25 Eylül 2011

MİLLİ (!) EĞİTİM BAKANLIĞI- ZAFER YAPICI


Ömer Dinçer’in yönetimindeki Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, şaşırtıcı ve tartışmalı düzenlemeler gelmeye devam ediyor.
İlköğretimde okutulan Vatandaşlık ve Demokrasi dersinin müfredatında Ağustos ayı içinde garip bir değişikliğe gidilmiş, kadınlara karşı ayrımcılık konusu ders kitaplarından çıkarılmıştı.
Eski programın “Hak ve Özgürlüklerimiz” başlıklı 3. ünitesinde yer alan ve öğrencilere aktarılması istenilen “BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi”, yeni programda yer bulamamıştı.
Eski programda yer alan “kişi dokunulmazlığı, özgürlüğü ve güvenliği, düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, yaşama, örgütlenme, çalışma, sağlık, eğitim, dilekçe, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, seçme ve seçilme hakkı gibi haklar üzerinde durulur” ifadesi yer almaktaydı. Yeni durumda, “örgütlenme”, “dilekçe”, “özel hayatın gizliliği”, “konut dokunulmazlığı” ifadeleri metinden çıkarıldı.
Özgürlük alanı, böylelikle Milli Eğitim kanalıyla da daraltıldı!
Eski programda yer alan ve 2. ünitedeki bir konuyla işlenen “Haydi Kızlar Okula” kampanyası müfredattan çıkarıldı.
* * *
Son olarak bir kanun hükmünde kararname ile Milli Eğitim’in milliliğine bir darbe daha vuruldu.
Geçtiğimiz günlerde Resmi Gazete’de yayınlanan kanun hükmünde kararname ile yeni uygulama başlatıldı. Milli (!) Eğitim Bakanlığı’nın görevleri arasında yer alan ‘Atatürk ilke ve devrimlerine, Atatürk milliyetçiliğine, laik ve sosyal hukuk devletine bağlı vatandaş yetiştirme görevi’ kaldırıldı.
Bu gelişmenin ardından hükümetten “beklentiler” çoğaldı. Eğitim Bakanlığı’nın önündeki “milli” sıfatının yeni bir kanun hükmünde kararname ile kaldırılması bu bağlamda yeni bir icraat olabilir mi dersiniz?
(Haber Ekspres Gazetesi- 26-Eylül-2011)

18 Eylül 2011

ERDOĞAN’IN ‘ARAP BAHARI’ ZİYARETİ VE TÜRK MEDYASI- ZAFER YAPICI


Türk medyasında garip şeyler oluyor.
Tayyip Erdoğan’ın Tunus, Mısır ve Libya ziyaretlerinin medyaya yansıyış biçimi oldukça ilginç ve öğretici…
Önce AKP yandaşı medyaya bakalım. AKP yandaşı basının ziyaretler sırasında yaşananları büyük başarı biçiminde aktardığı görülüyor.
Bu gayet olağan. Zaten AKP yandaşı medya, söz konusu psikolojik operasyonları yürütmek için devlet olanaklarıyla yoktan var edilmemiş miydi?
Yeni Şafak gazetesi örneğin, Erdoğan’ın ziyaretlerine Arap halklarının ilgisini, birkaç gün önce gerçekleşen İngiltere ve Fransa liderlerinin Libya ziyareti ile kıyaslamış. Manşet şu: “Ezip Geçti”. Şöyle diyor Yeni Şafak: “Boş meydanlara konuşan Fransa ve İngiltere liderlerinden sonra Trablus’a inen Başbakan Erdoğan’a gösterilen samimi ilgi Türkiye’nin farkını ortaya koydu.”
Zaman gazetesi de aynı kıyas üzerinden Erdoğan’ın ziyaretini büyük başarı biçiminde gösteren şu manşeti atmış: “Sarkozy’ye Yüz Vermediler, Erdoğan’ı Coşkuyla Karşıladılar”.
İki gazete de bu büyük coşkunun örgütlenmesi için Dışişleri Bakanlığı fonlarından ayrılan, yani bizim vergilerimizle oluşturulan kabarık faturaları elbette manşete taşımıyorlar.
Türkiye Gazetesi, yine manşetten “Bu Geziyle Türkiye’nin Önemi Tescillendi” demiş.
Star, Sabah ve Bugün gibi gazeteler de Erdoğan’ın gezisini farklı biçimlerde de olsa büyük bir başarı olarak göstererek manşetlere taşımışlar.
Gelelim diğerlerine.
Milliyet, ABD’yle füze kalkanı konusunda yaşanan “işbirliğini” olumlayan manşetlerine devam ediyor.
Onun da misyonu bu...
Hürriyet’te Enis Berberoğlu ve Sedat Ergin’i ziyaret “coşturmuş”…
Sedat Ergin, Erdoğan’ın laiklik karşıtı eylemlerini unutmuş olacak, Erdoğan’ın bu ziyaretler sırasında yaptığı; Atatürk’ün laiklik anlayışıyla değil, “Ilımlı İslam” paradigmasıyla bağlantılı laiklik vurgusunu önemsiyor. Onun laiklik dediğinin başka bir şey olduğunu unutturmaya çalışıyor. Erdoğan’ı bir tek “en çağdaş Türk” ilan etmediği kalıyor. Enis Berberoğlu ise “laik ve demokratik Türkiye’nin yeniden bu topraklara eski adıyla ‘dayı’ yani hami ve yol gösterici sıfatıyla dönmesine Batı itiraz etmemeli” diyor. Berberoğlu, ya Türkiye’de laikliğin ve demokrasinin var olduğunu sanacak kadar olaylara Fransız kalıyor ya da hepimizi saf yerine koyuyor!
Ziyarete yönelik eleştirel yazılara bu medya organlarında rastlamak neredeyse imkansız…
Gerçekten ziyade imajın önem kazandığı bu çağda Erdoğan için medya yardımıyla “kahramanlık mitleri” inşa ediliyor. Önce İsrail’e karşı sahte, içi boş, danışıklı dövüş olduğu her halinden belli tepkiler veriliyor. Sonra bu tepkiler medya aracılığıyla büyütülüyor, büyütülüyor…
Son olarak AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Yalta Avrupa Stratejisi toplantısında kürsüye İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres çıkınca toplantıyı terk etmiş.
Vay be! Emperyalizme karşı ne büyük bir tepki, ne kadar övülesi bir dik duruş!
* * *
Aynı anlarda, TBMM’nin devre dışı bırakıldığı, Türkiye’nin kanun hükmünde kararnamelerle yönetildiği bir dönemde Türkiye, İsrail’i İran’a karşı korumak için topraklarına radar istasyonları kurma kararı alıyor. Yer belirleniyor.
AKP yönetimi Ortadoğu’da her hamlesini Obama’ya danışıyor.
Hükümet, terör örgütüyle görüşme halinde.
Libya’dan Suriye’yi köşeye sıkıştırmak adına hamleler gerçekleştiriyor. “Suriye’de de halkına zulmedenler a yakta kalamayacaklardır” diyor Erdoğan, Libya’dan.
Terör örgütüyle mücadelede değil müzakerede bulunmak, halka zulum etmek değil de nedir sorusu kimsenin aklına gelmiyor! (mu acaba?)
İran’a yönelik bir ABD operasyonunun psikolojik ve askeri hazırlıkları Türkiye üzerinden yapılıyor.
Yani, AKP, İsrail’in de paylaştığı çıkarların sözcülüğünü yapıyor.
Olayın iç yüzünü Financial Times açıkça ortaya koymuş.
İngiliz Financial Times gazetesinde David Gardner imzalı haber-analizde, “Batı başkentlerinde Erdoğan, sinik popülizm ya da açıkça Arap vitrinine oynamak gibi görülecek şekilde, İsrail’e vurduğu için kınanıyor. Ama Türk liderinin popülaritesi, Araplar ve Batı için paha biçilmez bir kazanç. Şimdiye kadar Erdoğan, tehlikeli bir rakip olan İranlı mollaların agresif ve mezhep ayrımcılığını güden İslamcılığını zorlanmadan yendi.”
Gardner haklı.
İran gibi Batı’yla sorunlu bir ülkenin Ortadoğu’da etkinliğinin zayıflatılması, İran ile aynı düzeyde radikal bir imaja sahip olan (ama gerçekte böyle olmayan) bir başka gücün yüceltilmesi ile mümkündü. Arap radikalizmi böylelikle kontrol altında tutulabilirdi.
E, Arap radikalizminin “sistem” tarafından kontrol altına alınması hem Batı’nın hem de İsrail’in işine gelmez miydi?...
* * *
Değerli okurlarım, görülüyor ki Ortadoğu’yu Sunnilik ve Şiilik üzerinden bölen bir süreç Batı desteğiyle ön plana çıkarılıyor. Bu süreçte Erdoğan-Gül ikilisinin kilit bir aracı rol oynadığı gözlemleniyor.
Kaddafi’ye, Esad’a, Mübarek’e ve Ahmedinecad’a aslanlaşan AKP, ABD’nin denetimindeki terör üslerinin hamileri olduğu herkesçe bilinen Talabani’ye ve Barzani’ye karşı kuzulaşıyor.
İsrail’e karşı ise aslan görünümlü bir kuzuya dönüşüyor.
Ve Türk medyası, Financial Times’ın doğru biçimde okuduğu bu süreçleri nedense bir türlü okuyamıyor; okusa da anlatamıyor…
( Haber Ekspres Gazetesi- 19 Eylül 2011)

11 Eylül 2011

DIŞ POLİTİKADAKİ ÇELİŞKİLER- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, AKP’nin dış politikasındaki çelişkiler ve AKP’nin dış politikası ile ABD’nin Ortadoğu politikası arasındaki paralellikler her yeni gün biraz daha netlikle ortaya çıkıyor.
AKP bir taraftan İsrail ile yaşanan “özür krizini” ısıtıp ısıtıp yeniden piyasaya sürüyor. İçi boş argümanlarla geleneksel olarak İsrail’e tepkili kesimlerin desteğini sağlamayı hedefliyor. Diğer taraftan Ortadoğu’da İran’a karşı İsrail’i koruma gibi bir hedefe yönelen Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye yerleşmesine destek veriyor.
Türkiye, İsrail ile diplomatik kriz yaşarken, İsrail’e güvenlik kalkanı olmayı kabul ediyor!
AKP yönetimi, Suudi Arabistan gibi otoriter ve ABD müttefiki devlet yönetimlerinin demokrasi karşıtı uygulamalarına ses çıkarmazken, ABD’nin çıkarlarına daha az ılımlı Ortadoğu ve Kuzey Afrika devletlerde, demokrasi söylemiyle yönetim değişikliği girişimlerine doğrudan destek veriyor.
“İnsani yardım” argümanını dış politikanın merkezine yerleştirirken, Libya’da NATO destekli isyancıların siyahi Libyalılar ve Sahra altı Afrika’dan gelen göçmenlere yönelik gerçekleştirdiği ırkçı saldırıları görmezden geliyor.
Gazze konusunu neredeyse bir milli dava haline getirirken, Türkiye için yaşamsal önemde olan terör konusunda hiçbir ciddi önlem almıyor, alamıyor. İçeride cezaevlerinin suçunu ne olduğunu bile bilmeyenlerle dolmasının müsebbibi iktidarda insan hakları söylemi dışarıda da eğreti kalıyor!
AKP, iç politikayı olduğu gibi dış politikayı da kimlik çatışmaları ve mezhep kavgaları üzerine inşa ediyor. Sunnilik/Şiilik ayrımını dilinden düşürmüyor.
AKP, ABD’nin Ortadoğu’daki temel ortağı olma noktasında hızla ilerliyor.
AKP’nin temel müttefiki ABD, AKP’nin terör sorununun bile önüne yerleştirdiği Filistin sorununda önemli bir aşamada İsrail ile ortak hareket ediyor. AKP, Türk donanmasını Türkiye’nin güvenliğinden ziyade Filistin’in gelişmesi için kullanmak isterken, ABD, BM Genel Kurulu’nda Filistin’in bağımsızlığı konusundaki oylamada “hayır” oyu vereceğini ilan ediyor. AKP-ABD, Arap dünyasını dönüştürme örgütlenmelerinde eşbaşkanlıklar üstlenirken, eşbaşkanımız ABD, fiilen kontrolü altında tuttuğu Kuzey Irak’ta PKK örgütlenmesine ses çıkarmıyor.
Tayyip Erdoğan Arap dünyasına, Arap çıkarını Ortadoğu’da en çok savunan adam olarak sunuluyor. Türkiye’nin kıt maddi olanakları da, Türk halkının çıkarına değil, bu güdümlü propaganda çalışmasına yönlendiriliyor. Başbakanın Mısır ziyaretinin bir şova dönüştürüleceği söyleniyor.
Böylelikle Arap radikalizmi İran gibi Batı çıkarlarının aleyhine faaliyet gösteren “güvenilmez” unsurlardan, Batı çıkarlarının aleyhine faaliyet gösteriyormuş gibi görünen “güvenilir” müttefiklere yönlendiriliyor.
Batı, “Ilımlı İslam” ile yetinmiyor. Türkiye aracılığıyla “Radikal İslam’ı” da tıpkı geçmişte olduğu gibi yönetmek istiyor.
Dış politikamızda çelişkiler sürüyor. Ancak tüm bu çelişkilerin ABD’nin çıkarlarıyla uyumlu bir noktada olduğu gözlerden kaçmıyor.
(12-09-211 Haber Ekspres Gazetesi)

04 Eylül 2011

BATI’NIN VE TÜRKİYE’NİN SOLU-SAĞI…- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, “Arap Baharı” söylemiyle Batı, Arap dünyasını kendi çıkarına uygun bir biçimde dönüştürmeye devam ediyor.
Bu dönüşüm sürecinde Batı, kendi içinde ilginç tartışmalar/ittifaklar da yaşıyor.
Son tartışma Almanya’nın sol eğilimli Yeşiller Partisi mensubu eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ile onun yerine geçen Liberal Serbest Demokrat Parti’li (Freie Demokratische Partei) Guido Westerwelle arasında yaşandı.
“Sosyal Demokrat” Fischer’ın sinirlerini bozan, “Liberal” Westerwelle’nin Çin, Rusya Federasyonu, Hindistan ve Brezilya’yı kastederek “yeni güç merkezleri yeni stratejik ortaklıklara yol açacak” demesi. Ardından da Almanya’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Libya’ya askeri müdahale gerçekleştirilmesi ile ilgili karara çekimser oy kullanarak, diğer batılı devletlerden farklı bir tavır geliştirmesi.
Fischer, Der Spiegel dergisinde açıkça Westerwelle’yi Batılı müttefikleri ile ters düştüğü için suçluyor. İsviçre gibi kendimizi geri çekemeyiz diyor.
“Solcu Alman” Fischer, “sağcı Alman” Westerwelle’yi Ortadoğu’nun dönüştürülmesi konusunda ABD ile “yeterince” işbirliği yapmadığı için eleştiriyor.
* * *
Gelelim Fransa’ya…
Fransa Dışişleri Bakanı “sağcı” Alain Juppe, Le Parisien gazetesinde Libya’yı bombalama kararını övüyor. Libya’yı bombalamakla Fransa’nın geleceğine yatırım yaptıklarını açık yüreklilikle söylüyor. Fransa’nın dış politikasında bundan böyle “insan hakları” kartını ileri sürerek yeni bir müdahalecilik anlayışı geliştireceklerini ifade ediyor.
Juppe belli ki “Sosyalist” François Mitterrand’ın insan hakları söylemini kullanarak geliştirdiği müdahaleciliği kopya ediyor. François Mitterrand, bilindiği gibi Ortadoğu siyasetini insan hakları kavramsallaştırmasına dayandırmıştı. Bu kavramı kullanarak terörist örgütlerle dirsek teması halinde Türkiye, Suriye ve İran gibi Ortadoğu ülkelerini istikrarsızlaştırmaya dayanan bir strateji geliştirmişti.
Görülüyor ki günümüzde “Fransız sağı”, emperyalist politika geliştirme noktasında geçmişte “Fransız solunun” geliştirmiş olduğu stratejilere dayanıyor.
* * *
Tarihsel açıdan ABD emperyalizminin Avrupa’daki en büyük müttefiki olagelmiş İngiltere’de de durum pek farklı değil.




Muhalefetteki İşçi Partisi’nin gölge Dışişleri Bakanı Douglas Alexander, İşçi Partisi’nin resmi internet sitesinde Libya’da yeni iktidarın uluslararası toplum tarafından artan oranda tanınmasını olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyor. İktidardaki “sağ” Muhafazakar Parti’nin lideri David Cameron “İngiltere olarak Suriye konusunda da sert tedbirlerin alınmasını düşünüyoruz ve bu konuda öncülük yapmaya hazırız.” derken “sol” İşçi Partisi, Cameron’u Beşar Esad yönetimine karşı yeterince sert tedbir almamakla eleştiriyor!
ABD’nin İngiltere’yi “zayıf müttefik” olarak gördüğü yönündeki eleştirilere ise İngiliz Başbakan’ın cevabı hazır. Cameron’a göre “ABD İngiltere’yi en güçlü ve en güvenilir müttefiki olarak görüyor.” Muhalefetteki İşçi Partisi’ne göre ise ABD’nin İngiltere’yi en güçlü ve güvenilir müttefiki olarak görmesi için İngiltere’nin dış politikada üstüne düşen sorumlulukları daha fazla yerine getirmesi gerekiyor!
İngiliz “solu” ile İngiliz “sağı” Batı emperyalizminin sözcülüğü konusunda büyük bir yarış halindeler!
* * *
Görülüyor ki, Batılı devletlerin solu ve sağını birleştiren belirli noktalar var. İster adını “Kutsal İttifak” koyun, ister “Milli Mutabakat”!
Belli konularda Batı’da sol ve sağ aynı stratejileri savunuyor. Birbirlerinin antitezini geliştirmekten özenle kaçınıyorlar, sadece birbirlerini “mutabakat” halinde oldukları stratejilerin gereğini yeterince yerine getirmemekle eleştiriyorlar.
Batılı olmayanı sömürme, sol ve sağın mutabakat konularının başında geliyor!
Batı’da sol ile sağ arasındaki bu işbirliği aslında gayet olağan. Nitekim, sömürgecilik tarihinde Batılı devletlerce sömürgecilik neticesinde elde edilen artı üründen sermaye kesimi aslan payını alırken, işçiler de bu artı ürünü “tırtıklamamışlar” mıydı?
Dolayısıyla temel çelişkinin “sömüren/sömürülen” milletler arasında olduğu tarihsel dönem sürüyor.
Değişen sadece sömürünün biçimi, yöntemi ve araçları!
* * *
Böyle bir ortamda sömürülen ülkelerin “sol” hareketlerine önemli bir görev düşüyor.
Çünkü muhafazakar sağ, böyle toplumlarda sadece geleneksel değerleri muhafaza etmiyor. Gelir adaletsizliğinin esas nedeni olan eşitsizlikçi üretim yapısını ve küresel bağımlılık ilişkisini de muhafaza ediyor!
Dolayısıyla sömürülen devletlerin solu, kendini muhafazakar sağın yaklaşımından uzak tutmalı.
Bu da yetmez. Kendini Batı solunun önerdiği sömürü ilişkisinin özüne dokunmayan modellerden de uzak tutmalı!
Tarihimizde bu şekildeki bir sol anlayışı ilk kez Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında Mustafa Kemal Atatürk geliştirmişti.
Muhafazakar sağı ve Batı solunu taklit etmeden Mustafa Kemal’i anlamak ve Mustafa Kemal’in ideolojisi çerçevesinde stratejiler geliştirmek bugün CHP’yi yönetenlerin Türk halkına yönelik temel sorumluluğudur!
(05-09-2011 Haber Ekspres Gazetesi)