27 Eylül 2010

Claudia Roth'un açıklamaları- Zafer Yapıcı


Bazı kişiler vardır, kişilikleriyle, duruşlarıyla güven verirler. "O ne söylerse doğruyu söyler. Onun söylediği doğrudur" dersiniz. İnanırsınız.
Bazı kişiler vardır, o sözleri o kişilerin söylemesi, sözlerin yanlışlığının bir göstergesi haline gelebilir. "O söylemişse yanlıştır. O söylemişse kötüdür" dersiniz. İnanmazsınız. Hatta bazen onların kötülediği kişi, kurum ve fikirlerin doğru kişi, kurum ve fikirler oldukları; onun övdüklerinin de yanlışlarla dolu olduğu konusunda gerekçeli bir önyargıyla doldurursunuz zihin haritanızı...

* * *

Sizinkini bilmem ama benim zihnimde Claudia Roth, ikinci grup kişiler arasında en ön sıralarda yerini alıyor.
Bu durum Roth'a karşı kişisel husumetimden yahut nedeni belirsiz bir nefretimden değil yıllar boyu Roth'un Türkiye konusunda sergilediği politik tutumundan kaynaklanıyor...
Roth, Alman Yeşiller/Birlik 90 Partisi'nin Eşbaşkanı...
Türkiye'yi bir sömürge ülkesi haline dönüştürme mücadelesinin 2000'li yıllardaki öncülerinden...
Bakın Roth, son yıllarda Türkiye ile ilgili neler söylemiş:
"Kürt sorununun çözümünde silahsızlanma, af uygulaması ve topluma yeniden entegre edilmek önemlidir." ( http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=273140&yazarid )
Açıkça Roth, Türk devletinin silahsızlanmasını barış için bir önkoşul olarak sunan PKK çizgisini AB perspektifinden doğrulamış oluyor!
Roth, bir plebisit haline dönüşen referandumu demokratikleşme yolunda önemli bir adım olarak değerlendiriyor. Referandumda kendisi oy kullanacak olsa kesinlikle "evet" diyeceğini söylüyor...
"Anayasa Mahkemesi'nin hükümete muhalefet rolü oynadığını görüyorum. Daha fazla demokrasi için mücadele verilmeli ve bu anayasa değişikliği ile mümkün" sözleriyle yargı sistemi üzerinde yürütmenin hakimiyet kurma çabalarını demokratik bir adım olarak sunan AKP çizgisini olumluyor. Sanki bu konuda yetki sahibiymiş gibi referandumdan "evet" çıkmasını Türkiye'nin AB'ye girişinin önkoşullarından biri olarak sunuyor. (referandum.samanyoluhaber.com/h_444542_roth-katilabilecek-olsaydim.html)

* * *

Peki Roth, Kılıçdaroğlu konusunda neler söylüyor:
"Kılıçdaroğlu ile yaptığım görüşmede çok farklı görüşler dile getirildi. Bunu Türkiye'deki muhalefet için ümit dolu yeni bir başlangıç olarak görüyorum."
"Türkiye'nin en önemli sorunu, Kürt sorununun barışçı ve siyasi yollardan çözülmesi. Bu konuda Kılıçdaroğlu yönetiminde CHP içinde de şimdi farklı bir hava esiyor."

* * *

Roth, bakın Deniz Baykal ve CHP hakkında neler söylemiş:
"Deniz Baykal bazen o derecede aşırı gerici bir tavır sergiliyor ki, MHP'nin bile onlardan daha fazla geliştiğini, ilerlediğini söyleyebiliriz". (27 Mart 2010, Star Gazetesi)
CHP eski genel başkanı Deniz Baykal, Avrupa perspektifi yönünde çaba harcamadı. Avrupa'ya ve azınlıklara karşı zaman zaman sert söylemlerde bulundu." (22 Eylül 2010, Hürriyet)

* * *

Değerli okurlarım, görülüyor ki Kılıçdaroğlu'nun önünde bir seçim var.
Ya Roth'un seslendirdiği edilgenleştirici, demokrasi karşıtı ve sömürgeci anlayışa uygun hareket edecek.
Ya Roth'un ülke çıkarlarını emperyalizme karşı savunduğu için ötekileştirdiği Deniz Baykal'ın proaktif, demokrat ve halkın çıkarlarını merkeze alan anlayışına.
İki anlayışa aynı anda sahip çıkması mantıksal olarak imkan dışı!

* * *

Kılıçdaroğlu bu tarihsel ikilemden çıkışta doğru yolu bulabilecek mi dersiniz?

(hABER eKSPRES gAZETESİ- 27 eYLÜL 2010)

20 Eylül 2010

TİMSAH VE GUGUK KUŞLARI - ZAFER YAPICI

Borsa yükselsin diye referandumda evet diyenler...

İstikrar diye referandumda evet diyenler...

"Aman dış ülkelere nasıl izah ederiz" diye referandumda evet diyenler...

İşinde yükselmek için referandumda evet diyenler...

Hayır oyumu çevreme nasıl izah ederim diye referandumda evet diyenler...

Beş kuruş sadaka karşılığında referandumda evet diyenler...

Vatanı sattırmayız diyenlere tepki olsun diye referandumda evet diyenler...

İktidarın bir ucundan tutabilmek için referandumda evet diyenler...

Demokrasiyle faşizmi ayıramayacak kadar cahilleşmiş olup aynı anda entelektüel görünmeyi becererek referandumda evet diyenler...

"Siz bizden değilsiniz. O zaman faşist misiniz? Demograaaaaaaaaassiiiiiiiii" diyerek referandumda evet diyenler...

Hatta sırf birilerinin yalakası görünme şerefine nail olmak için referandumda evet diyenler...

Ülkücüyüm diye diye referandumda evet diyenler...

Solculukta mangalda kül bırakmayıp referandumda evet diyenler...

Irkçılıkta sınır tanımayıp aynı anda insan hakları savunucu olmayı becererek (!) referandumda evet diyenler...

Fason sendikacı olup referandumda evet diyenler...

Yalaka şarkıcı olup referandumda evet diyenler...

Tırsa tırsa referandumda evet diyenler...

Türbanı oyuncak edip referandumda evet diyenler...

Türbanı oyuncak ettirip referandumda evet diyenler...

Susarak, susturarak referandumda evet diyenler...

Cennete gitme vaadine balıklama atlayıp referandumda evet diyenler...

Bir oraya bir buraya kıvırıp referandumda evet diyenler...

Hiç bir şeyin farkında olmadan referandumda evet diyenler...

Yeni ihaleler için referandumda evet diyenler...

Daha büyük rantlar için referandumda evet diyenler...

"Hizmet" gelsin diye referandumda evet diyenler...

"Hizmet" gitmesin diye referandumda evet diyenler...

Evet dediğinden utanarak referandumda evet diyenler...

"Mezarından kalkıp" referandumda evet diyenler...

Atlantik ötesi talimatlara uyarak referandumda evet diyenler...


* * *

Her yanımızda, sağımızda, solumuzda, önümüzde, arkamızda bunlardan görüyoruz.

Neden mi?

Çünkü yeni bir "insan tipinin" devlete hakim olan grup yardımıyla inşa edildiği bir toplum mühendisliği sürecinin tam ortasındayız.

Kişiliğini, onurunu, temel değerlerini yitirmiş bir insan tipi.

Sadece kişisel çıkar odaklı ve çoğu zaman uzaktan kumandalı bir insan tipi...

* * *

Çok mu ağır konuşuyorum?

Haksız mıyım?

Timsahın dişlerinin arasından yiyecek artıklarını temizleyen guguk kuşları vardır;
bilir misiniz?

Karınlarını doyururken aynı zamanda timsahın dişlerini de temizlemiş olurlar.

Bugün iktidarın artıkları ile beslenmeye alıştırılan ve bunun karşılığında tüm pislikleri "demokrasi oyunuyla" paklayan bir zümre var...

Neredeyse vatan kadar büyük bir zümre (!)...

Bu zümredekilerin kiminin yemeği kimlik. Kiminin kimliği yemek!

Kimileri devasa artıkları topluyorlar. Büyük bir kısmı da görünmeyecek kadar küçük olanları...


* * *

Görülüyor ki bu düzenin sona ermesi ya timsahın yemeğinin bitmesine bağlı ya da guguk kuşlarının timsahtan beslenmekten vazgeçmesine...


* * *

Bir gün timsahın dişlerinin arasındaki artıkları guguk kuşlarına yedirerek paklandığını değil yemeğini kuşlarla paylaştığı için aklandığını görebilecek miyiz?

Ne dersiniz?...


(Haber Ekspres, 20 Eylül 2010)

13 Eylül 2010

ATATÜRK'ÜN ÇAĞINDA BATI- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, bilindiği gibi Mustafa Kemal'i demokrasi karşıtı bir diktatör olarak gösteren geniş bir literatür mevcut.
Bu maksatlı literatüre her gün yeni çalışmalar ekleniyor.
Bu yayınlar onu tarihsel bağlamından çekip çıkararak bugünün demokrasi kavrayışıyla değerlendiriyorlar. Çünkü ancak bu yolla onu "demokrat olmayan" ilan edebileceklerinin farkındalar.
İşte tam da bu nedenle sözkonusu yayınlar aynı dönemde Batı'da ne tip siyasal rejimlerin hüküm sürdüğü konusunda sessizleşiyorlar.
* * *
Bugünkü yazımızda 1923-1938 arası dönemde Batı'da hangi rejimlerin hakim olduğu konusuna örnekler vermekle yetineceğiz.
Kemalizm-demokrasi ilişkisi konusundaki nihai yorumu siz okurlarımıza bırakacağız...
* * *
Almanya'dan başlayalım. Almanya'da 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı'ndan Hitler güçlenerek çıktı. 1930 seçimlerinde % 18, 1933 seçimlerinde % 44 oy aldı. Serbest seçimlerle iktidara gelmesinin hemen ardından çıkardığı Yetki Yasası ile yasama ve yürütme yetkilerini kendinde topladı. Meclisi feshetti.
Aynı dönemde İtalya'da neler oluyordu? 1922'de iktidara gelen Mussolini, Faşist Parti dışındaki partileri kapattı. Sendikal hareketleri yasadışı ilan etti. Kitap ve gazetelere görülmedik bir sansür uyguladı.
Portekiz 1932'den itibaren Salazar'ın sağcı diktatörlüğüne sürüklendi. İspanya, 1936-1939 İç Savaşı'nın hemen ardından General Franko'nun yönetimine geçti. Franko, 1975'e kadar bir diktatör olarak ülkeyi yönetti.
Birçok Doğu Avrupa ve Balkan devletinde sözkonusu dönemde ya krallıklar ya da askeri yönetimler ve diktatörlükler hakimdi.
Macaristan, gittikçe diktatörleşen Miklos Horthy'nin yönetiminde bir karanlığa sürükleniyordu.
Polonya'da 1926'da bir askeri darbeyle iktidara gelen Mareşal Pilsudski özgürlükleri askıya almıştı.
Romanya, Kral II. Karol'un tek kişilik yönetimindeydi.
Yugoslavya'yı Romanya Prensesi Maria ile evli Kral Aleksandr yönetiyordu.
Arnavutluk'ta 1925 yılında cumhurbaşkanı seçilen Ahmet Zogu, dönemin otoriter eğilimlerine uyarak 1928'de kendini kral ilan etmişti.
Yunanistan, 1936'da General Metaksas'ın darbesiyle tanıştı. Yannis Metaksas ilk iş olarak parlamentoyu dağıttı. Sonrasında tüm siyasi partileri kapattı.
Bulgaristan, 1936'dan itibaren III. Boris'in kişisel malı gibi yönetiliyordu. Boris, I. Ferdinand ile Burbon hanedanlarının Parma kolundan Maria Luisa'nın oğluydu. Özellikle Boris'in iktidarının son yılları adı konmamış bir faşizm çağı olarak değerlendirilir.
Avusturya 1933'te diktatörlük ile tanışmıştı.
Sovyet Rusya'da 1922-1953 arası Stalin dönemi idamlar, yargılamalar ve kolektifleştirme girişimleriyle SSCB'de totalitarizmin zirve yaptığı dönemdi.
İngiltere, Fransa ve ABD dönemin demokrasileri arasında gösterilebilirdi. Ancak bu üç ülke de "kendine demokrattı"...
İngiltere ve İngiliz sömürgeleri "köpekler ve Çinliler giremez" levhalarıyla donatılmıştı.
Fransa'nın Afrika sömürgelerinde bir taraftan dinsel baskılarla yerel inanışlar saf dışı bırakılıyor, diğer taraftan zencinin karşısında beyaz insan neredeyse kutsanıyordu.
ABD'de zenciler beyazlarla aynı okula gitme, aynı otobüse binme gibi basit haklara bile henüz sahip değildi...
* * *
Çağ, baskı çağıydı. Sansür çağıydı. Farklılıklara tahammülün olmadığı bir çağdı...
Otoriteyi kutsallaşma çağıydı.
Mustafa Kemal, bu çağın çocuğu olarak bir çağa uymazlık örneği verdi.
Batı'da parlamentolar tasfiye edilirken, Mustafa Kemal Meclis'i kuruyordu.
Batı'da seçimle işbaşına gelenler kendilerini kral ilan ederlerken, Mustafa Kemal saltanatı kaldırıyordu.
Batı'da kadınlar otoriter yönetimlerin ilk kurbanları olurlarken, Mustafa Kemal kadınları yeni haklarla tanıştırıyordu.
Batı'da etnik ayrımcılığa dayanan bir fanatizm kök salarken, Atatürk milleti yurttaşlık bağıyla tanımlıyordu.
* * *
Bu dönemde Nazizm'in baskısından kaçan birçok Batılı bilim adamı ve sanatçı Türkiye'ye yerleşti.
Çünkü o zaman, Batı'dan bakılınca Mustafa Kemal Türkiyesi, Avrupa'nın kıyısında bir "demokrasi adacığı" olarak görülüyordu...
Ya bugün...

( Hber Ekspres Gazetesi- 13 Eylül 2010)

07 Eylül 2010

KELEBEK ETKİSİ- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, bugün size 19 Eylül 2006 tarihinde bu sayfalarda yer alan bir köşe yazımı, bir tutam güncelleyerek aktarıyorum.
Referandumun önemini ve ne gibi sonuçları olabileceğini en iyi böylelikle anlatmış olacağımı düşünüyorum.
* * *
İşte "bir tutam güncelleyerek" sizlere yeniden sunduğum söz konusu yazım:
* * *
1963 yılında Edward N. Lorenz hava durumuyla ilgili kuramsal çalışmalarının neticesinde şöyle bir sonuca ulaşmıştı: Yeryüzünün herhangi bir bölgesinde bir kelebeğin bile kanadını çırpması, hava durumunu sonsuza dek değiştirecektir. Lorenz'in örneğiyle, Amazon ormanlarında bir kelebeğin kanat çırpması, Avrupa'da fırtına kopmasına neden olabilirdi.
Değerli okurlarım, kanımca, siyasal düzlem için de dersler çıkarılabilecek bir yaklaşım kelebek etkisi. Şöyle ki, kelebek etkisi yaklaşımı, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişikliklerin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine işaret ederken, tam da siyasal düzenin temel parametrelerini anlatıyor. Siyasal katılımın vazgeçilmez unsurlarından olan oy verme davranışı da bu çerçevede değerlendirilebilir. Amazon ormanlarında bir kelebeğin kanat çırpmasının Avrupa'da fırtına kopmasına yol açabileceği gibi, yurdun herhangi bir yerinde kullanılmış bir oy bile belli durumlarda siyasal alanda akıl almaz sonuçlar yaratabilir. Size ufak ve güncel bir örnek: 2004 yılı belediye başkanlığı seçimlerinde Sinop il merkezinde seçimlerden birinci çıkan parti (AKP – 4977 oy) ile ikinci çıkan parti (CHP – 4976 oy) arasında sadece bir oy vardı.
Unutmamamız gereken nokta şu: Hepimiz, referandumda kullanacağımız ve önemsiz gözüken "tek bir oyun" bile, Türkiye Cumhuriyetinin geleceğinin temel belirleyicisi olabileceği bilinciyle sandık başına gitmeliyiz. "Umudu sandıkta aramakla" da yetinmemeli, "sandığı umut yapmada" aktif bir biçimde çalışmalıyız.
Değerli okurlarım, bu konuyla ilgili bazı gözlemlerimi sizlerle paylaşmak isterim. İktidarın olumsuz tavırları karşısında her kesimden sesler yükselmeye başladı. Böyle bir ortamda sokaktaki insan, "neden?" sözcüğüyle kurduğunuz her soru cümlesi karşısında, "ben olsaydım" sözü ile başlıyor sohbete. Peki, AKP nasıl iktidara geldi deyince, ellerim kırılsaydı da, bir daha oy vermeseydim sözleri ile devam edip gidiyor... "Ben olsaydım" ve "ellerim kırılsaydı"! Bu sözcükler, pişmanlık duygusunun ardında gizli bir güçsüzlüğü ve teslimiyeti de simgeliyor.
"Ben olsaydım" ve "ellerim kırılsaydı" deyip, sonrasını getirememek "profesyonel siyasetçilerin" ekmeğine yağ sürüyor. Çünkü toplumumuz kullandığı oyun gücünü bilmiyor. Aşırı profesyonelleşmiş siyasetçiler (siyaseti rant, çıkar elde etmek için yapanlar) bu gücün kendilerinde olduğunu, iktidara gelince oyla özdeşleştirdikleri vatandaşların sorunlarını çözeceklerini söyleyip durdular. Birçoğumuz da sayıca fazla olan bu siyasetçilerin dediklerine inandı ve bu çark böyle onyıllarca dönüp durdu. Oysa; siyaset toplumun işidir, bütün ülkenin işidir, bütün yurttaşların işidir. Siyaset en başta sizlerin işidir! Türkiye'de profesyonel siyasetçilerin dışında belli bir birikimi yansıtan, ülke sorunlarını uğruna emek vermiş, alın teri akıtmış insanların birikimleriyle, ülke sorunlarının çözümüne yardımcı olacak siyasi açılımları gerçekleştirmek durumundayız. İşte bunun için "ben olsaydım" ve "ellerim kırılsaydı" tepkilerinin bir adım ötesine geçmemiz, siyasete her yoldan katılmamız gerekiyor.
"Ben olsaydım" ve "ellerim kırılsaydı"nın ötesine geçememenin bilançosu mu? İşte bunlar:
Cumhuriyete, laikliğe, hukuka yapılan saldırılar,
Kurumlara, kişilere yapılan saldırılar
Cumhuriyetin tüm yapıtlarını teker teker satmalar,
Tüm kurumlarda kadrolaşmalar, kuşatmalar,
Eğitim kurumlarımızın laik eğitimden uzaklaştırılması,
Tüm sosyal kurumlarımızın çökmesi, halkın ilaç alamaz, muayene olamaz duruma gelmesi, sosyal devlet anlayışının dışlanması,
İşçi, memur, köylü, çiftçi, kimsesiz, engelli, esnaf, sanayici, öğrenci, aydın, işsiz kesimlerin feryatları,
Dış politikada yaşanan olumsuzluklar ve Türkiye'nin saygınlığının yitirilmesi,
IMF'ye, AB'ye ve ABD'ye verilen ödünler,
Lozan'ın Sevr'e dönüştürme çabaları ve buna göz yummalar,
Güneydoğu, Irak, Filistin, Lübnan'da uygulanan yanlış politikalar, "Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi'nin küçük ortağı" olma gayretleri,
Ve son olarak iktidarın kendi geleceğini kurtarmak için hukuk devletini işlevsizleştiren anayasa değişikliğini tüm olanaklarını kullanarak halkımıza onaylatma girişimleri...
Değerli okurlarım, CHP'nin dediği gibi, yolsuzluk batağına saplanmış AKP, hesap vermekten kurtulma derdine düşmüştür. Bu yüzden kendi yandaşlarını yargı organlarına atamanın yolunu aramaktadır.
Başbakan ve Bakanlar, yolsuzluklarından dolayı Yüce Divan'a gönderildikleri zaman, kendilerine ceza vermeyecek yandaş hakimler tarafından yargılanmak istemektedirler. Anayasa değişikliğinin asıl amacı da budur.
Çözüm elinizde... Bilinçli ve güçlü bir irade ile referandumda kullanılacak "HAYIR" oyları, ülkemizin demokratik, laik, sosyal ve hukuk devlet yapısını sağlamlaştıracaktır. Kendimizin, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceğini güvence altına alacaktır. Gelin, Çanakkale ve Sakarya'da olduğu gibi, Türkiye'yi bu kez sandıkta kurtaralım ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni de güçlü bir demokrasi ortamında dürüst siyasetçiler ile sonsuza değin yaşatmaya devam edelim. Gelin, tüm yollarla siyasete katılalım, umut yaratalım.
Bir kelebek misali, kanatlanıp fırtınalar yaratmanın, fırtınaların ertesinde "HAYIR" oylarıyla güzel günlere hep birlikte kanat çırpmanın bu kez zamanı gelmedi mi?

(Haber Ekspres Gazetesi- 6 Eylül 2010)

02 Eylül 2010

CHP TARİHİNDEN ALINMASI GEREKEN DERSLER- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, biliyorsunuz, 1923-1950 dönemleri arasındaki CHP iktidarını bir faşizm örneği olarak sunma konusunda önemli bir entelektüel gayret var.
Bu gayreti gösterenlerin temel amacı, demokrasi kavramını merkeze alarak Kemalizm eleştirisine girişmek ve yine demokrasi kavramını araçlaştırarak emperyalizmin kurumsallaşmasına açık bir sistem inşa etmek.
Bu nedenle Kemalizm'e saldırı paradigmasından olaylara bakanlar CHP'nin demokrasi konusunda attığı tarihsel adımları görmezlikten gelmek zorunda kalıyorlar.
* * *
Bugün size demokratik bir düzen inşa etmek adına CHP'nin henüz 1923 yılında attığı bir adımdan; Parti Tüzüğü'nden ve 1927 tarihli Genelgesi'nden söz edeceğim.
1923 yılında hazırlanan Parti Tüzüğü 106 madde ve bir ekten oluşmaktaydı.
Tüzük İzmir'in kurtuluş günü olan 9 Eylül 1923'te Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nca onaylandı.
Böylece Müdafaa-i Hukuk yerini Halk Fırkası'na bıraktı.
Tüzük başlıca şu unsurları getirdi:
1. Parti için Genel Başkanlık ve Genel İdare Kuruluşu dışında etkili bir üçüncü organ yarattı: Genel Sekreterlik. Bu organın yaratılmış olması, partinin Batı'daki sol parti örgütlenmelerden esinlendiğini, sol bir başlangıca sahip olduğunu gözler önüne serdi.
2. Tüzüğün "Genel Esaslar" bölümünde ulusal egemenlik, yasaların üstünlüğü ve hukuk devleti gibi demokratik düzenin vazgeçilmez ilkelerine yer verildi.
3. Tüzüğün 1. maddesinde üye alınırken şu şartların göz önünde tutulması öngörüldü: Yolsuzluklara karışmamış olmak. Kurtuluş Savaşı'nın aleyhinde faaliyetlerde bulunmamış olmak. Partiye birtakım çıkarlar elde etmek amacıyla girmemiş olmak.
Bu üç başlık CHP'nin kuruluş yılları itibariyle bile "demokratik" ve "özgürlükçü" bir karaktere sahip olduğunu göstermeye yetmektedir.
CHP, kuruluş yıllarından itibaren solda konumlanmış, zaten 1927 ve 1933 yıllarında Avrupa'da sol partilerin oluşturduğu Radikal ve Mümasili Fırkaların Beynelmilel İtilafı'na gözlemci olarak katılmıştır. Fırka'nın isminde halk sözcüğünün geçmesi bile fırkanın sol duruşunu göstermektedir. Çünkü halk sözcüğü, ezilen ve yoksul tabakaları akla getirmektedir.
Parti'nin sınırsız güce sahip olabileceği bir dönemde bu gücü sınırlandırma yönünde hukuk devleti ve yasaların üstünlüğü kavramlarına yer vermesi partinin demokratik tavrına önemli bir örnek oluşturmaktadır.
Bugün siyasetin kirlenmesi, kişisel çıkara dayanması ve rant dağıtımıyla tanımlanması demokrasiye verilen en büyük zararlardan biridir. Daha 1923 yılında CHP, bu gerçeği kavramış ve bir siyasal etik ilkesini parti tüzüğüne aktarmıştır. Partiden bırakınız aday olmak, partiye üye olmak bile etik bazı ilkelere sahip olma koşuluna bağlanmıştır.
* * *
Mustafa Kemal 1927 Seçimleri'ne girerken de parti örgütüne gönderdiği genelgede, seçimlere giderken partiden seçilecek milletvekillerinin uyması gereken kuralları şu şekilde ilan etmiştir: "...Partili milletvekilleri, sermayesinin çoğu devlete ait kurum ve şirketlerle, kamu yararına çalışan ya da özel sermayeli ayrıcalıklı şirketlerin, tekel niteliğindeki kuruluşların yönetim kurullarına hükümetçe seçilen üyeler arasında alınmayacaklardır... TBMM Başkan ve Başkan Vekilleri, Bakanlar Kurulu Üyeleri, Parti Genel Sekreteri ve Grup Başkanı ile Başkan Vekilleri, Parti Müfettişleri, gerek devletle ilgili kurumların gerekse öteki şirket ve kuruluşların müdürlük, yönetim kurulu gibi yönetim ve temsil görevlerinden 'gerçek biçimde' vazgeçeceklerdir..."
* * *
Değerli okurlarım, sonuç olarak demokrasi sadece çok partili siyasal yaşamın görünürde var olmasına indirgenecek kadar sığ bir kavram değildir.
CHP, demokrasinin kurumsallaşması yönündeki gayretlerine ulusal kurtuluş mücadelesiyle başlamıştır. (CHP, ilk kongresi olarak milli mücadelenin örgütlendiği Sivas Kongresi'ni kabul eder).
Ulusal bağımsızlığın veri olmadığı toplumlarda demokrasinin olanaksızlığı, CHP'nin ne kadar doğru bir başlangıç yaptığını gözler önüne sermektedir.
Dahası, ulusal kurtuluş sağlandıktan sonra da demokrasi için kilit önemde olan siyasal etik, hukuk devletinin kurumsallaşması ve ulusal egemenlik konularında CHP öncü bir rol oynamıştır.
Bu sürecin doğal sonucu çok partili hayata geçiştir. Ancak her çok partili hayat, demokrasi demek değildir.
Görünürde serbest seçimlerin olduğu ancak hukuk devletine sistematik bir saldırının gerçekleştirildiği, bağımsızlığın tartışılır hale geldiği, ulusal egemenliğin iktidarı oluşturan partinin egemenliği olarak yorumlandığı, dokunulmazlıkların yolsuzluk batağını örttüğü, sosyal devletin çökertildiği bir düzen demokrasi olarak tanımlanabilir mi?
Ne dersiniz?...
(Haber Ekspres Gazetesi/ 31 Ağustos 2010)