26 Ağustos 2010

İZMİR VE CHP - ZAFER YAPICI


İzmir, Türk demokrasisinin ve cumhuriyetin kalesi olmayı sürdüren bir kent.
Büyük bir özgüvenle ve yılmaz bir kararlılıkla.
Bu durum İzmir'in kültürel kodlarına işlemiş tarihsel birikimin doğal bir sonucu aslında.
Her şeyden evvel, İzmir işgali görmüş bir kent. Bu nedenle bağımsızlığın ve özgürlüğün yaşamsal değerini kavramış.
Atatürk'ün düşün sistematiğini, cumhuriyet ve demokrasiyi içselleştirmiş ve kent kültürüne taşımış aynı zamanda.
Emeğin değerini bilen, adalet ve eşitliğe inanan bir kent İzmir.
Öncü olmuş, önde olmuş, rehber olmuş....
* * *
Değerli okurlarım, İzmir'in yukarıda aktarmış olduğum bilinç birikimi, kentte sosyal demokrat çizgide politika yapanlara büyük bir avantaj sağlıyor.
Kent kültürünün belirteci olan; tarihsel deneyimin süzgecinden geçerek üretilen ve yeniden üretilmeye devam eden değerler, İzmirliyi sola yakın kılıyor.
Ancak İzmirli aynı zamanda bağımsızlığın ve özgürlüğün ne demek olduğunun da farkında.
Bu nedenle genel hatlarıyla İzmir seçmeni, emek eksenli olmakla yetinen bir sol siyasi harekete değil, Atatürk ilke ve devrimlerini rehber edinen, emperyalizm karşıtı bir konumlanışı olan emek eksenli bir sol siyasi çizgiye kendini yakın hissediyor...
* * *
Değerli okurlarım, bu nedenle Deniz Baykal'ın genel başkanlığının sona ermesinin ardından CHP'nin yaşadığı/yaşaması olası ideolojik dönüşüm, İzmir tarafından büyük bir dikkatle takip ediliyor.
CHP, emek eksenli bir siyasi çizgiyi mi merkeze alacak? Yoksa küresel süreçte iktidara gelmek için neoliberal ekonomi modelini sahiplenmeyi mi deneyecek?
CHP, tarihsel olarak taşıdığı antiemperyalist karakterini, Deniz Baykal döneminde olduğu gibi, Büyük Ortadoğu Projesi karşısında etkin bir biçimde sahiplenecek mi? Yoksa iktidarını ABD'de ve AB'de arayanlarla aynı çizgiye mi gelecek?
CHP, yine Baykal döneminde olduğu gibi Atatürk değerlerini, Atatürk'ün millet tanımını merkeze alan bir anlayışı politika yapım sürecinin odak noktasında mı tutacak, yoksa kimlik politikasının kolaycılığına kanıp, etnikçiliğe, mezhepçiliğe pirim mi verecek?
CHP, parti içi demokrasiyi gerçekten kurumsallaştırabilecek mi, yoksa parti içi demokrasiyi "görünmez elleriyle" sakatlayan; ancak kendilerini şakşakçıları aracılığıyla "demokrat" olarak pazarlayan, dönek, fikirsiz, ideolojisiz, profesyonel örgüt hiziplerinin oluşturduğu "tarikatın" gazabına uğrayıp düşüncenin değil yandaşlığın yükselme kriteri olduğu bir siyasal harekete mi dönüşecek?
* * *
Değerli okurlarım, bu soruların cevaplarını zaman gösterecek. Ancak Kılıçdaroğlu liderliğinde CHP'nin rotasının ne olacağının bazı göstergeleri ortaya çıkmaya başlamış durumda.
CHP'nin yeni lideri ilk açıklamalarında CHP'nin kimlik politikasına asla kaymayacağını net bir dille ortaya koymuştu. Bu açıklamaları oldukça önemsiyorum. Siyasi yaşantısı boyunca siyasetin etnik/mezhepsel hatlar boyunca yapılmaması mücadelesini veren bir kişi olarak bu yaklaşımı destekliyorum. Ancak bu anlayışın hiçbir yanlış anlaşılmaya mahal vermeden tutarlı bir biçimde savunulması ve parti politikası/geleneği şeklinde tutulması gerektiğini düşünüyorum. Son günlerde bazı yönlendirmeler neticesinde CHP Genel Başkanı'nın Kemalizm eleştirisi üzerinden inşa edilen bir kimlik politikasına dayanan "Türkiyelilik paradigması"nı seslendirmesini bu nedenle yadırgıyorum. CHP'nin çelişkilerle değil tutarlılıkla anılmasının sağlanmasını talep ediyorum.
Kılıçdaroğlu'nun ekonomiyi merkeze alan bir söylem üzerinden AKP eleştirisine girişmesini de doğal olarak olumlu buluyorum. Ancak ekonomi merkezli politikanın içinin doldurulması, emekten yana bir biçimde tanımlanması ve son tahlilde neoliberalizmin ılımlılaştırılmış bir versiyonu olmaktan öteye geçmeyen kendini "liberal-sol" olarak tanımlayan kesimle mesafenin korunması gerektiğini düşünüyorum. CHP'nin ekonomi-politikasını şekillendirmekle görevlendirilen kimi politikacıların ideolojik özgeçmişlerini göz önüne aldığımda bu konuda da endişeye sahip olduğumu söylemeden edemeyeceğim.
Politik yaşantım boyunca, CHP'de parti içi demokrasinin kurumsallaşması mücadelesi veren kişilerden biriyim. Kılıçdaroğlu'nun parti içi demokrasi konusunda da doğru bir söylemle ortaya çıktığını düşünüyorum. Ancak Kılıçdaroğlu'nun, ona genel başkan olma noktasında destek olan; parti örgütünden daha örgütlü bir hizbin komplekslerine dayanan istemlerine cevap vermek durumunda kaldığını düşünüyorum. İzmir'de CHP'nin başarısında büyük katkı sağlayan İl Başkanı Sayın Ekrem Bulgun'un istifaya zorlanması, Gençlik Kolları'nın görevden alınması ve son olarak da CHP İl Kadın Kolları'nın (il kadın kollarının çalışmaları için bkz. ) "üst kademeyle uyumlu çalışmadığı ve düşük randıman sergilediği" gibi sudan gerekçelerle görevine son verilmesi konusunda Kılıçdaroğlu'nun tavrı/tavırsızlığı bu konuya en büyük örnek.
CHP İl Kadın Kolları, tüm CHP örgütlerine örnek olabilecek bir dayanışma anlayışı ile ilçe kadın kolları ile birlikte İzmir'i kapı kapı dolaşıp eşine az rastlanır bir kadın örgütlenmesini sağlayarak CHP'nin İzmir'deki seçim başarılarının mimarı olmuştu. Bu fedakar bayanların mükafatı görevden alınmak oldu! Söz konusu olay, CHP'nin yeni yönetim anlayışı konusunda kuşkuları arttırıyor. Liyakatin değil yandaşlığın, ilkelilik değil ilkesizliğin kazandığı; parti içi demokrasinin rafa kaldırıldığı bir örnek olay olarak zihinlerimize kazınıyor.
* * *
Görülüyor ki, CHP'nin yeni lideri ancak CHP'yi anti emperyalist ve sol bir parti kimliğinde tutarak İzmirlilerin desteğini sağlayabilir.
Önümüzdeki günler, Türkiye için kritik bir eşiğe denk geliyor. Referandumun sonuçları, Türkiye'nin gelecekteki yönünü belirleyecek.
Bu noktada CHP liderine düşen ilk görev parti içinde birliği ve bütünlüğü koruyup il il dolaşarak halka referandumun önemini anlatmak; referandumdan "hayır" çıkmasını sağlamaktı.
Kılıçdaroğlu, referandum çalışmasını –çoğu zaman tek başına kalsa da- büyük bir özveriyle yapıyor. Ancak bu süreçte toplum üzerinde etkili olabilecek Deniz Baykal gibi bir liderin propaganda sürecinden dışlanması önemli bir hata olarak göze çarpıyor...
İkincisi, eşzamanlı olarak bir hizbin ihtirasına yenilmemek; başarının anahtarı "gerçek örgütün" bertaraf edilmesinin (!) önüne geçmekti.
Bir dünya görüşü olduğuna bile inanmadığım çapsız ama örgütlü bir profesyonel siyasetçi hizbinin değil İzmir'in fikrine, İzmir'in sesine, İzmir'in istemine kulak vermekti!
CHP İzmir il başkanı, gençlik kolları ve kadın kollarının sudan gerekçelerle görevden alınmaları gibi demokrasi karşıtı uygulamalar ne yazık ki bu konuda da umutlarımızı kırıyor.
Üçüncüsü, CHP'nin ideolojik rotasını Atlantik ötesinde değil, Türkiye'de, Mustafa Kemal'de aramaktı!
Atatürk'ün, İnönü'nün, Ecevit'in ve Deniz Baykal'ın mirasına sahip çıkmaktı!
* * *
Değerli okurlarım, örgütlü bir profesyonel siyasetçi hizbinin yönetimi ile iktidarını paylaşan Kılıçdaroğlu'nun işi zor görünüyor.
Kılıçdaroğlu'nun önünde bir referandum var. Ertelenmemesi gereken bir referandum.
Anayasa referandumdan bahsetmiyorum.
Anayasa referandumdan önce, belki de anayasa referandumunun sonuçlarını belirleyecek bir referandum...
Tercihi bir tek Kılıçdaroğlu'nun yapacağı bir referandum.
Ya parti içinde koltuğunu koruyacak ancak hizbin güdümünde ideolojik olarak şekilsizleşmiş ve tutarsızlaşmış, halkçı değil popülist bir lider konumuna sürüklenecek.
Ya da gerekirse parti içi iktidarını kaybetme pahasına parti içi demokrasiyi sakatlayan hizip ile arasına mesafe koyacak. Hizip karşısında örgütü destekleyecek.
...Atatürk'ün, İnönü'nün, Ecevit'in ve Baykal'ın mirasına sahip çıkacak...

( Haber Ekspres Gazetesi- 25 Ağustos 2010)

Menderes'in Demokrat Partisi gerçekten demokrat mıydı(2)- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, geçen haftaki yazımızda Menderes'in Demokrat Partisi'nin Tahkikat Komisyonu uygulamasından yola çıkarak partinin demokrat olup olmadığını sorgulamıştık.
Bu yazımızda Demokrat Parti'nin iktidar olduğu 1950-1960 arası dönemdeki birtakım uygulamalarını daha demokrasi kriteriyle sorgulamaya devam edeceğiz.
* * *
Değerli okurlarım, demokrasi aracılığıyla iktidara gelen Demokrat Parti kısa bir süre içinde siyasal liberalleşmeden vazgeçti.
Ceza Yasası'nın hükümlerini ağırlaştırdı.
Eleştiriye yönelen basın organlarını resmi ilanlardan yoksun bırakan önlemler aldı.
Muhalefete açık saldırılar gerçekleştirdi. Henüz 1951 yılının Temmuz ayında DP Meclis Grubu, CHP'nin malvarlığının tasfiyesine karar verdi. 1953'te çıkardığı bir zoralım yasasıyla CHP'nin tüm malvarlığını hazineye devretti.
1951 yılında o zamana kadar görülmüş en geniş komünist tutuklama kampanyasını gerçekleştirdi.
Sola karşı tavizsiz bir politikaya yönelirken, radikal İslamcılığı anlayışla karşıladı.
Dış siyasette aşırı batıcılığa yöneldi. Kore Savaşı'na 4 bin 500 kişilik Türk birliğini sürdü.
1953 yılında Sovyetlere karşı olarak ABD'nin çıkarları doğrultusunda Yugoslavya ve Yunanistan ile dostluk ve işbirliği anlaşması gerçekleştirdi.
İçeride muhalefete oy veren seçim bölgeleri cezalandırıldı. Örneğin 1950 seçimlerinde CHP'ye oy veren Abana ilçesi, Bozkurt-Pazaryeri kasabasına nakledildi.
1955'te İngiltere, Pakistan ve Irak'ın katılımıyla, ABD'nin Ortadoğu politikasında temel aracı şekline dönüşen Bağdat Paktı'nı kurdu. Emperyalizmin bölgesel ortaklığına girişti.
1955 tarihli Bandung Bağlantısızlar Konferansı'nda Türkiye Batı sözcüsü bir tavır takındı.
Fransa'nın Cezayir'e karşı uyguladığı emperyalist politikada Fransa'nın yanında yer aldı.
1951 tarihli Teşvik Yasası ve 1954 tarihli Petrol Yasası ile Türkiye yabancı sermaye için bir cennet haline getirildi.
Kısacası ülke siyasal liberalizmden uzaklaştıkça iktisadi liberalizme yakınlaştı.
DP, millet kavramına vurgu yaptı. Toplumun genelini temsil ettiğini iddia etti. Ancak bu popülizm altında ticaret burjuvazisi ve toprak ağalarının iktidarını kurumsallaştırdı.
1954 seçimleri ile kazandığı büyük zaferin ardından otoriter eğilimler daha da artış gösterdi DP'de.
Malatya ili, sırf DP'ye oy vermedi diye ikiye bölündü. Kırşehir ilçe yapıldı.
Muhalefet partilerinin dönemin en önemli iletişim aracı olan radyoda propaganda yapmaları yasaklandı.
Muhalefetin seçim işbirliğine girmesi engellendi.
Hükümete istediği tüm memurları işten atma yetkisi tanındı. Üstelik bu idari kararlara yargı yolu kapatıldı.
Cezaevleri gazetecilerle dolduruldu. 1955'te Ulus Gazetesi kapatıldı.
CHP'nin toplantıları yasaklanmaya başlandı.
Haziran 1956'da yüksek dereceli birçok yargıç Adalet Bakanlığı'nın bir kararıyla emekliye sevk edildi. Böylelikle yargı üzerinde hakimiyetin kurulması kolaylaştırıldı.
Seçim dönemi dışında toplantı hakkı hemen hemen tümüyle ortadan kaldırıldı.
Dönemin CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Karadeniz gezisinde hapse atıldı.
1957 yılında İşçi Sendikaları Konfederasyonu kapatıldı.
Aynı yıl Meclis İçtüzüğü değiştirildi. Sözlü soru hakkı haftada bir saate indirildi. Bakanların isterlerse sorulara yanıt vermemeleri olanağı sağlandı. Böylelikle muhalefetin denetim yolları daha da azaltıldı.
1960 yılında CHP ve diğer muhalif hareketler hakkında meclis soruşturması açılması kararlaştırıldı.
Böylelikle DP diktası kuruldu. Bir başka ifadeyle DP, yaptığı sivil darbeyle demokrasiyi yok etmiş oldu...
Ya bugün?...
(Haber Ekspres Gazetesi- 24 Ağustos 2010)

17 Ağustos 2010

Menderes'in Demokrat Partisi gerçekten demokrat mıydı? (1)- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, kimi sözcükler vardır bu sözcükleri kullanan kişilere meşruiyet yüklerler. "Milli çıkar" ve "istikrar" sözcükleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Ülkenin dış politikasını yönetiyorsan eğer, yönettiğin dış politikayı milli çıkarın gereği olarak sunarsın. Toplumu bu illiyet bağına yeterince inandırabilirsen, eleştirilerden sıyrılırsın.
Ya da ben şu, şu, şu siyasi adımları istikrar için atıyorum dersin. Kimin, neyin istikrarı şeklindeki açıklayıcı sorulardan toplumu uzak tutarsan, bu sözcüğün meşruiyetini kullanarak rahat hareket edersin.
Demokrat Parti de böyle bir meşruiyet yaratıcı sözcüğe vurgu yaparak kurulmuştu: Demokrasi...
Demokrasinin çok partili siyasal sistem ayağının oluşturulmasına borçlu olarak iktidara geldi Demokrat Parti.
Ancak kısa sürede siyasal iktidar olarak "demokrasi karşıtı eylemlerin odağı" haline geldi.

* * *
Değerli okurlarım, bu tarihsel olgu yani Demokrat Parti'nin demokrasi karşıtı tutumu Türkiye'nin resmi tarihine eklenmedi. Demokrat Parti'nin demokrasi karşıtı uygulamaları, Demokrat Parti sonrasında iktidarı oluşturan ve bu partinin siyasi mirasçısı olarak nitelenen partilerin gayretleri neticesinde çok da fazla tartışılmadı. Hasıraltı edildi.
Adnan Menderes ve arkadaşlarının yanlış ve haksız bir biçimde idam edilmiş olmaları da bu kişilerin demokrasi karşıtı uygulamaların görmezden gelinmesine sosyolojik bir zemin hazırladı. Menderes ve arkadaşları "demokrasi kahramanları" olarak ilan edildiler.

* * *
Değerli okurlarım, Demokrat Parti'nin gerçekte demokrat olmadığının en önemli kanıtı 1960 yılında Meclis'te kurduğu bir komisyon aracılığıyla demokratik rejime hukuken son vermesidir.
Bu durum, Emre Kongar'ın ifade ettiği gibi aslında "sivil bir hükümet darbesi" olarak yorumlanabilir.
Demokrat Parti'nin Meclis'te kurduğu Tahkikat Komisyonu yargı yetkileriyle donatılmıştı. On beş milletvekilinden oluşuyordu.
Yargı yetkileriyle donatılmış bir Meclis komisyonu ne demek? Yasamanın yargı yetkisini üzerine alması demek. Böylece Anayasa'nın belki de en önemli hükmü olan yasama ve yargı organları arasındaki ayrılık ilkesi ihlal ediliyordu.
Komisyon hem savcı hem de yargıç görevi yapacaktı. Üstelik komisyonun almış olduğu kararlara temyiz yolu kapalıydı.
Komisyonun temel görevi "muhalefetin rejim aleyhtarı faaliyetlerini araştırmak olarak" sunulmuştu.
Tüm bunlar demek oluyor ki, Anayasal denetimden uzak olarak faaliyet gösterecek ve nihai kararlar verebilecek bir Meclis Komisyonu gerekli gördüğü hallerde dönemin ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi dahil tüm partileri yargılayabilecek, kapatabilecek ve "meşru siyasi zeminden" silebilecekti.
Bu komisyon aslında Demokrat Parti'nin güçsüzlüğünü göstermekteydi. Partinin 1950 ve 1954 seçimlerinde aldığı büyük oy oranları yavaş yavaş eriyordu. 1957 seçimlerinde Demokrat Parti'nin oy oranı %50'nin altına inmişti.
DP, bu komisyon aracılığıyla, oy kaybetmesinin sürmesi durumunda, muhalif partileri kapatarak seçime rakipsiz girmeyi hesaplamaktaydı.

* * *
Değerli okurlarım, Türk siyasi hayatında yargıyı siyasallaştırmaya ve siyasal otorite karşısında etkisizleştirmeye yönelik gayretlerin en belirgin ve ilk örneklerinden biridir Tahkikat Komisyonu.
Peki bugün durum nedir?
Türk demokrasisi, "demokratız" diyerek meşruiyet kazanmaya çalışan siyasal erk sahibi demokrasi karşıtlarının verdiği zararlardan kendini koruyabilmiş midir?

* * *
Değerli okurlarım, bu konuyu işlemeye haftaya salı günü de devam edeceğiz.

(Haber Ekspres- 17 Ağustos 2010)

11 Ağustos 2010

TARİH ÜZERİNE- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, sizler de farkındasınızdır. Yaklaşık birkaç aydır bu köşede genellikle tarih yazıları kaleme alıyoruz.
Bu yazılarda tarihsel olguların bugün ile bağlantı noktalarını sorguluyoruz. Sorgulamaya da devam edeceğiz.
Yazıların geçmişle bugün arasındaki bağlantıları ve benzerlikleri ortaya koymak gibi önemli bir işlevi yerine getirdiği kanaatindeyim.
Geçmişte yaşanan kimi süreçlerle günümüzde yaşadıklarımız arasında öyle büyük benzerlikler var ki...
Yazılarımızda bu benzerlikleri çözümledik.
Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da yaşananlar, günümüz Türkiyesiyle benzeşmiyor mu örneğin?
Damat Ferit Paşa'nın izlediği yol size bugünden bir şeyler hatırlatmıyor mu ya da?
Günümüzde yaşanan bir olguyu sıcağı sıcağına köşelere aktarmak elbette faydalı olmakta. Ancak, sürekli güncelle haşır neşir olmak, tarihsel süreklilik ve kopuşları keşfetmemizi olanaksız kılıyor.
Bir başka ifadeyle, tarih yazılarımız aracılığıyla bugünkü olgulara, daha geniş açıdan bakabilme imkanını buluyoruz.
Alçaktayken çevrenizi yeterince göremezsiniz. Görüş alanınızı yüksek bir yere çıkarak genişletebilirsiniz. Yaptığımız tam da bu aslında. Tarihin derinliğinden faydalanarak görüş alanımızı genişletmek için biraz yüksekçe bir yere çıkmış oluyoruz.
Fernand Braudel, yapmak istediğimizi tam olarak anlatan bir tarihçi ve tarih felsefecisi.
Braudel'e göre günlük olaylar kısa sürelidirler. Bu olaylar tarihsel görüntüyü tozlandırırlar. Net bir şekilde tarihi yorumlamamıza engel olurlar. Bu nedenle bir tarihçinin yapması gereken, olaylar zincirini ortaya koyup süreçleri çözümlemektir. Olayların altında yatan güçleri açığa çıkartmaktır.
Bizler tarihçi değiliz elbette. Ancak "tarih okurları" olarak, ayırtına vardığımız günlük olayları aşan süreçleri sizlerle paylaşıyoruz...
Sizce de iyi mi yapıyoruz?

(Haber Ekspres- 10 Ağustos 2010)