30 Eylül 2013

Seçim Sistemi Oyunları - Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, AKP’nin oylarındaki düşüş eğilimi iktidarı arayışlara itiyor. Önümüzdeki seçimlerde milletvekili sayısında önemli düşüşler yaşanmasına engel olacak tedbirlerin AKP çevrelerinde tartışıldığı haberleri basına yansıyor. Bu tedbirler devlet olanaklarıyla kömür dağıtmaktan, medyadaki muhalif sesleri sindirmeye kadar uzanıyor. AKP içinde birkaç aydır sıklıkla seslendirilen konulardan biri de seçim sisteminde bir değişikliğe gitmek. Daha önce Turgut Özal da seçim bölgeleriyle oynayarak daha az oyla daha fazla milletvekili kazanmanın yollarını aramıştı. AKP de Turgut Özal’ın izinde. Son yerel seçimlerde ilçe sınırlarını değiştirerek oynadıkları oyunu şimdi genel seçimlere taşımak istiyorlar. Seçim sistemindeki değişiklik, seçim bölgelerinin küçültülmesi yöntemiyle gerçekleştirilecek. Böylelikle örneğin şimdiki sisteme göre 90 milletvekiline sahip İstanbul 3 ayrı seçim bölgesine sahipken, yapılacak değişiklik sonrası İstanbul 18 seçim bölgesine ayrılacak. Seçim bölgelerinin daraltılması ile bir seçim bölgesindeki seçmenler en fazla 5-6 milletvekili için oy kullanacaklar. Bu sistem değişikliğinin seçim sonuçları üzerinde büyük etkisinin olacağını hesaplamış AKP’nin ileri gelenleri. Seçim bölgelerini kafasına göre belirleyecek AKP, kendi çıkarına en uygun olan durumu yaratacak. Seçimlere 1-0 önde başlayacak. AKP kurmaylarının beklentisi bu. Hatta bu konuda simülasyonlar da yapılmış. AKP kurmaylarının yaptıkları hesaplamalar, seçim çevresinde milletvekili sayısının düşürülüp bölge sayısının arttırılması durumunda bundan en çok MHP’nin zararlı çıkacağı sonucunu vermiş. Doğu ve Güneydoğu illerinde ise BDP’nin vekil sayısını yükselteceği saptanmış. * * * AKP kurmayları bunlarla uğraşıyorlar. Bu ülkeyi demokratikleştirmenin değil, oy kaybetseler de “cinlik” ile iktidara tutunmanın arayışındalar. Bunu demokratik bir açılımmış gibi sunmak için seçim barajının 1-2 puan aşağı çekileceği de AKP kulislerinde tartışılıyormuş gazete haberlerine göre. İşte size AKP demokrasisi… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 30.09.2013) Zafer YAPICI

23 Eylül 2013

Türk Vatandaşlığı Konusu - Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, vatandaşlığın adı konusu yeni anayasa tartışmalarında önemli bir yer işgal ediyor. AKP’nin bu tartışmalarda BDP ile aynı çizgide yer aldığı görülüyor. Yani hem AKP’de hem de BDP’de “Türk” ifadesinin ya anayasadan çıkarılması ya da sadece bir etnik grubun adıymış gibi diğer etnik gruplarla bir sayılması gerektiği yönünde görüşler hakim durumda. AKP’nin millet düşüncesinin ümmet ile bitişikliği ve BDP’nin etnik milliyetçiliği göz önüne alındığında bu iki hareketin Atatürk’ün yurttaşlığa dayalı millet fikri ile çatışmaları gayet normal. Türk milleti Atatürk tarafından “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı” biçiminde tanımlanmıştı. Etnik kimliğe yönelik en ufak bir öğe içermeden, kapsayıcı bir biçimde kurulmuştu. Değerli okurlarım, bu kapsayıcı kavramsallaştırma etnik vurguya sahipmiş ve hatta ırkçıymış gibi sunularak, aslında yurttaşlığa dayalı bir milliyetçilik düşüncesiyle hesaplaşılıyor. Atatürk’ün anlayışının anayasadan silinmesi dinsel ve etnik millet düşüncelerini ferahlatacak ki AKP ve BDP’nin en temel ortak noktaları bu… MHP’nin bu iki parti karşısında tutarlı bir biçimde Türk vatandaşlığı kavramını savunduğunu görüyoruz. MHP’nin ideolojik çizgisini değerlendirdiğimizde bu yaklaşım garip gelmiyor. Birçok konuda AKP ile üstü kapalı bir uzlaşı içinde yer alan MHP, bu konuda tutarlı bir muhalefet gösteriyor. İşin garip kısmı CHP’nin bu konudaki tavrını incelediğimizde ortaya çıkıyor. CHP’den cumhuriyeti kuran siyasi parti olarak Atatürk’ün yurttaşlığa dayalı bir milliyetçilik fikri ile geliştirdiği Türk milleti kavramsallaştırmasına uygun bir biçimde Türk vatandaşlığı kavramını büyük bir kararlılıkla savunması beklenirdi. Ancak ne yazık ki öyle olmadı. Örneğin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun vatandaşlık maddesiyle ilgili görüşmelerinde CHP’li üç üyenin görüşleri arasında ciddi uyuşmazlıklar gözlemleniyor. Süheyl Batum Türk milleti sözünün yeni anayasada korunması gerektiğinde ısrar ediyor. Batum, komisyonun diğer CHP’li üyeleri olan Atilla Kart ve Rıza Türmen’in AKP-BDP çizgisindeki önerilerine tepki göstererek, “Bizim bu konuda görüşümüz net. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını ‘Türklük’ üzerinden tanımlıyoruz. Bu konu daha önce partimizin MYK toplantısında ele alındı ve çoğunluk tarafından da kabul edildi. Bizim tanımımız çok iyi formüle edilmiş, değiştirmeye gerek yok. Diğer partiler Türk vatandaşlığına gelirse uzlaşırız” diyor. Rıza Türmen, sanki Atatürk’ün Türk milleti kavramsallaştırması etnikçi bir anlayışa karşılık geliyormuş gibi bu kavramsallaştırmayı daha nötr bir “anayasal vatandaşlık” etiketiyle değiştirme ihtiyacını vurguluyor. Bu öneri Türmen’in özgün görüşü değil. Komisyonun AKP’li üyesi Ahmet İyimaya da “ya Türk vatandaşı sözcüğünü anayasadan çıkaralım ya da vatandaş diyerek nötr bir dil kullanalım” diyor. Komisyonda gerçekleşen konuşmaların basına yansıyanlarını takip etmeme rağmen komisyonun diğer CHP’li üyesi Atilla Kart’ın ne demek istediğini anlayamadım. Anlayan birisi varsa bana bildirirse sevinirim. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan bu konuda cumhuriyeti kuran parti içinde bir kafa karışıklığının olması oldukça üzücü ve bir o kadar da düşündürücü. CHP’nin bir an önce kurumsal kimliğine uygun bir format ile seçmenin karşısına çıkması gerekiyor. (23.09.2013- HABER EKSPRES GAZETESİ) Zafer YAPICI

16 Eylül 2013

Türklük, Müslümanlığın Öncüsü Ve Kılavuzudur- Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, bugünkü yazımızda Falih Rıfkı Atay’ın Atatürk ile ilgili ilginç bir anısına yer veriyoruz. Şöyle anlatıyor Falih Rıfkı Atay: “Atatürk sağ iken, büyük İslam kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre Mekke’de toplanacaktı. Atatürk’ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk. Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevi hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı? Biliyordu ki Mekke’ye şapka ile gidilemez. Ama daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirileceğini sanan bir toplum da ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör’ü çağırdı: -Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin dedi. Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Mekke’ye şapka ile gideceksin. Kara taassup sana karşı bile gelse eğilmeyeceksin! Edip Servet Tör, Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi o temsil etti.” Değerli okurlarım, Falih Rıfkı Atay’ın anlattığı bu olay, Atatürk’ün yapmış olduğu devrimlere ne denli kararlılıkla sahip çıktığının bir göstergesi değil mi? Atatürk, “Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevi hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı?” demekle Müslüman ülkelerin de çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasını arzuladığını ve bununla gurur duyacağını aksi halde utanç duyup üzüleceğini ifade etmemiş miydi? Şimdi gelinen noktada siyasal iktidarın, karşı devrimci uygulamalarla aydınlık bir ülkeyi, kara taassubun hakim olduğu ülkelerin seviyesine götürme arzusu içinde olduğu görülüyor. Bu yaklaşımın demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine yapılacak en büyük kötülük olduğu ortada. Peki, bu yaklaşım aynı zamanda, çağdaşlaşmak isteyen Müslüman ülkelerin halklarına da yapılacak bir kötülük değil midir? O ülkelere tarihte olduğu gibi bugün de örnek olacağımıza, onların çağdaşlaşması için elimizden geleni yapacağımıza, emperyalizmin BOP tuzağına düşerek, onlar gibi olma, onlar gibi yaşama, onlar gibi yönetme arzusuna kapılıp laik düzenden vazgeçmeye yönelik adımlar atanlar tarafından yönetiliyoruz. Bu adımlar Türk milleti için utanç duyulacak adımlar oysa… Mekke’de yapılan toplantıya katılan Edip Servet Tör çağdaş giysisi, şapkası ve Kemalist düşüncesi ile tüm Arap delegelerinin takdirini toplayıp, saygısını kazanmıştı. Çağdaşlaşma mücadelesine emperyalizmle savaşarak başlayan bir milletin bilinci Türk temsilcisinde görülüyordu. Ne yazık ki bugün geriliğe hayran olanlar tutmuşlar köşeleri. Geriliğe hayran olanlar, emperyalizmin de ortakları aynı zamanda. Bugün “beyaz çarşaf” giymekle gerici Arap şeyhlerini memnun edip kendi yandaşlarını militanlığa davet edenler, Kemalistlere gözdağı vererek asıl amaçlarının rejimi değiştirmek olduğunu açıkça söylemeye başlıyorlar… Bugün Türkiye, Kemalist devrimiyle Ortadoğu coğrafyasına örnek olarak sunulmuyor artık. Çünkü tarikatçılarla Türk İslam sentezciler (!) kol kola yönetiyor ülkeyi… Bugün Arap kültürü, emperyalist ortağı bir yönetimle Türkiye’yi dönüştürüyor… Kritik dönemeçteyiz. Bundan sonra: Örnek mi olacağız? Örnek mi alacağız? Çağdaş mı olacağız? Çağdışı mı kalacağız? Şeref mi duyacağız? Utanç mı? Millet mi olacağız? Ümmet mi? Bağımsız mı olacağız? Bağımlı mı? Bu sorulara vereceğimiz cevaplar ülkemizin kaderini belirleyecek. Sadece ülkemizin değil, tüm Müslüman coğrafyanın kaderini… Kimileri kararlarını çoktan verdiler. Hatta “beyaz çarşaftan” bile söz etmeye başladılar. Türk Milleti; sıra sende. Ya Kemalist devrimleri koruyarak çağdaşlığı laiklik üzerine inşa edeceksin. Yeniden ışık, yeniden örnek olacaksın. Ya da “beyaz çarşaflıdan” korkarak ortaçağ karanlığına gömüleceksin… (HABER EKSPRES GAZETESİ-16.09.2013) ZAFER YAPICI

09 Eylül 2013

SURİYE’YE MÜDAHALE TARTIŞMALARI- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Suriye’ye olası müdahale ile ilgili meşruiyet arayışları uluslararası kamuoyunun gündemini meşgul etmeyi sürdürüyor. Bu konu ile ilgili yürürlükteki uluslararası hukuk kurallarını kısaca özetleyerek yazıya başlayalım. Uluslararası hukuka göre sınır aşan bir müdahale ancak “meşru müdafaa” durumunda hukuka uygun kabul edilebiliyor. Yani bir devlet bir başka devletin silahlı saldırısına uğradığında, saldırganı defetmek için ölçülü bir biçimde kuvvet kullanabilir. Söz konusu kuvvet kullanımını tek başına yahut diğer devletlerle ortak bir biçimde, Birleşmiş Milletler gerekli önlemleri alıncaya kadar gerçekleştirebilir. Birleşmiş Milletler, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanımını yasaklamışken, bunun tek istisnasını yukarıdaki yol oluşturur. Bunun dışındaki gerekçelerle kuvvet kullanımı hukuka aykırıdır. Bu demek oluyor ki, bir devletin ülkesindeki insan hakları ihlallerini ortadan kaldırmak gerekçesiyle o devlete yapılan bir müdahalenin kendisi uluslararası hukuka aykırıdır. Geçmişte NATO Kosova’ya “insani müdahale” kavramını kullanarak müdahale etmişti. Oysa insani müdahale gerekçesi uluslararası hukuka aykırıydı. Hukuki meşruiyet ile ahlaki meşruiyet aynı şey değil. Bugün Suriye operasyonu için Kosova emsali tartışılıyor. Yani hukuka aykırı bir operasyon, hukukiliğin dayanağı olarak sunuluyor. Olur mu hiç. İşlenen bir suç, daha sonra işlenecek suçları meşrulaştırabilir mi? Suçtan hukukilik emsali yaratılabilir mi? Kimyasal silah argümanı da hiç gerçekçi değil. Irak’a operasyon benzer gerekçelerle başlatılmamış mıydı? Operasyon sonrasında “ay o silahlar aslında yokmuş, kusura bakmayın, yapmış bulunduk” denmemiş miydi? Biz bu sahneyi daha önce görmüştük. Aynı zokayı bir kez daha yiyebilecek balık hafızalı bir uluslararası toplum var mı? En azından Batılı devletlerin kamuoylarının böyle bir operasyona ikna edilemediklerini görüyoruz. * * * Suriye konusu AKP dış politikası adına büyük bir açmaz. Aynı zamanda AKP dış politikasının yapıçözümünü yapmak adına dış politika uzmanları için önemli bir fırsat. AKP ile birlikte kimler uluslararası hukuka aykırı bir Suriye operasyonunu destekliyorlar? ABD, ABD ile aynı çizgideki bazı Avrupa devletleri, Katar, Suudi Arabistan ve İsrail. Suriye’de böyle bir operasyon en çok kimi rahatlatır? İsrail’i. Başka söze gerek yok. * * * Değerli okurlarım, bu arada 2020 Olimpiyat Oyunları için Türkiye Tokyo karşısında elendi. Bu gelişme üzerine 8 Eylül Pazar günkü Akşam gazetesinde gördüğüm manşet Türk basınının utanç resmidir. Akşam “Çapulcu Mutlu” başlığını atmış. Şöyle diyor: “Gezi Parkı’nı bahane ederek her fırsatta İstanbul’u terörize eden ve olimpiyat adaylığı aleyhinde propaganda yapan gruplar sonunda amacına ulaştı.” ABD’de Ronald Reagan “teflon başkan” olarak bilinirdi. Birçok skandal yaşamasına rağmen, bu skandalların kamuoyu popülaritesini zayıflatmasına çeşitli yöntemler kullanarak olanak tanımazdı. Lekeli olan ama leke tutmaz bir başkandı Reagan. Bizde de yandaş medya bir “teflon başkan” yaratıyor. Olimpiyat barış ve “fair play” ruhuysa eğer, Ortadoğu’da savaş söylemlerinizle mi bunu almayı bekliyordunuz? Kendi halkınızı TOMA’larla sindirmeye çalışarak mı? Yoksa ırkçı güreşçilere olimpiyat bayrağı taşıtarak, dopingli atletler yetiştirerek mi? Bu başarısızlık bir yönetim başarısızlığıdır… Ve sadece o kadardır. * * * Bugün 9 Eylül. İzmirimizin; güzel şehrimin güzel insanlarının esaretten kurtuluş gününü kutluyorum. (haber ekspres gazetesi-09.09.2013) Zafer YAPICI

02 Eylül 2013

İLERİ DEMOKRASİNİN ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞI!- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İsmail Kahraman Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Geliştirme Vakfı Meclis Toplantısı’nda özgürlüğü bakınız nasıl anlayıp nasıl anlatıyor: “…demokratik kültürünü, hoşgörüyü, birbirinin yaşam hakkına; hayat tarzına saygıyı anlatmamız gerekiyor. Özgürlük, istediğim yerde istediğim gibi at oynatmak değildir. Özgürlük bir başkasının alanına kadar istediğimi yapmaktır. Kamu düzenini bozarak olmaz bu. Bir başkasının özgürlük alanına saygı duyduğumuz zaman bu ülke tutulamaz…” İyi güzel de, kuvvetler ayrılığından ve hukukun üstünlüğünden söz etmeden geliştirilen bir özgürlük tanımı, özgürlüğü sağlayabilir mi? Sadece özgürlüğün sınırını vurgulamakla yetinirseniz ortada bir özgürlük alanı kalır mı? Değerli okurlarım, çağdaş demokrasilerde özgürlüğün tanımı şöyle yapılır: Toplumun kişilere ayırdığı, içinde kişilerin kendi iradelerinin geçerli olacağı, siyasal iktidarın karışamayacağı, hukukun korunduğu bağımsız alandır özgürlük… Eğer bir iktidar kuvvetler ayrılığı ilkesini tanımıyorsa, hukuku kendi düşüncesi doğrultusunda şekillendiriyor ve siyasallaştırıyorsa ve sonra da çıkıp yüzeysel bir tanım yapıyorsa buradan demokrasi çıkmaz. Siyasallaşmış bir hukuk düzeni nasıl olur da kişinin bağımsız özgürlük alanına karışan, müdahale eden bir iktidara karşı kişinin özgürlüğünü koruyabilir? Buna cesaret edebilir? Onun için diyoruz ki, özgürlük ancak, kişilerin kendi iradelerinin geçerli olduğu alana iktidarın karışamayacağı ve hukukun siyasallaşmadığı ve koruduğu bir düzen içinde var olur. Özgürlük bu şekilde algılanmalı, anlatılmalı ve uygulanmalıdır… * * * Değerli okurlarım, Başbakan Erdoğan daha evvel AKP Gençlik Kolları Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada da, “…En önemlisi de milli manevi değerlerine sahip çıkan, onları yaşatan, geleceğini geçmişinden aldığı güç, gurur ve ilhamla şekillendiren bir gençlik tasavvur ediyoruz. Altını çiziyorum modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum” demişti. Bu sözler Erdoğan’ın yukarıdaki özgürlük açıklamasını dahi aratıyor… * * * Başbakanın her iki konuşmanın arasındaki farkı görebiliyor musunuz?... Başbakan, özgürlüğü tanımlarken bir taraftan, “demokratik kültürünü, hoşgörüyü, birbirinin yaşam hakkına; hayat tarzına saygıyı anlatmamız gerekiyor” diyor. Diğer taraftan dininin…kininin…davacısı bir gençlikten bahsediyor. Bir taraftan “…Biz bir başkasının özgürlük alanına saygı duyduğumuz zaman bu ülke tutulamaz…” diyor. Diğer taraftan, kişinin özgürlük alanının en mahrem köşelerine girip yapması gereken çocuk sayısına hatta yapacağı ameliyata (sezaryen) kadar karışmayı kendisinde hak görebiliyor. Bir taraftan kendi zihniyeti doğrultusunda istediği yerde istediği şekilde taraftarları ile çoğu devlet olanaklarının seferber edildiği mitingler düzenliyor. Diğer taraftan Gezi Parkı’nda, üniversitelerde, meydanlarda hak arayan halkı hükümetine karşı geldi diye tutuklatıyor. Bir taraftan özgürlüklerden bahsediyor. Diğer taraftan aydınları, gazetecileri, bilim insanlarını, komutanları, ulusalcıları kendini eleştirdi diye, sözde darbe yapacaklar diye siyasallaştırdığı hukukuyla yargılıyor. Onların özgürlüklerini elinden alıyor. Sizce, bunu adı ne olabilir? Özgürlüğü yok etme özgürlüğü olabilir mi? Özgürlük senin istediğin yerde istediğin gibi at oynatman ve başkasının sana tabi olması mıdır? Bu ne yaman çelişki… İşte Başbakanın ve AKP iktidarının demokrasi ve özgürlük anlayışı bu. Bunun adına da “ileri demokrasi” diyorlar… Bu takiyye değil de nedir?!...(HABEREKSPRES GAZETESİ-02.09.2013) ZAFER YAPICI