25 Şubat 2013

İHTİYACIMIZ VAR…ZAFER YAPICI

İhtiyacımız var… Özgürce kullandığımız oyların çöplere atılmadığı, yakılıp imha edilmediği, yok sayılmadığı bir demokrasi anlayışına… Temiz siyaset ve dürüst yönetimlere… Öfkeyle değil, sevgiyle bakan; olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, “ben değil, biz” diyen cumhurbaşkanlarına, başbakanlara, bakanlara, milletvekillerine… Cumhuriyet bilincine ihtiyacımız var. * * * Muhalefetin demokrasi için önemine inanan iktidarlara… Yoksulluğu ve işsizliği kader olmaktan çıkaracak, yolsuzluğun karşısına korkmadan dikilecek yüreklere… Sevgiye, dayanışmaya ve hakça paylaşmaya ihtiyacımız var. * * * Köylüye, çiftçiye; onun üreteceği tohuma, sebzeye, meyveye, ete, süte, yağa, buğdaya… Pamuğa, tütüne, pancara… Mahalledeki bakkala, esnafa ve üreten sanayiciye… Her alanda istihdam yaratacak yatırımlara ihtiyacımız var. * * * Çevrenin ve doğanın korunmasına… İnsanlığın ortak kültür mirasının, doğanın ve kent yeşil alanlarının özel çıkarlar için tahribine ve talanına son verilmesine ihtiyacımız var. * * * Gençlerimizin çağdaş laik eğitim sistemi ile iyi yetiştirildikleri, geleceğe ümitle bakacakları bir Türkiye’ye… Kadınların ezilmedikleri, ayrımcılığa tabi tutulmadıkları bir düzene ihtiyacımız var. * * * Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokratik, laik sosyal hukuk devletine ve onun ulusal ve üniter yapısına ihtiyacımız var. * * * Milli egemenliğe, milli bağımsızlığa, milli birliğe ve beraberliğe… Yurtta barışa, dünyada barışa… Dış politikada içi boş şovlara değil, gerçekten onurlu bir duruşa… Çağdaşlaşma, bilimsellik ve akılcılığa… İnsan sevgisine… Cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye ihtiyacımız var. * * * Kısaca ihtiyacımız var Mustafa Kemal Atatürk’ün felsefesini anlamaya ve anlatmaya. “Ne mutlu Türk’üm” demeye ihtiyacımız var. (HABER EKSPRES GAZETESİ- 25.02.2013)

18 Şubat 2013

BAYKAL’IN KONUŞMASI- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, geçtiğimiz haftanın en önemli olaylarından biri CHP’nin eski genel başkanı Deniz Baykal’ın yaptığı grup konuşmasıydı. Ancak ne yazık ki, CHP tarihinde bir kilometre taşını oluşturan konuşmayı medyamız pek görmedi; göstermedi. Baykal’ın konuşmasında iki nokta dikkat çekti. Birincisi Baykal konuşması sırasında CHP’nin ideolojik dönüşümü hakkında oldukça net açıklamalarda bulundu, tepkilerini ortaya koydu. İkincisi, Baykal açıklamalarını, CHP’nin bütünlüğüne zarar vermemek için son derece dengeli bir biçimde yaptı. Gelin bu konuşmayı ana hatlarıyla bu yazımızda birlikte irdeleyelim… * * * Baykal öncelikle Türkiye’nin temel siyasal kimliğinin özellikle son beş yıldır ciddi bir şekilde sarsıldığını söylüyor. Türkiye’nin büyük güçlerin küresel oyunlarına uygun olarak yeni bir kalıba döküldüğü görüşünde… Bu kalıp yeni değil. ABD’de Yeşil Kuşak Projesi bağlamında SSCB’yi çevrelemek amacıyla Türkiye’nin kullanabileceği görüşü on yıllar önce popülerdi. Türkiye, ABD’de Carter döneminden başlayarak ABD çıkarlarına karşı ılımlı bir kimlikle tanımlanmak istendi, önce Ortadoğu sonrasında da Türki cumhuriyetler için modelleştirildi... Baykal da bir Türkiye modeli vizyonu ortaya koyuyor konuşmasında. Ancak bu vizyon, batının Türkiye’yi sürüklemek istediği çizgiden oldukça farklı. CHP’yi laiklik, demokrasi, kadın erkek eşitliği konusunda öncü bir siyasi hareket olarak tanımlıyor. Bugün Ortadoğu’da özgürlük yönünde bir dönüşüm yaşanmasının, AKP’nin değil, CHP’nin çizgisinin; Atatürk’ün bağımsızlıkçı ve modernleştirici çizgisinin izlek olarak alınmasıyla mümkün olacağını ortaya koyuyor… Bu noktada Baykal CHP üzerine oynanan oyunlara dikkat çekiyor. “CHP’nin ne olduğu bellidir. Programı vardır, bir ve bütündür. Ulusalcılar, yenilikçiler var sözlerini reddediyorum. Bütün CHP’liler ve milletvekilleri hem ulusalcı hem de yenilikçidir. Ulusalcı olmadan CHP’li olunmaz…” diyor. CHP’nin tarihi misyonunun sürdüğünü, bu çerçevede ideolojik bağlamda bağımsızlıkçı bir rotadan şaşmaması gerektiğini netlikle ortaya koyuyor. Olması gerekeni ifade ediyor. CHP’nin ideolojik dönüşümünü gerçekleştirmeye çalışanların sorunlarının sadece CHP’nin milliyetçilik ilkesi olmadığının farkında Baykal. CHP’nin sosyal adaletçi çizgisinin de hedefte olduğunu ifade ediyor. Şöyle diyor Baykal: “CHP emeğin yanındadır, ezilenin mağdurun yanındadır. Tekellerin yanında değildir, büyük sermayenin elinde değildir. Kendisini ticari egemen güç haline dönüştürmek isteyenlerin partisi değildir.” Bu sözleri, “CHP bu noktaya dönüştürülmemelidir” şeklinde de okuyabiliriz… Baykal yargının siyasallaşması konusunda da oldukça açık eleştirilerde bulunuyor. “Silivri yalanı artık herkes tarafından görünmektedir. Ortada bir kurgu, planlama ve bunlara uygun gereklilikleri yaratma ihtiyacı vardır. Silivri bir siyasi mimarlığın sonucudur” diyor Baykal. Baykal’ın CHP’nin günümüzdeki yönetimine Anayasa çalışmaları konusunda ciddi bir eleştirisi var. Baykal, CHP’nin Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na temsilci göndermesini AKP Anayasası’nın meşrulaştırılması konusunda tuzağa düşmek olarak niteliyor. “Bizler artık uzlaşma komisyonundan ayrılsak da AKP artık kendi isteğini dayatma imkanına kavuştu” diyor Baykal. Baykal, Türk kimliği konusunda geçtiğimiz aya damga vuran tartışmaya da değiniyor konuşmasında. Birgül Ayman Güler ile aynı şeyleri söylüyor. “Türk milleti etnik bir laf değil. Bu topraklarda hepimiz bir aradayız. Toplum hareketlenmiş ve herkes her yerde. Etnisite gibi feodal bir yapıya dayalı bir anayasa kabul edilebilir mi? Yüzyıldan beri biz Türkiye Cumhuriyeti olarak yaşıyoruz. Her şey olsun ama millet Türk olmasın yanlış bir düşüncedir” diyor. * * * Değerli okurlarım, görülüyor ki Baykal’ın görüşleri üzerine düşünmek, sadece CHP’nin değil Türkiye’nin de geleceği üzerine düşünmek anlamına geliyor. (Haber Ekspres Gazetesi-18.02.2013)

11 Şubat 2013

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ- ZAFER YAPICI

Günümüzde gerek ülkemizde gerekse dünya genelinde üzerinde çok tartışılan kavramlardan biri “demokrasi”. En basit tanımıyla “halk yönetimi” şeklinde tanımlanabilen bu kavramın belirsizliği de öncelikle bu basit tanımın bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Demokrasi halkın yönetimi olduğuna göre, bu kavramın niteliğini ortaya koymada (bir veri olan) “halk” kavramının anlamı önemli hale geliyor. Bir başka deyişle, “halk” kavramından neyin anlaşıldığı, demokrasi kavramının içeriğinin temel belirleyicisi haline geliyor. Giovanni Sartori’nin “Demokrasi Teorisine Geri Dönüş” kitabında belirttiği gibi halkı herkes olarak görmekten, sadece salt çoğunluk olarak görmeye kadar değişik yaklaşımlar mevcut. Bu yaklaşımlar, “halk kavramının” niteliksel ve niceliksel içeriğini oluşturmalarından dolayı, demokrasi kavramının içeriğini de dolaylı yoldan belirliyorlar. Dolayısıyla demokrasi kavramının evrenselliğine karşın “halkı” ne olarak tanımladığınıza bağlı olarak, demokrasi anlayışınız şekilleniyor. Değerli okurlarım, “halk” kavramının öznelliğinden dolayı “demokrasi” düşüncesinin evrenselliğinin aslında bulunmadığı yönünde görüşler de var. Ben de bu görüşlerin geçerliliğini tartışmadan, kendi “halk” tanımımı özde emekten yana olmayı ifade eden Kemalist “halkçılık” ilkesinden yola çıkarak oluşturduğumu ifade ederek bu tartışmayı noktalayayım. Böyle bir anlayışın karşıtı ise halkı özde “tebâ” olarak gören ve bazen de sadece kendi seçmeni olarak algılayan; ne yazık ki şu an siyasal iktidarı oluşturan anlayışın “demokrasi” düşüncesi… Değerli okurlarım, “demokrasi” kavramı üzerine yukarıdaki tartışmaları aşabilmenin en kolay yolu ise “nesnel” olarak tanımlanabilen yardımcı kavramlara başvurmak. Bu noktada “demokrasi kültürü” kavramı yardımımıza koşuyor. Demokrat olan ile olmayanı, en basit olarak uygulamaya dönük olan bu kavram aracılığıyla ayırt edebiliriz. Öyleyse bu kavramla sohbetimize devam edelim. Demokrasi kültürü “kişilerin kendilerini yönetme yeteneklerini tanımlayan davranışlar, pratikler ve normlar” olarak tanımlanabilir. Daha uygulamaya dönük bir tanımla, demokrasi kültürü yurttaşların devlet yönetimine ilgi duymaları, her düzeydeki yönetim işlerine katılmaları, başkalarının fikirlerine saygı duymaları, sosyal yapıdaki farklılıklara karşı hoşgörülü olmaları ve emir alıp emir vermekten çok eşitlikçi ilişkiler içinde olmalarıdır. Demokrasi halk yönetimi olduğuna göre halkın yönetime ilgisiz kalması/bırakılması bu rejimin özüne aykırı değil midir? Bu soru “halk” kavramının anlamı üzerindeki ideolojik tartışmalardan bağımsız olarak da sorulabilir. Aile içinde, apartmanda, okulda, üniversitede, işyerinde, demokratik kitle örgütlerinde, siyasi partilerde, medyada, yerel yönetimlerde, ülke yönetiminde… kararlar alınırken ilgili kişilerin, kurumların, uzmanların fikirlerinin alınması, mümkün olduğu kadar herkesin karar alma sürecine katılması, demokrasi kültürünün varlığını göstermez mi? Çoğulcu, katılımcı, bireyin hak ve özgürlüklerine saygılı, hoşgörülü, diyaloga açık, tutum ve davranışlarda kontrollü, haklarını yerinde ve zamanında kullanabilen, şiddetten uzak, etik sorumluluğa sahip, kendi özgürlüklerinin başkalarının özgürlükleri ile sınırlı olduğu bilincine varan, farklı görüşlerle uzlaşma ve işbirliğine açık, toplumun sosyal yapısını anlayabilen, toplumla beraber hareket edebilen, takım ruhu anlayışına sahip …Bu nitelikler sizce de “demokrat” olma adına olmazsa olmazlar değil mi? Değerli okurlarım, yukarıda saydığım nitelikler dikkat ederseniz doğrudan sosyal yaşam ile ilgili. Ancak sosyal alandaki durağanlık ve dönüşümler siyasal alanda da yansımasını buluyor. Yani, konumuzla ilgili olarak şu çıkarımda bulunabiliriz: Sosyal ilişkilerde demokrasi kültürü zayıfsa, bu zayıflık devlet yönetimine de yansıyacaktır. Demokrasi kültürü öncelikle ailede, okulda, işyerinde ve diğer örgütlenmelerde kazanılır. Evde yalnızca babanın sözünün geçerli olduğu, anneye söz hakkının tanınmadığı, çocukların dikkate alınmadığı bir ortam varsa, böyle bir yaşam biçimi katılımcı demokratik bir kültürel birikim yaratmayacaktır. Okulda, işyerinde ve diğer kurumlarda öğretmenler, idareciler tek söz sahibi iseler ve diğer kişilere yalnızca mutlak itâât etmek düşüyorsa bu ortamda yetişen insanlar, devlet yönetimi konusunda da aynı alışkanlıklarını sürdüreceklerdir. Bu tür ilişkiler insanları yönetilmeye, sadece verilen emirleri yerine getirmeye alıştıracak, yönetme sorumluluğunu paylaşmaktan uzaklaştıracaktır. İnsanlar ülke yönetimi ile ilgili sorunlara ilgisiz kalacak, bu konuda kendilerini güçsüz, yeteneksiz hissedeceklerdir. “En doğrusunu büyükler bilir görüşü” ortaya çıkacaktır Demokrasi kültürü, kişinin özgüvenini, etik davranışlarını, yurttaşlık bilincini geliştirip, toplumla bütünleşerek, dayanışma içinde karar verme, üretme, sevinci ve hüznü paylaşma kararlılığını göstermesidir. “Demokrasi kültürü” kavramından yola çıkarsak, demokrasi bir anlayışlar ve değerler bütünüdür, bir kültür olayıdır. Demokrasi bir yaşam biçimidir. Demokrasi bir bakış açısıdır. Haydi, anneler, babalar şimdiden başlayarak çocuklarımızla birlikte demokrasi kültürünün kurallarını aile içinde uygulamaya başlayalım. Okulda, işyerinde, toplumda… devam ettirip, ülke yönetimlerine de yansıtalım. Var mısınız?. .. (Haber Ekspres Gazetesi- 11.02.2013)

04 Şubat 2013

ULUŞLAŞMAK- ZAFER YAPICI

Günümüzde ulus-devlet iki farklı düzeyde meydan okumayla karşı karşıya. Birinci meydan okuma “aşağıdan” geliyor. Irka, dinsel kimliğe ve bölgeselliğe dayalı ulus-altı oluşumlar ulusu aşındırma gayretindeler. İkinci meydan okuma ise “yukarıdan”. Küreselleşme kavramıyla simgelenen büyük güçlerin ve uluslararası sermayenin hükümranlığı ulus düşüncesini yıpratmaya çalışıyor. İşin kötüsü ulus karşısında, ulus altı ve ulus üstü oluşumlar müthiş bir işbirliği içindeler… Bu ikili meydan okuma her devlete aynı oranda zarar vermiyor. Küresel sermayeyi yöneten devletler meydan okumalardan etkilenmiyorlar. Hatta bu süreci yöneterek güçlerini arttırıyorlar. Buna karşın küreselleşme mağdurları “sömürülen devletler” bir taraftan küresel sermayenin ülke ekonomisindeki kırılgan hükümranlığıyla “yukarıdan”, diğer taraftan da kimliğe dayalı parçalanma tehditleriyle “aşağıdan” etkisizleştiriliyorlar… İşte bu noktada, yeni emperyalizmin mağduru olan devletlerin yönetimlerine büyük görevler düşüyor. Bir taraftan küresel sermayenin hükümranlığının yarattığı kırılganlığı azaltacak etkili ve üretime dayanan ekonomi politikaları geliştirerek “yukarıdan” gelen baskıları azaltmak; diğer taraftan birleştirici bir ulus düşüncesini ön plana çıkararak yapay bölünmeleri engelleyip “aşağıdan” gelen baskıları önlemek gerekiyor. Ancak böylelikle ulus-altı ile ulus-üstü arasındaki etkileşimin ulus adına yıpratıcı etkileri azaltılabiliyor. Ne yazık ki ülkemizde siyasal iktidarın zihniyeti, bu etkilerin gücünü daha da arttırmaya hizmet ediyor. Siyasal iktidar dışarıda meşruiyetini ekonomiyi küresel sermayeye teslim ederek, içeride ise ırka, dine ve bölgeselliğe dayalı bir politikayı ön plana çıkararak sağlıyor. Oysa akıntıya kapılmak değil, akıntıya karşı durmak gerekiyor. Değerli okurlarım şu günlerde genelde ulusçuluk ve özelde Mustafa Kemal’in ulusçuluk düşüncesi meydan okumalara karşı bir alternatif olarak önemli hale geliyor. Ulusçuluğu sahiplenen siyasi oluşumların tarihi sorumlulukları artıyor. Bu nedenle aynı zamanda CHP’nin Parti Eğitmeni olarak, CHP’nin ideolojik özünden yola çıkıp, CHP yayınlarından ve parti içi eğitim seminerlerine katkı koyan Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın konuşmalarından yararlanarak ulusçuluk konusundaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Ulusçuluk (milliyetçilik), ulusun tüm bireylerinin ulus olmaktan doğan onur ve kıvanç duygularıyla ve ulusal kimlik bilinci içinde, başka devlet ve toplumlardan her alanda bağımsız olarak, devletin ve ulusun geleceği için birlikte çalışması; sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda başka toplum ve devletlerden bağımsız yaşama istencini taşıması ve bu istenci gerçekleştirmeye, ulusal devleti kurmaya yönelmesidir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra, bir yandan devlet ve toplumu “ulusçuluk” bilinci çevresinde birbirine kenetlemeye çalışırken; diğer yandan da toplumun özelliklerinin korunmasına özel bir önem vermiştir. Atatürk ulusçuluğu bağımsızlığı korurken, ulusu çağdaşlaştırmayı amaçlar. Diğer devletlerin bağımsızlığına saygı gösterir, barışçıdır. Emperyalizme (yayılmacılığa) karşıdır. Ayırıcı değil, birleştiricidir. Kişi, hanedan, kurum egemenliğine karşıdır. Yalnız siyasal, toplumsal ve kültürel değildir. Ekonomik yaşam alanlarını da kapsar. Değerli okurlarım, ulusçuluk ilkesinin iki yönü vardır. Birinci yön dışa dönüktür. Bağımsızlıktır; tam bağımsızlıktır. Kemalist devriminin evrenselliğinin en önemli nedenlerinden biri, ulusçuluğunun dışa dönük, bağımsızlık yönüyle ilgilidir. İkinci yön, içe; bir ulus yaratmaya dönüktür. Bu yönün mantığı bizler için son derece önemlidir. Çünkü hiçbir toplum gösteremezsiniz ki, uluslaşmadan çağdaşlaşabilmiş, uluslaşmadan demokratikleşebilmiş olsun… Bu demek oluyor ki Mustafa Kemal’in ulusçuluğu küreselleşmenin iki dinamiğinin antitezidir. Yukarıdan gelen baskılara direnecek “bağımsızlıkçı”, aşağıdan gelen baskıları engelleyecek “birleştirici” yolun adıdır. Mustafa Kemal’in ulusçuluğunun bir diğer boyutu, onun tarihsel önemini arttırmaktadır. Uluslaşmak aynı topraklar üzerinde yaşayan insanlar arasında bir “biz” duygusunun, bir “dayanışma” duygusunun yaratılması demektir. Sorun bu duygunun nasıl yaratılacağıdır… Bu duygunun yaratılmasında ırka yahut dine dayanıp sonraki toplumsal bölünmelerinin temellerinin mi atılacağı, yahut yurttaşlığa dayalı bir ulus fikrinin “dayanışmanın” merkezine mi yerleştirileceğidir… 1920’li yılların Anadolu’sunda tıpkı bugün olduğu gibi 20 civarında etnik kökenden gelen insanlar yaşamaktaydı. Ama bir ulus yoktu. Gazi Mustafa Kemal, bu koşullarda ulusu yurttaşlık temelinde inşa etti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk niçin “ne mutlu Türk olana” değil de, “ne mutlu Türküm diyene” demiştir? Niçin ulus tanımını “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir” biçiminde yapmıştır? Çünkü Mustafa Kemal, yurttaşlığa dayalı bir ulus fikrini dayanışmanın merkezine yerleştirerek ulus-altı görünen tüm unsurları ulusun bünyesine alabilmeye çalışmıştır! Ulus-üstü baskılara karşı böyle durabilmiştir! Mustafa Kemal’in ulus düşüncesinin yerindeliğini her gün biraz daha iyi kavrıyoruz. Aynı ırktan, benzer dilleri konuşan Sırpların Boşnakları katli ve Kuzey İrlanda’da Katolikler ve Protestanlar arasındaki çatışmalar aynı ırktan gelmenin bir ulus yaratmak için yeterli olmayacağını gösteriyor. Aynı dinden olmak da bir ulus yaratmak için yeterli değil. Bu konuda akla gelen ilk örnek Irak. Tüm bu örneklerde, din, ırk ve bölgesellikler kan ve gözyaşı ürettiler. Bu laboratuarı dikkatle incelemeliyiz. Ülkemizde benzeri olayları yaşamamak ve yaşatmamak için kurulan tuzaklara ve oynanan oyunlara karşı uyanık olmalıyız. Uluslaşmamızı “biz” ve “dayanışma” duygusunu yaratıp, birlik ve beraberliğimizi oluşturarak, Atatürk ilke ve devrimlerinin rehberliğinde tamamlamalıyız. Çünkü başka Türkiye, başka Türk Milleti yok!... (Haber EkspresGazetesi-04.01.2013)