27 Mayıs 2010

İSTİBDAT- ZAFER YAPICI

Gençler için hemen izah edeyim.

İstibdat, "uyruklarına hiçbir hak ve özgürlük tanımayan sınırsız monarşi, despotluk, despotizm" demek.

Bu sözcük, Osmanlı siyasi hayatında 1878 ile 1908 arasında geçen otuz yıllık dönemi ifade etmek için sıklıkla kullanılır.

Bu dönem II. Abdülhamit iktidardadır.

1876 Kanuni Esasi'nin ilanıyla Osmanlı'da ilk kez anayasal düzene geçilmiştir.

Ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nı bahane eden II. Abdülhamit, Anayasa'yı yürürlükten kaldırır.

Bu tarihten itibaren muhalefet faaliyetleri ancak sarayın takip, gözetim ve bir ölçüde baskısı altında gerçekleşebilir.

Jurnalcilik yaygınlaşır. Sansür sıradanlaşır. Herkesi bir "izlenme, dinlenme, gözlenme" korkusu sarar.

İstibdat döneminde muhalefet hareketleri ya ülke içinde yeraltına inmek durumunda kalır ya da ülke dışında örgütlenebilir.

Ülke dışında örgütlenmek de o kadar kolay bir iş değildir. Ancak bulundukları ülke yönetimlerinin göz yumdukları ve himaye ettikleri ölçüde bu muhalif hareketler yaşayabilirler.

* * *

Değerli okurlarım, bugünden baktığımızda II. Abdülhamit dönemi bizlere nedense çok tanıdık geliyor.

Bir zaman tüneline girmişiz. 1878 ile 1908 arasında, tarihin karanlık bir yerlerindeyiz sanki...

Hukukun olmadığı, haklardan söz edilmediği, sansürün yaygınlaştığı, jurnalciliğin kural olduğu bir düzen...

İstibdat!...

Bugün II. Abdülhamit yaşamıyor ama...

...İstibdat yaşıyor mu ne!...

(Haber Ekspres Gzatesi- 23 Mayıs 2010)

20 Mayıs 2010

TÜRKİYE'NİN SÖMÜRGELEŞME TARİHİ - ZAFER YAPICI

Türkiye topraklarının sömürgeleşme tarihinde milattır 1838. Bu tarihte İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında bir ticaret anlaşması imzalandı.

Ancak bu anlaşma, iki eşit devlet arasında gerçekleştirilen sıradan bir ticaret anlaşmasından çok farklı hükümler içeriyordu.

Öyle ki dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Henry Palmerston'un bu anlaşmayı İngiltere'nin çıkarları için bir "Capo d'Opera" (şaheser) olarak nitelediği rivayet edilir.

* * *

Palmerston, anlaşmayı bir "şaheser" olarak nitelemekte haklıydı...

Çünkü, 1838 Baltalimanı Anlaşması ile Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında İngilizlere ticari bakımdan büyük ayrıcalıklar tanıyan bir düzen kuruldu.

Sanayi Devrimi'ni ilk gerçekleştiren devlet olan İngiltere vatandaşları bu anlaşma ile Osmanlı ürünlerini ihraç etme hakkına sahip oldular.

Hatta İngiliz vatandaşları Osmanlı sınırları içinde ticaret yaparken Osmanlı vatandaşlarından bile daha az vergi ödeme hakkını kazandılar.

Dahası bu durum İngiltere ile sınırlı kalmadı.

1838-1841 yılları arasında Baltalimanı benzeri anlaşmalar birçok diğer Avrupa devletiyle de imzalandı.

Böylelikle Osmanlı'nın sömürgeleşme süreci hız kazandı.

1838 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı Baltalimanı'nın gerektirdiği bir hukuksal düzen yarattı.

Sonuç olarak, o zamana kadar varlığını koruyabilmiş tüm sanayi ve zanaat dalları Batı ile rekabete dayanamayıp çöktü. Dışa karşı herhangi bir koruma önlemi alınmadan iç ticaretteki tüm kayıtların ortadan kaldırılması, Osmanlı'yı Avrupa'nın açık pazarı haline getirdi.

Sözkonusu çöküşü yapılan yeni uluslararası ticaret anlaşmaları ve kapitülasyonlar kolaylaştırdı.

Borçlanma katlanılamaz boyutlara yükseldi.

Mali iflas gerçekleşti. Duyun-u Umumiye, devletin mali işleyişini düzenleyen kurumlar gibi ekonomik hayatı biçimlendirmeye başladı. Batı, bu kurum aracılığıyla Osmanlı gelirlerine doğrudan el koyabildi.

Dahası Osmanlı toprakları emperyalist güçler tarafından paylaşıldı.

Bugün, Kurtuluş Savaşı'nı bir Türk-Yunan Savaşı'na indirgeyerek sunan aklı evvellerin, aslında yapmak istedikleri, ülkenin sömürgeleştirilme tarihini hasır altı etmektir.

Çünkü ancak böylelikle yeni Baltalimanları önerdiklerinde haklı görülebileceklerinin farkındalardır....

* * *

Değerli okurlarım Baltalimanı ile başlayan kötü gidişe; bir başka ifadeyle emperyalizmin Anadolu'ya yerleşme sürecine son verilmesi için Kurtuluş Savaşı'nın beklenmesi gerekecektir.

Kurtuluş Savaşı, her şeyden evvel, emperyalizme karşı verilmiş bir özgürlük savaşıdır.

Nitekim savaş sonrasında ülkeyi yöneten irade, ülkeyi Batılı bir sömürgeleştirme sürecine yeniden açmamak için gerekli önlemleri almıştır.

Atatürk'ün yarattığı devletçiliğe dayanan ancak özel sermayeyi de göz ardı etmeyen karma ekonomi modeli bunun için benimsenmiş değil midir?...

(Haber Ekspres, 19 Mayıs 2010)

CUMHURİYETE ve DENİZ BAYKAL'A SAHİP ÇIKMAK - ZAFER YAPICI

14 Nisan 2007 Tandoğan,

29 Nisan 2007 Çağlayan,

5 Mayıs 2007 Manisa,

5 Mayıs 2007 Çanakkale,

13 Mayıs 2007 İzmir...

Bu tarihler bizlere neyi hatırlatıyor...

Milyonların katıldığı "cumhuriyetine sahip çık" mitinglerini...

* * *

Peki şimdi AKP'nin yapmış olduğu anayasa değişikliği ile referanduma gidiş sürecinde bizler cumhuriyetimizin,

Demokratik devlet yapısına,
Laik devlet yapısına,
Sosyal devlet yapısına,
Hukuk devleti yapısına,
Ulus devlet yapısına,
Üniter devlet yapısına ne zaman sahip çıkacağız?...

Değerli okurlarım, 14 Nisan 2007'de Tandoğan'da başlayan "cumhuriyetine sahip çık" mitingi 13 Mayıs 2007 tarihinde İzmir'de son bulmuştu. Milyonların katıldığı mitinglerin bir anlamı vardı...

Ancak şimdi AKP'nin uyguladığı baskı ve korku sayesinde bu anlam unutturuldu ve halk sindirildi...

Bu sindirilmeye karşı koyan ve cumhuriyete sahip çıkan CHP ve onun Genel Başkanı Deniz Baykal, "Halkımızı ezdirmeyeceğiz, ülkemizi soydurmayacağız, devletimizi böldürmeyeceğiz" sloganı ile Türkiye'nin gerçeklerini ve cumhuriyet bilincini Türk milletine anlatmaya 2005 yılında başlamıştı...

Ve yıl 2010. Anayasanın ilk üç maddesini anlamsızlaştırmayı hedef alan anayasa değişikliğine direnç göstermesi üzerine, CHP'ye acımasızca saldırılar başladı...

Önce CHP'nin ikinci genel başkanı İsmet İnönü'ye iftiralar atıldı.

Ardından CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'a komplo hazırlandı...

Ve Deniz Baykal kendisine ve partisine yapılan tüm bu oyunların ve komploların Türk milleti tarafından anlaşılmasına fırsat tanımak için istifa etti.

* * *

Emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe başkaldıran,

"Bağımsızlık benim karakterimdir" diyen Mustafa Kemal Atatürk'ün; "Namuslularda en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır" diyen İsmet İnönü'nün sözlerini şiar edinen,

Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik, sosyal, hukuk, ulus, ve üniter devlet yapısına sahip çıkan CHP ve onun Genel Başkanı Deniz Baykal'dır.

12 Eylül'de darbe yönetimi tarafından kapatılan CHP'yi yeniden açan Deniz Baykal'dır. O nedenle CHP denildiğinde Deniz Baykal, Deniz Baykal denildiğinde de CHP akla gelir. Bugün, dünyada partisiyle bu derece bütünleşmiş bir başka lider neredeyse yoktur.

* * *

Değerli okurlarım, CHP örgütü kurultayda tekrar Deniz Baykal'ı tek aday olarak Genel Başkan koltuğuna getirmelidir.

Emperyalizmin ve kirli komplo iktidarlarının oyunları ancak böyle bozulur. Türkiye'nin önü ancak böyle açılır.

Bu bağlamda hem Türkiye'nin hem de CHP'nin Deniz Baykal'a ihtiyacı vardır.

Deniz Baykal'ın da hem CHP'ye hem de Türk Milletine karşı tarihi sorumluluğu vardır.

Bu tarihi sorumluluğu Türk milleti adına çok büyük zorluklar içeren bir tarihi süreçte yerine getirmek durumundadır...

Tıpkı zamanında Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptığı gibi,

Tıpkı zamanında İsmet İnönü'nün yaptığı gibi...

(Haber Ekspres 14 Nisan 2010)

12 Mayıs 2010

AKP ve NEOLİBERALİZM- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Kasım 2002 Seçimleri sonrasında AKP tek başına iktidara geldi.

AKP'nin iktidara gelmesi Türk siyasetinde Özal ile başlayan neoliberal dönüşüm sürecinin tamamlanması anlamına geliyordu.

AKP, Atlantik ötesinde çizilen bir program dahilinde siyasal ve ekonomik sistemde, eğitimde ve sağlıkta, sosyal güvenlik ve çevre konularında bir dönüşümü gerçekleştirmeliydi.

Ancak böyle bir dönüşümü gerçekleştirmek için öncelikle AKP'in kendi kökenleriyle; "Milli Görüş" geleneği ile hesaplaşması gerekiyordu.

İstenen şey Siyasal İslam'ın küresel kapitalizm ile uyumlulaştırılmasıydı kısacası. AKP bunu gerçekleştirdi.

1980'lerin Türk İslam Sentezi'nin yerini 2000'lerde Ilımlı İslam aldı. İki anlayışta da gerçekte ılımlı olunan şey neoliberal ekonomi düzeninin kazananlarının çıkarlarıydı...

* * *

Değerli okurlarım, kısaca AKP, "sistem" ile bağlantı noktaları kurarak iktidara geldi. Aslında hem Abdullah Gül'ün hem de Recep Tayyip Erdoğan'ın sistemle bağlantı arayışları AKP'nin kuruluşundan çok daha öncelere gitmekteydi. Erdoğan daha Beyoğlu İlçe Başkanı iken ABD Büyükelçisi Abramowitz ile görüşmüştü. Gül'ün de benzer biçimde ABD'li yetkililerle ilişkileri vardı.

AKP iktidarının önünü açan gelişme ise ABD tarafından Büyük Ortadoğu Projesi'nin öne sürülmesi oldu. Bu proje siyasal İslamcı hareketlerin, iktidarda iken ılımlılaştırılmaları projesiydi. Proje ilk olarak Türkiye'de uygulamaya aktarıldı.
ABD çıkarlarına karşı ılımlı bir anlayışı temsil eden AKP zihniyeti, ABD'nin girişimiyle tüm Ortadoğu coğrafyasına bir model olarak sunuldu.

Bu modelin Türkiye'de tutunum bulması ve başarı kazanması ancak ve ancak ekonomik başarılarla mümkündü. AKP döneminde ekonomi, özellikle yurt dışından pompalanan kaynak akışı sayesinde sanal bir iyileşme yaşadı. Enflasyon düştü. Bunda, petrol fiyatlarındaki artışın etkisiyle karlarını arttıran Arap sermayesinin ve 28 Şubat sonrasında Türkiye dışına kayan İslamcı sermayenin Türkiye'ye gelişinin önemli bir payı vardı. Dış borçlanma, bu gelişme "ilüzyonunun" bir diğer katalizörüydü.

AKP, sanal ekonomik kalkınmaya eşlik eden geniş çaplı medya propagandasıyla kitleleri sessizleştirmeyi başardı. Bir kalkınma efsanesi yaratıldı. Bu süreçte "reformlar" adı altında neoliberal dönüşümün hukuksal temellerini oluşturmak için fırsat doğdu. Geniş çapta yasama faaliyetlerine girişti.

Sosyal devlet adım adım tasfiye edildi.

Atatürk Türkiyesi'nin mirası ekonomik teşebbüslerin neredeyse tamamı elden çıkarıldı. Elden çıkarılmayanlar işlevsizleştirildi.

Sağlık ve eğitim tüketildi. Paralı hale getirildi.

* * *

AKP'nin tabanı homojen değildi. Bir tarafta neoliberal ekonomiden çıkar sağlayan İslamcı sermaye, AKP'den medet uman liberaller ve siyasal İslam'ın radikal unsurları, diğer tarafta kimlik politikasının marifetiyle kendi sınıfsal çıkarlarını savunmakla hiçbir alakası olmayan bir harekete; AKP'ye yönelmiş milyonlar...

Zamanla tüm bu kesimlerde rahatsızlıklar büyüdü...

Neoliberal ekonomiden çıkar sağlayan İslamcı sermaye palazlandıkça "daha fazlasını" istemeye başladı. Yolsuzlukların artması, büyük ölçüde bu artan istemlere cevap verme gayretinin bir sonucudur.

AKP'nin demokrasiyi bir amaç değil bir araç olarak görmesi AKP'den medet uman liberallerin bir kısmında hayal kırıklığı yarattı. Bu kişiler AKP'nin AB'ye adaylık sürecinde ileri adımlar atmadığı durumlarda tepkilerini dile getirdiler. Diğer bir grup "liberal" ise, AKP'yi etnik ve dinsel hatlar boyunca bir kimlik politikası yürütmeye sürüklediler...

Siyasal İslam'ın radikal unsurlarının tepkilerinin giderilmesi için ise AKP iki yönlü bir politika izledi. Bir taraftan bu kesimi memnun etmek için Türk siyasi hayatında görülmedik ölçüde büyük kadrolaşmalara girişti. Devletin her kurumu, kadrolaşmanın rezervi olarak değerlendirildi. Diğer taraftan Batı'ya karşı sembolik ve danışıklı olduğu anlaşılan bazı "çıkışlar", bir başka ifadeyle "diklenmeler" yapıldı. Böylelikle İslamcı-milliyetçi gruplara da mesaj verildi. Tayyip Erdoğan'ın "one minute" çıkışı, Hamas liderinin Türkiye'ye çağrılması, Gazze konusunda iktidarın söylemi bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Kimlik politikasının marifetiyle kendi sınıfsal çıkarlarını savunmakla hiçbir alakası olmayan bir harekete; AKP'ye yönlenmiş milyonlar ise biat ve sadaka kültürüyle sessizleştirilmeye çalışıldı. Böylelikle iktidara bağımlı bir toplum modeli yaratıldı.

* * *

Değerli okurlarım, AKP neoliberal ekonomik düzen için biçilmiş kaftandı. Hem iktidar nimetlerine sahip olması nedeniyle elinde tuttuğu rant dağıtım işlevi ve kadrolaşma politikasıyla kapital sahibi ve/veya örgütlü kesimleri; hem de kimlik politikası aracılığıyla yoksullaştırılan kitleleri elinde tutabiliyordu...

* * *

Ancak her şey AKP için güllük gülistanlık gitmiyor. Kimi yorumlara göre AKP'yi iktidara getiren sistem hem AKP'nin hem de kendi sonunu hazırlıyor.
İlk olarak yolsuzluklar açığa çıktıkça toplumsal tepki büyüyor. Kahvelerde, ev gezmelerinde, sinema çıkışlarında, maaş kuyruklarında, altın günlerinde... "bunların neresi ak?" sorusu tüm sindirme ve baskı altına alma girişimlerine rağmen yüksek sesle soruluyor.

İkinci olarak demokrasiyi amaç olarak gören bazı liberaller, AKP'nin demokrasi anlayışının ne olduğunu sonunda anlayabildiler. Bu partiden desteklerini yavaş yavaş çekiyorlar. Liberal kanatın etnikçi temsilcileri ise dış güçlerin istemleriyle uyumlu bir biçimde AKP'yi sonu etnik bölünmeye varabilecek tehlikeli bir sürece sürüklüyor. Ancak toplumda gidişat konusundaki farkındalık her geçen gün artıyor. Bu durum şimdilik iktidarı mehter takımı gibi iki ileri bir geri hamle yapmaya zorluyor ve tutarsızlıklara itiyor.

Üçüncüsü, Tekel direnişi gibi büyük hak arama hareketleri, ekonomik hakları kimliğin gölgesinden kurtarmak için büyük bir emsal oluşturdu... Bu hareketlerin başarısı, siyasetin merkezine kimliğin yerine ekonominin yerleştiği yeni bir siyaset tarzının kurumsallaşması anlamına gelecek.

* * *

Neoliberalizm her yerimizi sarmış bilmemkaç kollu dev bir ahtapot!

Çözüm konusunda umut verici kimi toplumsal gelişmelerin yaşanması, her yanımızı sarmış dev ahtapottan bir gün kurtulabilmemize yetecek mi?

Zaman gösterecek...

(Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Prof. Dr. İlhan Uzgel, "AKP: Neoliberal Dönüşümün Yeni Aktörü", Mülkiye Dergisi, Cilt: 30, S. 252, s. 7-18.)

(Haber Ekspres, 11 Mayıs 2010)

05 Mayıs 2010

AKP HANGİ SINIFIN PARTİSİ? - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, 28 Şubat 1997 tarihinde iktidardaki Refah Partisi'nin ordudan aldığı uyarı Milli Görüş içindeki ayrımı büyütmüştü.

Nihayet 2001'de hareket içindeki "yenilikçi kanat" ayrılarak AKP'yi kurdu.

AKP 2002 genel seçimlerinde % 34,4 oy aldı.

2004 yerel seçimlerinde % 40,1'e ulaştı.

Tayyip Erdoğan Milli Görüş hareketinden ayrılığını göstermek için en başından beri "muhafazakar demokrasi" kimliğini kullandı.

AB'ye katılımdan, çok kültürlülükten söz etti.

ABD'nin desteğini alırken IMF'nin önerdiği yapısal dönüşüm programını sürdürme vaadinde bulundu.

Tüm bunlar sadece iktidar olmak için merkeze doğru hareket etme ve siyasal meşruiyeti ülke dışında arama yönünde pragmatik adımlar değildi. Aynı zamanda Milli Görüş hareketi içinde yeni sağ ekonomik politikalardan yana işadamı sınıfının gelişmesinin de sosyolojik sonucuydu.

AKP buna paralel bir biçimde geliştirdiği ezilmişlik söylemi ile kendilerini ezilmiş olarak algılayan kesimlerin de partisi haline gelebildi.

AKP, parti programında bir taraftan sosyal adalet yönünde hedefler ortaya koyuyordu. Ancak diğer taraftan müteşebbisleri teşvik etmek üzere genel bir önlem olarak vergi oranlarının düşürülmesini öneren her sağ parti gibi AKP de vaat ettiği sosyal hedefin mali kaynağını zayıflatmayı planlıyordu.

AKP'nin ekonomi politikası halkın çoğunluğunun refahına yansımadı. AKP genel olarak düşük gelir gruplarının değil, destekçisi olduğu İslamcı kapitalist sınıfın çıkarlarını savunan bir parti haline geldi.

Örneğin,

1. IMF'nin yönlendirdiği yapısal dönüşüm programının parçası olarak kırsal üreticiden çekilen destek önceki dönemlerden daha da büyük boyutlarda devam ediyor.

2. İşsizlik artıyor. Ancak işsizliğin artması da Yeşil Sermaye'nin istediği bir ortam aslında. Böylelikle düşük emek maliyetli bir ekonomik düzen yaratılıyor.

3. Mayıs 2003'te esnek iş saatleri ve geçici istihdam gibi önerileri kapsayan ve otuzdan az işçi çalıştıran işletmeleri iş güvenliğinden mahrum bırakan yeni iş yasası kabul edildi. Böylelikle işçilerin iş güvenliğinden bile yoksun bırakıldığı bir düzen kurulmaya çalışıldı.

4. Sendikaların muhalefetine rağmen özelleştirmeler yapılıyor.

5. İşverenler tarafından sendikalaşmaya karşı yürütülen saldırılar karşısında hükümet sessiz.

6. Küresel piyasada rekabet adına grevlerin hükümet kararlarıyla ertelenmesi gerçekleşti.

7. Vergi yükü giderek alt kesimlerin üzerine kaydırıldı. Doğrudan vergi, gelir üzerinden alınan ve gelirin belirli bir yüzdesine karşılık gelen vergiydi. Dolaylı vergi ise gelir düzeyi gözetilmeden tüketimden alındığı için dolaylı vergilerin yükü nüfusun çoğunluğunu oluşturan gelir düzeyi düşük kitleler üzerindedir (Örneğin ekmekten, yumurtadan, benzinden alınan vergi). Dolaylı vergilerin payı 1980'de %37'ydi, 1990'da % 48, 2000'de % 60. AKP'nin iktidara geldiği yıl % 66'ya çıkmıştı. AKP bu adil olmayan politikayı sürdürdü. İstikrarlı biçimde artan dolaylı vergilerin payı 2005'te % 73 oldu. Günümüzde % 80'i geçti.

8. Üstüne üstlük AKP zengin kesimin harcama kalemlerinde dolaylı vergiyi düşük tuttu. Örneğin pırlantanın KDV'si sıfıra inerken birçok temel besinin KDV'si % 18 olmayı sürdürüyor.

9. Giderek alt sınıflardan toplanır hale gelen vergiler alt sınıflar için giderek daha az kullanılır hale geldi. Örneğin AKP eğitime yeterince kaynak ayırmamakta. Eğitim, AKP iktidarı süresince gittikçe daha fazla paralı hale geldi. Sağlık alanında ticarileşme eğilimi artmakta. Sağlığın sadece parası olanın kullandığı bir hak olduğu bir sistem adım adım kurulmakta. Sağlık sigortaları işlevsizleştirilmekte.

Sonuçta AKP'nin ülke içinde dayandığı toplumsal sınıf yeşil sermayedarlar. Peki AKP, oy aldığı diğer kesimlerin kendine bağlılığını nasıl sağlıyor? AKP'nin bu noktada kullandığı iki araç var.

1. Sadaka kültürü: AKP sosyal devlet anlayışını sadece söylemde dile getiriyor; garantilenmiş bir sosyal güvenlik mekanizmasından ise uzak duruyor. Sadece iktidarda olmanın avantajını kullanarak bir sosyal yardım mekanizması işletiyor. Böylelikle yoksul kitleleri kendine bağlıyor. Bu mekanizmanın başarısı seçici olmasına bağlı. Partiye bağlılıklarını ispat eden kitleler yardımdan daha fazla pay alabiliyorlar. Böylelikle sistem sürüyor. Toplumsal patlamaların önüne geçiliyor. Ayrıca zengin hayırseverliği kavramı, sosyal güvenlik sisteminin bir yan unsuru olarak kullanılıyor. Sosyal adalet, hayırseverin iyi niyetine terk ediliyor. Hayırsevere, hayırı alanın minnet duyması sağlanıyor. Böylelikle hayırsever sermaye sahibinin çıkarına olan düzene hayır alan kitlenin oy desteği sürekli hale geliyor. Bir anlamda AKP, fakirleştirilmiş kitlelerden aldığı desteği, bu kitleleri fakirleştirerek kendine bağlamasına borçlu.

2. Din/kimlik siyaseti: AKP, savunduğu ekonomik düzenin sürekliliğini sağlamak için din faktörünü de sıklıkla kullanıyor. Fakir kesimlerin itaati, ekonomi dışı alanlarda üstün sadakat odakları inşa edilerek yapılıyor. Böylelikle toplumun ekonomi düzlemli tepkilerin bir patlamaya yol açması bir başka araçla engellenmiş oluyor. Bu demek oluyor ki, sadaka kültürü ve din/kimlik siyaseti AKP'nin sınıf politikasını sürdürebilir kılan emniyet sübapları.

Sonuç olarak AKP yarattığı/büyüttüğü "bir kısım" sermayenin ekonomik çıkarlarını gözetirken, yoksul kitlelerin oy gücüne dayanıyor. Aynı zamanda Batı'nın da istediği bir ekonomik düzeni; neoliberal düzeni şimdilik sürdürebilir kıldığı için Batı'nın da desteğini alabiliyor.

Sizce de bu düzen nereye kadar sürdürülebilir sorusu, üzerine düşünmeye değer bir soru değil mi?...

(Haber Ekspres, 4 Nisan 2010)