29 Nisan 2013

TÜRKİYE’DE AYDIN OLMAK - ZAFER YAPICI

Turhan Feyzioğlu, 1950’lı yıllarda Demokrat Parti istibdadına tepki vermeyen aydınları Forum dergisindeki yazılarında “Aydın İhaneti” vurgusu ile eleştirirdi. Bundan dolayı Türkiye’nin en genç profesörü ve Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı iken hakkında kovuşturma açıldı. Üniversiteden istifa etmek zorunda kaldı Feyzioğlu… Feyzioğlu’nun kavramsallaştırması günümüzde AKP iktidarını destekleyen “aydınlar” için de geçerli olabilir mi sorusu akla geliyor hemen. Sadece onlar için değil. Günümüz CHP Yönetimi’ndeki kilit mevkilere paraşütle indirilen bazı “akil adamlar” için de… * * * Değerli okurlarım, bu noktada kendini solcu ve aydın olarak tanımlayan kesimde büyük bir kırılmanın yaşandığını söylemeden edemeyeceğim... Mutlaka siz de şahit olmuşsunuzdur. Kemalizm’i yıkma düşüncesi Türkiye’de sol ideolojiyi sahipleniyor görünen kimi kesimler arasında geçmişte de taraftar buluyordu. 12 Eylül Darbesi Türk aydınını derinden etkilemişti. Bir kısım “aydın” bu süreçte Kemalizm ile 12 Eylül Diktatörlüğü arasından bir süreklilik olduğu fikrini benimsemişti. Kemalizm’i yıkma, 12 Eylül sonrasında bu kesim “aydının” temel hedefi olarak kalmıştı. Günümüzde Türkiye’de kendini aydın ve solcu olarak tanımlayan grupların bir kısmı AKP’nin Kemalizm’i tasfiye etme gayretini bu nedenle olumlamışlardır… Oysa Kemalizm’in tasfiye edildiği oranda ortaya çıkan şey mezhepçilik, etnikçilik ve ikisine eşlik eden katı otoriterlik olmuştur. Bu süreç aynı zamanda Türk aydını ve solu için önemli bir farkındalık süreci de yaratmıştır. Türk solunun ana akımı, 12 Eylülü Kemalizm’in anti tezi olarak doğru bir biçimde çözümlemiş ve bağımsızlık, sosyal adalet ve demokrasi için Cumhuriyeti koruma ve hatta yeniden kurma konusunda kararlılığını sürdürmüştür. Yakın geçmişe kadar solu Kemalizm üzerinden okuyan bu fikir CHP Yönetimi’ne hakim olmuştur. Bugün de bu sol akım CHP tabanına neredeyse tamamen hakimdir… Oysa bugün CHP Yönetimi, Feyzioğlu’nun eleştirdiği Demokrat Parti otoriterliği ile işbirliği yapan grupların benzerlerinin baskısı altındadır. Bu nedenle tutarlı tepkiler verememektedir. Cumhuriyet ile özdeşleşen solun karşısında AKP’nin görüşlerini tekrarlayan ve olumlayan, hatta kimi durumlarda AKP’nin söyleyemediklerini söyleyerek yeni düzeni inşa etme noktasında kurucu bir misyon üstlenen bir AKP-solu üretme ve bu fason solu CHP’de hakim kılma gayreti sürmektedir. Bugün bu anlayışın ilericiliği temsil ettiğini söylemek akla zarardır. Bugün bu anlayışın solu temsil ettiğini söylemek akla zarardır. Bugün bu anlayışın halkı temsil ettiğini söylemek akla zarardır. Bugün bu anlayışın CHP tabanını temsil ettiğini söylemek akla zarardır. Her geçen gün bir kez daha göstermektedir ki Türkiye’de solcu olmak ya da Türkiye’de aydın olmak Atatürk’ü anlamayı ve kavramayı gerektirmektedir.(HABER EKSPRES GAZETESİ-29.04.2013) Zafer YAPICI

22 Nisan 2013

GENÇLİK VE SİYASET- ZAFER YAPICI

“Gençlik ve siyaset” konusundaki her tartışma, gençliğin siyasetin neresinde konumlandığı sorusunda düğümleniyor. Gençliğin siyasetin neresinde konumlandığı sorusunun cevabı ise, siyasetin hangi anlayışa dayanarak inşa edilmekte olduğuna bağlı… Ne yazık ki, genel olarak Türkiye’de siyaset, bizzat gençler tarafından gençlik odaklı olarak değil, genç olmayanlar / gençlik imajı çizmeye çalışanlar / gençliği sadece bir vitrin çalışmasından ibaret görenler tarafından gençliği dışlayarak inşa ediliyor. Siyaseti kendi tekellerinde gören “profesyonel siyasetçiler” ülkemizde hala siyaset zemininde önemli bir yer tutmayı sürdürüyorlar. Bu siyasetçilerin “genç görünümlü” olanları bile, siyasetle ilgili tüm süreçlerde gençleri ya dışlıyorlar ya da kaba bir tabirle “kullanma” yoluna giriyorlar. Kısaca gençliği “siyasetten uzak durma” ile “çanta taşıyıcılığı/amigoluk” arasında bir tercih yapmaya zorluyorlar… Siyaseti basitçe kendi “işleri” olarak görüyor, “işlerine” müdahaleye karşı cephe almakta birleşiyorlar. Dahası siyasetin hangi kurallara göre işleyeceğini, siyasi görev dağılımlarının ne şekilde yapılacağını belirleme yetkisini kendilerinde görüyorlar. İstisnalar elbette var. Ancak siyasi partilerde gençler, çoğunlukla bir yardımcı güç olarak tanımlanıp, ikincil işlerle görevlendiriliyorlar. Özellikle sağ siyasette gençlik, üst otoritelere itaat etmesi gereken yapılar olarak yorumlanıyor. Doğaldır ki bu durum, siyasetçiler tarafından inşa edilen siyasi çıkar tasarımlarının içeriğine de yansıyor. Gençlik siyasette yeterince temsil hakkına kavuşmadıkça, gençliğin çıkarlarının siyaset sürecine eklenmesi olanaksızlaşıyor. Böylelikle gençlik, siyaseti bir çözüm sahası olarak görmüyor, göremiyor. Bu durumda siyaset kurumuna karşı daha da ilgisizleşiyor. Gençliğin siyaseti bir çözüm sahası olarak görmemesi ve siyaset kurumuna karşı ilgisizliği “profesyonel siyasetçilerin” işine geliyor. Çünkü söz konusu ilgisizlik, siyasetin “profesyonel siyasetçilerin” etki sahasına daha fazla terk edilmesi anlamına geliyor. Bir kısır döngüdür gidiyor anlayacağınız. Bu kısır döngünün kaybedeni hep gençler oluyor. * * * Peki, gençlik, siyaset bağlamındaki bu kısır döngüyü nasıl kırabilir? Kuşkusuz siyasete küserek değil. Aksine siyaset alanını sahiplenerek… Kararlı olarak… Atatürk’ün Hitabeleri doğrultusunda fikir ve proje üretme yoluyla siyasetin merkezinde daha fazla yer edinmek için çaba göstererek… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 22.04.2013) Zafer YAPICI

15 Nisan 2013

YENİ OSMANLICILIĞIN AÇMAZLARI- ZAFER YAPICI

AKP iktidarı Atatürk dönemini tarihsel açıdan ötekileştirerek yeni bir kimlik inşa sürecine girişiyor. Bu yeni kimlik üzerinden eski Osmanlı coğrafyası üzerinde hegemonyayı tesis edebileceğini sanıyor. AKP’nin bilinç altında yer alan bu görüşler orijinal değil. Daha önce Turgut Özal’ın Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı sırasında seslendirilmişti. Yeni-Osmanlıcılık adı verilen bu kavramsallaştırma Türkiye menşeli değildi. İlk kez Graham Fuller adlı bir CIA uzmanı tarafından öne sürülmüştü. İyi arkadaş olmalarının da etkisiyle olacak Cengiz Çandar tarafından işlenip, Özal’ın izleği haline getirilmişti. * * * Yeni Osmanlıcılık, eski Osmanlı coğrafyasında çok soğuk karşılandı. Çünkü Osmanlı’nın bu coğrafyada birçok halk tarafından algılanış biçimi, Yeni Osmanlıcıların Osmanlı’yı tanımlama biçimlerinden oldukça farklıydı. Bunun en somut göstergesi 1999 yılında yaşananlardır. 1999 yılında Osmanlı’nın 700. Kuruluş yıldönümü çerçevesinde resmi bir kutlama etkinliği düzenlenecekti. Bu çerçevede dönemin cumhurbaşkanı Demirel tarafından birçok ülkeye davetiye gönderildi. Bu davetiyeyi alan Osmanlı topraklarında doğan bağımız devlet sayısı 50 kadar idi. Ancak bu devletlerden sadece beşi kutlamaya katıldı. Yeni-Osmanlıcılık bir Boşnak için belki anlamlı olabilirdi. Ancak bir Sırp yahut Karadağlı için, hatta bir Müslüman Arnavut için oldukça kötü çağrışımlar uyandırıyordu. Arap dünyasının milliyetçilikleri, Osmanlı’yı bir işgalci olarak tanımlamayı sürdürüyorlardı. Azerbaycan açısından Osmanlı imajı olumlu sonuçlar verebilirdi. Peki ya Gürcistan ve Ermenistan açısından?... * * * Tüm bunlar demek oluyor ki, Yeni-Osmanlıcı bir söylem, Türk dış politikasını kısıtlıyordu. Yeni bir Osmanlı devleti ihya etmek gibi yayılmacı bir söylem, eski Osmanlı coğrafyasında Türkiye’nin elini güçlendirmiyor, tam tersine zayıflatıyordu. Bunu fark eden Davutoğlu, Türk Dış Politikası’nı Yeni Osmanlıcılık üzerinden tanımlayanlara ateş püskürmeye başlamıştı. AKP iktidarı Yeni Osmanlıcılığı, iç kamuoyuna yönelik, Atatürk Türkiyesi’nin ötekileştirilmesine dayanan bir kimlik olarak koruyup yüceltiyor, ancak bu söylemin dış politika zafiyeti haline gelmesinden ötürü, söylemi sahiplenmediğini de aynı anda iddia edebiliyordu. Artık geçmişle yüzleşmesi talep edilen bir Türkiye vardı… * * * AKP iktidarı, Türkiye menşeli olmayan söylemlerle, projelerle hareket ediyor. 1990’larda Fuller’in ürünü yeni Osmanlıcılık söylemi varlığını koruyor. Ancak 2009 yılında Obama’nın Türkiye ziyaretinde vurguladığı “geçmişle yüzleşme” söylemi ABD’nin arzu ettiği bir bölgesel düzenin yaratılması için Türkiye’ye dayatılıyor. Obama, 2009 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyarette Türkiye-Ermenistan ilişkilerini düzeltebilmek için Türkiye’den adım atmasını beklediğini ifade etmişti. Türkiye bu adımı Yeni-Osmanlı vurgusuyla mı atabilirdi, yoksa Osmanlı’nın eleştirisi üzerinden mi? Oysa aynı anda ABD’nin Ortadoğu politikaları bağlamında İsrail destekli bir Sunni ekseni yaratılmalıydı. Türkiye’ye bu çerçevede Suudi ve Katar monarşileriyle birlikte kurucu rol verildi. AKP iktidarı kimlik merkezli bir dış politikayı aynı hızla sürdürüyor... * * * Tüm bunlar çelişki göstergeleri mi? Hayır değil. Türkiye AKP iktidarı sırasında çelişkili gözüken dış politika eylemleri gerçekleştiriyor; bu doğru. Ancak bu çelişkilerin belirli bir düzeni de olduğu doğru. AKP iktidarı, Yeni Osmanlıcılığı ön plana çıkarırken de, Ermeni açılımı yaparken de, İsrail’e tepki gösteriyor gözükürken de, İsrail’le anlaşırken de, mezhep eksenli bir Ortadoğu politikası yürütürken de, ABD’ye karşı çıkıyor görünürken de hep ABD ile ittifak halinde. On yıldır AKP iktidarına halk desteğini sağlamak için çalışıp didinen Hasan Celal Güzel, “barış süreci” adı altında yaşananlara karşı çıkarak “gerekirse silahımı alıp dağa çıkarım” demişti. Sonra da açık yüreklilikle “ben toplumun gazını almak için öyle söyledim” demiş, danışıklı çıkışını açıkça ortaya koymuştu. Sakın Tayyip Erdoğan da Davos’ta toplumun gazını almak için İsrail’e çıkışmış olmasın?... Hadi bir adım daha öteye gidelim. İsrail de aynı amaçla özür konusunu gündeme getirmiş olmasın?...(HABER EKSPRES GAZETESİ-15.04.2013) Zafer YAPICI

08 Nisan 2013

GARİP ŞEYLER- ZAFER YAPICI

Garip şeyler oluyor. Terörist Apo, bir taraftan Misakı Milli’den söz ediyor. Diğer taraftan İslam temelinde bir ittifaktan… Başbakan ise geçmişte BDP’yi terörist başından emir almakla suçlarken, şimdi PKK’yla aynı şeyleri söylüyor. BDP ve AKP bir ittifak halinde. Bu ittifak yerele de yansıyor. Örneğin Tunceli’de encümenlik seçiminde CHP’yi saf dışı bırakmak için iki parti anlaştı. AKP’nin “çözüm süreci” adını verdiği sürece dair kuracağı meclis araştırma komisyonunda CHP ve MHP yer almayacak. AKP ve BDP ise bu konuda da anlayış birlikteliğini sürdürüyor. Hatırlayın. Söz konusu komisyon teklifi Öcalan’dan gelmişti. Öcalan’ın diğer isteği ise PKK’nın çekilmesi ile ilgili yasal güvence verilmesiydi. Anlaşılan AKP-BDP ittifakı yasal güvence konusuna da yakın gelecekte el atacaklar. Yeni anayasanın AKP-BDP anayasası olacağı artık ortada… * * * Garip şeyler oluyor. Garip şeylerin psikolojik sonuçlarını somutlaştırmak için ünlü müzisyen Feridun Düzağaç’ın sözlerini oldukça önemli görüyorum. Şöyle diyor Düzağaç: “Türküm demeye korkar oldum. Yaşadığım çok basit bir örnek var: Londra’da bir konser verdik, Twitter’da bir hanımefendi ‘Gerçekten Londra’ya geliyor musunuz?’ diye sordu. ‘Lütfen buyurun, bütün Londra Türklerini bekliyorum’ yazdım ben de. Arkasından gelenlere inanamazsınız. Sadece Türkleri mi bekliyorsunuz, Kürtler gelemez mi, Lazlar yok mu filan. Bu bir akıl tutulması”. Evet, süreç Feridun Düzağaç’ın belirttiği gibi bir akıl tutulması. Baskı ile, propaganda ile, işbirlikçi aydın, sanatçı ve medya ile teröristi sempatikleştirmeye toplumu etnik hatlar boyunca yeniden tasnif etme süreci büyük bir toplumsal travma yaratıyor ülkemde. Yarın bir de bu sözleri için Feridun Düzağaç’ı hedefe alacaklar. O Atatürkçüyüm diyor ısrarla. Gerçek ırkçılar onun için Feridun Düzağaç’ı ırkçı ilan edecekler. Böylelikle gizlenecek esas niyetler… * * * Değerli okurlarım iyi kötüyle, doğru yanlışla karıştırılıyor. Gerçekte akil olmayan, akil olarak sunuluyor. AKP’li olmak ya da teröre yakın durmak akilliğin yeni ölçütü mü oldu? Kimlik politikası dayatılıyor. Etnik dayatmaları kırarak düşünenler ötekileştiriliyor. Terör pazarlanıyor. Garip şeyler oluyor ülkemde. Terörist başı; eli kanlı katil sazı eline almış. Siyaseti belirliyor. Sayın Öcalan demeyene kötü gözle bakılıyor… Böyle bir ülke daha var mıdır dünya yüzeyinde? Buna barış süreci deniyor! Ne hazin bir akıl tutulmasıdır yaşadığımız?... Yüreğim sızlıyor! Zafer YAPICI (HABER EKSPRES GAZETESİ- 08.04.2013)

01 Nisan 2013

AÇILIM KONUSU - ZAFER YAPICI

Teröristle müzakere açılımı tehlikeli bir hal almaya başladı. Anlaşılan o ki, PKK’yı Suriye Yönetimi’ni devirme sürecinde kullanma konusunda düğmeye basılmış… Bu konuda ilk yapılan şey, İsrail Yönetimi ile Türkiye’nin uzlaştırılması oldu. İsrail başbakanı Netanyahu, Mavi Marmara olayı nedeniyle Erdoğan’dan telefonda “gayriresmi de olsa” özür dileme gerekçesini şu şekilde anlattı: “Suriye’deki kriz giderek şiddetleniyor. Bizim için en büyük tehlike Suriye’deki kimyasal silahların terörist grupların eline geçmesidir” (“Netanyahu Neden Özür Dilediğini Açıkladı”, Radikal, 24 Mart 2013). Yani Netanyahu, ortak bir düşman olan Suriye’ye karşı mücadelesinde Türkiye ile sorunlu kalmayı göze alamadığını ifade etmek istiyor. Bu demek oluyor ki, İsrail ile Türkiye, ABD’nin Ortadoğu planlarına uygun bir biçimde uzlaştırıldı. Nitekim uzlaşmanın arkasındaki gerçek gücün Obama olduğunu ne AKP ne de İsrail saklıyor. Suriye – ve daha sonra – İran yönetimlerini devirme planlarında İsrail ve Türkiye ortak hareket ediyor. İşte bu planın bir parçasını da AKP’nin PKK stratejisinin oluşturduğu ortaya çıkıyor. Geçen akşam Başbakan Erdoğan bir televizyon programında konu ile ilgili ilginç açıklamalar yaptı. Açıklamalar ertesi günün neredeyse tüm gazetelerinde manşetleri süsledi. Erdoğan Türkiye içindeki PKK unsurlarının ülkeden çekilmesi sırasında yaşanacaklar ile ilgili şunları söylüyor: “Çekilme konusunda geliş gidiş yollarını gayet iyi bilirler. Niye silah. Silahsız geçiş yap. Silahı nerede bırakırsa bıraksın. İster mağaraya sakla. İster göm. Bizi ilgilendirmez….” (Silahı Bırak Öyle Çekil – Başbakan’dan PKK’ya Net Mesaj, Hürriyet, 30 Mart 2013, s. 1). Bu sözler nasıl söylenir? Silah gömmek nasıl devleti ilgilendirmez? Bu silahlar yarın başka ellere geçerse ve Türkiye’de silahlı eylemlerde kullanılırsa bu sözler nasıl izah edilecek? Ya da bu sözler, görmedim, bilmiyorum, silahını alıp gidersen, göz yumacağım anlamında da yorumlanamaz mı? Devlet, teröristin elinden silahını alamayacak kadar aciz midir? Değerli okurlarım, görünen o ki, AKP Yönetimi PKK unsurlarını Suriye Savaşı’na katmakta kararlı. Bu durum Türkiye için büyük tehlike oluşturuyor. Birincisi, bu unsurlar Suriye’de PYD’ye; bir başka ifadeyle PKK’nın Suriye koluna katılacaklar. PKK’lıların bir kısmı Suriye Yönetimi’ne karşı savaşta kullanılırken diğer bir kısmı Suriye’de otorite boşluğundan yararlanarak siyasi ve silahlı eğitimini sürdürüp beklemede kalacaklar. Bu kişiler, PKK tarafından Türkiye’den istenecek bazı tavizler yerine getirilmezse başbakanın da vurguladığı “gayet iyi bildikleri yollardan” yeniden Türkiye’ye girecekler. Yani anlaşılan PKK’nın uygun koşullarda örgütlenmesine olanak tanınan bir yeni düzen elbirliğiyle kuruluyor. (Bkz. “Giden Teröristler Bir Gecede Geri Döner, Kan Gövdeyi Götürür, Sözcü, 30 Mayıs 2013, s. 1). Vah halimize… Zafer YAPICI (HABER EKSPRES GAZETESİ- 01.04.2013)