düzen lazım. İktidarın yayın organı olarak çalışmayan, gerçekten özgür kitle iletişim araçlarının varlığı lazım...

Değerli okurlarım, bugün cumhuriyetin kurtuluşu Atatürk'ü anlamaktan geçiyor. Cumhuriyeti kurtarmak için laiklik lazım. Tam bağımsızlık lazım. Atatürk ilke ve devrimlerini yeniden sahiplenmek lazım...

(Haber Ekspres Gazetesi- 28 Ekim 2010)

27 Ekim 2010

Tutturmuşlar türban da türban! - Zafer YAPICI

Yahu kardeşim Türkiye'nin daha önemli sorunları yok mu?

Sanki yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik halledildi de sıra türbana geldi...

Pes doğrusu...

Köylünün, çiftçinin, esnafın, memurun, emeklinin, sanayicinin, işsizin, öğrencinin, öğretmenin, engellinin, kimsesizin dertleri bitti de sıra türbana mı geldi?

Cumhuriyetin, demokrasinin, laikliğin önündeki engeller aşıldı da sıra türbana mı geldi?

Sosyal devlet tam olarak işler hale geldi de sıra türbana mı geldi?

Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter yapısı sağlamlaştı, terör sorunu çözüldü, herkes geleceğe ümitle bakar oldu da sıra türbana mı geldi?


* * *


Sahi bir de bugünlerde türban yerine önüne gelen, bilen bilmeyen herkes başörtüsü kavramını kullanıyor. Takiye yaparak tüm kamuoyuna özellikle kadınlarımıza; politik içerikli bir görsel örgütlenme modelini inanç özgürlüğünün gereği olarak sunup yutturmaya çalışıyorlar.

Türbanın adı asırlık başörtüsü oluverdi birden!...


* * *


Oysa başörtüsü sizin bildiğiniz türbana benzemez. O bir kültürdür.

Kültür, bir toplumun kimliğini oluşturur, onu diğer toplumlardan farklı kılar.

Kültür, toplumun yaşayış, kavrayış ve düşünüş tarzıdır.

Her yöre insanının yaşayış, kavrayış ve düşünüş tarzı farklıdır.

Anadolu kadınında asırlardan beri başlarını bağlama geleneği vardır. Her yöre örtünme konusunda kendi kültürel kodlarını kendisi yaratmıştır. Bu örtünme biçimleri geleneksel, toplumsal, dinsel, iklimsel vb. nedenlere bağlı olarak çeşitlenmiştir.
Örneğin, yemeni, yaşmak, ferace, başbezi, maşlak, kadın fesi, hotoz, kundak yemeni, tandırbaşı, salma yemeni...

Bunlar asla türbanla eşleştirilemez. Çünkü bunlar asırlardır kadınlarımızın kullandığı yöresel baş bağlama kültürünün ürünüdür. Bu kültür, bir siyasi simge olan türban yerine asla geçemez.

"Türban"ın milletvekilinin dokunulmazlığı gibi dokunulamaz olması için ortalık toz duman...

Amaç, asırlık başörtüsü kültürünü benimseyen Anadolu kadınına "türban"ı bir siyasi simge olarak taktırıp oradan siyasi rant sağlamak...


* * *


Değerli okurlarım, gelelim üniversitelerde türbanla okumak isteyen öğrencilere...

Bu öğrencilere şu soruları sormak gerekmez mi?

Neden her şeyden önce türban?

Türban takınca alacağınız kredi mi yükselecek?

Türban takınca derslerinizde daha mı başaralı olacaksınız?

Türban takınca en güzel yurtlarda mı kalacaksınız?

Türban takınca işiniz garanti mi olacak?

Türban takınca kendinizi "first leydi" mi sanacaksınız?

Türban takınca simit-ekmek yemekten mi kurtulacaksınız?

Türban takınca hocalarınız size daha çok not mu verecek?

Türban takınca sınırsız özgürlüğe mi sahip olacaksınız?

Türban takınca kendinizi türban takmayanlara göre daha mı üstün göreceksiniz?

Türban takınca üşümeyecek misiniz, terlemeyecek misiniz, acıkmayacak mısınız...?

Türban takınca annenizin babanızın hangi şartlarda size para gönderdiklerini düşünmeyecek misiniz?

Türban takınca kendinizi zengin mi hissedeceksiniz?

Türban takınca ülkenin bölünmez bütünlüğü tehdit ve tehlike altında olmaktan çıkacak mı?

Türban takınca YÖK kaldırılıp üniversitelere özerklik mi gelecek?

Türban takınca sosyal devlet mi güçlenecek?

Türban takınca terör sorunu mu bitecek?

Türban takınca kadın erkek eşitliği mi yeşerecek?

Türban takınca koca dayağı azalacak mı?

Türban takınca başkası sizin adınıza karar vermeyecek mi?

(Haber Ekspres, 25 Ekim 2010)

Ya dengeli beslenmeyen halk, çay-simit hesabı yapmaya başlarsa? - Zafer YAPICI

Değerli okurlarım, Başbakan Erdoğan, 12 Ekim 2010 Salı günü AKP Grup Toplantı'sında tüm emeklileri ilgilendiren maaş artış oranlarını kamuoyuna açıkladı.

Özetle şöyle:

En düşük BAĞ-KUR tarım emeklisinin aylığı ocak ayında 371 liradan 434 liraya çıkacak. Yani 63 TL'lik bir artış var. Temmuz ayında ise 434 TL'den 451 TL'ye yükselecek. İkinci altı ay için zam 17 TL. BAĞ-KUR tarım emeklisi için 2011 yılında toplam zam oranı % 21.7; zam miktarı ise 80 TL...

En düşük BAĞ-KUR esnaf emeklisinin aylığı ocak ayında 511 liradan 574 liraya yükselecek. İlk altı ay için 63 TL'lik bir zam öngörülmüş. Maaşlar temmuz ayında 574 TL'den 597 TL'ye çıkacak. Yani 23 TL'lik bir artış var bu dönemde. 2011 yılında en düşük BAĞ-KUR esnaf emeklisinin maaşında toplam % 16.8'lik bir artış yaşanacak. Bu da 86 TL'ye karşılık geliyor.

En düşük SSK işçi emeklisinin aylığı ocak ayında 648 liradan 710 liraya çıkacak. Yani ilk altı ay için 62 TL'lik bir zam öngörülmüş. Temmuz ayında en düşük SSK işçi emeklisinin maaşı 710 TL'den 739 TL'ye yükselecek. 29 TL lik bir zam var. 2011 yılında toplam % 14'lük bir artışla 91 TL'lık bir maaş artışı söz konusu...

En düşük SSK tarım emeklisinin aylığı ocak ayında 492 liradan 555 liraya yükselecek. 2011'in ilk altı ayı için 63 TL'lik bir maaş artışı var. Temmuz ayında ise en düşük SSK tarım emeklisinin aylığı 555 TL'den 577 TL'ye yükselecek. İkinci altı ay için 22 TL'lik bir zam var. 2011 yılında en düşük SSK tarım emeklisi aylığında toplam % 17.3'lük bir artış yaşanacak. Bu da 85 TL'ye karşılık geliyor.

* * *

Hatırlatırım.

Ülkemizde net asgari ücret 599.12 lira!

Açlık sınırı 846.63, yoksulluk sınırı 2757.75 lira.

16 milyon kişi yoksulluk sınırının, 550 bin kişi de açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor.

4.7 milyon kişi işsiz....

* * *

Şimdi gelelim Recep Tayip Erdoğan'ın 2002 yılında; yani muhalefetteyken yaptığı meşhur çay-simit hesabının iktidarındaki karşılığına...

Bugün en düşük fiyatla bir bardak çay 50 kuruş. Bir simit 50 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün çay ve simitle karınlarını doyurmaları halinde ayda 450 lira ödemek zorunda kalıyor.

Değerli okurlarım, SSK işçi, SSK tarım, BAĞ-KUR esnaf ve BAĞ-KUR tarım emeklisi, beş kişilik ailesi ile üç öğün çay ve simit ile dengesiz bir biçimde beslenirse bakınız elinde ne kadar para kalıyor...

En düşük SSK işçi emeklisinin elinde ocak-temmuz döneminde 710- 450= 260 lira, temmuz – aralık döneminde ise 739- 450= 289 lira kalacak.

En düşük SSK tarım emeklisinin elinde ocak-temmuz döneminde 555- 450= 105 lira, temmuz – aralık döneminde ise 577- 450= 127 lira kalacak.

En düşük BAĞ-KUR (esnaf) emeklisinin elinde ocak-temmuz döneminde 574- 450= 124 lira, temmuz – aralık döneminde ise 597- 450= 147 lira kalacak.

En düşük BAĞ-KUR (tarım) emeklisinin elinde bir şey kalmayacak! BAĞ-KUR tarım emeklisi, sadece çay-simitle beslense bile ocak-temmuz döneminde 434- 450= 16 lira borçlu. Temmuz – ocak döneminde ise 451- 450= 1 lira borçlu kalacak...

Beş kişilik bir aile bir ay boyunca dengeli beslenme başta olmak üzere, ısınma, barınma, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçlarını bu maaşlarla nasıl karşılayacak Sayın Başbakan?...

* * *

Değerli okurlarım, milyonlarca yoksul insanımız dengeli beslenemiyor. Lütfen dengeli beslenemeyen insanların hangi hastalıklara yakalanabileceğini bir araştırın.

Bunun neticesinde niçin sağlıklı bir toplum olamadığımızı, sağlıklı eğitim yapamadığımızı ve sağlıklı kararlar veremediğimizi düşünün...

* * *

Şunu siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum:

Başbakan Recep Tayip Erdoğan imzasıyla 29 Eylül 2010 Çarşamba gün ve 27714 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 2010/22 sayılı genelge "Türkiye Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı"nı içeriyor. Bu programı okumanızı öneririm. Söz konusu programda sadece dengeli beslenmek konusunda eğitim ve bilgilendirme var. Dengeli beslenmek için yeterli bir gelire ihtiyaç duyulduğu vurgulanmıyor bile...

Size bu programın bir bölümünü sunuyorum:

"...Koruyucu sağlık hizmetleri kapsamında, sağlık otoriteleri ve bu otoriteler ile işbirliği yapacak ilgili tüm kuruluşlar tarafından, toplumun her kesimine ulaşılması, örgün ve yaygın eğitim çalışmalarının hızla yaşama geçirilmesi; birey, aile ve toplumun yeterli ve dengeli beslenme, fiziksel aktivite konularında bilgilendirilmesi gerekmektedir..."

Sadece bilgilendirme...

Ya dengeli beslenmek için gerekli olan maddi imkan?

Sayın Başbakan, sizin 2002 yılında çay-simit hesabıyla çizdiğiniz o tablo neticesinde iktidara yaptığınız sitemi izin verin sırası gelmişken şimdi biz size milyonlarca yoksul adına yapalım...

"Sizin Allah'tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?"...

* * *

Sekiz yılda halkın yararına ne değiştirdiniz?

* * *

Her şey böyle mi sürecek?

Yoksa yıllar önce çay-simit hesabıyla iktidara gelen, 2011 yılında çay-simit hesabıyla mı iktidardan gidecek?

Ne dersiniz?

(Haber Ekspres, 18 Ekim 2010)

12 Ekim 2010

DEMOKRASİ NEDİR, NE DEĞİLDİR? - ZAFER YAPICI


Demokrasi kavramı ilk kez M.Ö. 5. yüzyılda Heredot Tarihi'nin üçüncü cildinde yer aldı. Yasalar önünde eşitlik ve yöneticilerin makamlarından hareketle sorumlu tutulmaları ilkeleri daha o dönemde demokrasinin vazgeçilmezleri olarak sunuldu.
Heredot'a göre yöneticilerin yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmadıkları, yetkilerini sınırsızlaştırdıkları bir düzeni kendi elleriyle inşa ettikleri bir rejim demokrasi olabilir mi?
* * *
Protagoras, "İnsan herşeyin ölçütüdür" dedi sonra. Gerçeğin insandan insan değişebileceğini ifade etti. Çoğulculuk, bu dünya görüşünün bir yansıması olarak ortaya çıktı.
Protagoras'a göre gerçeği ve doğruyu kendi tekelinde görenlerin oluşturduğu dogmatik iktidarlar demokratik olabilirler mi?
* * *
Sonra Sokrates çıktı ortaya. "Toplumun bilgili ve erdemli kişilerce yönetilmesi demokrasinin gereğidir" dedi.
Sokrates'e göre bilgisi danışmanlarının çıkardığı kitap özetlerinden ibaret, erdemi zaten hiç olmamış kişilerce yönetilen bir ülke demokrasi olarak sınıflandırılabilir mi?
* * *
Yaklaşık 2000 yıl sonra John Locke, şunu söyledi: "Siyasal iktidarın halkın doğal haklarını çiğnediği rejimler demokrasi değildir".
John Locke'a göre halkını sadakaya mahkum etmiş, hukuksuzlaştırdığı hukuk sistemi aracılığıyla muhaliflerini sorgusuz sualsiz içeri tıkmış iktidarların bulunduğu bir ülke demokrasi olabilir mi?
* * *
Montesquieu sonra, şunu iddia etti demokrasiyi tartışırken: "Kuvvetlerin ayrılmadığı ve özgürlüklerin güvence altına alınmadığı yerde anayasa yoktur".
Montesquieu'ya göre, yeni anayasa tasarılarının kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmak ve özgürlüklerin yargısal güvencelerini törpülemek için kaleme alındığı bir ülkede demokrasi vardır denilebilir mi?
* * *
J.J. Rousseau şunu söyledi: "Demokrasilerde ulusun vekilleri, onun temsilcileri değil, olsa olsa memurlarıdırlar."
Rousseau'ya göre vekillerin dokunulmazlık zırhları arkasına gizlendikleri, bakanların ve başbakanların servet birikimlerinin mantıksal bir izahını yapamadıkları, yönetenlerin eylemlerinin tek sınırının vicdanları olduğu bir ülke demokratik olabilir mi?
* * *
Ardından...
Benjamin Constant, çoğunluğun dizginlenmesi gerektiğini söyledi. Demokrasini kotarabilmek için. Aksi halde çoğunluğun azınlıkta olanları köleleştirebileceğini savundu.
Constant'a göre meclis çoğunluğuna dayanarak "bitaraf olan bertaraf olur" diyenlerin iktidar olduğu bir sistem demokrasi olabilir mi?
* * *
Değerli okurlarım, demokrasinin evrensel nitelikli üç temel öğesi var:
Seçim, özgürlük ve bağımsız yargı...
Tarihsel deneyim gösteriyor ki özgürlüğün ve bağımsız yargının olmadığı yerde seçimler bir yanılsamadan ibaret!
* * *
O yüzden demokrasiyi seçimlere endekslemiyoruz.
O yüzden özgürlük istiyoruz.
O yüzden yargının yürütme baskısı altına alınmadığı bir düzen istiyoruz.

(Haber Ekspres Gazetesi- 11 Ekim 2010)

05 Ekim 2010

BİR BİLMECE - ZAFER YAPICI


Şu sözler sizce kim tarafından söylenmiş olabilir?

"Standartlara uyan değil, standartları belirleyen ülkelerden biri haline geleceğiz. Eskiden de böyleydik. Farklı inanç gruplarının gerekirse kendi yargılamasını yapmasının mirasçılarıyız. Umarım gelecekte yine böyle öncü bir rol üstleneceğiz. Ülkemin her vatandaşı, özellikle de gençleri özgüven içinde olmalıdır. Güçlü bir ülkeyi imar etmenin mücadelesi içindeyiz".

* * *

Gelin sözlerin içeriğini çözümleyelim.

İlk iki cümlesinden, sözleri söyleyen kişinin "eski" olarak tanımladığı şeyle gurur duyduğu açıkça görülüyor.
Bu kişinin üçüncü cümlesinde eskiden kastedilen şeyin gerçekte ne olduğu açığa çıkıyor.
Farklı inanç gruplarının kendi yargılamalarını yapması olgusu, sözleri söyleyenin gurur duyduğu şey.
Bu kişinin sözkonusu olgu hakkındaki tavrı sadece olguyla gurur duymak değil.

Olguyu yaşadığı çağa aktarmayı bir hedef haline getiriyor.
Bu yolla güçlü bir ülke yaratılabileceğini üstü kapalı olarak iddia ediyor...
* * *
Değerli okurlarım, bu sözleri ikinci yüzyılın başında Papa Victorius, paskalyanın tarihi konusunda çıkan tartışmalara müdahalesi sırasında söylemiş....
...Desem, kim yadırgardı?...
...

* * *

Bilmecenin doğru cevabını mı soruyorsunuz?
Hemen söyleyeyim. Papa Victorius değil.
Peki doğru cevap kim? Bu sözleri kim, hangi çağda söylemiş?

* * *
Bu sözler, engizisyonuyla ünlenmiş papalıkta iki bin yıl önce değil "çağdaş medeniyete erişme mücadelesine" bir bağımsızlık savaşını takiben neredeyse bir yüzyıl önce başlamış bir ülkede, Türkiye'de birkaç gün önce söylendi.
Her inanç sisteminin kendi yargılamasını yapacağı bir düzen dolaylı olarak önerildi...
Bir kahve atışmasında gaza gelmiş bir kendini bilmez tarafından değil, bir üniversitenin; Marmara Üniversitesi'nin açılış töreninde bu ülkenin başbakanı tarafından...
* * *
Tepki almadan.
Yadırganmadan.
* * *

...

Öyleyse, bu ülkede hukuk devleti vardır diyebilir misiniz?

(Haber Ekspres Gazetesi- 4 Ekim 2010)

27 Eylül 2010

Claudia Roth'un açıklamaları- Zafer Yapıcı


Bazı kişiler vardır, kişilikleriyle, duruşlarıyla güven verirler. "O ne söylerse doğruyu söyler. Onun söylediği doğrudur" dersiniz. İnanırsınız.
Bazı kişiler vardır, o sözleri o kişilerin söylemesi, sözlerin yanlışlığının bir göstergesi haline gelebilir. "O söylemişse yanlıştır. O söylemişse kötüdür" dersiniz. İnanmazsınız. Hatta bazen onların kötülediği kişi, kurum ve fikirlerin doğru kişi, kurum ve fikirler oldukları; onun övdüklerinin de yanlışlarla dolu olduğu konusunda gerekçeli bir önyargıyla doldurursunuz zihin haritanızı...

* * *

Sizinkini bilmem ama benim zihnimde Claudia Roth, ikinci grup kişiler arasında en ön sıralarda yerini alıyor.
Bu durum Roth'a karşı kişisel husumetimden yahut nedeni belirsiz bir nefretimden değil yıllar boyu Roth'un Türkiye konusunda sergilediği politik tutumundan kaynaklanıyor...
Roth, Alman Yeşiller/Birlik 90 Partisi'nin Eşbaşkanı...
Türkiye'yi bir sömürge ülkesi haline dönüştürme mücadelesinin 2000'li yıllardaki öncülerinden...
Bakın Roth, son yıllarda Türkiye ile ilgili neler söylemiş:
"Kürt sorununun çözümünde silahsızlanma, af uygulaması ve topluma yeniden entegre edilmek önemlidir." ( http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=273140&yazarid )
Açıkça Roth, Türk devletinin silahsızlanmasını barış için bir önkoşul olarak sunan PKK çizgisini AB perspektifinden doğrulamış oluyor!
Roth, bir plebisit haline dönüşen referandumu demokratikleşme yolunda önemli bir adım olarak değerlendiriyor. Referandumda kendisi oy kullanacak olsa kesinlikle "evet" diyeceğini söylüyor...
"Anayasa Mahkemesi'nin hükümete muhalefet rolü oynadığını görüyorum. Daha fazla demokrasi için mücadele verilmeli ve bu anayasa değişikliği ile mümkün" sözleriyle yargı sistemi üzerinde yürütmenin hakimiyet kurma çabalarını demokratik bir adım olarak sunan AKP çizgisini olumluyor. Sanki bu konuda yetki sahibiymiş gibi referandumdan "evet" çıkmasını Türkiye'nin AB'ye girişinin önkoşullarından biri olarak sunuyor. (referandum.samanyoluhaber.com/h_444542_roth-katilabilecek-olsaydim.html)

* * *

Peki Roth, Kılıçdaroğlu konusunda neler söylüyor:
"Kılıçdaroğlu ile yaptığım görüşmede çok farklı görüşler dile getirildi. Bunu Türkiye'deki muhalefet için ümit dolu yeni bir başlangıç olarak görüyorum."
"Türkiye'nin en önemli sorunu, Kürt sorununun barışçı ve siyasi yollardan çözülmesi. Bu konuda Kılıçdaroğlu yönetiminde CHP içinde de şimdi farklı bir hava esiyor."

* * *

Roth, bakın Deniz Baykal ve CHP hakkında neler söylemiş:
"Deniz Baykal bazen o derecede aşırı gerici bir tavır sergiliyor ki, MHP'nin bile onlardan daha fazla geliştiğini, ilerlediğini söyleyebiliriz". (27 Mart 2010, Star Gazetesi)
CHP eski genel başkanı Deniz Baykal, Avrupa perspektifi yönünde çaba harcamadı. Avrupa'ya ve azınlıklara karşı zaman zaman sert söylemlerde bulundu." (22 Eylül 2010, Hürriyet)

* * *

Değerli okurlarım, görülüyor ki Kılıçdaroğlu'nun önünde bir seçim var.
Ya Roth'un seslendirdiği edilgenleştirici, demokrasi karşıtı ve sömürgeci anlayışa uygun hareket edecek.
Ya Roth'un ülke çıkarlarını emperyalizme karşı savunduğu için ötekileştirdiği Deniz Baykal'ın proaktif, demokrat ve halkın çıkarlarını merkeze alan anlayışına.
İki anlayışa aynı anda sahip çıkması mantıksal olarak imkan dışı!

* * *

Kılıçdaroğlu bu tarihsel ikilemden çıkışta doğru yolu bulabilecek mi dersiniz?

(hABER eKSPRES gAZETESİ- 27 eYLÜL 2010)

20 Eylül 2010

TİMSAH VE GUGUK KUŞLARI - ZAFER YAPICI

Borsa yükselsin diye referandumda evet diyenler...

İstikrar diye referandumda evet diyenler...

"Aman dış ülkelere nasıl izah ederiz" diye referandumda evet diyenler...

İşinde yükselmek için referandumda evet diyenler...

Hayır oyumu çevreme nasıl izah ederim diye referandumda evet diyenler...

Beş kuruş sadaka karşılığında referandumda evet diyenler...

Vatanı sattırmayız diyenlere tepki olsun diye referandumda evet diyenler...

İktidarın bir ucundan tutabilmek için referandumda evet diyenler...

Demokrasiyle faşizmi ayıramayacak kadar cahilleşmiş olup aynı anda entelektüel görünmeyi becererek referandumda evet diyenler...

"Siz bizden değilsiniz. O zaman faşist misiniz? Demograaaaaaaaaassiiiiiiiii" diyerek referandumda evet diyenler...

Hatta sırf birilerinin yalakası görünme şerefine nail olmak için referandumda evet diyenler...

Ülkücüyüm diye diye referandumda evet diyenler...

Solculukta mangalda kül bırakmayıp referandumda evet diyenler...

Irkçılıkta sınır tanımayıp aynı anda insan hakları savunucu olmayı becererek (!) referandumda evet diyenler...

Fason sendikacı olup referandumda evet diyenler...

Yalaka şarkıcı olup referandumda evet diyenler...

Tırsa tırsa referandumda evet diyenler...

Türbanı oyuncak edip referandumda evet diyenler...

Türbanı oyuncak ettirip referandumda evet diyenler...

Susarak, susturarak referandumda evet diyenler...

Cennete gitme vaadine balıklama atlayıp referandumda evet diyenler...

Bir oraya bir buraya kıvırıp referandumda evet diyenler...

Hiç bir şeyin farkında olmadan referandumda evet diyenler...

Yeni ihaleler için referandumda evet diyenler...

Daha büyük rantlar için referandumda evet diyenler...

"Hizmet" gelsin diye referandumda evet diyenler...

"Hizmet" gitmesin diye referandumda evet diyenler...

Evet dediğinden utanarak referandumda evet diyenler...

"Mezarından kalkıp" referandumda evet diyenler...

Atlantik ötesi talimatlara uyarak referandumda evet diyenler...


* * *

Her yanımızda, sağımızda, solumuzda, önümüzde, arkamızda bunlardan görüyoruz.

Neden mi?

Çünkü yeni bir "insan tipinin" devlete hakim olan grup yardımıyla inşa edildiği bir toplum mühendisliği sürecinin tam ortasındayız.

Kişiliğini, onurunu, temel değerlerini yitirmiş bir insan tipi.

Sadece kişisel çıkar odaklı ve çoğu zaman uzaktan kumandalı bir insan tipi...

* * *

Çok mu ağır konuşuyorum?

Haksız mıyım?

Timsahın dişlerinin arasından yiyecek artıklarını temizleyen guguk kuşları vardır;
bilir misiniz?

Karınlarını doyururken aynı zamanda timsahın dişlerini de temizlemiş olurlar.

Bugün iktidarın artıkları ile beslenmeye alıştırılan ve bunun karşılığında tüm pislikleri "demokrasi oyunuyla" paklayan bir zümre var...

Neredeyse vatan kadar büyük bir zümre (!)...

Bu zümredekilerin kiminin yemeği kimlik. Kiminin kimliği yemek!

Kimileri devasa artıkları topluyorlar. Büyük bir kısmı da görünmeyecek kadar küçük olanları...


* * *

Görülüyor ki bu düzenin sona ermesi ya timsahın yemeğinin bitmesine bağlı ya da guguk kuşlarının timsahtan beslenmekten vazgeçmesine...


* * *

Bir gün timsahın dişlerinin arasındaki artıkları guguk kuşlarına yedirerek paklandığını değil yemeğini kuşlarla paylaştığı için aklandığını görebilecek miyiz?

Ne dersiniz?...


(Haber Ekspres, 20 Eylül 2010)

13 Eylül 2010

ATATÜRK'ÜN ÇAĞINDA BATI- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, bilindiği gibi Mustafa Kemal'i demokrasi karşıtı bir diktatör olarak gösteren geniş bir literatür mevcut.
Bu maksatlı literatüre her gün yeni çalışmalar ekleniyor.
Bu yayınlar onu tarihsel bağlamından çekip çıkararak bugünün demokrasi kavrayışıyla değerlendiriyorlar. Çünkü ancak bu yolla onu "demokrat olmayan" ilan edebileceklerinin farkındalar.
İşte tam da bu nedenle sözkonusu yayınlar aynı dönemde Batı'da ne tip siyasal rejimlerin hüküm sürdüğü konusunda sessizleşiyorlar.
* * *
Bugünkü yazımızda 1923-1938 arası dönemde Batı'da hangi rejimlerin hakim olduğu konusuna örnekler vermekle yetineceğiz.
Kemalizm-demokrasi ilişkisi konusundaki nihai yorumu siz okurlarımıza bırakacağız...
* * *
Almanya'dan başlayalım. Almanya'da 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı'ndan Hitler güçlenerek çıktı. 1930 seçimlerinde % 18, 1933 seçimlerinde % 44 oy aldı. Serbest seçimlerle iktidara gelmesinin hemen ardından çıkardığı Yetki Yasası ile yasama ve yürütme yetkilerini kendinde topladı. Meclisi feshetti.
Aynı dönemde İtalya'da neler oluyordu? 1922'de iktidara gelen Mussolini, Faşist Parti dışındaki partileri kapattı. Sendikal hareketleri yasadışı ilan etti. Kitap ve gazetelere görülmedik bir sansür uyguladı.
Portekiz 1932'den itibaren Salazar'ın sağcı diktatörlüğüne sürüklendi. İspanya, 1936-1939 İç Savaşı'nın hemen ardından General Franko'nun yönetimine geçti. Franko, 1975'e kadar bir diktatör olarak ülkeyi yönetti.
Birçok Doğu Avrupa ve Balkan devletinde sözkonusu dönemde ya krallıklar ya da askeri yönetimler ve diktatörlükler hakimdi.
Macaristan, gittikçe diktatörleşen Miklos Horthy'nin yönetiminde bir karanlığa sürükleniyordu.
Polonya'da 1926'da bir askeri darbeyle iktidara gelen Mareşal Pilsudski özgürlükleri askıya almıştı.
Romanya, Kral II. Karol'un tek kişilik yönetimindeydi.
Yugoslavya'yı Romanya Prensesi Maria ile evli Kral Aleksandr yönetiyordu.
Arnavutluk'ta 1925 yılında cumhurbaşkanı seçilen Ahmet Zogu, dönemin otoriter eğilimlerine uyarak 1928'de kendini kral ilan etmişti.
Yunanistan, 1936'da General Metaksas'ın darbesiyle tanıştı. Yannis Metaksas ilk iş olarak parlamentoyu dağıttı. Sonrasında tüm siyasi partileri kapattı.
Bulgaristan, 1936'dan itibaren III. Boris'in kişisel malı gibi yönetiliyordu. Boris, I. Ferdinand ile Burbon hanedanlarının Parma kolundan Maria Luisa'nın oğluydu. Özellikle Boris'in iktidarının son yılları adı konmamış bir faşizm çağı olarak değerlendirilir.
Avusturya 1933'te diktatörlük ile tanışmıştı.
Sovyet Rusya'da 1922-1953 arası Stalin dönemi idamlar, yargılamalar ve kolektifleştirme girişimleriyle SSCB'de totalitarizmin zirve yaptığı dönemdi.
İngiltere, Fransa ve ABD dönemin demokrasileri arasında gösterilebilirdi. Ancak bu üç ülke de "kendine demokrattı"...
İngiltere ve İngiliz sömürgeleri "köpekler ve Çinliler giremez" levhalarıyla donatılmıştı.
Fransa'nın Afrika sömürgelerinde bir taraftan dinsel baskılarla yerel inanışlar saf dışı bırakılıyor, diğer taraftan zencinin karşısında beyaz insan neredeyse kutsanıyordu.
ABD'de zenciler beyazlarla aynı okula gitme, aynı otobüse binme gibi basit haklara bile henüz sahip değildi...
* * *
Çağ, baskı çağıydı. Sansür çağıydı. Farklılıklara tahammülün olmadığı bir çağdı...
Otoriteyi kutsallaşma çağıydı.
Mustafa Kemal, bu çağın çocuğu olarak bir çağa uymazlık örneği verdi.
Batı'da parlamentolar tasfiye edilirken, Mustafa Kemal Meclis'i kuruyordu.
Batı'da seçimle işbaşına gelenler kendilerini kral ilan ederlerken, Mustafa Kemal saltanatı kaldırıyordu.
Batı'da kadınlar otoriter yönetimlerin ilk kurbanları olurlarken, Mustafa Kemal kadınları yeni haklarla tanıştırıyordu.
Batı'da etnik ayrımcılığa dayanan bir fanatizm kök salarken, Atatürk milleti yurttaşlık bağıyla tanımlıyordu.
* * *
Bu dönemde Nazizm'in baskısından kaçan birçok Batılı bilim adamı ve sanatçı Türkiye'ye yerleşti.
Çünkü o zaman, Batı'dan bakılınca Mustafa Kemal Türkiyesi, Avrupa'nın kıyısında bir "demokrasi adacığı" olarak görülüyordu...
Ya bugün...

( Hber Ekspres Gazetesi- 13 Eylül 2010)

07 Eylül 2010

KELEBEK ETKİSİ- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, bugün size 19 Eylül 2006 tarihinde bu sayfalarda yer alan bir köşe yazımı, bir tutam güncelleyerek aktarıyorum.
Referandumun önemini ve ne gibi sonuçları olabileceğini en iyi böylelikle anlatmış olacağımı düşünüyorum.
* * *
İşte "bir tutam güncelleyerek" sizlere yeniden sunduğum söz konusu yazım:
* * *
1963 yılında Edward N. Lorenz hava durumuyla ilgili kuramsal çalışmalarının neticesinde şöyle bir sonuca ulaşmıştı: Yeryüzünün herhangi bir bölgesinde bir kelebeğin bile kanadını çırpması, hava durumunu sonsuza dek değiştirecektir. Lorenz'in örneğiyle, Amazon ormanlarında bir kelebeğin kanat çırpması, Avrupa'da fırtına kopmasına neden olabilirdi.
Değerli okurlarım, kanımca, siyasal düzlem için de dersler çıkarılabilecek bir yaklaşım kelebek etkisi. Şöyle ki, kelebek etkisi yaklaşımı, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişikliklerin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine işaret ederken, tam da siyasal düzenin temel parametrelerini anlatıyor. Siyasal katılımın vazgeçilmez unsurlarından olan oy verme davranışı da bu çerçevede değerlendirilebilir. Amazon ormanlarında bir kelebeğin kanat çırpmasının Avrupa'da fırtına kopmasına yol açabileceği gibi, yurdun herhangi bir yerinde kullanılmış bir oy bile belli durumlarda siyasal alanda akıl almaz sonuçlar yaratabilir. Size ufak ve güncel bir örnek: 2004 yılı belediye başkanlığı seçimlerinde Sinop il merkezinde seçimlerden birinci çıkan parti (AKP – 4977 oy) ile ikinci çıkan parti (CHP – 4976 oy) arasında sadece bir oy vardı.
Unutmamamız gereken nokta şu: Hepimiz, referandumda kullanacağımız ve önemsiz gözüken "tek bir oyun" bile, Türkiye Cumhuriyetinin geleceğinin temel belirleyicisi olabileceği bilinciyle sandık başına gitmeliyiz. "Umudu sandıkta aramakla" da yetinmemeli, "sandığı umut yapmada" aktif bir biçimde çalışmalıyız.
Değerli okurlarım, bu konuyla ilgili bazı gözlemlerimi sizlerle paylaşmak isterim. İktidarın olumsuz tavırları karşısında her kesimden sesler yükselmeye başladı. Böyle bir ortamda sokaktaki insan, "neden?" sözcüğüyle kurduğunuz her soru cümlesi karşısında, "ben olsaydım" sözü ile başlıyor sohbete. Peki, AKP nasıl iktidara geldi deyince, ellerim kırılsaydı da, bir daha oy vermeseydim sözleri ile devam edip gidiyor... "Ben olsaydım" ve "ellerim kırılsaydı"! Bu sözcükler, pişmanlık duygusunun ardında gizli bir güçsüzlüğü ve teslimiyeti de simgeliyor.
"Ben olsaydım" ve "ellerim kırılsaydı" deyip, sonrasını getirememek "profesyonel siyasetçilerin" ekmeğine yağ sürüyor. Çünkü toplumumuz kullandığı oyun gücünü bilmiyor. Aşırı profesyonelleşmiş siyasetçiler (siyaseti rant, çıkar elde etmek için yapanlar) bu gücün kendilerinde olduğunu, iktidara gelince oyla özdeşleştirdikleri vatandaşların sorunlarını çözeceklerini söyleyip durdular. Birçoğumuz da sayıca fazla olan bu siyasetçilerin dediklerine inandı ve bu çark böyle onyıllarca dönüp durdu. Oysa; siyaset toplumun işidir, bütün ülkenin işidir, bütün yurttaşların işidir. Siyaset en başta sizlerin işidir! Türkiye'de profesyonel siyasetçilerin dışında belli bir birikimi yansıtan, ülke sorunlarını uğruna emek vermiş, alın teri akıtmış insanların birikimleriyle, ülke sorunlarının çözümüne yardımcı olacak siyasi açılımları gerçekleştirmek durumundayız. İşte bunun için "ben olsaydım" ve "ellerim kırılsaydı" tepkilerinin bir adım ötesine geçmemiz, siyasete her yoldan katılmamız gerekiyor.
"Ben olsaydım" ve "ellerim kırılsaydı"nın ötesine geçememenin bilançosu mu? İşte bunlar:
Cumhuriyete, laikliğe, hukuka yapılan saldırılar,
Kurumlara, kişilere yapılan saldırılar
Cumhuriyetin tüm yapıtlarını teker teker satmalar,
Tüm kurumlarda kadrolaşmalar, kuşatmalar,
Eğitim kurumlarımızın laik eğitimden uzaklaştırılması,
Tüm sosyal kurumlarımızın çökmesi, halkın ilaç alamaz, muayene olamaz duruma gelmesi, sosyal devlet anlayışının dışlanması,
İşçi, memur, köylü, çiftçi, kimsesiz, engelli, esnaf, sanayici, öğrenci, aydın, işsiz kesimlerin feryatları,
Dış politikada yaşanan olumsuzluklar ve Türkiye'nin saygınlığının yitirilmesi,
IMF'ye, AB'ye ve ABD'ye verilen ödünler,
Lozan'ın Sevr'e dönüştürme çabaları ve buna göz yummalar,
Güneydoğu, Irak, Filistin, Lübnan'da uygulanan yanlış politikalar, "Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi'nin küçük ortağı" olma gayretleri,
Ve son olarak iktidarın kendi geleceğini kurtarmak için hukuk devletini işlevsizleştiren anayasa değişikliğini tüm olanaklarını kullanarak halkımıza onaylatma girişimleri...
Değerli okurlarım, CHP'nin dediği gibi, yolsuzluk batağına saplanmış AKP, hesap vermekten kurtulma derdine düşmüştür. Bu yüzden kendi yandaşlarını yargı organlarına atamanın yolunu aramaktadır.
Başbakan ve Bakanlar, yolsuzluklarından dolayı Yüce Divan'a gönderildikleri zaman, kendilerine ceza vermeyecek yandaş hakimler tarafından yargılanmak istemektedirler. Anayasa değişikliğinin asıl amacı da budur.
Çözüm elinizde... Bilinçli ve güçlü bir irade ile referandumda kullanılacak "HAYIR" oyları, ülkemizin demokratik, laik, sosyal ve hukuk devlet yapısını sağlamlaştıracaktır. Kendimizin, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceğini güvence altına alacaktır. Gelin, Çanakkale ve Sakarya'da olduğu gibi, Türkiye'yi bu kez sandıkta kurtaralım ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni de güçlü bir demokrasi ortamında dürüst siyasetçiler ile sonsuza değin yaşatmaya devam edelim. Gelin, tüm yollarla siyasete katılalım, umut yaratalım.
Bir kelebek misali, kanatlanıp fırtınalar yaratmanın, fırtınaların ertesinde "HAYIR" oylarıyla güzel günlere hep birlikte kanat çırpmanın bu kez zamanı gelmedi mi?

(Haber Ekspres Gazetesi- 6 Eylül 2010)

02 Eylül 2010

CHP TARİHİNDEN ALINMASI GEREKEN DERSLER- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, biliyorsunuz, 1923-1950 dönemleri arasındaki CHP iktidarını bir faşizm örneği olarak sunma konusunda önemli bir entelektüel gayret var.
Bu gayreti gösterenlerin temel amacı, demokrasi kavramını merkeze alarak Kemalizm eleştirisine girişmek ve yine demokrasi kavramını araçlaştırarak emperyalizmin kurumsallaşmasına açık bir sistem inşa etmek.
Bu nedenle Kemalizm'e saldırı paradigmasından olaylara bakanlar CHP'nin demokrasi konusunda attığı tarihsel adımları görmezlikten gelmek zorunda kalıyorlar.
* * *
Bugün size demokratik bir düzen inşa etmek adına CHP'nin henüz 1923 yılında attığı bir adımdan; Parti Tüzüğü'nden ve 1927 tarihli Genelgesi'nden söz edeceğim.
1923 yılında hazırlanan Parti Tüzüğü 106 madde ve bir ekten oluşmaktaydı.
Tüzük İzmir'in kurtuluş günü olan 9 Eylül 1923'te Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nca onaylandı.
Böylece Müdafaa-i Hukuk yerini Halk Fırkası'na bıraktı.
Tüzük başlıca şu unsurları getirdi:
1. Parti için Genel Başkanlık ve Genel İdare Kuruluşu dışında etkili bir üçüncü organ yarattı: Genel Sekreterlik. Bu organın yaratılmış olması, partinin Batı'daki sol parti örgütlenmelerden esinlendiğini, sol bir başlangıca sahip olduğunu gözler önüne serdi.
2. Tüzüğün "Genel Esaslar" bölümünde ulusal egemenlik, yasaların üstünlüğü ve hukuk devleti gibi demokratik düzenin vazgeçilmez ilkelerine yer verildi.
3. Tüzüğün 1. maddesinde üye alınırken şu şartların göz önünde tutulması öngörüldü: Yolsuzluklara karışmamış olmak. Kurtuluş Savaşı'nın aleyhinde faaliyetlerde bulunmamış olmak. Partiye birtakım çıkarlar elde etmek amacıyla girmemiş olmak.
Bu üç başlık CHP'nin kuruluş yılları itibariyle bile "demokratik" ve "özgürlükçü" bir karaktere sahip olduğunu göstermeye yetmektedir.
CHP, kuruluş yıllarından itibaren solda konumlanmış, zaten 1927 ve 1933 yıllarında Avrupa'da sol partilerin oluşturduğu Radikal ve Mümasili Fırkaların Beynelmilel İtilafı'na gözlemci olarak katılmıştır. Fırka'nın isminde halk sözcüğünün geçmesi bile fırkanın sol duruşunu göstermektedir. Çünkü halk sözcüğü, ezilen ve yoksul tabakaları akla getirmektedir.
Parti'nin sınırsız güce sahip olabileceği bir dönemde bu gücü sınırlandırma yönünde hukuk devleti ve yasaların üstünlüğü kavramlarına yer vermesi partinin demokratik tavrına önemli bir örnek oluşturmaktadır.
Bugün siyasetin kirlenmesi, kişisel çıkara dayanması ve rant dağıtımıyla tanımlanması demokrasiye verilen en büyük zararlardan biridir. Daha 1923 yılında CHP, bu gerçeği kavramış ve bir siyasal etik ilkesini parti tüzüğüne aktarmıştır. Partiden bırakınız aday olmak, partiye üye olmak bile etik bazı ilkelere sahip olma koşuluna bağlanmıştır.
* * *
Mustafa Kemal 1927 Seçimleri'ne girerken de parti örgütüne gönderdiği genelgede, seçimlere giderken partiden seçilecek milletvekillerinin uyması gereken kuralları şu şekilde ilan etmiştir: "...Partili milletvekilleri, sermayesinin çoğu devlete ait kurum ve şirketlerle, kamu yararına çalışan ya da özel sermayeli ayrıcalıklı şirketlerin, tekel niteliğindeki kuruluşların yönetim kurullarına hükümetçe seçilen üyeler arasında alınmayacaklardır... TBMM Başkan ve Başkan Vekilleri, Bakanlar Kurulu Üyeleri, Parti Genel Sekreteri ve Grup Başkanı ile Başkan Vekilleri, Parti Müfettişleri, gerek devletle ilgili kurumların gerekse öteki şirket ve kuruluşların müdürlük, yönetim kurulu gibi yönetim ve temsil görevlerinden 'gerçek biçimde' vazgeçeceklerdir..."
* * *
Değerli okurlarım, sonuç olarak demokrasi sadece çok partili siyasal yaşamın görünürde var olmasına indirgenecek kadar sığ bir kavram değildir.
CHP, demokrasinin kurumsallaşması yönündeki gayretlerine ulusal kurtuluş mücadelesiyle başlamıştır. (CHP, ilk kongresi olarak milli mücadelenin örgütlendiği Sivas Kongresi'ni kabul eder).
Ulusal bağımsızlığın veri olmadığı toplumlarda demokrasinin olanaksızlığı, CHP'nin ne kadar doğru bir başlangıç yaptığını gözler önüne sermektedir.
Dahası, ulusal kurtuluş sağlandıktan sonra da demokrasi için kilit önemde olan siyasal etik, hukuk devletinin kurumsallaşması ve ulusal egemenlik konularında CHP öncü bir rol oynamıştır.
Bu sürecin doğal sonucu çok partili hayata geçiştir. Ancak her çok partili hayat, demokrasi demek değildir.
Görünürde serbest seçimlerin olduğu ancak hukuk devletine sistematik bir saldırının gerçekleştirildiği, bağımsızlığın tartışılır hale geldiği, ulusal egemenliğin iktidarı oluşturan partinin egemenliği olarak yorumlandığı, dokunulmazlıkların yolsuzluk batağını örttüğü, sosyal devletin çökertildiği bir düzen demokrasi olarak tanımlanabilir mi?
Ne dersiniz?...
(Haber Ekspres Gazetesi/ 31 Ağustos 2010)