23 Aralık 2013

Cumhuriyet Fazilettir - Zafer Yapıcı

Hiç düşündünüz mü Yüce Atatürk’ün neden “Cumhuriyet fazilettir” dediğini? *** Cumhuriyet tarihinde eşine rastlamayan bir olay yaşandı 17 Aralık 2013 tarihinde… İçlerinde üç bakan çocuğu, bankacı, belediye başkanı, iş adamı ve bürokratların da olduğu 71 kişi hakkında yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama, altın kaçakçılığı gibi suçlardan soruşturma başlatıldı… En az dört bakanın bu çark içinde olduğu iddia ediliyor üstelik. İddialar doğruysa, yolsuzluk sadece hükümete bulaşmamış, yolsuzluğun hükümeti kurulmuş. AKP on bir yıldır iktidarda. Bu süre zarfında, AKP’yi yönetenlerin hep ben bilirim, benim yaptığım olur mantığı ile hareket ettiğini herkes kabul eder herhalde. Parlamento içi ve parlamento dışı tüm partilerin, demokratik kitle örgütlerinin, yandaş olmayan basın ve medyanın ve aydınların AKP’nin yanlış uygulamaları konulu eleştirileri hiç dikkate alınmadı. Eleştirenler sindirilmeye çalışıldı. Hiçbir itiraza sağduyulu yaklaşılmadı. Sonuç olarak 17 Aralık siyasi depremi çıkageldi… Peki, yaşanan bu olaylar karşısında Başbakan Erdoğan ne dedi? Aynen, anlatım bozukluklarına da dokunmadan aktaralım. “Bunun dışarıda heveslileri planlayıcıları olduğu gibi bunların ülkemizde de uzantıları var. Bunların kimler olduğunu sizler de tahmin ediyorsunuz. Gezi olaylarıyla başlayan bir süreç oldu, ondan sonra şimdi yeni bir adım attılar. Şunu çok açık net söylemek zorundayım. 14 ay dinleme izleme yapılıyorsa, bu konuda kendi üstlerine bunlar haber verilmiyorsa, buradaki mühendislik yolsuzlukla değil siyasi mühendisliktir. Bu da bir nevi çetelerdir. Çeteler devletin içinde devlet olma anlayışla süreci istedikleri gibi yönetme gayreti içine girme olayıdır”. Değerli okurlarım, bu sözleri söyleyen Türkiye Cumhuriyeti’ni on bir yıldır kesintisiz yöneten Başbakan Erdoğan’dır. O zaman Başbakan Erdoğan’a sormazlar mı? On bir yıldır nerelerdeydiniz? *** Başbakan, belediye başkanı olduğu yıllarda “hırsızlıkla” ilgili yaptığı bir konuşmada bakınız ne diyor: “Hırsızlık babadan evlada geçer. Evlattan babaya değil. Yönetimlerde hırsızlık yukarıdaki üst yöneticilerden alttaki yöneticilere; oradan da halka yansır”. O gün söylenen bu sözleri bugünün gündemine uyarlarsak… …Erdoğan bu konuda (hırsızlıkta) önce kimi suçluyor?... Babayı… Babalar kim?... Bakanlar… İyi de bu babaları bakan yapan kim?... Bu yöneticileri yönetici yapan kim?... *** Değerli okurlarım, AKP Hükümeti on bir yıldır Cumhuriyet’i ileri demokrasi adıyla ve ben bilirim mantığıyla yönetmeye çalışarak bugünkü noktaya tuzu da kokutarak gelmiştir. Şimdi ilk sorumuza geri dönmenin tam zamanı… Yüce Atatürk neden “Cumhuriyet fazilettir” demişti? Nedeni faziletli yani erdemli (ahlakın övdüğü iyi olma, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk vb. niteliklere sahip olan) liderler, yöneticiler tarafından Cumhuriyet’in yönetilmesini ve emin ellere teslim edilmesini istemesiydi. Bugün bu niteliklere sahip olan yöneticiler tarafından Cumhuriyetimiz yönetiliyor mu? Yarın bu niteliklere sahip yöneticiler tarafından yönetilmeli mi? İşte Türk ulusunun her bir yurttaşı olarak bu sorulara vereceğimiz cevap ya bizi ulus olarak karanlığa ya da aydınlığa götürecektir. Umarım bu şiar, en alttan yukarıya, en üste doğru Türk ulusunun her bir yurttaşının algısını ve kararlılığını yansıtır. Aydınlığa giden yol tektir. O da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimleri doğrultusundaki medeniyet yoludur… ( 23.12.2013- HABER EKSPRES GAZETESİ) Zafer Yapıcı

16 Aralık 2013

Rızanın İmalatı- Zafer Yapıcı

Rıza sözcüğünün anlamı Türk Dil Kurumu Büyük Sözlüğü’nde razı olma, isteme, istek olarak belirtilmiş. Kabullenmek, onamak, tasvip etmek demek rıza göstermek… Bir insan neye ve niçin rıza gösterir? Önüne getirilen şeye. Önüne getirilen şey onun istediği şey ise. Önüne getirilen şey bir somut varlık da olabilir. Bir ideal de. Bir his de… Peki, önüne getirilen şey onun gerçekte istediği şey değilse? Bu durumda kişiden normal olarak beklenen, tepki vermesi ve karşı çıkmasıdır. İyi de kişi istemediği, razı olmadığı şeylere de rıza gösterebilir mi? Rıza, rasyonel bir değerlendirme çerçevesinde verilmemesi gereken durumlarda üretilebilir bir davranış biçimi midir? Sosyoloji ve psikoloji literatüründe çok tartışılmıştır bu konu. “Rızanın İmalatı” (Manufacturing Consent) kavramsallaştırması merkezinde yapılıyor bu tartışmalar. Bu kavramı ilk kez Walter Lippman 1922 tarihinde ilk baskısını yapan “Kamu Oyu” adlı kitabında kullanmış. Daha sonra Noam Chomsky ve Edward Herman 1988 yılında birlikte kaleme aldıkları yapıtlarında kavramı geliştirmiş. Chomsky ve Herman’ın eseri, devletlerin ve şirketlerin, insanların normalde karşı çıkabileceği davranışlara olumlu bakmalarını veya tepkisiz kalmalarını nasıl sağladıklarını tartışmaya açıyor. Rızanın imalatı konusunda propagandanın işlevini vurguluyor. Özel olarak da medya kuruluşlarının devlete hakim olan gruplarla ilişkileri üzerinden rızanın imalatını sağlayan aygıtlar haline geldiğini kanıtlıyor. İnsanların ihtiyaç duymadıkları şeylere ihtiyaç duyduklarını sanmaları, istemedikleri şeyleri istiyormuş gibi hissetmeleri, kabul etmeyecekleri şeylere rıza göstermeleri mümkün diyor yazarlar. Bu davranış biçimi üretilebilir diyorlar. “Şaşkın sürünün” kitle yönlendirmesi ve yönetilmesi ile rızalarının sağlanmasının olanaklı olduğunu tartışıyorlar. Bir çiçeğin gelişebilmesi için verimli bir toprak yapısına, suya ve uygun iklim koşuluna ihtiyaç vardır, değil mi? Düşünce de bir çiçekse eğer, onun toprağı düşünce özgürlüğüdür. Suyu ve iklimi ifade özgürlüğüdür. Susuz ve uygun iklimde yetiştirilmeyen bir çiçek nasıl solarsa, farklı düşünceler, düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı ortamlarda var olamazlar. İnsanın düşüncesi de ona aktarılan bilgiler tarafından belirlenmez mi zaten? Varlığından haberdar olmadığımız bir şey ile ilgili nasıl fikir yürütebiliriz ki? İşte medya bu noktada önemlidir. Medyanın özgür olmadığı yerde sadece ifade özgürlüğünden değil, düşünce özgürlüğünden de söz edilemez. Medyanın iktidar tarafından biçimlendirilmesi, rızanın imalatını sağlamak içindir. Oysa demokratik bir tavır, rızayı üretmekten değil onu özgür bırakmaktan geçmektedir…(HABER EKSPRES GAZETESİ-16.12.2013) Zafer YAPICI

09 Aralık 2013

Ne Dersiniz? - Zafer Yapıcı

Tarih 22 Haziran 1922… Mustafa Kemal, 8 madde halinde hazırladığı Amasya Genelgesi’nin 1. maddesini şöyle açıklıyordu; “Vatanın tamamı, milletin istiklali tehlikededir. Hükümet merkezi, İtilaf Devletleri'nin etkisi ve denetimi altında bulunduğundan, sahip olduğu sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum, milletimizi adı var, kendi yok durumuna düşürüyor”. “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” İşte bu cümle… İşte bu cümle alınan bütün kararların özeti ve bağımsızlığa giden yolun başlangıcı olmuştu… Değerli okurlarım, ulusal egemenliğe dayanan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturan Amasya Genelgesi’nin önem ve değerini bugün daha da iyi anlamaya ve anlatmaya Türk ulusu olarak o kadar çok ihtiyacımız var ki… Hele hele Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerine, devrimlerine ve yapıtlarına, kurduğu çağdaş cumhuriyete saldırılar yapılırken… Emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara, eşitsizliğe, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı koyamayanlar; seslerini bile çıkaramayanlar… Söz konusu Atatürk olunca, Söz konusu Atatürkçülük, ilkeler, devrimler olunca, Söz konusu laik sosyal hukuk devleti olunca, Söz konusu üniter, ulus devlet yapısı olunca, Söz konusu Atatürkçü aydınlar, sanatçılar, gazeteciler, askerler, akademisyenler, öğrenciler, öğretmenler, işçiler, memurlar, kimsesizler, köylüler, çiftçiler, esnaflar, kızlı erkekli gençler ve gezi direnişçileri olunca, Seslerini öyle çok çıkarıyorlar ki. Polisler coplarıyla, biber gazlarıyla tomaları siper ederek yağmur yağdırıyorlar güneşli havada… Gazete manşetleri, biz başka bir ülkede mi yaşıyoruz dedirtecek cinsten. Televizyon ekranları iktidarın propaganda aygıtı… Ya da sinik, suskun, bitik… Ne dersiniz? Amasya Genelgesi’nin 1. maddesini bugün itibariyle gündeme getirip, “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” demeli miyiz Türk ulusu olarak? Ya da diyebilecek miyiz? (HABER EKSPRES GAZETESİ- 09.12.2013) ZAFER YAPICI

02 Aralık 2013

Baskı Düzeninin Kurumsallaşması - Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, Türkiye garip bir süreçten geçiyor. Siyasi evrimimizde baskı düzeninin kurumsallaşması aşamasını yaşıyoruz. Muğla’da son yaşananlar insana pes dedirtecek cinsten… Başbakan Tayyip Erdoğan, Muğla’ya bir ziyarette bulunuyor. Muğla il merkezi, Milas ve Fethiye ilçesinde toplu açılış törenlerine katılıyor. Buraya kadar her şey normal. Her ülkede başbakan, ülkenin değişik bölgelerine ziyaretler gerçekleştirir. Törenlere ve etkinliklere katılır. Halkı ile kucaklaşır. Anormal olan şeyler burada başlıyor. Muğla İl Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan yazılı açıklamaya göre provokatif, kanuna aykırı eylemlerin önüne geçilmesi ve suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla 29 Kasım ile 2 Aralık tarihleri dahil olmak üzere belirtilen günler arasında; İl genelinde, ilçeler dahil yapılmak istenen her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşleri, basın açıklamaları, çadır kurma, stant açma ve benzeri türdeki tüm etkinliklerle, belirtilen amaçlar doğrultusunda yapılacak toplu seyahatlerin yasaklandığı belirtiliyor. Milli güvenlik, kamu düzeni, kamu esenliğinin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla, 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu 11/A ve 11/C maddeleri ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun 17. ve 19. maddesi gereğince Valilik Makamının 28/11/2013 tarih ve 3011 sayılı kararı ile söz konusu düzenlemenin yapıldığı bildiriliyor. Kısaca olması istenen şu. Başbakan bir ile ziyaret gerçekleştirince o ilde hayat duracak… Herkes ya bando takımı eşliğinde başbakanı selamlayacak. AKP bayrağı sallayacak. Ya da evinde oturacak. Dışarıya çıkmayacak. Toplu seyahat bile edemeyecek. Kanaryayı Sevenler Derneği üyelerinin toplanıp, bir otobüs tutup hafta sonu kahvaltısı yapmaları bile yasak. Neden? Önlem olarak… Provokatif kanuna aykırı eylemlerin önüne geçilmesi ve suç işlenmesinin önlenmesi için… Yazık. Oysa toplantı ve gösteri yürüyüşleri ile ilgili anayasada yer alan temel ilke neydi? “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” 82 Anayasası, hak ve özgürlüklerin istisna, kısıtlamaların ilke olduğu bir anayasa idi. “Bu hak ancak kanunla sınırlanabilir” diyordu anayasada. Kanun ise, sınırlamanın düzeyini yönetimin insafına terk ediyordu. AKP dönemine kadar yürürlükteki yasalardan yararlanarak sınırlama yetkisini kullanan yönetimler oldu elbette. Ancak hiçbiri AKP kadar fütursuzca davranmadı. Bugün Türkiye, gösteri ve toplantı hakkının kullanılamadığı bir ülke konumuna gelmiştir. Yakın gelecekteki endişem, Ankara’da gerçekleştirilecek her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşleri, basın açıklamaları, çadır kurma, stant açma ve benzeri türdeki tüm etkinliklerle, belirtilen amaçlar doğrultusunda yapılacak toplu seyahatlere buranın hükümet merkezi olması nedeniyle süresiz yasak getirilmesidir. “Yok artık, bu kadarı da olmaz canım” denilen her şey bir bir gerçekleşiyor. Şakayla gerçeğin birbirine karıştığı bir noktadayız. Farkında mısınız? İşte bu durumdur esas korkutucu olan… (HABER EKSPRES GAZETESİ 2.12.2013) Zafer YAPICI

25 Kasım 2013

Çocuklarımızın Çocukları…- Zafer Yapıcı

Başbakan Erdoğan’ın, “Biz kızların, erkeklerin devletin yurtlarında karışık kalmasına müsaade etmedik, etmiyoruz” sözleri iktidar çevrelerinde geniş yankı buldu. Örneğin Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Başbakan Erdoğan’ın kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalmasıyla ilgili açıklamasının kendileri için talimat olduğunu ve gereğinin yapılacağını dile getirdi. TBMM Başkanvekili, AKP Kayseri Milletvekili Sadık Yakut ise 14’üncü Ulusal Çocuk Forumu’nda, “Maalesef şimdiye kadar kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim yaptırılmasını büyük bir yanlışlık olarak değerlendiriyorum. İnşallah bu yanlışlık önümüzdeki dönem içinde düzeltilecek” sözlerini kullandı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım daha ocak ayında konu ile ilgili yaklaşımını kendinden bir örnek ile ortaya koymuştu. Yıldırım, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne giriş hikayesini şöyle anlatmıştı: “Ya Boğaziçi Üniversitesi’ne ya da İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girecektim. Önce Boğaziçi Üniversitesi’ni ziyaret ettim. Bir baktım farklı bir dünya. Değişik binalar, surlarla çevrilmiş alan. Sonra bahçesinde gençler kızlı, erkekli oturuyor. Ben çok şaşırdım. Burada yoldan çıkarım dedim. Benim okumam lazımdı. Ondan sonra Teknik Üniversite’yi seçtim…” * * * Tabii ki AKP zihniyetinde olan tüm yönetim birimleri, verilen mesajlardan sonra teker teker harekete geçerek bu konuda uygulama yarışına girdiler. Kraldan fazla kralcı olanların bu uygulamalarını her gün başka okul ve yurtta görmekteyiz… Kızlı-erkekli altı yaş üstü çocuklarımız ve gençlerimiz bu uygulamayla çağdaş ve laik eğitimden uzaklaştırılarak ortaçağ karanlığına itilmektedir. Dolayısıyla biz anne ve babalar da… Bu zihniyet şimdi de 4-6 yaşındaki torunlarımızın geleceğini alarak dedeleri babaanneleri, anneanneleri de ortaçağ karanlığına itmek istemektedir… İşte okuma yazma dahi bilmeyen 4-6 yaşındaki minik torunlarımıza uygulanan, hiçbir pedagojik kuram tarafından önerilmeyen bir eğitim biçimi: İzmir-Gaziemir Müftülüğü “Hizmet Çeşitliliği Projesi” kapsamında okul öncesi eğitim alması gereken 4-6 yaş arası çocuklara Yeni Cami ve Aktepe’de birer sınıf Kuran Kursu açarak dinsel eğitim vermeye başlamış... * * * Önce çocukluğumuzu çalmak istediler. Susturarak… Ekonomik özgürlüklerimizi bir bir elimizden alarak, sadaka kültürüne mahkum ederek… O da yetmedi… Şimdi çocuklarımızı çalmak istiyorlar, üstelik bir de çocuklarımızın çocuklarını… Çocukluklarımızın, torunlarımızın o korkusuz, yürekli, olduğu gibi görünen göründüğü gibi olan, ön yargısız; saf ve temiz çocukluk, gençlik yıllarını çalıyorlar. Kızları erkeklerden, erkekleri kızlardan ayırarak kesmeye çalışıyorlar iletişimlerini nesillerin… Bilimi unutturuyorlar. 4+4+4’lerle andsız bir gelecek inşa ediyorlar. Yetmiyor okul öncesinde de faaliyete geçiyorlar laik eğitimi kökünden silmek için… Aydınlığa gitmeden güneşlerini çalacaklar çocuklarımızın… Karanlıkta yaşatacaklar çocuklarımızın çocukluklarını… …Unutturmak için güneşimizi, Atamızı, Atatürk’ümüzü; onun felsefesini, ilke ve devrimlerini, laik cumhuriyetimizi… (HABER EKSPRES GAZETESİ-25 KASIM 2013) ZAFER YAPICI

18 Kasım 2013

En Hakiki Yol Medeniyet Yoludur- Zafer Yapıcı

Tarikatlar tıpkı bugün olduğu gibi geçmişte de gerçek amaçlarından uzaklaşarak dinsel sömürü unsurları haline gelmişlerdi. Devletin geleceğine siyasal olarak yön verme hedefini giderek artan bir biçimde sahipleniyorlardı. Tarikatlar, Cumhuriyetin ilanından sonra da bu yaklaşımlarını Menemen olayı ve Şeyh Sait Ayaklanması örneklerinde olduğu gibi şeriattan yana tavır alarak sürdürdüler. İşte bu süreç karşısındadır ki Mustafa Kemal Atatürk, “Efendiler ve ey millet; biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamaz en doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır (yoludur)”, “Biz medeniyetin ilim ve fenninden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımıyoruz” sözlerini söylemiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş ve laik yönetim yapısını ortaya koymuştur. Ve 30 Kasım 1925 tarihinde; “Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” ile tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması kabul edilmiş ve bazı geleneksel unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun, bütün tarikatlarla birlikte; şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır. * * * Bugünkü iktidar sahipleri deha önceleri ne demişti: “Ne mutlu Türküm diyene lafını her yere yaza yaza Türkiye ilkel hale dönüşmüştür. Tarih boyunca görülmüştür ki, en birleştirici unsur dindir”, “Türklük bir alt kimliktir”, “Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm’i almış ve kitlelere zorla dikte edilmiştir”, “Türkiye’de cumhuriyetin sonu geldi, kesinlikle laik sistemi değiştireceğiz.”, “ Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan, şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinim, Allahım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim.” * * * 2013’ün Kasımı… Aradan 88 yıl geçti. TBMM’ye türbanı soktular. Andımızı kaldırdılar. Atatürklü Türk bayraklarını yasadışı ilan ettiler. “Bu ülkede ulusalcı mulusalcı yok” dediler. Onuncu Yıl Marşımıza dil uzattılar. T.C.’yi kaldırdılar. “Ne mutlu Türküm diyene” demeyi içlerine sindiremediler. Laik eğitimi, 4x4x4 dinsel eğitimle silmeyi hedeflediler. Şimdi de AKP milletvekili ve eski CHP’li sosyal demokrat (!) Haluk Özdalga, “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanunun” herhangi bir ihtiyacı karşılamadığını iddia ederek yürürlükten kaldırılmasını istedi. Sosyal demokrat (!) Özdalga gerekçesinde kanunun demokratik hukuk devletinin temel ilkelerinden din ve inanç özgürlüğüyle bağdaşmayan yasaklar getirdiğini söylüyor… Değerli okurlarım, söyleyen kim? Haluk Özdalga. Söyleten kim? AKP Zihniyeti… Son derece düşündürücü değil mi?... Şaşmıyorum 25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan bu yasanın aradan 88 yıl geçtikten sonra 30 Kasım 2013 tarihinde, yani bu ay sonu TBMM’nin gündemine gelebilmesine!... Burada muhalefet partisi MHP’nin ve ana muhalefet partisi olan CHP’nin içindeki ulusalcı ve Kemalist olan milletvekillerine çok ama çok iş düşüyor. Atatürk’te birleşen aydınlara, partilere, demokratik kitle örgütlerine, “Ne Mutlu Türküm”, “Ben de Milletim”, ben de Türk Milletinin bir yurttaşıyım diyebilen gencine, yaşlısına, kızına, erkeğine… …Çok ama çok iş düşüyor. Türkiyemizi Ortaçağ karanlığına sürükleyecek adımlar atılıyor.(HABER EKSPRES GAZETESİ-18-11-2013) ZAFER YAPICI

11 Kasım 2013

Şaşmıyorum - Zafer Yapıcı

Aşağıdaki sözler başbakanın Elazığ mitingi sırasında pankart açan AKP’lilere ait: “Son Halife Erdoğan” diyor Elazığlı AKP’liler. (“Elazığ’da ‘Son Halife’ Pankartı Açıldı”, Haber 5, 21 Mart 2009). Şaşmıyorum… * * * Aşağıdaki sözler Muğla’da bir lise müdürüne ait. “Yeryüzüne halife olarak gönderildiğinin bilinci ile sadece kendi hayatını değil, kendi hayatı nasıl kutsalsa diğerlerinin hayatlarını da öylece kutsal sayarak hareket eden, ailelerin şeref, haysiyet ve insanlık onurunu ayaklar altına alınmaktan kurtarmaya çalışan Sayın Başbakanımızdan Allah razı olsun. Kendisine bir Müslüman olarak en derin saygı ve sevgilerimi sunuyorum." (“Aynı Müdürden Erdoğan’a Halife Benzetmesi”, Hürriyet, 7 Kasım 2013). Başbakanı halife sayan lise müdürlerimiz var. Şaşmıyorum. * * * Aşağıdaki sözler bir gazeteci ve aynı zamanda bir haber kanalı yayın danışmanına ait: “İslam dünyasına uygulanan zulme ve bölünmeye karşı tek başına dik duran Erdoğan; fiili olarak halife-i rü-yi zemindir. Biat ediyorum.” (“Erdoğan’ı Halife Olarak Tanıyor ve Biat Ediyorum”, Yurt, 30 Ağustos 2013). Başbakanı halife sayan ve ona biat eden gazetecilerimiz var. Şaşmıyorum. * * * Aşağıdaki sözler bir sosyal paylaşım sitesi sayfasında yazıyor. “İslam birliği kurulacak ve İmam Hatipli başbakanım halife olacak” diye yazıyor bu sayfada. Sayfayı beğenenler var tonla… Şaşmıyorum. * * * Aynı söylem dışarıda da dillendiriliyor. Die Welt gazetesi “Arap Baharı”nın ateşli günlerinde şunları yazıyor örneğin: “Osmanlılar, zamanında Arap ülkelerini ateş ve kılıçla fethetti. Başbakan Erdoğan ise bu ülkeleri günümüzde kameralar ve İsrail karşıtı söylemlerle fethediyor. Erdoğan yeni halifedir.” Berliner Post ise “Erdoğan Ortadoğu'nun Prensi” diyor. (“Yeni Halife Erdoğan”, Haber Türk, 14 Eylül 2011). Şaşmıyorum. * * * Postmodern bir padişah yaratılmak isteniyor. Büyük bir gayretle… Dini yaşamı ve ahlakı yönetmek isteyen bir süper başkan… Ortadoğu’nun yeni prensi… Batının ortağı… Şaşmıyorum. * * * Başbakan “bu millet” diyor yıllardır. “Bu millet bunu istiyor… Bu millet için çalışıyorum. Bu millet beni seçti…” “Türk milleti” demiyor bu millete, diyemiyor… “Bu milletin” hangi millet olduğunu çözemiyorum. Şaşmıyorum… * * * Ana muhalefet partisi yöneticilerinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olması için kapılarına kadar gittikleri zat açıklama yapıyor. “Başbakan bir dünya lideridir” diyor. Kasıla kasıla “tarikatlarla aram iyidir” açıklaması yapıyor bir de… Başbakanın bağlı bulunduğu odaklara biat edenleri yukarılara taşıyan ana muhalefet partisinin “patronları” açıklamalara tepki verirmiş gibi yapıyor. Çarklar dönüyor. Ana muhalefette yukarılara taşınanlar gittikçe Elazığ’da pankart açanlara benziyor. Şaşmıyorum. * * * Bu yazıyı 10 Kasım’da yazıyorum. Saat dokuzu beş geçeyi beş geçmiş… Garip bir huzur var içimde. Yazıda şimdiye kadar şaşmadığım her şeye rağmen… Çünkü Atatürk’ü anlıyorum. Ve yolumdan; Atatürk’ün yolundan şaşmıyorum…(11.11.2013- Haber Ekspres Gazetesi) * * * Zafer YAPICI

04 Kasım 2013

“Ben de Milletim”,”Ne Mutlu Türküm” Diyebilen Her Yurttaş…- Zafer Yapıcı

Tarih 23 Temmuz 2011… Mazlum-Der ve Özgür-Der’in de aralarında olduğu çeşitli İslami kuruluşlar İstanbul’da bir protesto yürüyüşü yaptı. Yürüyüş Fatih Postanesi önünden başlayıp, Saraçhane Parkı’nda son buldu. Bu yürüyüşte yeni eğitim-öğretim yılıyla ilgili talepler dile getirildi. İşte o taleplerin vurgulandığı pankartlarda yazılı olanlardan bazıları: • “Kemalist Şoven Ant Dayatmasına Son!” • “Andımız Başörtümüzdür” • “Irkçı Andı Reddediyoruz” • “Andımız İslam’a Uygun Olmalıdır” • “Kemalist Şartlandırmaya Hayır!” • “Kemalizm’in Değil, Rabbimizin Kuluyuz!”, • “Irkçı-Kemalist Müfredata Son!” • “Milli Güvenlik Dersleri Kaldırılsın!” • “Okulda Kışla Düzenine Son!” • “İslami Kimlik Şerefimizdir!” • “Her Kademede Başörtüsüne Özgürlük!” • “Anadilde Eğitim Yasağına Hayır!” • “Neden İnanmadığım Değerler Üzerine Ant İçmeye Zorlanıyorum?” • “Niçin Okula Başörtümle Gidemiyorum?” *** Yıl 2013… Açıkça görülüyor. Demokratik, laik sosyal hukuk devletinin ulusal, üniter ve laik yapısını birer birer ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Okullarımızdan Andımızı kaldırıp, onun yerine türbanı andları yapanlar, 4X4X4 dinsel eğitim sistemini İmam Hatip Okulları eliyle kurmayı ve sözde kışla düzenine son vermeyi, kışlada görev yapan vatanseverleri cezaevlerine atarak gerçekleştirmeyi amaçlayanlar, Türbanın Cumhuriyetin meclisine girmesini demokratikleşmenin en önemli unsuru olarak görenler, Kamunun her kademesinde laikliği ortadan kaldıracak siyaseti dinselleştirme girişimini türban üzerinden gerçekleştirmeye çalışanlar, Türk Ulusunun ses bayrağı olan dilimizi eğitim dilinden çıkarma girişiminde bulunanlar, Tüm bunlara izin vermeyecek olan yargıyı da önceden siyasallaştırıp hukuk devletini ortadan kaldıranlar, Yolsuzluğu, yoksulluğu ve işsizliği yaratanlar; yoksul halka sosyal devlet yerine sadaka veren devleti reva görenler, Eskişehir Kubaş Anadolu Lisesi’nde andımızı okuyan iki öğrenciyi Türk-Kürt ayrımı ve siyasi propaganda yapmak suçlarından disipline verme cesaretini gösterenler, İleri demokrasi adı altında özgürlüğü yok etme özgürlüğünü savunanlar, Kimler? “Başımı açarak bir daha kirlenmeyeceğim” diyen milletvekilinin bu sözleri karşısında tepkisiz kalan başı açık zihindaş bayan milletvekiller? Onları gururla fotoğraflayan erkek vekiller? Türban karşılığında pantolon pazarlığı yapan aklıevveller? Bundan mutluluk duyduğunu ilan eden şaşkınlar? Kimler? * * * Yandaşları olan Mazlum-Der, Özgür-Der ve zihindaşlarının danışıklı görüşlerini milli iradenin talep ve görüşleri olarak sunanlar ve bunu ileri demokrasinin bir gereği olarak tanımlayanlar? İleri demokrasiyi Ortaçağla tanıştıranlar? Kimler? * * * Diğerleri… Sivil(!) toplum örgütleri… Hep birlikte aynı şarkıyı söylüyorlar… Türban da türban… Gün geçmiyor ki, ilkelerimize ve devrimlerimize dil uzatılmasın. Gün geçmiyor ki bu ilke ve devrimlere yönelik etkisizleştirme girişimleri yapılmasın. 90 yıl sonra cumhuriyetin meclisinde, cumhuriyeti kuran felsefe, ilke ve devrimler birer birer ortadan kaldırılıyor. Özgürlük, özgürlük söylemiyle katlediliyor. Millet, AKP yandaşları olarak yeniden tanımlanıyor. Üstelik “Ben de milletim”, ”Ne Mutlu Türküm” diyen, diyebilen, meydanlara sığmayan ulusun gözünün içine baka baka… * * * Henüz Cumhuriyetin ilk yıllarıdır. Aynı kompartımanda millet ile vekili (köylü ile milletvekili) tren yolculuğu yaparlar. Bir müddet sonra kapı açılır. İçeriye biletleri kontrol eden kondüktör girer. Kondüktör milletvekili olduğunu henüz bilmediği kişiye döner. “Biletiniz” der… Her iki eliyle ceketinin yakalarını tutup biraz da gerilen bu zat, “ben milletvekiliyim” diye karşılık verir. Kondüktör tekrar sorar ve aynı cevabı alır. “Ben milletvekiliyim!” Kondüktör mahcup bir vaziyette, “affedersiniz” der. Ve aynı yerde oturmakta olan köylüye döner, “sizin biletiniz” diye sorar. Köylü, milletvekili olduğunu yeni öğrendiği kişiye ve kondüktöre baktıktan sonra tıpkı milletvekili gibi her iki eliyle yeleğinin yakalarını tutarak ve biraz da gerilerek, “ben de milletim” der… Kondüktör, “ne milleti amca bilet, bilet” der… Köylü yine aynı cevabı verir. “Ben de milletim”… * * * Değerli okurlarım, bugün AKP’nin kadınıyla, erkeğiyle tüm milletin beynine kazımaya çalıştığı baskı ortamına, Atatürkçüler, Kemalistler, vatanseverler, aydınlar, ulusalcılar olarak “ben de milletim” diyerek direnmeliyiz. 29 Ekim’de tüm Türkiye’de ulusça yükselttiğimiz sesi yankılandırmalıyız. Geride kaybetmediğimiz hangi değer kaldı ki? Bu nedenle, “yeter artık”, “ben de milletim”, ”Ne Mutlu Türküm” diyebilen Türk Ulusunun her yurttaşı Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin tüm değerlerine sahip çıkmalıdır. (HABER EKSPRES GAZETESİ- 04.11.20139 ZAFER YAPICI

28 Ekim 2013

Fidanların Geleceği - Zafer Yapıcı

Anayasadaki “Devlet, ormanların korunması ve sahaların genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır” ibaresini dikkate almayan… Yine anayasadaki, “Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz” ibaresini hiçe sayan… Kaz Dağları’nda siyanürle altın arayan, Gezi Parkı’nda, HES’lerde doğaya kıyan, Ak Saray için Atatürk Orman Çiftliği’ni neredeyse yok eden… İstanbul’da üçüncü köprü ve üçüncü havaalanı; ODTÜ’de yol yapmak için binlerce ağacı söken… Teknolojiyi işine geldiği yerde kullanıp, işine gelmediği yerde zorbalığı, talanı ve rantı tercih eden… Kim(ler)? Ya demokrasiyi ayakta tutan unsurların başında gelen ve adaleti inşa eden yargıyı kendine bağımlı hale getiren? Mevcut yasaları, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin kazanımlarını, andımızı, ilke ve devrimlerimizi işlevsizleştirmeye çalışan?... “Burada bir çiftlik kuracağım. Bu çiftlikte hayvanlar yetiştireceğim. Bir küçük ormanın kenarında tarım endüstrimize ait bacalar tütecek...”, “Yeşili görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu fark etsin” diyordu Mustafa Kemal Atatürk, Orman Çiftliği’nin kuruluşunda... “Ağacın bu dalı kesilmeyecek, bina kaydırılarak ağaçtan uzaklaştırılacak!” diyerek bir ağacın dalını kesmemek için binayı raylar üzerinde 4.80 metre kaydırtacak kadar doğaya tutkundu Mustafa Kemal Atatürk. Aslında bu tutku, onun insana verdiği değerin olağan bir yansımasıydı. Atatürk milyonlarca fidan bıraktı arkasında. Milyonlarca aydınlık beyin… Bugün sökülmeye çalışılan şeyler ağaçlar değildir sadece. Halkın toplumsal hafızasıdır. Bugün yeşermesi engellenmeye çalışılan kelimenin gerçek anlamıyla bu ülkenin fidanları değildir sadece. Aydınlık beyinleridir de… Bilinmektedir toplumsal hafıza sökülmeden ağaçlara dokunulamayacağı… Bilinmektedir fidanların kaderinin, aydınlık beyinlerin geleceğine derinden bağlı olduğu. İşte bu yüzden, Türkiye’de doğa direnişi sadece doğa için direniş değildir. Özgürlük için direniştir. Aydınlanma için direniştir… …İnsan için direniştir… (HABER EKSPRES GAZETESİ-28.10.2013) ZAFER YAPICI

21 Ekim 2013

Atatürk’ün Çağında Batı Ve Türkiye Cumhuriyeti- Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, bilindiği gibi Mustafa Kemal Atatürk’ü demokrasi karşıtı bir diktatör olarak gösteren geniş bir literatür mevcut. Bu maksatlı literatüre her gün yeni çalışmalar ekleniyor. Bu yayınlar onu tarihsel bağlamından çekip çıkararak bugünün demokrasi kavrayışıyla ilkelerini ve devrimlerini değerlendiriyorlar. Çünkü ancak bu yolla onu “demokrat olmayan” ilan edebileceklerinin farkındalar. İşte tam da bu nedenle sözkonusu yayınlar aynı dönemde Batı’da ne tip siyasal rejimlerin hüküm sürdüğü konusunda sessizleşiyorlar. * * * Bugünkü yazımızda 1923-1938 arası dönemde Batı’da hangi rejimlerin hakim olduğu konusuna örnekler vermekle yetineceğiz. Kemalizm-demokrasi ilişkisi konusundaki nihai yorumu siz okurlarımıza bırakacağız… * * * Almanya’dan başlayalım. Almanya’da 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’ndan Hitler güçlenerek çıktı. 1930 seçimlerinde % 18, 1933 seçimlerinde % 44 oy aldı. Serbest seçimlerle iktidara gelmesinin hemen ardından çıkardığı Yetki Yasası ile yasama ve yürütme yetkilerini kendinde topladı. Meclisi feshetti. Aynı dönemde İtalya’da neler oluyordu? 1922’de iktidara gelen Mussolini, Faşist Parti dışındaki partileri kapattı. Sendikal hareketleri yasadışı ilan etti. Kitap ve gazetelere görülmedik bir sansür uyguladı. Portekiz 1932’den itibaren Salazar’ın sağcı diktatörlüğüne sürüklendi. İspanya, 1936-1939 İç Savaşı’nın hemen ardından General Franko’nun yönetimine geçti. Franko, 1975’e kadar bir diktatör olarak ülkeyi yönetti. Birçok Doğu Avrupa ve Balkan devletinde sözkonusu dönemde ya krallıklar ya da askeri yönetimler ve diktatörlükler hakimdi. Macaristan, gittikçe diktatörleşen Miklos Horthy’nin yönetiminde bir karanlığa sürükleniyordu. Polonya’da 1926’da bir askeri darbeyle iktidara gelen Mareşal Pilsudski özgürlükleri askıya almıştı. Romanya, Kral II. Karol’un tek kişilik yönetimindeydi. Yugoslavya’yı Romanya Prensesi Maria ile evli Kral Aleksandr yönetiyordu. Arnavutluk’ta 1925 yılında cumhurbaşkanı seçilen Ahmet Zogu, dönemin otoriter eğilimlerine uyarak 1928’de kendini kral ilan etmişti. Yunanistan, 1936’da General Metaksas’ın darbesiyle tanıştı. Yannis Metaksas ilk iş olarak parlamentoyu dağıttı. Sonrasında tüm siyasi partileri kapattı. Bulgaristan, 1936’dan itibaren III. Boris’in kişisel malı gibi yönetiliyordu. Boris, I. Ferdinand ile Burbon hanedanlarının Parma kolundan Maria Luisa’nın oğluydu. Özellikle Boris’in iktidarının son yılları adı konmamış bir faşizm çağı olarak değerlendirilir. Avusturya 1933’te diktatörlük ile tanışmıştı. Sovyet Rusya’da 1922-1953 arası Stalin dönemi idamlar, yargılamalar ve kolektifleştirme girişimleriyle SSCB’de totalitarizmin zirve yaptığı dönemdi. İngiltere, Fransa ve ABD dönemin demokrasileri arasında gösterilebilirdi. Ancak bu üç ülke de “kendine demokrattı”… İngiltere ve İngiliz sömürgeleri “köpekler ve Çinliler giremez” levhalarıyla donatılmıştı. Fransa’nın Afrika sömürgelerinde bir taraftan dinsel baskılarla yerel inanışlar saf dışı bırakılıyor, diğer taraftan zencinin karşısında beyaz insan neredeyse kutsanıyordu. ABD’de zenciler beyazlarla aynı okula gitme, aynı otobüse binme gibi basit haklara bile henüz sahip değildi… * * * Çağ, baskı çağıydı. Sansür çağıydı. Farklılıklara tahammülün olmadığı bir çağdı… Otoriteyi kutsallaşma çağıydı. Mustafa Kemal, bu çağın çocuğu olarak bir çağa uymazlık örneği verdi. Batı’da parlamentolar tasfiye edilirken, Mustafa Kemal Meclis’i kuruyordu. Batı’da seçimle işbaşına gelenler kendilerini kral ilan ederlerken, Mustafa Kemal saltanatı kaldırıyordu. Batı’da kadınlar otoriter yönetimlerin ilk kurbanları olurlarken, Mustafa Kemal kadınları yeni haklarla tanıştırıyordu. Batı’da etnik ayrımcılığa dayanan bir fanatizm kök salarken, Atatürk milleti yurttaşlık bağıyla tanımlıyordu. * * * Bu dönemde Nazizm’in baskısından kaçan birçok Batılı bilim adamı ve sanatçı Türkiye’ye yerleşti. Çünkü o zaman, Batı’dan bakılınca Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiyesi, Avrupa’nın kıyısında bir “demokrasi adacığı” olarak görülüyordu… Ya bugün?...(Haber Ekspres Gazetesi-21.10.2013) Zafer YAPICI

14 Ekim 2013

Bunlar Tarihçi Olabilir Mi?- Zafer Yapıcı

Tarih ile geçmiş arasındaki bağlantı, tarih felsefesinin konusunu oluşturmuş asırlardır. Hikaye kısaca şu. Ranke gibi bazı tarihçiler, tarihçinin geçmişte ne olduysa onu olduğu gibi alıp tarih kitaplarına aktarabileceğine inanırlardı. Bunun için uygun araştırma yöntemleri önerirlerdi. Yani geçmişin bilgisine tarihçinin ulaşabileceğine dair yaygın bir inanç vardı. Zaman içinde bu inanç sorgulanmaya başlandı. Tarihçinin kendi toplumsal bağlamı, ideolojisi, politik hedefleri vb. tarafından belirlenen bir biçimde geçmişi dilediği gibi yorumlayabileceği tartışılmaya başlandı. Her tarih çalışması, bu bakış açısına göre değer yüklüydü. Biz bu yaklaşıma postmodernizm diyoruz. Postmodernizm tarih felsefesini etkilediği ölçüde tarihe güven sarsıldı. Tarihle birlikte bilime de. Bilimin aslında edebiyattan ve kurgudan bir farkının olmadığı dillendirildi. Bir tarih okuru olarak ben, tarihi bir edebiyat türü olarak görmemekte direniyorum. Pozitivist bir bakış açısıyla, geçmişte olanı bulabileceğimizi düşünüyorum. Bunun için “bilimsel araştırmayı” bir kıstas olarak görüyorum. Kendini tarihçi olarak piyasaya pazarlayan, iktidarla bağlantılı bir biçimde eser veren kişiler çoğalıyor. Bu kişiler bilimsel ahlak konusunda da sorunlu kişiler oluyorlar genelde. “Şu kitaba dayanarak bu tezi ortaya atıyorum” diyorlar örneğin. Bakıyorsunuz o kitapta, onun var diye iddia ettiği şeyler aslında yok. Ya da o kitap, o tez yayılsın diye yaratılmış bir uydurma eser… Bu kişilerden bazıları hayal dünyalarındaki kahramanlara “sözlü tarih” eserleri yazdırmaya bile başladılar. Tarihsel figürleri güncel değer yargılarıyla etiketleyen yaklaşımlar bu sözde tarihçilerin çalışmalarında sıklıkla görülüyor. Bu spekülatif söylemler iktidarın işine yaradığı ölçüde sözde tarihçiye kapılar açılıyor. Bir devlet kurumuna yöneticilik, bir medya kuruluşuna yorumculuk veya çok okunan bir gazete köşesi bu kişilere hemen aktarılıveriyor. İktidarın sesi bir gazetenin köşe yazarı “tarihçi (!)” bir zatı örnek vereyim size. Bu zat geçtiğimiz günlerde yayınlanan köşe yazısında Andımızın yazarı Reşit Galip için bakınız ne inciler döktürüyor: “Demokratikleşme Paketi, 80 yıldır çocuklarımıza okul kapılarında içirdiğimiz And’ı tarihe gömmüş oldu. Bir askeri darbeyle geri getirmeye kalkmazlarsa şimdilik ona veda ettiğimizi düşünebiliriz. Peki Andımız’ı başımıza saran mucidi hiç merak ettiniz mi?...” diyor bu zat. Bizde anlatalım Reşit Galip’in hikayesini o zaman. 1893 tarihinde Rodos’ta doğmuş Reşit Galip. İstanbul Tıbbiye’yi bitirmiş bir doktor. Balkan ve I. Dünya Savaşlarına katılmış. Gazi olmuş. İşgal sonrası Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurulması için uğraşmış. Kütahya’nın düşman eline geçmesi ile buradan ayrılmış. Aydın’a gelmiş. Milli Mücadele yıllarında Aydın Cephesi’nde efelerin emrinde doktorluk görevi yapmış. Yeri gelmiş sakat sakat savaşmış. Halk sağlığı ve tarih üzerine pek çok kitap yazmış. Aydın milletvekili olmuş, Milli Eğitim Bakanı olmuş. 41 yaşında Keçiören’deki evinde zatürre nedeniyle ölmüş. Öldüğünde üzerinde eski bir yorgan varmış. Ölümünden sonra Atatürk ailesine ev satın almış…. Reşit Galip’in kim olduğunu öğrendik. Bakalım bu tarihçi (!) Reşit Galip’i nasıl anlatıyor: “Adı, Dr. Reşit Galip. Bir tıbbiyeli ama bulaşmadığı iş yok neredeyse… Reşit Galip, Darülfünun’un yerli kadrosunu ‘inkılapçı değil’ gibi sudan bahanelerle hemen tamamen tasfiye edecek ve Hitler Almanya’sından kaçmak isteyen Yahudi profesörlerle yeni bir ‘Türk üniversitesi’ kurmaya soyunan Eğitim Bakanı olarak tarihe geçecektir…” Tarihçimize göre Reşit Galip Yahudilerle bağlantılı. Bir Siyonist mi yoksa? Yine dönelim tarihçimize. Tarihçimiz kendine bir dayanak icat etmiş, ilk baskısı 1971 yılında yapılan Cemal Granda’nın eserini tek doğru kabul ediyor. Granda’nın yazdıklarının gerçekliğini sorgulamıyor. Bu eserde yer aldığını iddia ettiği şu ifadeyi aktarıyor makalesine: “Şapka devriminden sonra fes bir kenara atılmış, herkes şapka giymeye başlamıştı. Şapkayla beraber bunu giyecek olanların kafa ölçüleri de ortaya çıkmıştı. 1930 yılında Ankara’dayız. O zaman Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip, elindeki bir makineyle herkesin kafasını ölçüyor. Dolikosefal mi, Brakisefal mi? Hatırımda kaldığına göre 77-79 gelen kafalar Dolikosefal, 81’den ileri olanlar da Brakisefal.” Tarihçimiz bir taraftan Reşit Galip’i kafatası ölçen bir ırkçı olarak niteliyor. Aynı anda kafatası ölçümünden kaçan Yahudilere ev sahipliği yapmakla onu neredeyse Siyonist ilan ediyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu… Gelelim gerçeğe, Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanlığı sırasında tıp, fen bilimleri edebiyat ve hukuk alanlarında önemli başarılara imza atmış pek çok bilim adamı Hitler zulmünden kurtarılıp Türkiye’ye getirildi. Yapılan anlaşmaya göre gelen bilim adamları önce Türkçe öğrenecekler sonra Türkçe ders vermeye başlayacaklardı. Birçok üniversitede birçok bilim dalıyla bu hocalar sayesinde tanışıldı. Yapılan, büyük bir üniversite reformu idi. Sözkonusu reformun mimarı ise tarihçimizin ırkçı olarak tanımladığı Reşit Galip idi. Reşit Galip’e bu saldırı oldukça bilinçli. Reşit Galip’i ırkçı ilan ederek, önce Andımızı ırkçı ilan ediyorlar. Sonra da andımızda geçen “Türk” sözcüğünü bir ırka indirgemeye çalışıyorlar. Bu büyük oyunda, gerçek ırkçılar kendilerine yer açmaya çalışıyorlar. Her türlü belge tahrifatı mubah. Bilimsel kriterler yok. Zaten postmodern dünyada yaşıyoruz, öyle değil mi? Yutturduğumuz kadar varız… Arkalarında medya, hükümet, para, ne ararsan çok… İçlerinde bir onur kırıntısı yok… (HABER EKSPRES GAZETESİ-14.10.2013) Zafer YAPICI

07 Ekim 2013

Yorumsuz - Zafer Yapıcı

4 Ekim 2013 tarihli bir gazete haberi… “Behzat Ç. dizisinin senaristi yazar Emrah Serbes hakkında, bir televizyon programında 1 Mayıs olaylarını değerlendirirken Başbakan’a hakaret ettiği gerekçesiyle 12 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Serbes, Erdoğan’a ‘Recep Tazyik Erdoğan’ demişti. Tazyik sözcüğü hakaret kabul edildi. ‘Kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret edildiği’ iddiasıyla açılan dava sürüyor”. * * * Aynı tarihli gazetede yer alan bir diğer haber… “Geçtiğimiz aylarda AKP Tokat milletvekili Zeyit Aslan’ın Meclis’te iktidar kulisi bahçesinde uyurken çekilen fotoğrafı bir gazetede yer almıştı. Bunun üzerine Aslan, kadın gazetecilere yönelik olarak ‘Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların gerçeği bu diye. Ahlaksız olurum değil mi?’ sözlerini kullanmış, bu sözler çok tepki çekmişti. Aslan, dokunulmazlık zırhına sahip olduğundan yargılanamıyor. Konu AKP Disiplin Kurulu’na gelecek. Aslan, AKP Disiplin Kurulu’na “kınama” cezası istemiyle sevk edilmişti. AKP muhabirlerinin edindiği bilgiye göre Zeyit Aslan’a en fazla “uyarma” ya da “kınama” cezasının verilebileceği öngörülüyor”. * * * Emrah Serbes, muhalif yazar. Zeyit Aslan, iktidar milletvekili. İki haberi kesiyorum, yan yana koyuyorum. Önce birine sonra diğerine bakıyorum. Ülkemin haline yanıyorum… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 07.10.2013) Zafer YAPICI

30 Eylül 2013

Seçim Sistemi Oyunları - Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, AKP’nin oylarındaki düşüş eğilimi iktidarı arayışlara itiyor. Önümüzdeki seçimlerde milletvekili sayısında önemli düşüşler yaşanmasına engel olacak tedbirlerin AKP çevrelerinde tartışıldığı haberleri basına yansıyor. Bu tedbirler devlet olanaklarıyla kömür dağıtmaktan, medyadaki muhalif sesleri sindirmeye kadar uzanıyor. AKP içinde birkaç aydır sıklıkla seslendirilen konulardan biri de seçim sisteminde bir değişikliğe gitmek. Daha önce Turgut Özal da seçim bölgeleriyle oynayarak daha az oyla daha fazla milletvekili kazanmanın yollarını aramıştı. AKP de Turgut Özal’ın izinde. Son yerel seçimlerde ilçe sınırlarını değiştirerek oynadıkları oyunu şimdi genel seçimlere taşımak istiyorlar. Seçim sistemindeki değişiklik, seçim bölgelerinin küçültülmesi yöntemiyle gerçekleştirilecek. Böylelikle örneğin şimdiki sisteme göre 90 milletvekiline sahip İstanbul 3 ayrı seçim bölgesine sahipken, yapılacak değişiklik sonrası İstanbul 18 seçim bölgesine ayrılacak. Seçim bölgelerinin daraltılması ile bir seçim bölgesindeki seçmenler en fazla 5-6 milletvekili için oy kullanacaklar. Bu sistem değişikliğinin seçim sonuçları üzerinde büyük etkisinin olacağını hesaplamış AKP’nin ileri gelenleri. Seçim bölgelerini kafasına göre belirleyecek AKP, kendi çıkarına en uygun olan durumu yaratacak. Seçimlere 1-0 önde başlayacak. AKP kurmaylarının beklentisi bu. Hatta bu konuda simülasyonlar da yapılmış. AKP kurmaylarının yaptıkları hesaplamalar, seçim çevresinde milletvekili sayısının düşürülüp bölge sayısının arttırılması durumunda bundan en çok MHP’nin zararlı çıkacağı sonucunu vermiş. Doğu ve Güneydoğu illerinde ise BDP’nin vekil sayısını yükselteceği saptanmış. * * * AKP kurmayları bunlarla uğraşıyorlar. Bu ülkeyi demokratikleştirmenin değil, oy kaybetseler de “cinlik” ile iktidara tutunmanın arayışındalar. Bunu demokratik bir açılımmış gibi sunmak için seçim barajının 1-2 puan aşağı çekileceği de AKP kulislerinde tartışılıyormuş gazete haberlerine göre. İşte size AKP demokrasisi… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 30.09.2013) Zafer YAPICI

23 Eylül 2013

Türk Vatandaşlığı Konusu - Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, vatandaşlığın adı konusu yeni anayasa tartışmalarında önemli bir yer işgal ediyor. AKP’nin bu tartışmalarda BDP ile aynı çizgide yer aldığı görülüyor. Yani hem AKP’de hem de BDP’de “Türk” ifadesinin ya anayasadan çıkarılması ya da sadece bir etnik grubun adıymış gibi diğer etnik gruplarla bir sayılması gerektiği yönünde görüşler hakim durumda. AKP’nin millet düşüncesinin ümmet ile bitişikliği ve BDP’nin etnik milliyetçiliği göz önüne alındığında bu iki hareketin Atatürk’ün yurttaşlığa dayalı millet fikri ile çatışmaları gayet normal. Türk milleti Atatürk tarafından “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı” biçiminde tanımlanmıştı. Etnik kimliğe yönelik en ufak bir öğe içermeden, kapsayıcı bir biçimde kurulmuştu. Değerli okurlarım, bu kapsayıcı kavramsallaştırma etnik vurguya sahipmiş ve hatta ırkçıymış gibi sunularak, aslında yurttaşlığa dayalı bir milliyetçilik düşüncesiyle hesaplaşılıyor. Atatürk’ün anlayışının anayasadan silinmesi dinsel ve etnik millet düşüncelerini ferahlatacak ki AKP ve BDP’nin en temel ortak noktaları bu… MHP’nin bu iki parti karşısında tutarlı bir biçimde Türk vatandaşlığı kavramını savunduğunu görüyoruz. MHP’nin ideolojik çizgisini değerlendirdiğimizde bu yaklaşım garip gelmiyor. Birçok konuda AKP ile üstü kapalı bir uzlaşı içinde yer alan MHP, bu konuda tutarlı bir muhalefet gösteriyor. İşin garip kısmı CHP’nin bu konudaki tavrını incelediğimizde ortaya çıkıyor. CHP’den cumhuriyeti kuran siyasi parti olarak Atatürk’ün yurttaşlığa dayalı bir milliyetçilik fikri ile geliştirdiği Türk milleti kavramsallaştırmasına uygun bir biçimde Türk vatandaşlığı kavramını büyük bir kararlılıkla savunması beklenirdi. Ancak ne yazık ki öyle olmadı. Örneğin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun vatandaşlık maddesiyle ilgili görüşmelerinde CHP’li üç üyenin görüşleri arasında ciddi uyuşmazlıklar gözlemleniyor. Süheyl Batum Türk milleti sözünün yeni anayasada korunması gerektiğinde ısrar ediyor. Batum, komisyonun diğer CHP’li üyeleri olan Atilla Kart ve Rıza Türmen’in AKP-BDP çizgisindeki önerilerine tepki göstererek, “Bizim bu konuda görüşümüz net. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını ‘Türklük’ üzerinden tanımlıyoruz. Bu konu daha önce partimizin MYK toplantısında ele alındı ve çoğunluk tarafından da kabul edildi. Bizim tanımımız çok iyi formüle edilmiş, değiştirmeye gerek yok. Diğer partiler Türk vatandaşlığına gelirse uzlaşırız” diyor. Rıza Türmen, sanki Atatürk’ün Türk milleti kavramsallaştırması etnikçi bir anlayışa karşılık geliyormuş gibi bu kavramsallaştırmayı daha nötr bir “anayasal vatandaşlık” etiketiyle değiştirme ihtiyacını vurguluyor. Bu öneri Türmen’in özgün görüşü değil. Komisyonun AKP’li üyesi Ahmet İyimaya da “ya Türk vatandaşı sözcüğünü anayasadan çıkaralım ya da vatandaş diyerek nötr bir dil kullanalım” diyor. Komisyonda gerçekleşen konuşmaların basına yansıyanlarını takip etmeme rağmen komisyonun diğer CHP’li üyesi Atilla Kart’ın ne demek istediğini anlayamadım. Anlayan birisi varsa bana bildirirse sevinirim. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan bu konuda cumhuriyeti kuran parti içinde bir kafa karışıklığının olması oldukça üzücü ve bir o kadar da düşündürücü. CHP’nin bir an önce kurumsal kimliğine uygun bir format ile seçmenin karşısına çıkması gerekiyor. (23.09.2013- HABER EKSPRES GAZETESİ) Zafer YAPICI

16 Eylül 2013

Türklük, Müslümanlığın Öncüsü Ve Kılavuzudur- Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, bugünkü yazımızda Falih Rıfkı Atay’ın Atatürk ile ilgili ilginç bir anısına yer veriyoruz. Şöyle anlatıyor Falih Rıfkı Atay: “Atatürk sağ iken, büyük İslam kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre Mekke’de toplanacaktı. Atatürk’ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk. Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevi hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı? Biliyordu ki Mekke’ye şapka ile gidilemez. Ama daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirileceğini sanan bir toplum da ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör’ü çağırdı: -Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin dedi. Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Mekke’ye şapka ile gideceksin. Kara taassup sana karşı bile gelse eğilmeyeceksin! Edip Servet Tör, Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi o temsil etti.” Değerli okurlarım, Falih Rıfkı Atay’ın anlattığı bu olay, Atatürk’ün yapmış olduğu devrimlere ne denli kararlılıkla sahip çıktığının bir göstergesi değil mi? Atatürk, “Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevi hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı?” demekle Müslüman ülkelerin de çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasını arzuladığını ve bununla gurur duyacağını aksi halde utanç duyup üzüleceğini ifade etmemiş miydi? Şimdi gelinen noktada siyasal iktidarın, karşı devrimci uygulamalarla aydınlık bir ülkeyi, kara taassubun hakim olduğu ülkelerin seviyesine götürme arzusu içinde olduğu görülüyor. Bu yaklaşımın demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine yapılacak en büyük kötülük olduğu ortada. Peki, bu yaklaşım aynı zamanda, çağdaşlaşmak isteyen Müslüman ülkelerin halklarına da yapılacak bir kötülük değil midir? O ülkelere tarihte olduğu gibi bugün de örnek olacağımıza, onların çağdaşlaşması için elimizden geleni yapacağımıza, emperyalizmin BOP tuzağına düşerek, onlar gibi olma, onlar gibi yaşama, onlar gibi yönetme arzusuna kapılıp laik düzenden vazgeçmeye yönelik adımlar atanlar tarafından yönetiliyoruz. Bu adımlar Türk milleti için utanç duyulacak adımlar oysa… Mekke’de yapılan toplantıya katılan Edip Servet Tör çağdaş giysisi, şapkası ve Kemalist düşüncesi ile tüm Arap delegelerinin takdirini toplayıp, saygısını kazanmıştı. Çağdaşlaşma mücadelesine emperyalizmle savaşarak başlayan bir milletin bilinci Türk temsilcisinde görülüyordu. Ne yazık ki bugün geriliğe hayran olanlar tutmuşlar köşeleri. Geriliğe hayran olanlar, emperyalizmin de ortakları aynı zamanda. Bugün “beyaz çarşaf” giymekle gerici Arap şeyhlerini memnun edip kendi yandaşlarını militanlığa davet edenler, Kemalistlere gözdağı vererek asıl amaçlarının rejimi değiştirmek olduğunu açıkça söylemeye başlıyorlar… Bugün Türkiye, Kemalist devrimiyle Ortadoğu coğrafyasına örnek olarak sunulmuyor artık. Çünkü tarikatçılarla Türk İslam sentezciler (!) kol kola yönetiyor ülkeyi… Bugün Arap kültürü, emperyalist ortağı bir yönetimle Türkiye’yi dönüştürüyor… Kritik dönemeçteyiz. Bundan sonra: Örnek mi olacağız? Örnek mi alacağız? Çağdaş mı olacağız? Çağdışı mı kalacağız? Şeref mi duyacağız? Utanç mı? Millet mi olacağız? Ümmet mi? Bağımsız mı olacağız? Bağımlı mı? Bu sorulara vereceğimiz cevaplar ülkemizin kaderini belirleyecek. Sadece ülkemizin değil, tüm Müslüman coğrafyanın kaderini… Kimileri kararlarını çoktan verdiler. Hatta “beyaz çarşaftan” bile söz etmeye başladılar. Türk Milleti; sıra sende. Ya Kemalist devrimleri koruyarak çağdaşlığı laiklik üzerine inşa edeceksin. Yeniden ışık, yeniden örnek olacaksın. Ya da “beyaz çarşaflıdan” korkarak ortaçağ karanlığına gömüleceksin… (HABER EKSPRES GAZETESİ-16.09.2013) ZAFER YAPICI

09 Eylül 2013

SURİYE’YE MÜDAHALE TARTIŞMALARI- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Suriye’ye olası müdahale ile ilgili meşruiyet arayışları uluslararası kamuoyunun gündemini meşgul etmeyi sürdürüyor. Bu konu ile ilgili yürürlükteki uluslararası hukuk kurallarını kısaca özetleyerek yazıya başlayalım. Uluslararası hukuka göre sınır aşan bir müdahale ancak “meşru müdafaa” durumunda hukuka uygun kabul edilebiliyor. Yani bir devlet bir başka devletin silahlı saldırısına uğradığında, saldırganı defetmek için ölçülü bir biçimde kuvvet kullanabilir. Söz konusu kuvvet kullanımını tek başına yahut diğer devletlerle ortak bir biçimde, Birleşmiş Milletler gerekli önlemleri alıncaya kadar gerçekleştirebilir. Birleşmiş Milletler, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanımını yasaklamışken, bunun tek istisnasını yukarıdaki yol oluşturur. Bunun dışındaki gerekçelerle kuvvet kullanımı hukuka aykırıdır. Bu demek oluyor ki, bir devletin ülkesindeki insan hakları ihlallerini ortadan kaldırmak gerekçesiyle o devlete yapılan bir müdahalenin kendisi uluslararası hukuka aykırıdır. Geçmişte NATO Kosova’ya “insani müdahale” kavramını kullanarak müdahale etmişti. Oysa insani müdahale gerekçesi uluslararası hukuka aykırıydı. Hukuki meşruiyet ile ahlaki meşruiyet aynı şey değil. Bugün Suriye operasyonu için Kosova emsali tartışılıyor. Yani hukuka aykırı bir operasyon, hukukiliğin dayanağı olarak sunuluyor. Olur mu hiç. İşlenen bir suç, daha sonra işlenecek suçları meşrulaştırabilir mi? Suçtan hukukilik emsali yaratılabilir mi? Kimyasal silah argümanı da hiç gerçekçi değil. Irak’a operasyon benzer gerekçelerle başlatılmamış mıydı? Operasyon sonrasında “ay o silahlar aslında yokmuş, kusura bakmayın, yapmış bulunduk” denmemiş miydi? Biz bu sahneyi daha önce görmüştük. Aynı zokayı bir kez daha yiyebilecek balık hafızalı bir uluslararası toplum var mı? En azından Batılı devletlerin kamuoylarının böyle bir operasyona ikna edilemediklerini görüyoruz. * * * Suriye konusu AKP dış politikası adına büyük bir açmaz. Aynı zamanda AKP dış politikasının yapıçözümünü yapmak adına dış politika uzmanları için önemli bir fırsat. AKP ile birlikte kimler uluslararası hukuka aykırı bir Suriye operasyonunu destekliyorlar? ABD, ABD ile aynı çizgideki bazı Avrupa devletleri, Katar, Suudi Arabistan ve İsrail. Suriye’de böyle bir operasyon en çok kimi rahatlatır? İsrail’i. Başka söze gerek yok. * * * Değerli okurlarım, bu arada 2020 Olimpiyat Oyunları için Türkiye Tokyo karşısında elendi. Bu gelişme üzerine 8 Eylül Pazar günkü Akşam gazetesinde gördüğüm manşet Türk basınının utanç resmidir. Akşam “Çapulcu Mutlu” başlığını atmış. Şöyle diyor: “Gezi Parkı’nı bahane ederek her fırsatta İstanbul’u terörize eden ve olimpiyat adaylığı aleyhinde propaganda yapan gruplar sonunda amacına ulaştı.” ABD’de Ronald Reagan “teflon başkan” olarak bilinirdi. Birçok skandal yaşamasına rağmen, bu skandalların kamuoyu popülaritesini zayıflatmasına çeşitli yöntemler kullanarak olanak tanımazdı. Lekeli olan ama leke tutmaz bir başkandı Reagan. Bizde de yandaş medya bir “teflon başkan” yaratıyor. Olimpiyat barış ve “fair play” ruhuysa eğer, Ortadoğu’da savaş söylemlerinizle mi bunu almayı bekliyordunuz? Kendi halkınızı TOMA’larla sindirmeye çalışarak mı? Yoksa ırkçı güreşçilere olimpiyat bayrağı taşıtarak, dopingli atletler yetiştirerek mi? Bu başarısızlık bir yönetim başarısızlığıdır… Ve sadece o kadardır. * * * Bugün 9 Eylül. İzmirimizin; güzel şehrimin güzel insanlarının esaretten kurtuluş gününü kutluyorum. (haber ekspres gazetesi-09.09.2013) Zafer YAPICI

02 Eylül 2013

İLERİ DEMOKRASİNİN ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞI!- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İsmail Kahraman Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Geliştirme Vakfı Meclis Toplantısı’nda özgürlüğü bakınız nasıl anlayıp nasıl anlatıyor: “…demokratik kültürünü, hoşgörüyü, birbirinin yaşam hakkına; hayat tarzına saygıyı anlatmamız gerekiyor. Özgürlük, istediğim yerde istediğim gibi at oynatmak değildir. Özgürlük bir başkasının alanına kadar istediğimi yapmaktır. Kamu düzenini bozarak olmaz bu. Bir başkasının özgürlük alanına saygı duyduğumuz zaman bu ülke tutulamaz…” İyi güzel de, kuvvetler ayrılığından ve hukukun üstünlüğünden söz etmeden geliştirilen bir özgürlük tanımı, özgürlüğü sağlayabilir mi? Sadece özgürlüğün sınırını vurgulamakla yetinirseniz ortada bir özgürlük alanı kalır mı? Değerli okurlarım, çağdaş demokrasilerde özgürlüğün tanımı şöyle yapılır: Toplumun kişilere ayırdığı, içinde kişilerin kendi iradelerinin geçerli olacağı, siyasal iktidarın karışamayacağı, hukukun korunduğu bağımsız alandır özgürlük… Eğer bir iktidar kuvvetler ayrılığı ilkesini tanımıyorsa, hukuku kendi düşüncesi doğrultusunda şekillendiriyor ve siyasallaştırıyorsa ve sonra da çıkıp yüzeysel bir tanım yapıyorsa buradan demokrasi çıkmaz. Siyasallaşmış bir hukuk düzeni nasıl olur da kişinin bağımsız özgürlük alanına karışan, müdahale eden bir iktidara karşı kişinin özgürlüğünü koruyabilir? Buna cesaret edebilir? Onun için diyoruz ki, özgürlük ancak, kişilerin kendi iradelerinin geçerli olduğu alana iktidarın karışamayacağı ve hukukun siyasallaşmadığı ve koruduğu bir düzen içinde var olur. Özgürlük bu şekilde algılanmalı, anlatılmalı ve uygulanmalıdır… * * * Değerli okurlarım, Başbakan Erdoğan daha evvel AKP Gençlik Kolları Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada da, “…En önemlisi de milli manevi değerlerine sahip çıkan, onları yaşatan, geleceğini geçmişinden aldığı güç, gurur ve ilhamla şekillendiren bir gençlik tasavvur ediyoruz. Altını çiziyorum modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum” demişti. Bu sözler Erdoğan’ın yukarıdaki özgürlük açıklamasını dahi aratıyor… * * * Başbakanın her iki konuşmanın arasındaki farkı görebiliyor musunuz?... Başbakan, özgürlüğü tanımlarken bir taraftan, “demokratik kültürünü, hoşgörüyü, birbirinin yaşam hakkına; hayat tarzına saygıyı anlatmamız gerekiyor” diyor. Diğer taraftan dininin…kininin…davacısı bir gençlikten bahsediyor. Bir taraftan “…Biz bir başkasının özgürlük alanına saygı duyduğumuz zaman bu ülke tutulamaz…” diyor. Diğer taraftan, kişinin özgürlük alanının en mahrem köşelerine girip yapması gereken çocuk sayısına hatta yapacağı ameliyata (sezaryen) kadar karışmayı kendisinde hak görebiliyor. Bir taraftan kendi zihniyeti doğrultusunda istediği yerde istediği şekilde taraftarları ile çoğu devlet olanaklarının seferber edildiği mitingler düzenliyor. Diğer taraftan Gezi Parkı’nda, üniversitelerde, meydanlarda hak arayan halkı hükümetine karşı geldi diye tutuklatıyor. Bir taraftan özgürlüklerden bahsediyor. Diğer taraftan aydınları, gazetecileri, bilim insanlarını, komutanları, ulusalcıları kendini eleştirdi diye, sözde darbe yapacaklar diye siyasallaştırdığı hukukuyla yargılıyor. Onların özgürlüklerini elinden alıyor. Sizce, bunu adı ne olabilir? Özgürlüğü yok etme özgürlüğü olabilir mi? Özgürlük senin istediğin yerde istediğin gibi at oynatman ve başkasının sana tabi olması mıdır? Bu ne yaman çelişki… İşte Başbakanın ve AKP iktidarının demokrasi ve özgürlük anlayışı bu. Bunun adına da “ileri demokrasi” diyorlar… Bu takiyye değil de nedir?!...(HABEREKSPRES GAZETESİ-02.09.2013) ZAFER YAPICI

26 Ağustos 2013

AK SARAY İÇİN ATATÜRK’ÜN ESERİ YOK EDİLİYOR- ZAFER YAPICI

AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan, bu sene bayram sonrası tatilini Bodrum’un Torba ve Güvercinlik koylarında geçirdi. Buralarda gördüğü çarpıklıkları bürokratlara tek tek not ettirdi. Erdoğan, “Bu kadar vicdansızlık olmaz. Yapılaşmalar denize kadar girmiş. Kıyı kenar çizgisi filan hak getire. Neredeyse denize düşecekler. Çevre Bakanı ve ekibiyle Torba ve Güvercinlik koylarını gezdik. Durum felaket. ‘Çevre çevre’ diyenlerin çevre duyarlılıklarını gördük. Tutanaklar tuttuk. Bütün sahil bandını denetleyeceğiz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kendi açısından, Kültür ve Turizm Bakanlığı kendi cephesinden, İçişleri Bakanlığı belediyeler boyutundan bakacak. Kıyı kenar çizgisi incelemesi yapılacak. Belediyeler bu inşaatlar yapılırken neredeymiş, nasıl izin vermişler anlamak mümkün değil. Haklarında dava açılabilir, gerekirse de görevden almalar olabilir. Denetimler ve cezai işlemlere hemen başlıyoruz. Valilikler kolluk güçleri verecek. Yıkımlara başlayacağız”. Başbakanın açıklamalarının ardından akla hemen şu sorular geliyor. Sayın başbakan, on bir yıldır kesintisiz iktidarsınız. Daha önce nerelerdeydiniz?... Zehirli varillerle, asbestli gemilerle, siyanürle hepimiz zehirlenirken, orman arazilerinin önce “vasıfsızlaştırılıp” sonra satılmasıyla “lüks villalı” orman talanları yaşanırken nerelerdeydiniz?... Atatürk Orman Çiftliği’nin ortadan kaldırılması kararını Mısırlı cunta lideri Sisi mi verdi? Üç bloktan oluşacak toplam 150 bin metrekarelik pentagon tipi ak sarayınız ve 12 kilometrelik 8 şeritli gidiş geliş yolunuz için 10 bin ağacı Irak Başbakanı Maliki mi kestirdi? Sanki Ankara’da başka uygun alan kalmamış gibi Atatürk Orman Çiftliği’ne stadyum ve spor tesisi yaptırma kararını Beşar Esad mı aldı? Bunlar olurken nerelerdeydiniz?... Sayın Başbakan, Bodrum’da kıyı gezintisi yaparken yapılan talanları görüp dehşete düştünüz. Haklı olarak “çevre çevre diyenlerin çevre duyarlılıklarını gördük” diyerek gerekli yasal işlerin hemen başlatılmasını istediniz… İyi de AKP iktidarının çevre duyarlılığını hiçe sayarak yaptığı orman talanları ile ilgili yasal işlemlerinin yapılmasını neden hiç düşünmediniz? Sizin deyiminizle, “bu kadar da vicdansızlık olmaz ki”… * * * 40 kişinin bir saatte havaya bıraktığı karbondioksiti yetişkin bir çam ağacı 1 saatte oksijene dönüştürür. 1 hektar çam ormanı havadaki 36.4 ton tozu süzer ve 30 ton oksijen üretir. Yetişkin bir kayın ağacı kökleriyle 10 ton su tutabilir. Büyük bir kayın ağacı, 72 kişinin bir günlük oksijen ihtiyacını karşılayabilir. Ağaç ve ormanlar oksijenimizin 2/3’sini üretmektedir. Yani oksijen fabrikasıdır. Çam ormanlarının oksijen üretimi yılda hektar başına 30 ton, yapraklı ormanların oksijen üretimi 16 ton, tarım bitkilerinin oksijen üretimi 3-10 tondur. Ormanların önemi ortada. Bu yüzden var olanı korumakla yetinmemeliyiz. Geçmişte orman yangınlarında kaybettiğimiz yaşam kaynaklarımızı göz ardı etmemeliyiz. Yeni orman sahalarımızı hızla çoğaltmalıyız. Bu bilinci hızla yaymalıyız. *** Değerli okurlarım, yukarıda açıklamaya çalıştığım başta insan olmak üzere yaşayan tüm canlıların yaşam kaynağı olan ormanların, ağaçların ortadan kaldırılmasını umursamayan bir iktidar var ortada. Bu iktidarın baş¬ba¬kan yar¬dım¬cı¬sı Be¬kir Boz¬dağ, CHP’¬li Se¬la¬hat¬tin Karaahmetoğlu’nun so¬ru öner¬ge¬si¬ne ver¬di¬ği ce¬vap¬ta, Atatürk Orman Çiftliği’nde yol çalışması için 10 bin ağa¬cın sö¬kül¬dü¬ğü¬nü doğruluyor. Ne hazin… Bu hazin durumu yaratanlara; “insan-insan çelişkisi” üzerinden “insan-doğa çelişkisini” şuursuzca büyütenlere bir ders vermeliyiz. Toplumsal değişmenin yönünü “insanlığa” çevirmeliyiz. Yozlaşma ve talanların hesabını “insan” adına olduğu gibi, “doğa” adına da sandıkta Türk Milleti olarak AKP’den sormalıyız… Ağacı, yeşili, ormanı kısaca yaşamı betonlaşmaya feda eden AKP anlayışını tüm milletimiz görmelidir. Atatürk’ün tüm yapıtlarını tek tek ortadan kaldırmak için seferber olan AKP Hükümeti ve onun başı Erdoğan şimdi de “beyaz” saray özentisi için on bin ağacı ve bir o kadar da çiçek, böcek, arı, kelebek, sürüngen, sincabı; kısaca ormanda yaşayan canlıları ölüme terk etmiştir. Sadece bir özenti yüzünden; belki de sadece Atatürk’ün mirasını, yapıtlarını ortadan kaldırmak için… * * * Değerli okurlarım, Erdoğan’ın bu tutum ve davranışına verilecek en anlamlı cevap Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerinde gizli… Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi açış konuşmalarında, doğal varlıklarımız olan ormanların korunması; dengeli ve tekniğe uygun şekilde işletilmesine yönelik konulara da yer vermiştir. Henüz 1 Mart 1922 tarihinde birinci dönem üçüncü yasama yılı konuşmasında, ormancılığın kurallarını şöyle ortaya koymuştur: “Gerek tarım, gerek memleketin varlık ve genel sağlığı konularında önemi kesin olan ormanlarımızı da modern önlemlerle iyi duruma getirmek, genişletmek ve en yüksek faydayı sağlamak da önemli kurallarımızdan biridir.” “Ormansız bir yurt, vatan değildir.” M. Kemal Atatürk “Yeşil görmeyen gözler, renk zevkinden yoksundur. Burasını öyle bir ağaçlandırın ki, kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu anlasın.” M. Kemal Atatürk “Uygarlığın temelinde var olanların arasında ağaç, çiçek ve yeşillik bulunmaktadır. Bunlar olmadan uygarlığın korunması mümkün değildir. Yeşillikle her şey tamamlanır; gözle görünür bir rahatlama, elle tutulur bir gelişme içine girilir.” M. Kemal Atatürk * * * İşte Cumhuriyeti kuranların doğaya ve insana bakış açısının AKP’yi kuranlardan farkı... (26.08.2016- HABER EKSPRES GAZETESİ) Zafer Yapıcı

19 Ağustos 2013

EKONOMİK KRİZ BEKLENTİSİ ARTIYOR- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, ekonomi alanında çok ciddi bir krizin ilk işaretleri beliriyor. Ekonomistlerin yorumlarına göre Avrupa ekonomisinde son 1,5 yıldır süren yavaşlamanın sonuna geliniyor. 2013’ün ikinci çeyreği için Avrupa’da büyüme beklentileri artıyor. Bu durum ilk aşamada Türkiye ekonomisi için olumlu bir tablo anlamına geliyor. Çünkü toparlanan Avrupa ülkelerinin Türkiye’den ihraç ürünlere daha fazla yöneleceği ve bölgeye yönelik Türk ihracatında bir düzelmenin gerçekleşebileceği ileri sürülüyor. Ancak daha detaylı bir analiz, Avrupa’nın toparlanmasının Türkiye üzerindeki olumsuz etkilerini de ortaya koyuyor. Avrupa toparlandıkça daha fazla sermaye çeker hale geliyor. Kaçınılmaz bir biçimde bu durum Türkiye’den sıcak para çıkışını gündeme getiriyor. Nitekim Türkiye’de borsa gibi sahalardaki yabancı portföyünde mayıs ayının sonlarından günümüze kadar büyük bir erime gözlemleniyor. 30 milyar dolarlık bu erime, sıcak paraya bağımlı hale getirilen Türk ekonomisi için krizin ilk işareti olarak yorumlanabilir. İki aylık bir dönemde yabancıların hisse senedi portföyünün dörtte bir oranında azalması ekonomik dengeler açısından pek hayra alamet değil… Bu durumda enflasyon beklentileri yükseliyor. Oysa geçen haftalarda değindiğimiz memur toplu sözleşme görüşmelerinde hükümet ile uzlaşan Memur-Sen, hükümeti bu süreçte biraz olsun rahatlattı. 2014 yılı için enflasyon farkının ödenmemesini kabul etti. Bu durum hükümetin de 2014 için enflasyon beklentisinin arttığını ve bu beklentinin etkisiyle yüzdelik bir zam ve enflasyon farkı önerisiyle memurun karşısına çıkmadığını ortaya koyuyor. Bu kış zor geçebilir… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 19.08.2013) Zafer YAPICI

05 Ağustos 2013

SEVGİYLE DOKUNMANIN GÜCÜ- ZAFER YAPICI

Bir yaşanmış olayı siz değerli okurlarımla da paylaşmak istedim. Britanya’da doğan ikizleri muayene eden doktorlar ikizlerden birinin çok sağlıklı olduğuna, ancak diğerinin yaşama şansının bulunmadığına karar verirler. Doktorlar ikizlerin ayrı ayrı kuvözlere konulmasını hemşireye söylerler. Ancak hastanedeki kural tanımaz hemşire ikizleri ayrı ayrı kuvözlere değil aynı kuvöze koyar ve onları izlemeye koyulur. Aradan biraz zaman geçince yüzüstü yatmakta olan ikizlerden sağlıklı olanı içgüdüsel bir şekilde, ölümü bekleyen kardeşinin sırtına kolunu koyarak ona sarılır. Bu sarılışın etkisiyle hayatından ümit kesilen kardeşin kalp atışları ve vücut ısısı normale döner. Hemşire bu durum karşısında duygulu anlar yaşayarak doktorlara haber verir. Gelen doktorlar aynı kuvöze konulmuş ikizleri sarılmış bir halde bulurlar. Yaşamaz denilen bebeğin hayata döndüğünü fark edince şaşırırlar… İşte değerli okurlarım, minik bir bebek, “yaşamaz” denilen ikizine sarılarak onun hayat fonksiyonlarının düzelmesini sağlar. Sevgiyle dokunmanın gücü bu olsa gerek… Sarılmanın; ancak sevgiyle sarılmanın ne kadar hayati önem taşıdığına bir örnektir Britanya’da yaşanan bu unutulmaz olay. * * * Ya biz sevgili okurlarım, yakınlarımıza etrafımızdaki hastalara, yaşlılara, kimsesiz çocuklara, engellilere, yoksullara, zor durumda olanlara sevgiyle dokunabiliyor muyuz? Onlara sevgiyle sarılabiliyor muyuz? Gelecek için umut olabiliyor muyuz? Onlara yaşam sevinci verebiliyor muyuz?... Yoksa yaşadığımız şu süreçte karşılıksız sevmeyi ve sevilmeyi mi unuttuk?... On bir yıldır yaşadığımız tüm umutsuzluklar bizlerin sevgi ve umutlarını kırmasın. Güzel günler görmek uzak değil; yakın. Yeter ki içinizdeki sevgiyi ve umudu yitirmeyelim. İçimizde sonsuz bir hazine var. O hazinenin adı “sevgi”. O hazineyi yaşanan türlü olumsuzluklara rağmen dışarı çıkarmalıyız; paylaşmaktan korkmamalı, sevgiye muhtaç olanlara dağıtmalıyız. İşte o zaman yaşamı ve umutları yeşertebiliriz. Tıpkı ikiz bebekler gibi… Haydi, vakit kaybetmeden umut ormanlarımıza sevgi fidanları dikelim. Tüm Türkiye’yi sevgi ormanları haline getirelim… Sevgimizi, umudumuzu ve geleceğimizi paylaşalım.(haber ekspres gazetesi-05.08.2013) ZAFER YAPICI

22 Temmuz 2013

DIŞİŞLERİ’NE DARBE- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’de iktidar değişimlerinin yol açtığı kadrolaşmalardan en az etkilenen kurumların başında olagelmiştir. Dışişleri Bakanlığı düzleminde yükselebilmek için meslek memurluğundan başlayan uzun bir süreç yaşanır. Genel bir sınavla kadroya alınan meslek memurları, yeniden sınavlara tabi tutulur. Ancak bu sınavların sonucunda başarıya ulaşırlarsa büyükelçiliğe ve merkez teşkilatta yöneticiliğe yükselmek mümkün olur. Söz konusu meslek içi ilk sınavlarda başarıya ulaşanlar önce “başkatiplik” ünvanını kazanırlar. Sonra adım adım yükselirler. Geçtiğimiz haftalarda yine bir gece yarısı operasyonu ile torba yasa önerisine eklenen bir önergenin mecliste kabul edilmesinin sonrasında bu düzen tamamen değiştirildi. Bu değişiklik ile Dışişleri Bakanlığı’nın tüm üst kadrolarının hariçten atanacak kişiler tarafından doldurulmasının önündeki engeller kaldırıldı. Düzenlemeye göre, büyükelçi veya temsilci olarak yurtdışı göreve hariçten atananlar, döndüklerinde büyükelçi ünvanlarını koruyarak bakanlıktaki üst makamlara getirilebilecekler. Bu hususta meslek memurlarıyla aynı hükümlere tabi olup aynı haklardan yararlanabilecekler. AKP, meslekten dışişleri bakanlığı ile bağlantısız kişilerin bakanlığa doluşturulması sürecini adım adım başlatmıştı. 7 Temmuz 2010 tarih ve 6004 sayılı yasa ile bakanlık haricinden yurtdışına büyükelçi olarak atananların, ihtiyaç halinde merkeze dönüp bakanlıkta çalışmaları ve büyükelçi ünvanını kullanmalarına, öncesinde bir başka kamu kurum veya kuruluşuna mensup olmaları durumunda olanak tanınıyordu. Artık bu koşul da ortadan kaldırıldı. Bu durum hariciyeciliğin bir kariyer olmaktan çıkarılması demektir. Örneğin başbakana övgüler düzmekle ünlenen bir gazeteci, bir eski arkadaş, “yakinimdir kartvizitiyle” dışişleri bakanının kapısını çalan bir vasıfsız, Gezi Direnişi’ne karşı bağırıp çağıran bir güreşçi önce büyükelçi yapılabilecek. Sonra bu kişi bir iki ay içinde merkeze çekilip genel müdürlüklerin birinin başına geçirilebilecek. Yazık… (HABER EKSPRES GAZETESİ-22.07.2013) Zafer YAPICI

16 Temmuz 2013

DENETİME OPERASYON- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, 9 Temmuz 2013’te TBMM gündemine bir gece yarısı önergesi geldi. Bu önerge ile TBMM’de görüşülmekte olan Torba Yasa içerisine meslek odalarını ve tüm toplumu ilgilendiren önemli maddeler eklendi. Hatta Meclis İçtüzüğü’ne aykırı olarak önergenin tamamı okunmadan Genel Kurul’da kabul edilen 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 8. Maddesine bir bent eklendi. Bu hükümle “Harita, plan, etüt ve projeler; ilgili idare kanunlarında açıkça belirtilen yetkili kuruluşlar dışında meslek odaları dahil başka bir kurum ve kuruluşun vize veya onayına tabi tutulamaz…” denerek Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı meslek odalarının meslektaşları üzerindeki denetimi tamamen kaldırıldı. TMMOB’ne bağlı odalar bu değişikliği şu şekilde yorumlayarak protesto ettiler: • Ülke kaynaklarının talanına karşı çıkan meslek odalarını işlevsizleştirme, • Odaların üyeleriyle ilişkisini zayıflatmak ve giderek ortadan kaldırmak, • Odaların gelirlerine el koymak, • Kamusal-toplumsal kaynak ve varlıkların talanını iktidarın elinde merkezileştirerek piyasaya açmak, metalaştırmak, • Kentsel dönüşüm, kentsel rant programlarının önündeki bilimsel, teknik mesleki denetimi ve toplumcu engelleri ortadan kaldırmak, • Özerk yerinden yönetim kuruluşları olan Belediyeler ve Meslek Odalarının Anayasal hak, yetki ve görevlerini ellerinden almak, • Mimarların Fikir ve Sanat Eserleri Yasası kapsamındaki mimari projelerini eser olmaktan çıkarmak, telif haklarına el koymak. Değerli okurlarım, bu değişiklikler ile meslek odalarının mesleki denetim yapma yetkileri ortadan kaldırılmak istenmektedir. Bu nedenle söz konusu anti demokratik değişiklikler tüm toplumu ilgilendirmektedir. AKP’nin rant dağıtım sistemine taş koyan yapılar üzerindeki işlevsizleştirme girişimleri TMMOB ile başlamadı. TMMOB ile de bitmeyecek. Oysa iktidarın çok boyutlu bir denetime tabi tutulması demokrasilerin olmazsa olmazı…(haber ekspres gazetesi- 15.07.2013) Zafer YAPICI

08 Temmuz 2013

MISIR’DA NE OLDU?- ZAFER YAPICI

Ortadoğu’da önemli bir momentum gözlemleniyor. Sonradan Arap Baharı olarak adlandırılan süreç diktatör liderlere karşı toplumsal memnuniyetsizliğin bir tezahürüydü, bu anlamda geniş bir tabana dayanıyordu. Ancak Arap ülkelerinde bu süreçte yaşanan devrimler ile birlikte siyasal İslamcı gruplar güçlerini arttırdılar, iktidara taşındılar. Kısa zamanda da geçmiş dönemlere kıyasla daha diktatör bir çizgiye büründüler. Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Mısır’da iktidara gelen Mursi bunlardan biriydi. Müslüman Kardeşler’in biraz rastlantı sonucu devlet başkanı adayı olan Mursi, iktidarının ilk yılı tamamlanmadan anayasal yetkileri tekelde toplama girişiminde bulundu. Mursi aynı zamanda Katar ve Suudi Arabistan gibi Körfez monarşileri ve ABD ile işbirliği halinde Ortadoğu’nun siyasal İslamcı dönüşümünü gerçekleştirme noktasında aktif yer aldı. Mursi, AKP için de önemli bir stratejik müttefik anlamına geliyordu. 2000’lerin ortalarından itibaren mezhepsel bir Ortadoğu politikasına ve Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığına aynı anda yönelen AKP Yönetimi için Mursi’nin Mısır’ı en önemli dosttu. Onun için Türkiye’de Gezi Parkı olaylarının en hızlı günlerinin yaşandığı Haziran ayında Mısır’da Müslüman Kardeşler’in girişimiyle Tayyip Erdoğan’a destek mitingleri düzenlenmişti. Onun için Tahrir Meydanı’nda kalabalıklar protestolarını arttırınca İstanbul’da “Mursi’yi yedirtmeyiz” gösterileri yapılmıştı. Evet, Mursi bir askeri ihtilalle devrildi. Ancak Mursi ne sütten çıkmış ak kaşıktı ne de bir demokrasi kahramanı. Biriken kalabalıkları sadece Batı komplosuyla açıklarsınız gerçeği göremezsiniz. Mursi’nin askeri yönetim tarafından devrilmesi meşru görülmeyebilir. Ancak bu müdahalenin gerçekleşmiş olması da Mursi iktidarının geçmişte her yaptığını meşrulaştırmaz, unutturmaz… * * * Değerli okurlarım, Mısır’da ihtilali yapanların da cüzdanlarının tıpkı Mursi gibi ABD menşeli kartvizitler ile dolu olduğu anlaşılıyor. Bu durum, Mısır’da ABD’ye ılımlı İslamcıların yerini (en azından şimdilik) ABD’ye ılımlı laiklerin aldığını gösteriyor. Emperyal ilişkiler düzleminde baktığımızda son tahlilde bir fark görülmüyor. Ancak sürecin Batı ve Arap Birliği tarafından desteklenmesi bir şeyi gözler önüne seriyor: Türkiye, AKP iktidarında siyasal İslamın Batı ile uyumluluğunu gösteren bir örnek olması nedeniyle “yeni rejimi” ile önemliydi. Modelleştirilen şey aslında bu rejim idi. Artık bu modelin bir geçerliliği kalmamıştır… ABD, uygun koşullarda, kendi çıkarlarına hizmet eden diğer gruplarla da ortaklıklar kurabileceğini göstermiştir. Böylesine bir ortaklık arayışına girmek, merkez-çevre ilişkisi bağlamında çevre ülkelerde kişiye iktidarı getirir belki ama muktedir olmayı getiremez… (haber ekspres gazetesi- 08.07.2013) Zafer YAPICI

01 Temmuz 2013

BAŞBAKAN GAZZE’YE GİDERSE…ZAFER YAPICI

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hemen her konuşmasında AKP iktidarında Türkiye’nin gündem yaratma kabiliyetine sahip bir uluslararası aktör biçimini aldığını ifade ediyor. Türkiye’nin aktif dış politikası sayesinde, çevresinde ve uluslararası sistemde hesaba katılması gereken bir güç olarak algılandığını ileri sürüyor. Değerli okurlarım, AKP iktidarında Türk dış politikasının aktif olduğu doğrudur. Ancak her aktif dış politika otomatik olarak başarılı demek değildir. AKP’nin dış politikası da aşağı yukarı böyledir. AKP kısaca bir “taraf politikası” izlemektedir. Hedeflediği ülkelerde can ciğer kuzu sarması olduğu gruplar olduğu gibi, tam da bu yaklaşımından dolayı düşmanlaştırdığı kitleler de vardır. Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Lübnan’da, Katar’da, Suudi Arabistan’da; Ortadoğu’nun her bölgesinde bu böyledir… Belki hatırlarsınız. Kasım 2010’da Başbakan Erdoğan’ın Lübnan ziyareti sırasında 150 kişilik bir grup “Hoşgeldin Sultan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin ve dünyanın lideri” ve “Yeni Osmanlılar Lübnan’da” pankartları açmışlardı. Dışarıdan bunu gören biri ilk aşamada olayı AKP iktidarının Türkiye’nin uluslararası saygınlığını arttırmadaki bir başarısı olarak yorumlayabilirdi. Oysa Lübnan’da bu karşılamayı örgütleyen siyasi çevreler ile AKP’nin özelleştirme faaliyetleri arasındaki dolaysız ilişki, karşılamanın aslında bir “ticari ilişki biçimi” olduğunu göstermeye yetmişti. Türkiye’de sultanlaşan Lübnanlılar Tayyip Erdoğan’ı sultan gibi karşılamıştı. AKP, doğal olarak Lübnanlı orta ve düşük gelir gruplarından insanların tepkisini çekti… Bugünlerde Tayyip Erdoğan’ın Gazze’yi ziyaret edip etmeyeceği tartışılıyor. Gazze’de bilindiği üzere adı tarihi tedhiş eylemleriyle özdeşleşmiş Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olan Hamas hakim. Hamas ile AKP arasındaki bağlantı kuvvetli. Bağlantı o kadar kuvvetli ki Hamas lideri İsmail Heniye, 2010 yılında doğan torununa Filistin konusundaki yaklaşımı nedeniyle başbakan Erdoğan’a bir minnet göstergesi olarak Erdoğan ismini koymuştu. Heniye geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan’a olası Gazze ziyareti ile ilgili iddialı bir tören hazırlığına giriştiğini açıkladı (Sabah, 26 Haziran 2013). Oysa El Fetihli Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Hamas-El Fetih ayrılığından söz edip, bu görüş ayrılığı sürdükçe Erdoğan’ın Hamas yönetimindeki Gazze’ye gitmesine karşı çıktığını beyan etti (Taraf, 18 Mayıs 2013). Değerli okurlarım, Hamas’a ihtiyacı olduğu uluslararası meşruiyet AKP aracılığıyla sağlanıyor. Oysa Filistin yönetimini üstlenen El Fetih, Hamas ile sorunlu. Tayyip Erdoğan Gazze’ye giderse, bilin ki Hamas tarafından programlı büyük gösterilerle karşılanacak. Ortadoğu’nun lideri biçiminde sunulacak. Böylelikle hem Hamas, El Fetih karşısında bir zafer imajı yaratacak. Hem de Tayyip Erdoğan iç kamuoyuna Filistin davasını da destekleyen büyük bir dünya lideri biçiminde sunulacak. El Fetih ya baskı ile sürece dahil edilecek ya da devre dışı bırakılmaya çalışılacak. Büyük ihtimalle, Ankara’nın orta yerinde gündüz vakti, belediye başkanının organize etmekte artık ustalaştığı havai fişek gösterileriyle karşılanacak Erdoğan. Tüm bunlar ne demek oluyor? Karlı özelleştirmelerle Türk devlet teşekküllerine el koyan, Lübnan’da yönetim çevreleriyle doğrudan bağlantılı zenginlerin hazırladığı törenler mi Türkiye’nin güçlenen imajının göstergesi olacak, yoksa Filistin halkını ikiye bölmeye hizmet eden, El Fetih karşısında Hamas’ı destekleyen AKP politikaları mı? Başbakan Gazze’ye giderse sultanlar gibi karşılanır. Bu durum Türkiye’de iç kamuoyuna Filistin davasını sahipleniş öyküsü olarak sunulur. Herkes de buna inanır (?). Oysa gerçekte yapılan tam da İsrail’in ve ABD’nin istediği olur. Çünkü Hamas-El Fetih bölünmesine AKP tarihi bir destek vermiş olur. (haber ekspres gazetesi-01.07.2013) Zafer YAPICI

24 Haziran 2013

BU BEN MİYİM? O ANI HATIRLAMIYORUM!...

Değerli okurlarım, 2 Haziran günü İzmir Kordon’da sahilde oturan genç bir kızın saçını çeken polisin Mülkiye ve Polis Başmüfettişlerinin yürüttüğü soruşturmada verdiği ifade adeta insanın kanını dondurdu… Genç kızın saçını çeken polise saç çekme görüntülerini göstererek olayın nasıl geliştiğini soran Mülkiye ve Polis Başmüfettişlerine bakın polis ne cevap verdi: “-Bu ben miyim? O anı hatırlamıyorum. Yirmi saat boyunca uykusuz, ayakta ve görev başındayım. Bu yaşananları hatırlamıyorum bile…” Kısaca polis üzgün bir ifade ile pişman olduğunu belirtti. İşte değerli okurlarım bir aya yakın bir süredir devam eden Gezi olaylarında yaşanan tüm olumsuzlukların ve şiddetin nedeni olarak bazı sihirli sözcüklerin arkasına sığınılıyor. Böylelikle vicdanlarını bir nebze olsun rahatlatmanın yollarını arıyorlar belki de… “Bu ben miyim?”, “O anı hatırlamıyorum”, “20 saat boyunca uykusuz, ayakta ve görev başındayım”. Peki ya Türkiye’nin her yanında Gezi olaylarını destekleyenlere karşı uygulanan tazyikli sular, biber gazları, coplar? Şiddet sergileyen sivil ve resmi giyimli polisler, eli sopalı AKP militanları? Onlar da mı aynı şeyleri söyleyecekler bir gün sorgulanırlarsa! … O anı hatırlayamadım diyenlere biz hatırlatalım: Dört kişi hayatını kaybetti. Elli beş kişi ağır yaralı. Doksan bir kişi kafa travmasına uğradı. Beş ağır yaralının hayati tehlikesi mevcut. On kişi gözünü kaybetti. Bir kişinin dalağı alındı. 7478 kişi yaralı. Gözaltılar… Bu sayılar her “hatırlayamadım” deyişten sonra artarak devam ediyor. Başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, AKP milletvekilleri, valiler ve emniyet yetkilileri, polisleri bu şiddet içeren davranışları yapmaya zorlayan nedenin “20 saat boyunca uykusuz ve ayakta görev yapmanın vermiş olduğu bir yorgunluğun dışa vurumu” olduğunu bilip buna rağmen önlem almadılarsa… …ve polisi vazife yapmaya zorlayarak daha fazla hata yapmasına, suç işlenmesine bilerek göz yumdularsa, o zaman bilinmelidir ki göz yumanlar da aynı suçu işlemişlerdir. Sanırım onlar da sorgulansalar, “Bu kararı veren biz miyiz, Allah Allah?”, “O anı inanın hiç mi hiç hatırlamıyorum”, “20 Saat boyunca uykusuz, ayakta ve görev başındayım devlet işleriyle uğraşıyordum” derlerdi… Performans sözcüğünü dillerinden düşürmeyen iktidarın Gezi olayları göz önüne alındığında aslında performansının ne kadar düşük olduğu da ortaya çıkmış oldu… AKP iktidar ve kurumları en fazla 20 saat dayanabiliyor halkın tepkisine… Oysa halkın performansı saatlerce, günlerce, haftalar, aylar, yıllarca sürebilecek güçtedir. Ayakta ya da oturarak. Kitap okuyarak ya da şarkı söyleyerek. Her an yeni bir hamle ile bu ülkeye adım adım demokrasiyi yerleştirerek. Şimdi sormak gerekmez mi? Bu düşük performansla iktidarınız Türk Ulusunun giderek artan bu yüksek performansına nasıl ayak uyduracak?... * * * “Kendini ulusuna hizmet etmeye adayan siyasetçiye devlet adamı denir. Ulusun kendisine hizmet etmesi gerektiğini düşünen devlet adamına ise siyasetçi denir.” George Pompidou. “Şiddetli sevinçlerin şiddetli sonları vardır” William Shakespeare “Dünyada hiçbir şey insanı kin besleme duygusu kadar yıpratamaz” Nietzche Ulusuna hizmet etmeyi devlet adamlığı olarak algılamayan, şiddeti ve kini, sevinç ve başarı gibi gören yıpranan siyasetçi Türk Ulusunun geleceğini inşa edemez. * * * “Elimizdeki programın ruhu, bizi yalnız bir kısım vatandaşla alakalı kalmaktan meneder. Biz, büyük Türk Milleti’nin hizmetindeyiz”. (1937) Mustafa Kemal ATATÜRK (24 HAZİRAN 2013- HABER EKSPRES GAZETESİ) Zafer YAPICI

17 Haziran 2013

GÜNDEM OLUŞTURMA KABİLİYETİ - ZAFER YAPICI

Hayati Yazıcı. Gümrük ve Ticaret Bakanı... Geçtiğimiz haftalarda bakanlık çalışmalarıyla pek de ilgisi olmayan bir konuda pek de orijinal olmayan bir açıklama yaptı. Kısa süreliğine de olsa gündeme oturdu. Bu açıklamalara AKP siyasetinde sıklıkla tanıklık ediyoruz. Kimi zaman başbakan, kimi zaman bir bakan, milletvekili ya da belediye başkanı hiç alakasız bir noktada sansasyonel açıklamalar yapıyorlar. Böylelikle gündemi kolaylıkla değiştiriveriyorlar. (Ya da değiştirdiklerini sanıyorlar). Başbakan da AKP’nin gündem üzerindeki hegemonyasından oldukça memnun. Alkol yasaklarının uzun süre tartışılması ile ilgili bakınız neler diyor: “Başbakanın konuşmasından bir şeyler almaları gerekiyor. Memnunum, çünkü gündem oluşuyor. Bir başbakan gündem oluşturmuyorsa o görevde bulunmasın”. Tam bir propagandist yaklaşım. Oysa demokratik ülkelerde siyasal erk sahiplerinin başarıları gündem oluşturma kabiliyetleri ile değil, sorumluluk taşıma ve sorun çözme kabiliyetleri ile ölçülür. “Ben insanların söylediklerini dinlerim” demek “ben ne söylersem insanlar dinler” demekten daha erdemlidir. Gelelim Hayati Yazıcı’nın söylediklerine. Anayasadaki ilk 3 maddeye değişmez niteliğinin darbe döneminde verildiğini söyleyen Gümrük ve Ticaret Bakanı Yazıcı, 'O maddeler yeniden yazılırsa kıyamet mi kopar?' diye soruyor. 82 Anayasası bir darbe anayasası, doğru. Daha da doğrusu, 82 Anayasası neoliberal bir darbe anayasası. Siyasal erkin toplum ve muhalefet karşısında güçlendirilmesi, yargısal denetimin zayıflatılması bu anayasanın mantığı. Temel hak ve özgürlüklerin istisna, bu özgürlüklerinin kısıtlanmasının esas olduğu bir düzen bu anayasanın ruhu… Arz yönlü ekonomi gereğince sendikaların zayıflatılması, sosyal güvencelerin ortadan kaldırılması için kuruldu bu anayasal düzen. Toplumun sessizleştirilmesi hedefti. Bugün AKP, neoliberal iktisatın Türkiye’deki savunucusu siyasal parti. Dolayısıyla 82 anayasası ile AKP arasında bir çelişki değil bir süreklilik var. Şimdi Yazıcı’ya soralım o zaman. Anayasadaki neoliberal maddeler yeniden yazılırsa kıyamet mi kopar? Niye anayasada tek sıkıntılı gördüğünüz yer o üç madde? Hadi o üç maddeyi bir kez daha okuyalım ve sorumuzun cevabını bulalım. MADDE 1. Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. MADDE 2. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. MADDE 3.– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır. * * * Derdiniz 12 Eylülün baskıcı yönetimi mi? Yoksa derdiniz bayrağımız mı, marşımız mı başkentimiz mi? Derdiniz bölünmez bütünlüğümüz mü, dilimiz mi? …Derdiniz rejimimiz mi?... 12 Eylül’ün yok etmeye çalıştığı rejimimiz mi?... * * * Değerli okurlarım, Gezi Parkı protestolarının bu ülkeye en büyük getirilerinden biri, iktidarın gündem yaratma, büyük medyanın gündem geliştirme hegemonyalarının Gençlik tarafından kırılmasını sağlamasıdır. Gençlik ve ona destek veren halk gündem oluşturmuştur. Dahası kendi gündemini iktidara dayatmıştır. Bir politik sistemin demokrasiye evrilmesinin önkoşullarından biri de bu değil midir? (HABER EKSPRES gazetesi- 17-haziran-2013) Zafer YAPICI

10 Haziran 2013

TÜRK GENÇLİĞİ BİRİNCİ VAZİFESİNİ YERİNE GETİRİYOR - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini ve Bursa Nutkunu kendine şiar edinen Türk Gençliği, Gezi direnişinde tarihte başka örneği görülmemiş bir tutum sergiledi… Gençler tüm anlaması gerekenlere bir mesaj vermek istediler. Davranışlarıyla, paylaşmalarıyla, ahlaklarıyla, sevgileriyle, duyarlılıklarıyla, sözleriyle, yazılarıyla, vücut dilleriyle, ses tonlarıyla, sevgi dolu bakışlarıyla, dinleme kültürleriyle, yaratıcılıklarıyla, baskılara boyun eğmeyişleriyle, üretkenlikleriyle, bilime ve teknolojiye önem vermeleriyle… Doğa, hayvan, insan sevgileriyle, birlikte kardeşçe yaşama istekleriyle, bayrak, vatan, millet vurgularıyla, Atatürkçü ruhlarıyla, yurtta barış cihanda barış şiarlarıyla… “Ben” değil “biz” deyişleriyle, olduğu gibi görünmeleri göründükleri gibi olmalarıyla, demokratik karakterleriyle… Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmemeleriyle, cumhuriyete sahip çıkışlarıyla, yalakalığa ve yandaşlığa prim vermemeleriyle… Gençler, kendilerini anlamayanlara, anlamakta zorluk çekenlere kesin ve net bir biçimde mesajlarını vermişlerdir. İktidar ve Başbakan bu mesajı çok iyi okumalıdır. Özellikle, “On bir senedir konuşuyorsun dinleyen yok. Atam yetmiş beş senedir konuşmuyor. Herkes onu dinliyor”, “ Türk gençliği birinci vazifesini yerine getiriyor” mesajları işin özüdür. “Yüzde elliyi evlerinde zor tutuyorum” diyen Başbakanı havaalanında karşılamaya gelenler, “İzin ver gidelim, Taksim’i ezelim”, “Azınlık şaşırma, sabrımızı şaşırma”, “Bir işaretin yeter”, “Dik dur eğilme, bu millet seninle”, “Vur vur inlesin çapulcular dinlesin” diye sloganlar attılar… Başbakanın bu sloganlar karşısında görev, yetki ve sorumluluk bilinci içinde hareket etmesi gerekirken, “Dik durduk, dikleşmedik”, “ Bizim vandallıkla, kırıp dökmekle işimiz olamaz. Biz yapmayı biliriz”, “Biz bu günlere ya sabır diyerek geldik”, “Gazeteci, siyasetçi, sanatçıyım diyenler kışkırtıcılık yaptılar. Bu eylemlere, bu hukuksuz gösterilere derhal son verilmelidir. 76 milyon bu hukuksuzluğun karşısına dikileceğiz. Sizler ağırbaşlılıktan, vakarlıktan taviz vermediniz. Şimdi evlerinize döneceksiniz. Sokaklarda tencere ile değil, elinde bilgisayarla dolaşacaksınız. Siz Ortadoğu’nun, Balkanların örnek gençlerisiniz. Siz aldanmayacak, aldatmayacaksınız. Türkiye’nin yükselişini Allahtan başka kimse engelleyemez.” sözleriyle ortamı daha da germe ve ayrıştırma eğilimine girmiştir. İşte değerli okurlarım, Başbakan on bir yıllık yaklaşımında bir değişiklik olmadığını, olmayacağını ifade ediyor ne yazık ki. Bunun karşısında Türk gençliği ayağa kalkmış ve yönetenlere birlikte yaşamayı öğretmek ve bir ders vermek için yüksek seslerle haykırıyor: “Türk gençliği, birinci vazifesini yerine getiriyor”. * * * “Bir hükümet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükümetin iyi veya fena olduğunu anlamak için hükümetten gaye nedir? Bunu düşünmek lazımdır. Hükümetin iki hedefi vardır. Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükümet iyi, edemeyen fenadır.” Mustafa Kemal ATATÜRK- 1923 (HABER EKSPRES GAZETESİ-10.06.2013)

27 Mayıs 2013

II. ABDÜLHAMİT’E ONURSAL DOKTORA - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Yeni Osmanlıcı bir tarih düşüncesi, tarihsel olguları tersyüz etmeye devam ediyor. Osmanlı istibdadının mimarı II. Abdülhamit bir tarihsel lider olarak yeniden tanımlanıyor. Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’nı başlatan kişi olarak sunuluyor. Karabük Üniversitesi bu konuda önemli bir adım attı. Geçtiğimiz günlerce Abdülhamit’e bir onursal doktora ünvanını layık gördü. Üniversite, bu ünvanı Hicaz Demiryolu Projesi nedeniyle Abdülhamit’e verdiğini söylüyor. Ünvanı hanedanın en yaşlı üyesi olan Harun Osmanoğlu alıyor. Gelin Abdülhamit dönemi Osmanlısını kısa bilgilerle hatırlayalım. Kime onursal doktora verildiğini görelim. Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarı döneminde Osmanlı en büyük toprak kaybına uğradı. Kıbrıs, Mısır, Tunus, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bosna ve Girit onun döneminde kaybedildi. Bulgaristan onun yönetiminde özerklik kazandı. Ardahan, Kars ve Batum onun zamanında Osmanlı toprağı olmaktan çıktı. Onun zamanında büyük dış borç alımları gerçekleşti. Abdülmecit, 1856 Kırım Harbi’ne kadar dış borç almama politikasını sürdürmüştü. Kırım Harbi ile başlayan dış borçlanma serüveni Abdülhamit döneminde zirveye ulaştı. Öyle ki 1882’de Duyun-u Umumiye maliyeye el koydu. Aynı dönemde birçok Avrupa ülkesine büyük mali imtiyazlar tanındı. Ekonomik çöküşü bu imtiyazlar hızlandırdı. Bu dönemde Osmanlı bir ithalat cenneti haline geldi. Osmanlı’nın sömürgeleştirilme süreci en ağır biçimde Abdülhamit zamanında yaşandı. Meclisi Mebusan’ı Abdülhamit kapattı. 1876 Anayasası’nın sınırlı da olsa kazanımları bir sene içinde Abdülhamit tarafından yok edildi. Abdülhamit jurnalcilik sisteminin de öncüsüydü. Bu sistem aracılığıyla halka ve aydınlara büyük baskı uyguladı. Jön Türklerin önde gelen isimleri onun iktidarı yıllarında sürgün edildiler. Sefil bir yaşam sürdüler. Mısır’da sürgün edilen Jön Türk aydınlarının yoksulluk ve korku dolu yaşamlarını görebilmek için Bekir Fahri’nin “Jönler” isimli romanına bir göz atmak yeterlidir. Onun zamanında basına büyük baskı uygulandı. Gazeteler boş sayfalarla çıktı. Hürriyet kelimesi yasaklı hale getirildi. Mithat Paşa gibi büyük bir devlet adamı bir entrikaya kurban edildi. Aydın Valisi olduğu dönemde Sultan Abdülaziz’i öldürmekle itham edildi. Yıldız Sarayı’nın bahçesine kurulan mahkemede yargılandı. Sonra Taif’e sürgüne gönderildi. Orada 1884 yılında boğdurularak öldürüldü. Bu Abdülhamit’e Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üniversitesi senato kararıyla onursal doktora ünvanını verdi. O üniversitenin sloganı “çağdaş eğitim yuvası” imiş. Şaşırmıyoruz… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 27.06.2013) Zafer YAPICI

20 Mayıs 2013

2002’DEN 2013’E…ZAFER YAPICI

AKP 2002’de iktidara geldiğinde IMF’ye olan borç (22 milyar dolar) dahil olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm dış borcu 129.5 milyar dolar idi. 14 Mayıs 2013 tarihi itibariyle IMF’ye 412 milyon dolarlık son borç ödemesi gerçekleşti ve Erdoğan IMF’ye olan borcun sıfırlanmasını kamuoyuna büyük bir başarı olarak sundu. “…Şu anda artık IMF’ye borcu olan bir ülke değiliz. Tam tersine borç vermek için müzakereler yürüten bir ülkeyiz. Böyle bir durumdayız” dedi. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm borçlarının sıfırlandığı gibi bir imaj çizmek istedi. Türkiye Cumhuriyeti’nin dış borcunun 337 milyar dolara yükselmesinden hiç mi hiç bahsetmedi. Başbakanın söz konusu yanıltıcı politikası sizce düşündürücü değil mi?… AKP’nin 2002 yılında devraldığı içinde IMF’ye olan borç dahil olmak üzere toplam 129.5 milyar dolarlık dış borcu üstelik cumhuriyetin yapıtlarını 38 milyar dolara satıp gelir elde ettikten sonra 337 milyar dolara yükseltmesi sizce ne anlama gelmektedir? Daha açık bir anlatımla, on bir yıllık iktidarınızda 337-129.5= 207.5 milyar dolarlık dış borç yapmışınız. Üstelik 38 milyar dolar da özelleştirmeden gelir elde etmişiniz… Şimdi de çıkıp IMF’ye borç vermeye mi çalışıyorsunuz?... * * * 11 Mart 2013 tarihinde Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) Başkanı Fuat Oktay, Suriyeli mültecilerin yaşadığı kamplara ilişkin, “AFAD’ın nakit olarak harcadığı miktar 750 milyon liradır. BM standartları olarak hesaplandığında Türkiye’ye maliyeti 1.5 milyar dolardır. Bunlar maliyetlerle birlikte toplam rakamlardır” diyor. AKP hükümeti Suriyeli mültecilere yaptığı “yardımlarla” hava atıyor anlayacağınız… Suriye mültecilerine bu kadar cömert olup da sıra Türk milletine geldiğinde neden o kadar cömert olmuyorsunuz?...Halini hatırını sorup, ne yiyip ne içiyorsunuz, aç mısınız, açıkta mısınız diye sormuyorsunuz?... 2002 yılında seçimlere giderken Erdoğan, “...Bir bardak çay 20 kuruş, bir simit 20 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün çayla ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 180 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 184 lira. Bu insanlar kalan 4 lira ile diğer ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar? Sizin Allah'tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?” demişti. Şimdi de biz dün dündü diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan karşısında kendi söylemlerinden yola çıkarak cevap hakkımızı bir kez daha kullanalım. Sayın Başbakan, bugün açlık sınırının 1012, yoksulluk sınırının 3 bin 297 ve asgari ücretin 773 TL olduğu sizin iktidarınızda… ...Bir bardak çay asgari 50 kuruş, bir simit 50 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün sadece çay ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 450 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 773 lira. Dengeli beslenemeyen bu insanlar kalan 323 lira ile diğer ihtiyaçlarını (giyim, konut, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık...) nasıl karşılayacaklar? On bir yıldır iktidardasınız. Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu? Vatandaşın tüketici kredi borcu 2002 yılında 2.2 milyar lira iken neden 2013 yılında 206 milyar liraya yükseldi?... Kredi kartı borcu 2002 yılında 4 milyon lira iken neden 2013 yılında 73 milyon liraya yükseldi?... İşsizlik aldı başını gidiyor. Resmi rakamlara göre 2.8 milyon kişi işsiz!… Ekonomik gücü gittikçe azalan yurttaşlarımız çareyi ya tüketici kredisine ya da kredi kartına yönelmekte buluyor. Asgari ücretle dengesiz beslenerek sosyal hayattan uzaklaşarak ayakta kalmaya çalışıyor… Başbakan olarak sizin Allahtan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?... Bir mülteciye tanınan hakları bile yurttaşınıza tanımadınız. IMF’ye kredi vermeye kalkacağınıza, önce yurttaşlarınızı kredi ve asgari ücret batağından kurtaracak önlemleri alın. Onlara insanca yaşayacakları ortamları sağlayın. Milletin vekillerine ve kendinize sağladığınız ve arttırmaya çalıştığınız ayrıcalıklardan birazını da ‘asil’ine yani yurttaşınıza sağlayın. 2002 yılında çay simit hesabı yaparak seçime giren Erdoğan, Başbakan olunca hem hesabı hem de kitabı karıştırdı… Şimdi neyin hesabını yapıyor sanıyorsunuz?... *** Değerli okurlarım, Türkiye’de bunlar yaşanırken, bakın bazı ülkelerde; örneğin İtalya’da neler yaşanıyor. Ekonomik krizle boğuşan İtalya’da Başbakan Letta, önce kendisinin sonra da tüm bakanların maaşlarını yarı yarıya kesti. Bir fonda toplanan paraların işinden çıkarılmışlara ve zor durumda olan ailelere verileceğini belitti. İtalya Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano da kendi maaşı ile birlikte sarayda çalışanların maaşlarında yüzde 25’lere varan kesintiler yapmıştı… İtalyanlar bunu yaparken Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, bakanları, milletin vekilleri ne yapıyor? Uyan Türkiyem uyan… (HABER EKSPRES GAZETESİ-20.05.2013) ZAFER YAPICI

13 Mayıs 2013

İDEOLOJİ-K…- ZAFER YAPICI

On bir yıldır iktidarda olan AKP hükümeti, kendisini eleştiren kim olursa olsun ona tahammül edememekte. Hemen kendini eleştirenler hakkında “ideolojik” yakıştırmasını üstüne basa basa kullanmakta. Böylelikle karşıtını kamuoyu önünde küçük düşüreceğini zannetmekte… Toplumsal yaşamda da “ideolojik” sözcüğü sık kullanılır bir hale gelmeye başladı. Kişilerarası iletişimde, tartışmalarda, yapılan söyleşilerde; bir kişi, karşısındaki ile anlaşamadığı zaman ya da aralarında olumsuz bir durum yaşandığı zaman hemen karşıtı hakkında “ideolojik” nitelemesini kullanıyor. Daha doğrusu köşeye sıkışmış olanların söyleyecek bir sözü kalmadığında imdatlarına “ideolojik” sözcüğü yetişiveriyor. Yetersizler, yetersizliklerini gizleyecek bu sihirli yaftanın arkasına sığınıveriyorlar… Değerli okurlarım, burada önemli olan, AKP iktidarının ideoloji derken neyi kastettiği ve olumsuz bir içerikle etiketlediği bu kavramı kimlere karşı baskı aracı olarak kullandığı… Adını doğru koyalım. AKP’nin ideoloji derken esas kastettiği dünya görüşü Kemalizm’dir. Atatürkçülüktür… AKP iktidarının ve başbakanın dillerine doladıkları “ideolojik” sözcüğü, Atatürkçü düşünceyi savunan partilere, demokratik kitle örgütlerine, işçilere, köylülere, memurlara, öğrencilere, üniversite öğretim üyelerine, avukatlara, gazetecilere, aydınlara, askerlere, yurttaşlara… karşı bir sindirme aracı olarak kullanılmaktadır. Değeli okurlarım, başbakan, kendi düşüncesi dışındaki ideolojilere sahip olanları “ideolojik” olarak nitelemekte fakat kendi ideolojisine sıra geldiğinde bakın ne demektedir: “Zaten çağımızda ideolojik partiler bitmiştir”. Yani kendi partisinin ve düşüncesinin bir ideolojisi olmadığını söylüyor Erdoğan… Başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ da bir televizyon konuşmasında, AK Parti’nin milletin içinden gelen bir hareket olduğunu; ideoloji ve marjinal yapılara göre değil milletin his ve kabullerine göre hareket ettiğini dile getiriyor… İşte Recep Tayip Erdoğan ve Bekir Bozdağ’ın sözde “milletin his ve kabule dayanan!...” bazı sözleri: “Türklük bir alt kimliktir”, “Anıtkabir’de sap gibi duruyorlar”, “Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm’i almış ve kitlelere zorla dikte edilmiştir”, “Türkiye Cumhuriyetinde 27 etnik grup yaşamaktadır. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır”. “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu. Sen bunu önüne geçemezsin ki”, “Osmanlı eyaletler sistemi gibi bir sistem Türkiye’de uygulanabilir”… Erdoğan’ın “Çiftçinin durumu ne olacak” diye bağıran yurttaşa “Yahu bu millet, yatıp kalkıp size mi çalışacak?” diye tepki göstermesi. Siirt gezisi sırasında 10 Ekim’de yurttaşların doktor istemi üzerine “Doktor getirip de çiviyle çakacak halimiz yok. Sözleşmeli yasası çıkardık ancak bu yasa bölgede işlemedi. Tekrar eski yönteme döndük” demesi. “Okullar açılırken her yavrumuzun sırasında kitaplar var mıydı” sorusuna hayır diyenlere “Senin herhalde çocuğun yok” diye çıkışması. “Kaç çocuğun var?” dediği bir esnaftan, “Bir başbakanım” cevabı alınca, “Olmaz ya, bas gaza …” diyebilmesi… Tüm bunlar Erdoğan’ın ve AKP’nin ideolojisi hakkında yeterli fikir vermiyor mu? Bekir Bozdağ’ın Taksim Meydanı’ndaki 1 Mayıs kutlamaları için; “DİSK’in bu ısrarı tabii ideolojik bir ısrar, işçi hakkından öte. Yıllardır aynı ideolojik yapı içerisinde hareket ediyor” demesi, Yerköy’de Atatürk Bulvarı’nın ikiye bölünerek bir yarısına Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın isminin verilmesi AKP’nin ideolojik dışavurum göstergeleri değil de ne?... Tüm bu düşünce ve eylemlerin ideolojik olup olmadığını gelin ideoloji kavramının sözlükteki anlamından yola çıkarak çözümleyelim. Sözlükte şöyle yazıyor: İdeoloji: Siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir toplumsal sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, moral, estetik düşünceler bütünü. Şimdi iktidara sormamız gerekmez mi?... Bu tanıma göre sizin tüm düşünce ve söylemleriniz cumhuriyet karşıtı bir ideolojiye sahip olduğunuzu göstermiyor mu?...Emek karşıtı elitist bir ideolojiye sahip olduğunuzu göstermiyor mu? Milli birliği önemsemeyen bir ideolojiye sahip olduğunuzu göstermiyor mu? Atatürkçü bir ideolojiye karşı olduğunuzu göstermiyor mu?... “Sessiz devrim yapıyoruz” diyorsunuz. İdeolojisi olmayan bir siyasi iktidar neye dayanarak karşı devrimi; sizin deyiminizle de “sessiz” devrimi yapabilir?... Milletin içinden gelen bir hareket olduğunu iddia eden AKP iktidarı ideoloji ve marjinal yapılara göre değil milletin his ve kabullerine göre hareket ettiğini söylüyor!… Değerli okurlarım, on bir yıldır AKP iktidarı Türk Milleti’nin hangi his ve kabullerine hitap edecek güveni, huzuru ve refahı verdi? Yukarıdaki söylemleri dikkate alarak bir düşünün. Hangi parti gerçekten marjinal yapıya sahip? Yandaşların, yalakaların, yağcıların, çıkarcıların his ve kabullerini Türk milletinin his ve kabulleri olarak algılayan, onları Türk milleti zannedenler hangi sözcükler kullanırlarsa kullansınlar Türk Milletinin doksan yıllık mazisini ve geleceğini silemezler… Şapka düştü kel göründü. Geleceğin senin. Gerçekleri görmek ve bilgilenmek senin hakkın... …Hakkını yalnızca sen kullanacaksın…(Haber Ekspres Gazetesi-13.05.2013) ZAFER YAPICI