24 Şubat 2014

Şehzade Mustafa Ve Ali İsmail - Zafer Yapıcı

Şehzade Mustafa’nın yedi celladını gördük ekranlardan. Ağlayanlar, hiddetlenenler çoktu. Dizi bitti, insanlar Bursa’daki Şehzade Mustafa Türbesi’ne akın etti. Öyle ki Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, dizinin ertesi günü türbeyi 400 kişinin ziyaret ettiğini açıkladı. İlgiden memnundu. Harabe haldeki türbenin 3 ay içinde restore edileceğini bildirdi. * * * 1553’de bir sonbahar günü öldürüldü Şehzade Mustafa. 460 yıl sonra. 2013’te ise Ali İsmail Korkmaz. Bir yaz günü. Hayatının baharında. Özgürlük haziranında. Hemen değil, yavaş yavaş öldürüldü. * * * Görebildiniz mi Gezi şehidi Ali İsmail Korkmaz’ın yedi celladını? Görebildik mi ekranlardan? Göremediğimiz için mi farkına varamadık hem varlığının hem yokluğunun Ali İsmail’in? Şehzade Mustafa için gösterdiğimiz hassasiyetin kaçta kaçını Ali İsmail için gösterebildik? * * * Ali İsmail’i hatırlamak için onun da mı bir dizisi olmalıydı? Ya da Ali İsmail, şehzade olsaydı, olur muydu Ali İsmail? ,* * * Bu kadar mı hislerimizi kontrolüne verdik televizyon ekranlarının? Bu kadar mı tükendik? (HABER EKSPRES GAZETESİ- 24.02.2014) Zafer YAPICI

20 Şubat 2014

Onda Tayyip Erdoğan’ı Görmüşler - Zafer Yapıcı

Onun sert bakışlarında, gözlerinde Tayyip Erdoğan’ı görmeye başladım diyordu kahvede oturan biri. Önlerinden geçerken duydum. Şans eseri… Diğerleri kafa sallıyordu. On bir kişi vardı. Saydım. Tam on bir! Bir kişi “hayır yanılıyorsun” demedi, diyemedi. Eyvah dedim. Sadece eyvah diyebildim. Oysa “İzmir’in seçilmişi” değil miydi Tayyip Erdoğan’a benzettikleri. Demokrat İzmir’in. Farkı vardı İzmir’in, yanlış mı biliyorum? Bir gazetenin sloganı vardı ya! Özgür olmayan bir gazetenin. “Gücü özgürlüğünde” diye bas bas bağırıyorlardı reklamlarında… O gazetenin gücü yandaşlığındaydı, kim farkında değil ki bunun? Oysa İzmir’in gücü özgürlüğündedir kelimenin tam anlamıyla… İzmir özgür düşüncenin başkenti. Özgürlüğüne sınır koymaya kalkarsan İzmirlinin, kazanamazsın gönlünü… İzmirli naiftir. Ancak bu naiflik, başını her zaman önüne eğip kaderine razı olmak demek değildir. Bin bir örnekle kanıtlarım. Biat yoktur kent genimizde. Direnişin başkentidir İzmir. Ceberrutluk numaraları sökmez bu topraklarda. İzmirli sevmez öyle onun adına konuşanları. Kaşlarını çatıp, komutlar verenleri. Siyaseti dizayn edenleri. Kadroları masa başında iş ortaklarına, akrabalarına peşkeş çekenleri… Dönekleri ödüllendirip, buna itiraz edenleri döneklikle itham edenleri. Konuştuğu şeye konuşmadım, konuşmadığı şeye konuştum diyenleri. Olmayan şeyi olmuş, olmuş şeyi olmamış gibi gösterenleri. Yalan konuşanı sevmez İzmirli. İhale fırsatçılarını, omurgasızları, üçkağıtçıları. Kibirlileri. Yandaşlarını şehrin başına musallat edenleri… Değerlerini ayaklar altına alanları sevmez. Onu, sahip olduğu değerleri savunmak uğruna kerhen çapsızları desteklemek zorunda bırakanlardan haz etmez. * * * İzmir’in seçilmişi, kendi seçkinlerini seçilmiş yapmaya çalışıyor şimdilerde… İşi gücü bırakmış, ahlak dersi veriyor bir de. Örneğin, Buca’nın sevdiği dürüst insan, hizmet adamı, gerçek CHP’li Ercan Tatı’yı yok sayarak… Üstelik rahatlıkla kazanılacak seçimi göz göre göre riske sokarak… 30 Mart’ta rahmetli Ahmet Piriştina’nın oğluna (yeni Buca adayına) tüm İzmirliler, özelikle Bucalılar vefa borcumuzu ödemek zorundayız… L. Piriştina'nın arkasında durmak gibi bir namus ve şeref borcumuz vardır. Diyor. “Sen kimsin insanlara namus dersi verecek? Sen kimsin insanlara şeref borcu yükleyecek?” diyor İzmirli içinden. “Senin tanımlamaktan kaçındığın bir borcun varsa kendi koltuğunu alacaklına bıraksaydın” diyor. “Namus borcunu böyle temizleseydin” diyor. Daha fazlasını söylemiyor şimdilik. İzmirli küskün. İzmirli şaşkın. Aldatılmışlık hissi şehrin sokaklarını sarmış. * * * Yetmiyor... Bu adayı milletvekilleri istedi diyor. Belediye başkanları istedi diyor. Örgüt istedi diyor. İşte bundan biz elimizden geleni yaptık onun için diyor İzmir’in seçilmişi… Böyle olmadığını en iyi kendi biliyor. Milletvekilleri biliyor, belediye başkanları biliyor, örgüt biliyor. Kendi gerçeğini gizlemek için La Fontaine’den masallar anlatıyor. Diktatoryayı, “bunu halk istedi” diyerek yutturma propagandasını her otokrat yapar diye yazıyor bir siyaset bilimci. “Aslında her otokrat acizliğinden yapar” diye ekliyor sonra. Ancak böyle meşrulaştırabileceğini umar uzağından yakınından etiğin ve demokrasinin geçmediği eylemlerini. Korku içindedir çünkü otokrat diyor siyaset bilimci. Bastırmıştır, sindirmiştir, hak yemiştir. Yanlış yapmıştır. Ama yaptığı yanlışı yadsır. Çünkü yadsımazsa, yok olur. Eksik! Yadsırsa da yok olur… Gücünü yitirdiğinde yanında kimse kalmaz. Gücünü yitirmese de kimse “gönülden” yanında olmaz. En azından “iyi” insanlar… * * * “Dünyada kendi hakkında konuşulmaktan daha kötü bir şey var, kendi hakkında konuşulmamak” diyor. Sanırım Oscar Wilde. Katılmıyorum. Misal, bırakın konuşmayı, bir kişi bile benim hakkımda böyle düşünseydi, yerin dibine girmek isterdim. * * * Kısaca, İzmirli seçtiğinin yüzünde özgürlüğü görmek istiyor. Kendini… Birilerinin adamı olmanın ya da hak etmeyen birilerini adam yerine koymanın getirdiği ezikliği değil… İlkesizliğin getirdiği yapmacık mimikleri hiç değil. Atatürk’ün rozetine katlanamayanların, can havliyle büyük Atatürk posterleri önünde pozlar vermesine sadece gülüyorum artık. Yarın, iklim değişince hangi bayraklar altında ne pozlar vereceklerini düşünmek bile istemiyorum. Emeğin dışlanmadığı bir düzen istiyorum. Son sözü Attila İlhan’a bırakıyorum. “Biliyorum kuralları bozduğumu. Yerimi uysal birine bırakmalıyım” diyor üstad. Nöbet değişimini böyle tanımlıyor. “Hiç sahip olmadığım koltukları uysallara bırakıyorum” o zaman. Hem de hemen. Hiç vakit kaybetmeden… Kuralları bozmaya devam diye haykırıyorum. Koltuksuzluğumdan güç alarak... Öylesine özgürce. Neden mi? Çünkü Mustafa Kemal’e şeref borcumu ödüyorum… (Haber Ekspres Gazetesi-20.02.2014) Zafer YAPICI

17 Şubat 2014

Rubicon Nehri Geçildi mi? - Zafer Yapıcı

Jül Sezar. Önce bir askerdi… Ünlü Galya Seferi ile Roma topraklarını Atlas Okyanusu’na kadar genişletti. Halk nezdinde kahramanlaştı. Bu büyük zaferinin ertesinde, Sezar’ın artan kibrinin ve kurmak istediği garip ittifakların yaratabileceği tehlikeleri fark eden Roma Senatosu ondan lejyonlarını dağıtmayı talep etti. Jül Sezar, bu talebe cevap olarak “Alea Iacta Est” (Zarlar atıldı, ok yaydan çıktı) dedi. Senato’nun Sezar güçlerinin geçmesini yasakladığı bir “kırmızıçizgisi” vardı: Rubicon Nehri. Sezar, buna rağmen nehri geçmekte tereddüt etmedi. “Rubicon’u geçmek” terimi o tarihten itibaren birçok Avrupa dilinde geri dönüşü olmayan bir yola girmek anlamında kullanılır. Bu tercihin sonu bir iç savaştı. Daha iç savaş başlamadan Sezar’ın birçok karşıtı Roma’yı terk etti, ancak bazıları Roma’da kaldı. Sezar’ın şakşakçıları da vardı elbette. Güce tapanlar. Sezardan çok Sezarcı olanlar... Onunla kişisel ilişkisi sonucu makam, mevki kazananlar. Her devrin adamları… … Sonra ne mi oldu? İç savaş sonrası gücünün zirvesindeki Sezar, kontrolsüz gücün korkuttuğu ve/veya kontrolsüz güce onun yerine sahip olmak isteyen Roma’da kalanlar tarafından öldürüldü. Bu kişiler içinde, onun yanında gözükenlerden biri; oğlum dediği Brutus de bulunmaktaydı. Rivayet odur ki, onu “Sezardan çok Sezarcılar” bitirdi. Bizim hikayemizde Rubicon Nehri geçildi gibi. “Sezar the kid”, dictator perpetuus (hayat boyu diktatör) olacağını sanıyor. Bunu yapabilmek için Cumhuriyetçi gözüküp, Cumhuriyeti yıkmak isteyenlerin değirmenine su taşıyor. Bu koşullarda tek dileğimiz Roma’nın yanmaması… Not: Yazıda Sezar yerine siyasetten hangi ismi/isimleri koyarsanız sırıtmıyorsa, bu hikayenin Sezarı odur/onlardır. (HABER EKSPRES GAZETESİ-17.02.2014) Zafer YAPICI

12 Şubat 2014

CHP Yönetimi’ne Yakışan, Yanlıştan Dönme Kararlılığını Göstermektedir - Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, kısaca şaşkınım diyebilirim. Tayyip Erdoğan ve AKP Yönetimi İzmir’de CHP’nin başarı şansını azaltmak için yıllardır çok uğraştı, hala da uğraşıyor. Ancak şu ana kadar CHP Parti Meclisi’nin geçen gece yaptığından fazlasını başaramadı. Süreci size kısaca özetleyeyim. CHP’de MYK, önce bir aday öneri listesi hazırladı. Onay için Parti Meclisi’ne sundu. İzmir siyasetini biraz bilen biri için MYK’nın önerisi tam bir komediydi. Parti Meclisi’nin aday listeleri üzerinde yaptığı değişiklikler ise komediyi bir trajediye dönüştürdü. Neden mi? Birinci neden bir sosyolojik birim olarak ilçe ile başkan adayı arasındaki bağlantının neredeyse tamamen kopartıldığı bir liste belirlenmişti. Adaylar, birbirine özdeş dama taşları gibi rastgele ilçelere sıralanmıştı. Kim nereli, nerede oturuyor, aday yapıldığı ilçeye hayatında kaç kez gitmiş gibi sorular belli ki hiç sorulmamıştı. Sonra Parti Meclisi bir revizyona gitti, ama revizyon bu yanlışlığı düzeltme sonucunu vermedi. CHP’nin adayları arasında aday yapıldığı ilçe ile hiçbir gerçek bağı olmayanlar bile var. Dahası aday adayı olmadığı ilçeden aday yapılanlar… Hemen akla şu soru geliyor. O zaman adaylık sürecinin ne anlamı vardı? Birileri, kendi kafasındakileri aday olarak gösterecekse, niye insanlar aday oldular? Neden yönetmeye talip oldular, müracaat ettiler? Bundan sonra genel seçimler var sırada. CHP Yönetimi bu tarihi yanlıştan dönmeyecekse, onlara ilk önerim milletvekili aday adaylığı için hiçbir müracaat almayacaklarını şimdiden ilan etsinler. Kafamızdaki adayları biz yerleştiririz, siz karışmayın desinler. Bu tavır daha demokratik bir görüntü yaratmaz belki, ama daha etik olacağı kesin. İkinci nedene gelelim… CHP adayı ile CHP ilkeleri arasındaki bağlantının koparıldığı algısı büyüyor. İsimlere hiç girmeden söylüyorum, CHP’nin adayları arasında Atatürk devrimleri ile sorunlar yaşayanların olduğu bile tartışılıyor. İzmir gibi Atatürk değerler sistemini içselleştirmiş bir şehirde, böyle bir şeye yeltenmek halk ile dalga geçmek anlamında yorumlanabilir. Bu partiden kimi koysam seçtiririm anlayışı ile bir yere varılmaz. Aday ile parti örgütü ve değerleri arasında bağlantı koparılarak başarı sağlanamaz. İzmir bu zokayı yemez. Üçüncü neden aday belirlenme sürecinin nesnellikten yoksunluğu idi. Nesnel başarı ölçütlerinden hiç söz edilmediği bir aday belirlenme süreci yaşandı. Bu süreç CHP Büyükşehir Belediye Başkanı’nın bir hizbin sözcüsü olduğu konusundaki itirazları da haklı çıkarma yolunda. CHP’de büyükşehir belediye başkanı, kendine yakın partiye uzak isimlerle bir yerel hegemonya inşa ediyor gibi. CHP merkez yönetimi ise bu yapıya karşı sessizleşti, suskunlaştı. CHP Genel Merkezi’nde de bir ayağı olan yerel oligarşik yapı ile karşı karşıyayız… Süreç çok tehlikeli. Gerçek CHPliler şaşkın. Kendilerinin değerlerini taşımayan adayları sırf AKP’ye karşı direnmek için kerhen desteklemek ile kendi değerlerinden adayları başka partilerden çıkartmak arasında kalmış durumdalar. Gerçek CHP’liler, YCHP içinde kalmak mı, yoksa YCHP dışında yer almak mı ihanettir sorusuna bir cevap arıyorlar. Bu soruyu bütünleyen soru da şu. Kalmak mı CHP değerlerini iktidara taşımak için gerekli yoksa gitmek mi? Bu durum bile CHP’nin Genel Merkez ve İzmir oligarşisi tarafından ne hale getirildiğini anlamak için yeterli. Sorosçuluğun, ikinci cumhuriyetçiliğin, cemaatçiliğin, etnik siyasetin, yandaşlığın, liboşluğun geçer akçe olduğu bir yapının CHP’yi işgal ettiği algısı gittikçe büyüyor. Yazık ki ne yazık… CHP Yönetimi, bu algıyı değiştirmek için en son şansını çok iyi kullanmalı. * * * Bir tarafta İzmir’in başarılı anakent belediye başkanları… Başta Buca’dan Ercan Tatı, Karşıyaka’dan Cevat Durak, Konak’tan Hakan Tartan, Bornova’dan Kamil Okyay Sındır, Çiğli’den Metin Solak, Karabağlar’dan Sıtkı Kürüm, Menderes’ten Ergun Özgün… Diğer tarafta büyükşehir belediye başkanı Kocaoğlu... Kocaoğlu, önceleri dolaylı yollardan MYK’ya, Parti Meclisi’ne ve genel başkanlığa bu isimlerin aday yapılmaması gerektiğini ima ediyor. Sonra da doğrudan bastırıyor. Hatta adaylıktan çekilme tehdidiyle istediği isimlerin atanmasına vesile oluyor ekibiyle birlikte... Tam da bunu yaparken, “bunlar siyasetin dikenli yolları” deyip topu MYK, PM ve genel başkanlığa atıyor. Yeni atanan tüm belediye başkanlarının müdahale olmaksızın doğal olarak atandığını; hatta kendisinin de bu yollardan geçtiğini ifade ediyor. Kocaoğlu diyor ki: “…Genel Merkezimiz MYK ve PM kararını verdi. PM son 18 ilçe belediye başkan adayını dün akşam belirledi. 30 Mart’ta aday gösterilemeyen 5-10 yıl birlikte çalıştığımız tüm belediye başkanlarına İzmir halkı adına sonsuz teşekkür ediyorum. Bu bir yarış, bugün bizi gösterdiler, yarın bizi de göstermeyebilirler. Birileri aday gösterildiğinde sevinmek ve üzülmek gibi lüksümüz yok. Bunu doğal kabul etmek gerekir…” * * * Bu ne yaman çelişki… * * * Önemli soru şu: Acaba MYK, PM ve genel başkanlık yukarıdaki sözleri söyleyen Aziz Kocaoğlu’nun isteğini yerine getirmekle doğru mu yaptı?... Başka tartışmaları bir kenara bırakıyorum… Yapılan anketlerde ilçe düzeyinde çok başarılı sonuçlar göz önüne serilirken… Halk ve başkanlar el ele vermiş AKP karşısında daha başarılı sonuçlar almak için çırpınırken… Tüm engellemelere rağmen proje üzerine proje üretilirken, açılış üzerine açılış yaparken… CHP’de oy patlaması yaşanırken… Halk CHP’yi iktidarda görmeyi heyecanla beklerken… Sadece “ego” uğruna sosyal deprem yaratmaya hatta yıkıntılara sebep olmaya ve heyecanları söndürmeye kimin hakkı var? * * * Üstelik depremin artçı sarsıntılarının Büyükşehiri; yani Aziz Kocaoğlu’nun seçilme şansını ortadan kaldırma ihtimali var. Daha açık bir ifade ile 7 anakent ilçesindeki oy oralarının düşüş eğilimi Aziz Kocaoğlu’nu dahi koltuğundan edebilir. Bu eğilimi göz önüne alarak düşünmemiz gerekir. * * * Altı-yedi yıl öncenin gazetelerine bakın. O zamanlar AKP’nin İzmir’deki kalesi olarak yorumlanan Buca’yı Cemil Şeboy’un yönetiminden CHP yönetimine (38 yıl sonra) rekor oyla geçiren Ercan Tatı’nın başarısı nasıl inkar edilebilir?… Aynı zamanda Cevat Durak, Hakan Tartan, Kamil Okyay Sındır, Metin Solak, Sıtkı Kürüm ve Ergun Özgün’ün başarısı… Bizi düşündüren soru… …Hangi gerekçeyle bu denli başarılı isimlerin listelerden çıkarıldığıdır. * * * Şimdi sormak istiyorum. Ülkeye yönetmeye hazır olduğunu söyleyen CHP, böyle amatörce hataları neden yapıyor veya CHP’ye bu büyük hatalar nasıl yaptırılıyor?... * * * Lütfen bu yedi ilçede başkan adayları atanmadan önce yapılan anket sonuçları ile atandıktan sonra yapılacak olan anket sonuçlarının bir an önce karşılaştırınız. CHP’yi yönetenler… Gerçeklerden kaçmayınız. Doğrulardan şaşmayınız. Mustafa Kemal Atatürk’ün mirası olan CHP’nin altı okuna gönül vermiş, yıllarca bu değerleri yaşatmak uğruna alın teri akıtmış; baskılara ve tehditlere göğüs germiş, başı dik alnı ak bir CHP üyesi ve gazete köşe yazarı olarak bu uyarıyı yapma gereğini duydum. İnancım ayın 18’ine kadar bu yanlıştan bir an önce dönüleceğidir. Bu sevinçli haberin bizzat Genel Başkan Sayın Kılıçdaroğlu tarafından duyurulması gerektiğini düşünüyorum. İşte o zaman AKP karşısında bu yedi başarılı başkanımız ile beraber tüm başkanlarımız, CHP’li meclis üyeleri, CHP örgütü ve halk kenetlenip 30+1 sevincini İzmirlilere ve tüm Türkiye’ye yaşatacaktır. CHP Yönetimi’ne yakışan, yanlıştan dönme kararlılığını göstermektir.(HABER EKSPRES GAZETESİ-12.02.2014) ZAFER YAPICI

10 Şubat 2014

Seçim Sandıkta Kazanılır - Zafer Yapıcı

30 Mart 2014 tarihinde yapılacak olan yerel seçimlere bugün itibariyle tam 49 gün kaldı… Değerli okurlarım, AKP 2002 yılında “3Y” sloganı ile yani yoksulluk, yolsuzluk ve yasakları kaldıracağını iddia ederek iktidara gelmişti. Ancak AKP Hükümeti’nin Türkiye’yi nasıl yönettiği on bir yıl sonunda 17 Aralık yolsuzluk depremi ile iyot gibi açığa çıktı. AKP’nin aklığı mitine AKP seçmeninin önemli bir kısmı bile artık inanmıyor… Artık tarafsız her göz, AKP’nin yolsuzlukla, yoksullukla ve yasaklarla mücadele etmediğini; yolsuzluğun, yoksulluğun ve yasakların odağı haline geldiğini gördü. Tıpkı, laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi gibi… Bu odak aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün kurtuluş ve kuruluş felsefesiyle oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm değerlerini de işlevsizleştirmeye çalıştı. Evine bir lokma ekmek bile götüremeyen, dengeli beslenmeyen, sosyal hayatı olmayan işsizleri, kimsesizleri, işçileri, emeklileri, engellileri, asgari ücretlileri… Toprağını ekse bile ürünün değerini alamayan çiftçileri, köylüleri… Çarklarını döndüremeyen sanayicileri, esnafı… Atanamayan öğretmenleri, yurt bulamayan bulsa da ekonomik olarak okumakta zorlanan öğrencileri… Haklarını alamayan bilim insanlarını… İşinden kovulan basın emekçilerini… Tutsaklığı süren gazeteci, aydın, asker ve bilim insanlarının yakınlarını, sevenlerini… Gezi mağdurlarını ve Gezi’ye destek verenleri… Hak aramak için meydanlara çıkan “kızlı-erkekli” işçileri, emeklileri, memurları, öğrencileri… Çevre gönüllülerini… Hangi partiden olursa olsun AKP’nin yönetimine eleştiri getiren parlamento içi ve parlamento dışı siyasi partileri… Başta barolar olmak üzere tüm demokratik kitle örgütlerini… …Yok saydı… AKP’nin tüm mağdurları bu gidişata dur demek istiyorlarsa öncelikle sandıklara sahip çıkmalıdırlar. Seçim sürecinde aktif görev almalıdırlar. Unutulmamalıdır ki bu görev çocuklarımızın ve torunlarımızın aydınlık geleceğini tayin edecektir. Söz konusu vatansa, söz konusu Türk milleti ise, söz konusu geleceğimiz olan çocuklarımızsa gerisi teferruattır… Şimdi gelinen bu noktada… Sırasıyla önümüze 3 sandık kurulacak. Yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği… Bu üç sandıkta da AKP’nin tüm olumsuzluklarından kurtulmak için, karanlıktan aydınlığa çıkmak için izlenmesi gereken iki yol var. Birincisi, en büyük güç olan oy gücünüzü bir fire dahi vermeden kullanmak. İkincisi, kullandığınız oyun boşa gitmediğinden emin olmak. Oyunuzun boşa gitmediğinden nasıl emin olacaksınız? Sandık görevliliği bu süreçte oldukça stratejik bir husus. Oy verilirken, sandıklar açılırken, geçerli ve geçersiz oylar sayılırken, oyların partilere göre dağılımı yazılırken, partilere göre seçim sonuç tutanağı hazırlanırken çok ama çok dikkatli olmak gerekiyor. Olabilecek yanlışlıklar karşısında anında itiraz hakkının kullanılması birçok haksızlığın önüne geçebilir. Değerli okurlarım, burada çok önemli iki süreç belirleyici. Birincisi, partilere göre seçim sonuç tutanağının imzalı, mühürlü ve okunur vaziyette olan bir nüshasının alınıp ilgili birimlere ivedi bir şekilde götürülmesi. İkincisi, oy pusulalarının konduğu ağzı bağlı ve mühürlü seçim torbalarının emniyetli bir şekilde İlçe Seçim Kurulu’na götürülüp teslim edilmesine refakat edilmesi. İşte o zaman, olası bir yanlışlık durumda itiraz hakkı, seçim sonuç tutanağı ile emin bir şekilde yapılır ve hak aranır. Seçim sandıkta kazanılır dediğimiz de budur. Eğer sandığı boş bırakıp gerekli dikkat ve önem verilmezse bu ihmalin sonuçlarına dün olduğu gibi bugün de katlanmak zorunda kalırız. Sandığımıza ve verdiğimiz her bir oya sahip çıkalım.(10.02.2014- HABER EKSPRES GAZETESİ) ZAFER YAPICI

03 Şubat 2014

Yolsuzluk, Yoksulluk Ve Yasaklar - Zafer Yapıcı

Yolsuzluk, yoksulluk ve yasakları önleyeceğini ileri sürerek iktidar olan AKP Hükümeti on bir yıl sonunda inanılmaz mesafeler alarak cumhuriyet tarihinde görülmemiş rekorlara imzasını attı (!). Erdoğan, Türkiye 2002 Seçimleri’ne giderken neler söylemişti: “…Bir bardak çay 20 kuruş, bir simit 20 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün çayla ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 180 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 184 lira. Bu insanlar kalan 4 lira ile diğer ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar? Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?”. Yıl 2014… TÜRK-İŞ’in verilerine göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.099, yoksulluk sınırı ise 3.580 TL’dir. Ya asgari ücret?... O da 846 TL. Değerli okurlarım, Başbakan 2002 yılında yoksullukla nasıl mücadele edeceğini çay-simit hesabı yaparak halktan nasıl oy alıp iktidar olduysa… Gelin hep birlikte gelenekselleştirdiğimiz çay-simit hesabını yaparak Başbakanın sözünü tutmadığını ispatlayıp iktidardan gitmesi gerektiğini hatırlatalım. Sayın Başbakan, En iyimser fiyatlarla bugün bir bardak çay 75 kuruş, bir simit 75 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün çayla ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 675 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 846 lira. Bu insanlar kalan 171 lira ile diğer ihtiyaçlarını (dengeli beslenme, giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık, ve sosyal yaşam) nasıl karşılayacaklar? Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?... Bir tarafta evine ekmek dahi götüremeyen milyonlarca işsizler, her gün yatağa aç giren yüz binler… Ürününü ekemeyen, ekse de değerini alamayan köylüler, çiftçiler, gelecek kaygısıyla yaşayan gençler ve onların gelecek kaygısını paylaşan anne ve babalar… Sokaklarda yaşayanlar, kimsesizler, evden dışarıya çıkıp üretmek isteyen; ama çıkamayan engelliler… Siftah dahi yapmadan dükkanlarında bekleyen ve sonunda kepenklerini kapatmak zorunda kalan esnaflar, her geçen gün çarklarının dişleri teker teker duran sanayiciler… Haklarını alamayıp sokağa dökülen, biber gazlarıyla, coplarla susturulmaya çalışılan işçiler, memurlar, öğretmenler, sendikacılar, kızlı erkekli öğrenciler… Diğer tarafta, Ayakkabı kutuları, para sayma makineleri, babalar(!) ve oğulları ile gündeme yerleşen cumhuriyet tarihinde görülmemiş 17 Aralık Yolsuzluk Depremi… Bir tarafta yoksulluk (fakirlik, fukaralık, sindirme, korkutma, kaderine razı ol vaazları)… Diğer tarafta, Yolsuzluk, yandaşlık, zenginlik, umursamazlık, hukuksuzluk, adaletsizlik… Ve yasaklar ( yazılı ve görsel medya ile internet sitelerine uygulanan sansür ve yasaklar ile basın özgürlüğünün ve halkın haber alma özgürlüklerinin elinden alınması)… İşte AKP’nin “3Y” si, Ve "Ben bugüne kadar evladından hırsızlık öğrenen baba görmedim, duymadım. Hırsızlık babadan evlada geçer. Evlattan babaya değil. Yönetimlerde hırsızlık yukarıdaki üst yöneticilerden altta ki yöneticilere oradan da halka yansır" sözleri(!)… * * * Değerli okurlarım, AKP iktidarı bu “3Y’ ile yani yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar ve söylemlerle yönettiği Türkiye’yi Mart ayı sonunda yapılacak olan yerel seçimlere nasıl güvenli, tarafsız ve adaletli bir şekilde götürebilir?... Ve ardından sırasıyla yapılacak olan cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerine… Uyan Türkiyem uyan… (HABER EKSPRES GAZETESİ-03.02.2014) ZAFER YAPICI