24 Eylül 2012

ULUSÇULUK SÖMÜRÜCÜLERİN DEĞİL, MUSTAFA KEMAL DEVRİMCİLERİNİN BAYRAĞIDIR…- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, son zamanlarda ulusçulukla hesaplaşmak isteyenler, meydanları boş bulup ileri geri konuşmaya başladılar. Halkımızın kafasını her gün karıştırmayı hüner sayan iktidar, bu yazıda aktaracağım son çıkışı ile Türk Milleti’ni bölme noktasına gelmiştir… Bu tehlikeli gidişi Türk Milleti’ne bir eğitmen ve yazar olarak aktarmak; “ulus” ve “ulusçuluk” bilincini açık ve net bir şekilde sizlerle paylaşmak istedim. Değerli okurlarım, Atatürk’ün, ulusu (milleti) din, ırk ve etnik kökene değil; “birlikte yaşamak ve bu yaşamı, sevinç ve tasaları paylaşarak birlikte sürdürmek istenç ve iradesi” olarak ifade edilen siyasal bilinç ve ideal beraberliğine bağladığı görülmektedir. Atatürk, bu siyasal bilinç ve ideal beraberliğinin bir araya getirdiği insan topluluğunun, ulusa dönüşebilmesi için bağımsızlığı temel koşul olarak görmüştür. Osmanlı Devleti’nde ise “ulus” oluşumuyla değil, “ümmet” yapılaşmasıyla karşılaşılmaktadır. Atatürk, ortaya koyduğu ulus anlayışıyla, etnik köken, dil ve din ayrımı yapmaksızın, bir ulus halinde birlikte yaşamak iradesine sahip kişilere, “ulus” kimliğinin çatısı altında birleşme yolunu açmıştır. Ulusal birliğin oluşumunda “dil” temel ve vazgeçilmez bir araçtır. Bu gerçeği bilen Atatürk, çeşitli dillerin konuşulduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde, bir “ortak dil”in gerekliliği üzerinde durmuştur. Bu doğrultuda 1924 tarihli T.C. Anayasası”nda, “resmi dilin Türkçe olduğu” hükmü yer almış ve kalıcılık kazanmıştır. Ulusçuluk (milliyetçilik), ulusun tüm bireylerinin ulus olmaktan doğan onur ve kıvanç duygularıyla ve ulusal kimlik bilinci içinde, başka devlet ve toplumlardan her alanda bağımsız olarak, devletin ve ulusun geleceği için birlikte çalışması; sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda başka toplum ve devletlerden bağımsız yaşama istencini taşıması ve bu istenci gerçekleştirmeye, ulusal devleti kurmaya yönelmesidir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra, bir yandan devlet ve toplumu “ulusçuluk” bilinci çerçevesinde birbirine kenetlemeye çalışırken diğer yandan da toplumun özelliklerinin korunmasına özel önem vermiştir. Atatürk’ün ulusçuluğu; - Bağımsızlığı korurken, ulusu çağdaşlaştırmayı da amaçlar. - Diğer devletlerin bağımsızlığına saygı gösterir, barışçıdır. - Emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalığa ve eşitsizliğe karşıdır. - Ayırıcı değil, birleştirici ve bütünleştiricidir. - Kişi, hanedan ve kurum egemenliğine karşıdır. - Yalnız siyasal, toplumsal ve kültürel değil; ekonomik yaşam alanlarını da kapsar. * * * Değerli okurlarım, Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik ilkeleriyle özdeştir, bu ilkelerle bir bütündür. Bu ilkelerden biri ya da birkaçı yok sayılarak Atatürk ulusçuluğu tanımlanamaz, savunulamaz. Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkını Türk Ulusu olarak kabul eder. Ulus-devlet yapılanması içinde “Türkiye Halkları” kavramına asla yer vermez. Devletin resmi dili Türkçe’dir, dini yoktur, bir tek başkent vardır, cumhuriyetle yönetilir… Devletin, eşit vatandaşlık hukuku çerçevesinde ülkede yaşayan tüm vatandaşları Türklük üst kültür kimliği içinde bütünleştirmesi ve “Ne mutlu Türküm diyene!” sloganı Atatürk’ün ulusçuluk anlayışının özünü oluşturur. İşte değerli okurlarım, AKP zihniyeti bu değerlerimizle hesaplaşmak istemektedir. * * * “Ulusçulukla hesaplaşma zamanı gelmiştir.” “19. yy ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.” “Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeli ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce şehirlerimizde mahallelerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha birçok farklı etnik ve dini kimlik bugün bu organik yapıdan koparılmış durumda. Yeni kopuşlara izin vermememiz gerek” diyen kişi AKP zihniyetinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’dur… * * * Sizce “ulusçuluk” Uğur Mumcu’nun da dediği gibi, Atatürkçülerin de tamamen karşı olduğu “sömürücülerin bayrağı mı?...” Yoksa, “ulusçuluk” AKP zihniyetli Dışişleri Bakanı’nın da karşı olup hesaplaşmak istediği, “Mustafa Kemal devrimcilerinin bayrağı mı?....” Ne demişti Uğur Mumcu, “Ulusçuluk, sömürücülerin değil, Mustafa Kemal devrimcilerinin bayrağıdır”. İşte değerli okurlarım, görülüyor ki AKP zihniyetinin tüm çabası Atatürkçü devrimcilerin “ulusçuluk” bayraklarının ellerinden alınmasıdır… (Haber Ekspres Gazetesi-24.09.2012 İzmir)

17 Eylül 2012

ORTADOĞU’NUN DÖNÜŞÜMÜ - ZAFER YAPICI

Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da son iki yılda büyük değişimler yaşandı. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesiyle başlayan dönüşüm süreci Ortadoğu coğrafyasında tüm hızıyla ve sancılarıyla devam ediyor. Batı dünyası söz konusu dönüşümün demokrasi yönünde gelişeceği söylemiyle sürecin temel itici gücü olmuştu. Batı dünyasında, otoriter yönetimlerin devrilmesiyle serbest seçimler ve piyasa ekonomisi aracılığıyla Batı çıkarlarına karşı ılımlı bir siyasal İslamcılığın iktidar olacağı varsayılmıştı. Bu varsayımın oluşmasında Türkiye örneği de etkili olmuştu. Milli Görüş gibi Batı’ya kuşkulu ve bu nedenle Batı tarafından “radikal İslamcı” olarak tanımlanan bir örgütlenmeden koparılan bir grubun iktidara taşınması ve Batı çıkarlarına karşı ılımlılaştırılması Batı’yı Ortadoğu için umutlandırıyordu. Batı’ya karşı radikal İslam tasfiye edilebilir ve sistemle barıştırılabilirdi. Sistemle barışık bir siyasal İslamcılık ve muhafazakarlık ise az gelişmiş ülkelerde kimlik siyasetinin etkisiyle iktidarını uzun yıllar koruyabilirdi. Ancak Ortadoğu’da yaşanan dönüşüm özelde ABD’nin genelde Batı dünyasının istediği sonuçları vermedi. Geçmişte Afganistan’da Batı tarafından Sovyetler Birliği’ne karşı mücadelede kullanılmak üzere palazlandırılan El Kaide’nin 11 Eylül’de ABD’nin başına bela olması gibi “iş kazaları” ABD yönetimini zor durumda bırakıyor şu günlerde. Mısır bu duruma örnek olarak verilebilir. Mısır’da İhvan hareketinin Mübarek sonrasındaki süreçte iktidara taşınarak ılımlılaştırması, AKP örneğinin tekrarı anlamına gelebilirdi. Evet, Mısır’da İhvan hareketinin temsilcisi olarak devlet başkanlığına getirilen Muhammed Mursi, büyük tepki çeken “Müslümanların Masumiyeti” isimli filmle ilgili olarak halkı Batı’ya ve Batılılara karşı sakin kalmaya çağırdı. Ancak Mısır’da El Kaide benzeri radikal hareketlerin özellikle işsiz ve genç nüfus arasında yükselişe geçmesi Mısır’da devlet yönetiminin “düzen” sağlamadaki yetersizliğini gündeme getiriyor. Benzer bir durum Libya’da da söz konusu. Nitekim Libya’da ABD büyükelçisi ve üç yardımcısı 11 Eylül’ün yıldönümünde öldürüldü. Irak tam bir kargaşa içinde. Suriye’de olası bir Esad sonrası dönemin istikrarsızlık ve mezhepsel kavga dönemi olacağı konusunda uluslararası ilişkiler uzmanları neredeyse hemfikir. Görülüyor ki Ortadoğu’da Batı desteğiyle düzen yıkılabiliyor. Ancak yeni düzenler öyle kolay kolay kurulamıyor. Bir zamanların ABD müttefiki radikal İslamcı hareketlerin uzantıları, bu istikrarsızlık ortamında ABD’ye ve Batı’ya karşı da zarar verici bir biçimde yeniden örgütleniyorlar. Durum kritik. Türkiye de bu kritik süreçten en çok etkilenme riski olan devletlerden biri ne yazık ki. (hABER eKSPRES gAZETESİ- 17-09-2012)

10 Eylül 2012

BU SORUNUN CEVABINI KİM VERECEK?...- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal, Şırnak’ın Beytüşşebap İlçesi’nde terör saldırısında şehit düşen on askerden biri olan Piyade Uzman Çavuş Erdoğan Sönmez için baba ocağı Antalya’nın Kepez İlçesi’ndeki evinde kurulan taziye çadırını ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında Vanlı baba İlyas Sönmez, Deniz Baykal’a bakın neler söyledi: “…Bana Van’da Türk, burada Kürt diyorlar. Kürt’ten milletvekili var, Kürt’ten cumhurbaşkanı var, Kürt’ten polis de var. Bu ne Kürt hakkıdır, ben anlamadım. Kim bana bir şey söyleyecek?”. Değerli okurlarım, acılı şehit babası yaptığı bu tespitle zaten sorduğu sorunun cevabını kendisi vermiştir. Etnik hatlar boyunca Kürt sorunu kavramsallaştırmasını kullanarak parçalanmaya çalışılan bir millet söz konusudur. Sorun terördür ve teröre karşı hangi etnik kökenden olursa olsun tüm Türk Milleti dayanışma içinde olmalıdır. Şehit babasının yapmış olduğu tespiti paylaşacak ve ona destek verecek birilerini görmek isteyişi sizce onun hakkı değil de kimin hakkıdır?.. Terör konusunda düşünülmesi gereken en önemli şey, şehit babasının bu feryadından alınması gereken ders değil midir?.. * * * Değerli okurlarım, Deniz Baykal’ın da ziyareti sırasında şehit babasının acısını şu sözlerle paylaştığı görülüyor: “Herkese sorumluluk düşüyor ama asıl sorumluluk iktidarda. Bunu unutmayın. Bu kadar yanlışlıklar var ki. Bizim de gücümüz yetmiyor maalesef. Oyun kadar konuşuyorsun. İktidardakiler, ’Ya uzlaşayım, anlaşayım’ havasına girdiğinden beri bu iş çığırından çıkıyor”. Deniz Baykal’ın şu sözleri de süreçle ilgili oldukça düşündürücü tespitler ve birleştirici çözüm önerileriyle dolu: “Ortada çok yanlışlıklar var. Tartışılması gereken pek çok hatalı tutumlar var. Bunları biliyoruz. Ama karşılıklı, birbirimize fatura kesme zamanı artık geride kalmıştır. Bir an önce yepyeni bir anlayışla bir araya gelmeli, durumu sorgulamalı ve yeni bir anlayışla Türkiye olarak bu durumdan nasıl çıkarız, ona bakmalıyız. Böyle durumlarda maalesef bir panik havası esiyor. O panik havasının etkisi altında insanlar birbirlerine bakıyor, ne yapacağını birbirine soruyor. Daha önce izlediği politikanın tam tersini izlettiriyor. Bu tutarsızlıklar, bazen öyle bazen böyle, birbiriyle çelişen politikaların izleniyor olması geleceğe yönelik bir güvensizlik ve umutsuzluk yaratıyor. Türkiye’nin kararlılığa ihtiyacı var. Kararlılığa, ne yapacağını bilmeye ve kararlılıkla onu sonuna kadar uygulama iradesini sergilemeye ihtiyacı var”. * * * Her gün yeni şehit cenazeleriyle; yeni başımız sağ olsun söylemleriyle karşılaşıyoruz. Otuz senedir “Bu acılar bu gözyaşları ne zaman sona erecek?...” soruları soruldu. Artık bıçak kemiğe dayandı… Yıl 2012, on yıldır AKP tek başına iktidarda. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan Başbakan, Cemil Çiçek TBMM Başkanı… Ve ardı ardına gelen şehitlerimiz, akan gözyaşlarını silemeyen annelerimiz… Terör belasından milletçe kurtulmamız için Deniz Baykal’ın ısrarla vurguladığı kararlılığa ve toplumsal dayanışmaya ihtiyacımız var. Baykal’ın tavsiyeleri başta iktidar olmak üzere ana muhalefet ve diğer partiler ve demokratik kitle örgütleri tarafından dikkate alınmalıdır. Baykal’ın ifade ettiği gibi bir an önce yepyeni bir anlayışla bir araya gelinmeli, durum sorgulamalıdır. Gün yepyeni bir anlayışla bir araya gelip durumu sorgulama günüdür. Gün bu yeni anlayışla Türkiye olarak bu durumdan nasıl çıkarız deme günüdür… Ve o gün bugündür… (Haber Ekspres Gazetesi-10.09.2012)

03 Eylül 2012

YOKSUL EMEKÇİLERİN ÇOCUKLARI DA YOKSUL MU OLMALI?...- ZAFER YAPICI

Açlık sınırının 919, yoksulluk sınırının 2.995 ve asgari ücretin 739 TL olduğu bir yerde emeğiyle zar zor geçinen milyonlarca yoksul yurttaşın çocukları da tıpkı anne babaları gibi yoksul ve emekçi… Bu olgu “din adına” konuşanlar, “dini siyasete alet edenler” ve kendini “siyasetçi ve aydın sananlar” tarafından kader biçiminde tanımlanıyor. Şükürcü, sesini çıkarmayan, verildiği kadarla yetinen, söylenenin dışına çıkmayan, sadaka alıp karşılığında oy veren bir toplum haline dönüştürülmeye çalışılıyor. Üstelik emeği de sömürülerek... Peki, yoksulun emeğini sömürenlerin ve onun çocuklarının kaderlerini kim belirliyor dersiniz?... Ya yaşantılarını? Bir yanda yoksul ve emekçi diğer yanda onun emeğini sömürerek, ondan yararlanarak, üstelik ona hükmederek şaşalı yaşamlarını çoluk çocuklarıyla idame ettiren bir elit kesim… * * * Değerli okurlarım, Recep Tayip Erdoğan, 2002 Milletvekili Genel Seçimi sürecinde halkın alım gücünün nasıl zayıfladığını çay-simit örneği ile meydanlarda çok yalın bir biçimde anlatmış ve çok alkış almıştı… Bakın Erdoğan, Türkiye 2002 Seçimleri’ne giderken neler söylemiş: “…Bir bardak çay 20 kuruş, bir simit 20 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün çayla ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 180 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 184 lira. Bu insanlar kalan 4 lira ile diğer ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar? Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?” Şimdi de biz Başbakan Recep Tayip Erdoğan’a kendi söylemleriyle cevap hakkımızı kullanalım. Sayın Başbakan, bugün açlık sınırının 919, yoksulluk sınırının 2.995 ve asgari ücretin 739 TL olduğu bir yerde… …Bir bardak çay 50 kuruş, bir simit 50 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün sadece çay ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 450 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 739 lira. Dengeli beslenemeyen bu insanlar kalan 289 lira ile diğer ihtiyaçlarını (giyim, konut, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık…) nasıl karşılayacaklar? On yıldır iktidardasınız. Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu? * * * Değerli okurlarım, emekçi olan yoksul yurttaşlarımızın çocuklarının geleceği de bakın nasıl olacak? On yıldır iktidarda olan AKP aldığı bir kararla Milli Eğitim Bakanlığı’nın eğitim sistemini 4+4+4’lerle paralı hale getirip yoksul emekçi yurttaşlarımızın çocuklarını meslek liselerine mahkum ederek piyasaya ucuz iş gücü yetiştirmeyi amaçlıyor. Hani dillerinden düşürmedikleri o meşhur “ileri demokrasinin” getirdiği özgürlük bu olsa gerek… Bu nasıl bir anlayıştır?… Yani değişen bir şey yok. Yoksul emekçinin çocuğu da yoksul olmaya mahkum ediliyor. Hak ve özgürlüklerden yararlanmanın bireylerin ekonomik özgürlüklerine bağlı kılındığı bir yerde; gerçek demokrasiden, gerçek hak ve özgürlüklerden söz edilebilir mi?... (Haber Ekspres Gazetesi 03 Eylül 2012)