30 Ocak 2011

TÜRKİYE'NİN CHP'YE VE İLKELERİNE İHTİYACI VAR!- ZAFER YAPICI


"...İlkelerimizden şikayet edersek sanmayın ki güçleniriz. Başkalarının ilkelerinin peşinden gidersek, bu bizi hiçbir yere götürmez. Türkiye buralara geldiyse CHP'nin ilkeleri ile geldi. Atatürk'ün ilkeleri ile geldi. Onu en çok tahrip etmek isteyenler dahi bugün onun önünde saygı duruşu yapıyorsa, ısrarla bunun üzerinde durduğumuz içindir..."

Bu sözler CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal'a ait...

"...İnsan olmanın, inançlı olmanın, ülkesini sevmenin bir yolu da vasiyetlere sahip çıkmaktır. Kişi öldü, yaşamını yitirdi, ama onun bıraktığı vasiyet onun yakınları tarafından titizlikle yerine getirilir. Bizim bir kurtarıcımız vardı Mustafa Kemal. O yedi düvele savaş açtı. Eğer bugün bu ülkenin minarelerinden ezan okunuyorsa, dönüp baksınlar Mustafa Kemal'in yüceliğine. Onun vasiyetini 12 Eylülcüler çiğnedi. Türk Dil Kurumu'nu ve Türk Tarih Kurumu'nu kapatıp birer devlet dairesi haline dönüştürdüler. Kim düzeltecek bunu? Mustafa Kemal'in partisi, halkın partisi düzeltecek bunu. Vasiyete sahip çıkacağız."

Bu sözler de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na ait...

* * *

Niçin bu sözler söylenmiştir?...

Bu sözler, CHP'nin özü olan ilkelerine; Atatürk'ün ilkelerine ters düşen anlayışların içte ve dışta yüksek sesle konuşur hale gelmesi ve ülkenin ulus, üniter ve laik yapısına yönelik aşındırma girişimlerinin artması üzerine söylenmiştir.

Cumhuriyet tarihimizde şimdiye kadar karşılaştığımız en büyük tehlikenin; yani yargının siyasi iktidarın kontrolüne girmesi ile faşist bir yönetime doğru gidişin üzerine söylenmiştir.

Sizce de Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu, yukarıdaki sözleriyle Türk Milletine çok önemli bir mesaj vermiyorlar mı?

Geleceğin Türkiyesi'ni demokratik, laik sosyal hukuk devlet ilkeleri bağlamında gözetip onun çağdaş ve üniter yapısını yaşatmak istiyorsak, bu mesajları tekrar tekrar okuyup geleceğimizi şekillendirmeliyiz.

Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk'ün şu sözlerle anlattığı gibi: "... Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar".

Burada Mustafa Kemal Atatürk'ün temel eksen dediği, onun ilke ve devrimleridir.

Değerli okurlarım, Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu bu temel eksene dün olduğu gibi bugün de sahip çıkan partinin CHP olduğunu ifade etmektedirler.

Türk milletinin de Atatürk ilke ve devrimlerine ve CHP'ye sahip çıkarak hem cumhuriyetimizi sonsuza değin yaşatacağını hem de milletçe refaha ulaşılacağını ifade etmektedirler.

Bu mirasa ve bu mesajlara sahip çıkmalıyız.

Nasıl mı?...

Ne yaparak mı?...

Mustafa Kemal Atatürk'e kulak verelim...

Şöyle diyor Ulu Önder:

"Büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin; hiç kimseyi aldatmayacaksın. Ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır; herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır, fakat sen buna karşı direneceksin. Önüne sonsuz engeller de yığacaklardır. Kendini büyük değil, küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse bunu söyleyenlere güleceksin".

...Başka söze gerek var mı?...

(Haber Eksprews Gazetesi- 31 Ocak 2011)

24 Ocak 2011

24 OCAK 1993'TEN 24 OCAK 2011'E...- ZAFER YAPICI


Tarih 24 Ocak 1993...

Cumhuriyet'teki köşesinde, terör, kontrgerilla, kaçakçılık, Rabıta, ve Hizbullah gibi konuların üzerine cesurca giden Uğur Mumcu, Ankara Karlı Sokak'taki evinin önünde otomobiline konan bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti.

Ve tarih 24 Ocak 2011...

Aradan tam on sekiz yıl geçti.

Uğur Mumcu'nun üzerine gittiği süreçler etkinliğini koruyor. Üstelik güçlenerek...

* * *

On sekiz yıl oldu...On sekizinci ölüm yıldönümünde anıyoruz "yiğit bir kere, korkak bin kere ölür", "bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz" diyen ve "susmayı çağın suçu" olarak gören demokrasi ve devrim şehidimiz Uğur Mumcumuzu...O aramızdan ayrıldı demeye dilim varmıyor; çünkü bir taraftan yüreğim ve beynim hala isyan ediyor, yıllar geçse de kabul etmek istemiyor bu vahşeti. Diğer taraftan, onu düşünceleriyle, felsefesiyle değerlendiriyorum. Böylece milletçe yaşadığımız bunca bunalıma rağmen hala onun düşüncesine ve felsefesine sahip çıkarak, gerçekleri yiğitçe, korkmadan haykırarak Uğurumuzu, yani aydınlık yanımızı yaşatacağımıza inanıyorum.

Dile kolay on sekiz yıl oldu. Ancak Uğur, en az on sekiz yıl öncesindeki mücadelesinin mantığıyla, on sekiz yıl sonra on sekiz kat artan sorunları, tehlikeleri ve tehditleri bizlere yeniden anlatıyor gibi. Onun ifşa ettiği gerçekler, bugünün gerçekleri; onun önerileri bugünün çözüm yolları. Uğur yıllar öncesinden, yolsuzluğu, yağmayı, yandaşlığı, emperyalizm ortaklığını eleştirirken, biraz da günümüzde bu kıyımlara, onursuzluklara sessiz kalanları eleştirir gibi. Sessizliğimizi, "güzel günleri" yağmur duasına çıkıp yağmuru bekler gibi bekleyişimizi, edilgenliğimizi, boş vermişliğimizi eleştirir gibi...Ve bize emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliklere tam da bugün başkaldırmamız gerektiğini öğütler gibi. Atatürk ilke de devrimlerinin öncülüğünde demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni yüceltmemiz gerektiğini, Türk milletinin çağdaşlığa ulaşmasının önündeki engelleri, ezilenlerin sırtından geçinenleri, bu vatan üzerinde oynanan oyunları, yiğitçe, korkmadan, kalemimizle, yüreğimizle ifade etmemiz gerektiğini; asıl bugün mücadele etmemiz gerektiğini haykırır gibi...

Uğur Mumcu, "kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya" diyordu bir keresinde. Kimin için mücadele ettiğini dosta düşmana duyuruyordu..."Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük. Adana'da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler sizin için öldük" diyordu. Kimin için, kimin haklarını savunmanın karşılığında öldüğünü çok iyi biliyordu... "Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandır bize" diyordu. Nasıl bağımsız kalabileceğimizi, bağımsızlığın anlamını en iyi o vurguluyordu. O, devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin egemenliğini, hukukun üstünlüğünü, toplumun huzur ve refahını, herkesin insan haklarından yararlanmasını savunuyordu. Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı kalarak bu yolda mücadele ediyordu. Mustafa Kemal Atatürk'ün öğüdüne uyuyordu...

* * *

Değerli okurlarım, Uğur Mumcu'yu anmak, yaşatmak, onu anlamakla, onun yapmak istediklerini algılamakla, mücadelesinin farkına varmakla mümkün. Dahası, o mücadeleye katkı koymakla, onun yapmak istediklerinin devamını cesaretle yapma kararlığında olmakla, cesur olmakla, yürekli olmakla, bilgi sahibi olmakla, yanlışların üzerine gitmekle, hak aramakla...mümkün. Bu yönde harekete geçtiğimiz zaman, Uğur Mumcu'yu gerçekten anmış olacağız. Gerçekten mumlar yakmış, gerçekten karanfiller dağıtmış, gerçekten ağıtlar yakmış olacağız...Ve o zaman bu yolsuzluğu, hırsızlığı, yandaşlığı yücelten düzeni; adaletli, halktan yana bir düzenle değiştirme umudunu yeşertmiş olacağız...

"Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi" diyerek işte bahsettiğim umudu yani halkına güvenini anlatmaktaydı Uğur. "İsteseydik, diplomalarımızı mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık" demekle onurumuzu..."Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyen", hiçbir zaman satın alınamayacak gururlu yanımızı anlatıyordu. "Halkım, kimin için mücadele verdik, kimin için öldürüldük, bunu bilin ona göre mücadelenizi verin" demek istiyordu. "Korkmayın cesur olun devrimci olun, bıraktığımız yerden siz devam ettirin" demek istiyordu...Aslında adam olun demek istiyordu!

Değerli okurlarım, bugün bir taraftan, Türkiye Cumhuriyeti'nin rejimi ve bölünmez bütünlüğü tehlike ve tehdit altında. Diğer taraftan da yoksulluk, yolsuzluk ve yandaşlığın çığ gibi büyümesine göz yuman, bu yönde atılan her adımı teşvik eden, dahası iktidarını bu çarpık ilişkiler ağı üzerine kuran bir yönelim ülkeyi yönetmekte.

Bu koşullar altında milletçe daha cesur olmalıyız. Şimdi konuşma sırası bizlerde, hepimizde. Bir eline mum, bir eline karanfil alanlarda, ağıt yakanlarda...Şimdi konuşma sırası sessizliğe gömülen, ezilen, bölünen, sindirilenlerde...Şimdi konuşma sırası Türk milletinde...

* * *

Devrim ve demokrasi şehitlerimiz, o çıkarsız, hep halkınız için çarpan yüreklerinizle sunduğunuz cumhuriyet, laiklik ve demokrasi düşüncelerinizi, eylemlerinizi, kaleminizi, emperyalizm karşıtı kimliğinizi halk olarak UNUTMAYACAĞIZ, UNUTMAYACAĞIZ, UNUTMAYACAĞIZ...Bedeli ne olursa olsun, unutmayacağız, unutturmayacağız! Sizleri kalemimizde, yüreğimizde, her günümüzde, her eylemimizde yaşatacağız!

(Haber Ekspres Gazetesi- 24 Ocak 2011)

16 Ocak 2011

Neden İzmir'i rahat bırakmıyorlar?... - ZAFER YAPICI


Neden siyasal iktidarın ileri gelenleri İzmir'e;

"Gavur İzmir",

"...Pırıl pırıl nur topu gibi bir çocuk ama burnu akmış; kir pas içinde",

"...İzmir'den bir türlü harmoni çıkmıyor, kakofoni çıkıyor...",

"...İzmir dört tekerine de fren takılmış bir araç gibidir" gibi söylemlerle saldırıyorlar?

* * *

Bu söylemlerden sonra şimdi İzmir'i hedef tahtasına oturtan bir başka söylem daha çıktı:

AKP zihniyeti Ankara'dan İzmir'e mesaj yolluyor...

Diyor ki; "İzmir aradan çekilsin, 2020 EXPO'ya biz talibiz!".

Bu söylem de İzmir'i ötekileştirme girişimlerinin bir devamı mı?...

Yoksa işin içinde başka iş mi var?...


* * *

Evet AKP zihniyetinin baş mimarlarından Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek İzmir'e sataşmadan yapamıyor.

İzmir'e saldırmazsa Gökçek'in işi rast gitmiyor.

Son olarak İzmir'e sataşmayı şu şekilde sürdürüyor Melih Gökçek: "2020 EXPO kesinlikle Ankara'nın hakkıdır ve hakkımız olanı alacağız. İzmir bu konuda sınıfta kalmıştır ve Türkiye'ye ikinci bir mağlubiyet yaşatmaya hakkı yoktur. Aradan çekilsinler. Bunu daha önce denediler ama yarışı Milano'ya kaptırdılar. Sayın Cumhurbaşkanı'nın desteği olmasaydı o kadar da oy alamazlardı. Şimdi sıra kesinlikle bizde. 2020 EXPO'yu almayı çok istiyoruz. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu konuda ülkemizden bir ili seçecek ve sonra gidip yarışacağız. Ankara'nın şansı çok yüksek. 2010 EXPO'yu düzenleyen Şangay'ın Belediye Başkanı Han Zheng benim çok yakın arkadaşım. Geçenlerde oradaydık ve Sayın Zheng bana, 'Yeter ki siz EXPO'ya aday olun. Eğer aday olursanız, uluslararası alanda Ankara'nın propagandasını ben yapacağım' dedi. Şangay, iyi bir organizasyonla tüm dünyanın sempatisini kazandı ve bize böyle açık bir desteği var. İzmir'in böyle bir şansı yok. Yeniden aday olmayı düşünmesinler artık. Bu konuda tüm Ankaralıların da desteğini bekliyoruz".

* * *

Peki İzmir neden Gökçek tarafından da hedef tahtasına yerleştiriliyor?

Değerli okurlarım, bu sözlerin taşıdığı anlam, sözlerin içeriğinden mi ibaret? Yoksa sözler, olağan anlamlarının dışında bir takım şifreler mi taşıyor?

Ankara-İzmir 2020 EXPO çekişmesini alevlendirmek AKP tarafından kurgulanmış, Melih Gökçek tarafından seslendirilmiş bir oyun olabilir mi?...

AKP'nin politikası insanları önce karamsarlığa itip çaresiz bırakmak; ardından da 'bak çare biziz' deyip oy karşılığında umut olmak...

Daha doğrusu elindeki gücü daimi kılmak için umut tacirliği yapmak....

Değerli okurlarım, olacağı şimdiden ben size söyleyeyim.

AKP zihniyetinin İzmir sicili iyi değil.

Bu sicili seçim öncesi olumluya çevirmek için AKP İzmirli'ye hoş görünmesi gerektiğinin farkında.

Bu zorunluluk nedeniyle Başbakan "2020 EXPO" yarışına Türkiye adına İzmir'in katılacağı mesajını (yoğun bir İzmir- Ankara trafiğinin ardından) verecektir!...

Seçim meydanlarında tüm İzmirliler'e "İzmir'in 2020 EXPO yarışına katılmasına biz karar verdik. İsteseydik Ankara'ya verebilirdik. Ama biz İzmir ve İzmirli'den yana tavrımızı koyduk. Çünkü biz İzmir'i ve İzmirli'yi seviyoruz" söylemleriyle sesleneceklerdir.

İzmirlinin sempatisini kazanmaya ve o sempatiyi oya çevirmeye çalışacaklardır...

* * *

...Tabii İzmir ve İzmirliler AKP'nin yaptığı bu hapı yutarlarsa...

* * *

Hani hatırlarsınız referandumda AKP'nin "hap yutturma" girişimi vardı ya, gelecek aylarda onun gibi bir şey göreceğiz sizin anlayacağınız ...

Söylemlerinde ve politik stratejilerinde İzmir'e ve İzmirliye saygısı olmayanlar, ne derece demokrat olduklarını da ortaya koyuyorlar.

İzmir ve İzmirliler bu tür söylemler ile siyaset yapanlara; siyasetin s'sini ve demokrasinin d'sini sandık önüne gelince öğretecektir.

Bu bilinç, İzmirlilerin doğasında mevcuttur.

Onun için İzmir İzmir'dir.

Hap konusuna gelince...

Bir doktorun hangi hapın hangi hastalığa iyi geldiği konusunda uzmanlaşması gibi İzmirli, tarihsel tecrübesiyle, hangi politik hapın hangi yönetsel rahatsızlığa iyi geldiği konusunda uzmanlaşmıştır...

Dahası hangi hapın hangi yan etkileri olduğunu da iyi bilir!

* * *

İzmirliye hapı yutturmak isteyenlere önemle duyurulur!
(Haber Ekspres Gazetesi- 17 Ocak 2011)

09 Ocak 2011

Muhteşem Yüzyıl Vakası- ZAFER YAPICI


Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalında yayınlanmaya başlayan Kanuni Sultan Süleyman dönemini anlatan dizi gündemimize yerleşti...
Dizi, Osmanlı İmparatorluğu'nun en parlak olduğu – eşzamanlı olarak gerilemenin de emarelerinin görülmeye başladığı - dönemde saray çevresinde yaşananlara odaklanıyor.
Dizi toplumun farklı kesimlerinden oldukça farklı tepkiler aldı.
Övenler de var, yerenler de...
Diziye olumlu yaklaşanlar arasında şu iki argümanı ileri sürenler çoğunlukta:
1. Dizi Osmanlı tarihine eleştirel bir açıdan yaklaşıyor. Neredeyse insanüstü varlıklar olarak mitleştirilmek istenen padişahların da son tahlilde insan olduklarını vurguluyor. Dizide Osmanlı tarihinin hasıraltı edilmiş yönleriyle yüzleşiliyor. Bu nedenlerle yararlı bir yapım...
2. Dizide bazı tarihsel olgular çarpıtılıyor olsa bile bu dizi sonuç olarak bir görsel sanat ürünü... Sanatın gerçekliği tam olarak yansıtması zorunlu olmadığına göre, dizinin bu yönüyle eleştirilmesi mantık dışı...
Diziye olumsuz yaklaşanların argümanları ise genellikle şunlar:
1. Osmanlı padişahları bizim atalarımızdır. Onlara saygısız bir biçimde saldıran yayınlar engellenmelidir.
2. Dizi tarihsel olguları çarpıtıyor. Bu nedenle yayını engellenmelidir.
* * *
Değerli okurlarım, dizinin içeriğinden ziyade, dizinin yayınlanmasına toplumun değişik kesimlerinden gelen tepkiler bizim için önem taşıyor.
Çünkü bu tepkilerin içeriği, toplumdaki kimliklendirme süreçlerinin yönü konusunda oldukça önemli bir turnusol kağıdı işlevini yerine getiriyor.
Dinci basın ve televizyon kanallarının önderliğinde dizinin yayından kaldırılması için bir ilginç bir kampanya yürütülüyor.
İktidarın yayın denetim organı RTÜK'e şikayet furyası var. Toplum "ecdada hakaret edildiği" gerekçesiyle örgütlendiriyor. AKP'li politikacılar, RTÜK'ün toplumsal tepkilere sessiz kalmaması gerektiğini söylüyorlar.
Bu bağlamda ecdada hakaret edildiği iddiasıyla hareket edenler önlerine gelene hakaretler savuruyorlar.
Bu durum, aynı çevrelerde görülen "hoşgörü" söyleminin ne kadar samimiyetten uzak olduğunu da gözler önüne seriyor. Her ortamda "hoşgörü" söyleminin aklayıcılığından yararlananlar, tarihi kendilerinin istediği gibi yansıtmayan kişilere karşı yürütülmek istenen linç kampanyasının öncü kuvvetleri oluyorlar.
Osmanlı haremine ailelerinin rızasıyla devşirilenler olduğu gibi, köle olarak getirilen, ailelerinden, vatanlarından koparılanlar olduğu gerçeğinin beyaz perdeye aktarılması bile birilerini çılgına çevirmeye yetiyor.
Dizide içecekler konusunda "şerbet" vurgusu yapılmasına rağmen, RTÜK'e giden şikayetlerden bazıları "padişahı alkolik gösteriyorlar" şeklinde...
* * *
Değerli okurlarım "sadece kendilerinden olanlara; kendileri gibi düşünenlere" hoşgörülü olan kişiler, Boşnak kökenli Sırp yönetmen Emir Kustirica'ya karşı geçtiğimiz aylarda bir linç kampanyası başlatmamışlar mıydı?
Bu kampanyanın nedeni, Yeni Osmanlıcı tarih tezinin aksine, bir Boşnak olan Kustirica'nın Boşnakların Sırplarla aynı etnik kökenden geldiği ve bu iki "kardeş ulusun" yeniden bir birlik oluşturması fikrini savunmasıydı.
AKP ileri gelenleri hatta Kültür Bakanı tartışmaya katıldı.
Sonuçta ne mi oldu? Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne juri başkanı olarak davet edilen Kustirica "böyle bir ortamda sanat olmaz" dedi. Jüri başkanlığından ayrıldı. Ülkesine döndü.
Kustirica, kendi etnik kökeni ve Yugoslavya'nın dağılmasının ardından yaşanan çatışmalar konularında farklı bir yoruma sahip olduğu için "hoşgörülü" hükümetimiz tarafından kovulmaktan beter edildi! Çünkü ondan hükümetimizin beklediği, bir Boşnak olarak kahrolsun Slavlar, yaşasın Osmanlı demesiydi!
* * *
Değerli okurlarım, Siyasal İslam'ın topluma dayattığı yeni kimlik cumhuriyetten ziyade Osmanlı vurgusuna sahip.
Bu anlayışın ne kadar hoşgörüsüz bir biçime dönüşebileceği ve çoğulculuk-demokrasi yönlerinden ne kadar büyük bir tehdit oluşturabileceği bu dizi tartışmasında görüldü.
Bu durumun bir adım sonrası, Osmanlı tarihini nesnel bir biçimde ele alan ve eleştirel tezler içeren çalışmaların/araştırmacıların üniversitelerden dışlanması olabilir mi?
RTÜK ne kadar hükümet denetimindeyse YÖK de o kadar...
RTÜK'e şikayet sayısıyla neyin genel ahlaka uygun olduğuna karar verilebilir mi? YÖK'e şikayet sayısına bakarak bilim adına neyin söylenip söylenmeyeceğine karar verilebilir mi?
Demokrasi, özgürlük ve bilim bu mudur?...

(Haber Ekspres Gazetesi- 10 Ocak 2011)

02 Ocak 2011

Yabancı Sermaye şimdi de Özel Güvenliği Ele Geçirmeye Çalışıyor!...- Zafer Yapıcı


Değerli okurlarım, ulus-devletin ortaya çıkmasıyla birlikte kimi konular devletin tekelci yetkisi içinde yer aldı. Güvenlik, bu konuların en önemlilerinden biriydi.

Ulus-devletin neoliberalizm ve küreselleşme süreçlerinin sonucunda aşınması güvenlik alanını da etkiledi. Geleneksel olarak devlet tarafından karşılanan bu hizmet, "özelleştirilmeye" başlandı.

Türkiye'de güvenlik alanının özelleştirilmesi 1981 yılında başlar. 1981 yılında çıkarılan 2495 sayılı "Bazı Kurum ve Kuruluşların Korunması ve Güvenliklerinin Sağlanması Hakkında Kanun" ile kendilerini daha çok koruma gereğini duyan bankalar, alışveriş merkezleri ve büyük fabrikalar kendi güvenlik birimlerini oluşturma ve güvenliklerini bu birimler eliyle gerçekleştirme konusunda yetkilendirilmiş oldular.

2004 yılında çıkarılan 5188 sayılı "Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun" ise güvenlik hizmetinin karşılanmasıyla görevli özel güvenlik şirketleriyle ilgilidir. Bu kanun ile özel güvenlik sektörünün faaliyete geçmesi resmiyet kazanmıştır.

* * *

5188 sayılı kanunun amacı, kanun metninde şöyle tanımlanmış: "Ticaret yasasına göre kurulan şirketlerin yasal bir zemine oturtulması, özel güvenlik alımındaki her tür faaliyetin kayıt altına, dolayısıyla denetim altına alınması, ülkede istihdam yaratılması, polisin yükünü hafifleterek asıl görevini daha iyi yapmasına imkan sağlanması."

Değerli okurlarım, 5188 Sayılı Kanun'un çıkarılmasındaki asıl amaç; polisin yükünü hafifleterek asıl görevini daha iyi yapmasına imkan sağlamak ve istihdam yaratmakmış!...
Bakınız bu yasa ile 2004 yılından 2010 yılı sonuna kadar polisin yükü nasıl hafiflemiş ve nasıl istihdam yaratılmış!...
· 1270 özel güvenlik şirketi faaliyet izni almış,
· Özel güvenlik elemanı yetiştiren 712 eğitim kurumu faaliyete geçmiş,
· Toplam 46 bin 688 kurum-kuruluş özel güvenlik elemanı çalıştırmak için izin almış,
· 1 milyon 51 bin kişi özel güvenlik elamanı olmak için sınava girmiş ve 686.458 kişi sertifika almış. Bunlardan ancak 415.487'si özel güvenlik elemanı kimliğine kavuşmuş,
· Devlet özel güvenlik için 293.790 kadro tahsis etmiş. 168.975 kişi özel güvenlik elamanı olarak kamu kuruluşları, hastaneler, alışveriş merkezleri, bankalarda aktif görev üstlenmiş.

Polisin yükünü hafifleten bu gelişmeden sonra polisin asıl görevi ne olacak?...

* * *


Hal böyle olunca, 168.975 özel güvenlik görevli sayısıyla Türkiye, 134 ülkenin asker sayısından fazla güvenlik görevlisine sahip konumda...

Bu sayıya yenileri de eklenmeye devam ediliyor. Yani Türkiye'de yeni bir "dev sektör" oluşmaya başlıyor.

Oluşan dev sektörün stratejik öneme sahip olması ve yabancı sermayenin bu sektöre ilgisi dikkat edilmesi gereken bir durum. Nitekim 5188 sayılı yasa, yabancı şirketlerin de Türkiye'de bu sektörde faaliyetlerde bulunmasına cevaz veriyor.

Tıpkı Türkiye'nin stratejik öneme sahip kazanımlarının yabancı sermayenin eline geçmesi gibi, Türkiye'nin güvenlik araçları da yabancı sermayenin eline geçme riskiyle karşı karşıya...

Şimdi haklı olarak sormamız gerekmez mi?...

Toplumun güvenliği ile ilgili stratejik öneme sahip olan bu yapıyı polisin yükü hafiflesin diye adeta taşeronlaştırmak başlı başına bir güvenlik sorunu yaratmaz mı? Bunun üstüne bir de güvenliğin sağlanmasını yabancı şirketlere ihale etmek?

Nitekim Tüm Özel Güvenlik Dernekleri Federasyonu Başkanı Bülent Perut bu konudaki görüşlerini söyle dile getiriyor, " Sektör, yabancıların göz koyduğu, satın almak istediği, çok hızlı gelişen bir sektör. İlk beş, altı özel güvenlik şirketinin içerisinde iki, üç tanesi yabancı şirketler tarafından alınmış durumda. Stratejik yerlerde de bu şirketler yer alabiliyor."

Perut'un bu sözleri durumun ne derece önemli olduğunu gözler önüne sermiyor mu? Niçin yabancı sermaye başka ülkelerde değil de Türkiye'de stratejik öneme sahip olan bir sektörü; özel güvenlik sektörünü ele geçirmeye çalışıyor?...

* * *

Değerli okurlarım, bildiğiniz gibi hükümetin stratejisi üretime dayalı kalkınma değil.

Hükümet, neoliberalizmin uygulayıcısı olmayı sürdürüyor. Güvenliği de özelleştirerek, memur sayısında azaltmaya giderek bütçe giderlerini azaltmaya bakıyor.

Bu yönelim iki büyük tehlikeye yol açıyor.

Birincisi, özel güvenlik güçlerinin bir güvenlik sorunu haline gelebilme olasılığı. Özel güvenlik güçleri Türk yasal sistemine göre üst arama, kimlik sorma, gözaltına alma, hatta silah kullanma yetkilerine sahip. Bu alandaki denetimsizlik bir güvenlik sorunu anlamına gelebilir. Yabancı sermayenin bu süreçte aktif bir rol üstlenmesi sorunu daha da denetimsiz bir noktaya taşıyabilir.




İkincisi, güvenliğin özelleştirilmesinin güvenliği, maddi olanakla orantılı olarak satın alınabilir bir meta haline getirmesi. Örneğin üst gelir grubundakiler tuttukları özel güvenlik güçleri vasıtasıyla sitelerinde güvenli bir yaşam sürerken, devletin sokak güvenliği sağlama mekanizması olan gece bekçiliğini tasfiye etmesiyle "sitelere" ve "özel güvenlik kurumlarına" maddi açıdan erişemeyen milyonlarca orta ve alt gelir grubundaki kişinin güvenliği nasıl sağlanacak?

Görülüyor ki siyasal iktidar, stratejik öneme sahip güvenlik sektörünü de kanunlarla albenili hale getirip; yabancıların iştahını kabartıp satarak kalkınmak yolunu izliyor.

Peki dünya tarihinde bu yolla kalkınmış bir ülke var mı?...

...Sahi biz nereye gidiyoruz?...
(Haber Ekspres Gazetesi- 3 Ocak 2011)