30 Mart 2015

SEÇİME GİDERKEN - ZAFER YAPICI

Türkiye genel seçimlere giderken ilginç bir siyaset mühendisliği çalışması ile karşı karşıyayız. MHP, bir milletvekilinin ağzından Fethullah Gülen ile aynı çizgide açıklamalar yapıyor. YCHP, CHP’nin antitezi olmak yolunda ilerliyor. Bu ortamda medyada HDP ön plana çıkarılıyor. Bu siyasi hareket sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına yüceltiliyor. Ülkede demokrasinin geleceği, sanki HDP’nin meclise girmesine bağlıymış gibi sunuluyor. Oysa HDP daha bugünden AKP’nin görünmez koalisyon ortağıdır. AKP’nin yanında HDP’nin güçlenmesinin, PKK çizgisini Ankara’da daha görünür kılmanın ötesinde hangi sonucu olabilir? Kimse bana HDP’nin sol bir vizyonu olduğu masalından söz etmesin. HDP’nin muhafazakar Kürt seçmeni yanına çekmek için muhafazakarlaşan, solculuğu ise farklı etnik kökenden kişilerle aynı platformları paylaşmadan ibaret gören sığ bir anlayışa sahip olduğu ortadayken… HDP’nin YCHP ile benzeştiği noktalar tam da bunlar. YCHP, biraz Kürtçü, biraz neo-liberal, biraz cemaatçi, biraz AB’ci, biraz Amerikancı, biraz mezhepçi bir siyasal hareket oldu Kılıçdaroğlu yönetiminde. Altı ok fiilen değiştirildi. Parti bukalemunvari bir yapıya büründü. Çelişkileri o kadar arttı ki AKP’yi eleştiremez hale geldi. Atatürk, sadece geniş tabanını elde tutmak için ara ara seslendirilen bir sembole dönüştürüldü. MHP, CHP’nin aksine dönüşümünü bir lider değişikliğine gitmeden gerçekleştirdi. Kendine bir seçim önce kumpas kuranları dolaylı yoldan aklamaya yeltenecek kadar gerçeklikten koptu. * * * 2015 seçimlerine giderken tarih bizlere üç önemli soru soruyor: 1. Türkiye’yi Türkiye’den yönetebilmek bu kadar zor mudur? 2. Böylesine birbirine benzeyen siyasi aktörler arasında gerçekleşecek seçim ne sonuç verebilir? 3. Peki ya çözüm nedir? (HABER EKSPRES GAZETESİ-30.MART 2015) Zafer YAPICI

23 Mart 2015

ÜRETMEDEN TÜKETMEK ve ÜRETMEDEN KAZANMAK!...ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, on üç yıllık AKP iktidarında Türkiye’nin toplumsal yapısına üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarının sızması birbirini besleyen iki sürecin doğal sonucudur: 1. Neo-liberal Ekonomi Süreci: Günümüzde, ekonomik bağımsızlığı olmayan her ülkeye dayatıldığı gibi Türkiye’ye de neo-liberal ekonomi politikaları dayatılmaktadır. Neo-liberalizme göre kamu sektörü, stratejik sahalarda bile küçültülmeli ve özelleştirmeler gerçekleştirilmelidir. Sendikalar dizginlenmeli, sosyal güvenlik hakları budanmalı, (yandaş) sermaye ağı yaratılmalıdır. Rekabetçi olarak sunulan ancak hiç de rekabetçi olmayan “neo-liberal piyasa ortamı”, üstün değer olarak gösterilmelidir. Spekülatif sermayenin paradan para kazanabileceği ortam yaratılmalıdır. Devlet tarafından, neo-liberal piyasa mücadelesinin “oyun dışı” kalanlarını; yani “sistemin kaybedenlerini” gerçekten kollayacak hiçbir önlem alınmamalıdır. 2. Sadaka Süreci: Sadaka siyaseti, neo-liberal ekonomi sürecinin kaybedenlerinin edilgenliğini ve sisteme itaatini sağlamak için kullanılmaktadır. Neo-liberal ekonomi politikalarının kazananları doğal olarak sistemin sürekliliğine destek olmaktadırlar. Ancak sistemin sürekliliğinin sağlanabilmesi için kazananların desteği yetmemekte, hemen her durumda sistemin kaybedenlerinden de destek alınması gerekmektedir. Bu noktada üretilen sadaka politikası, sistemin kaybedenlerini kollarmış gibi görünerek (ama aslında hiçbir zaman korumayarak), neo-liberal ekonomi sürecinin hakimiyetinin sürmesine hizmet etmektedir. * * * Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi sürecinin hakimiyeti sürdükçe kitleler daha da fakirleşmekte ve son noktada avuç açar hale düşürülmektedir. Bu durumda ortaya atılan sadaka politikası kitleleri neo-liberal sistemin içinde tutmaktadır. İşte bu sayede neo-liberal ekonomi süreklilik kazanmaktadır. Neo-liberal ekonomi süreklilik kazanınca kitleler daha fazla avuç açar hale gelmekte, kitleler daha fazla avuç açar hale geldikçe sadaka kültürü etkinliğini arttırmakta, bu döngüsellikte kazanan hep neo-liberalizm olmaktadır. Kısaca ve basit bir dille bir kez daha izah edelim. Neo-liberal ekonomi politikası - çoğu zaman devletin olanaklarıyla – üretmeden kazanan yeni zenginler yaratmaktadır. Diğer taraftan spekülatif uluslararası sermayenin paradan para kazanmasına uygun bir ortam oluşturmaktadır. Bu zenginlik, hiçbir biçimde üretime dayanmadığından, toplumun geri kalan kesimlerinin fakirleşmesi sonucunda oluşmaktadır. Fakirleşen kitleler ise bir taraftan sadaka kültürüyle, diğer taraftan da “işini bilenlerin” ya da “şansı dönenlerin” bir gün zenginleşebileceğine dayalı bir vaat ile avutulmaktadır. Böylelikle neo-liberal hırsızlık ekonomisi, döngüsel bir biçimde hakimiyetini sürdürebilmektedir… * * * AKP zihniyeti, Türkiye’de neo-liberal ekonomi ve sadaka kültürünü kurumsallaştırarak, üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarının temel uygulayıcısı olmuştur. Bir başka ifadeyle, Türkiye’de AKP, yoksulun daha da yoksullaştırıldığı, zenginin daha da zenginleştirildiği bir ekonomi modelinin en muhafazakâr savunucusudur! AKP iktidarı, Cumhuriyetin kurumlarından bankalara kadar ülkemizin stratejik öneme sahip kurum ve tesislerin büyük kısmını değerlerinin altında bir fiyatla yabancılara satmıştır. Bu kurumları ve tesisleri alanların çok büyük bir kısmı üretime; dolayısıyla istihdama yönelik hiçbir proje üretmemişlerdir. Aksine üretimi engelleyen ve üretimi yok sayan bir anlayışla kendi çıkarlarını daha da geliştiren bir tutum içine girmişlerdir. Paradan para kazanmışlardır. Tüm bu gelişmeleri görmezlikten gelen iktidar, “sanal mutluluğu” yaratan sıcak para akışını sürdürebilmek için “yüksek faiz” politikasını içine sindirip, istikrar naraları atarak ekonomiyi yönlendirmeye çalışmıştır. Son tahlilde ülke ekonomisini spekülatif sermayenin insafına terk etmiştir. * * * Değerli okurlarım üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarına sahip olan iktidar bu anlayışını on üç yıldır topluma egemen kılmaya çalışıyor. Hem zenginleştirdiği küçük bir gruba, hem de yoksullaştırdığı milyonlara… Gelinen noktada neler mi var? Yolsuzluk, yoksulluk, umutsuzluk ve güvensizlik… Sadece bunlar…(HAber ekspres gazetesi-23 mart 2015) ZAFER YAPICI

16 Mart 2015

SAĞLIK OLSUN MU DİYECEĞİZ, SAĞLIKLI OLALIM MI?... ZAFER YAPICI

Her şeyin başı sağlıktır deriz zaman zaman... ...Sağlığın ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu, sağlık olmadan hiçbir şeyin değerinin olmadığını üstüne basa basa vurgulamak için söyleriz bu sözü. Söyleriz de bize şifa veren elleri görmezden geliriz. Bazen yurttaş olarak, bazen devlet olarak… Düşünemeyiz hangi şartlar altında bizi sağlığımıza kavuşturmak için çaba sarf ettiklerini... *** Kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar Kalesi'ni alırken hastalanıp, hasta yatağında söylediği “halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözlerini Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Sağlık Bakanı iyi tercüme ediyordur umarım. 13 Mart'ta sağlık çalışanlarının haklarını dile getirmek amacıyla yapacağı bir günlük iş bırakma eylemi ile ilgili bu yazımı kaleme alırken TV haberlerinde Başbakan Davutoğlu’nun 14 Mart Dünya Tıp Bayramı nedeniyle sağlık çalışanlarına bir müjde vereceği duyuruldu. Yazıma ara vererek pür dikkat izlemeye başladım. Eşinin de doktor olduğunu; sağlık çalışanlarının sıkıntılarını yakından bildiğini dile getirerek özetle "müjdelerini" sıralamaya başladı Davutoğlu. İsteyen hekimlere 70 yaşına kadar çalışma hakkı tanınacağını... ...Sağlık çalışanlarına yönelik herhangi bir şiddeti gerçekleştiren fail hakkında 24 saat hemen gözaltı, eğer birkaç kişi tarafından gerçekleştirilmiş ise 48 saat gözaltı şartı getirileceğini... ...Nöbet ücretlerine yüzde 50, riskli yerlerde nöbet tutanların ücretlerine de yüzde 75 zam yapılacağını söyledi. Sadece saat başı 3.5 TL zam. Bu kadar… Donup kaldım. Doktoruna, hemşiresine, hasta bakıcısına kısacası şifa dağıtan sağlık çalışanlarına reva görülen haklar bunlar mıydı?... Demek ki AKP zihniyeti Kanuni Sultan Süleyman’ın yukarıdaki sözlerini tercüme edememiş; içselleştirememiş. Sağlık olsun!… Olsun da sağlığımız bozulduğunda ne yapacağız nereye gideceğiz, nereden ve kimden şifa bulacağız?... Onlara da mı sağlık olsun, geçer gider diyeceğiz? Yoksa, sağlığımıza kavuşmak için bize teşhisleriyle, tedavileriyle, şefkatleriyle şifa dağıtan fedakar sağlık çalışanlarına yurttaş olarak, devlet olarak sahip çıkıp gereken saygıyı, sevgiyi gösterecek miyiz? Huzur dolu güvenli çalışma ortamının yaratılmasına katkı sunacak mıyız? İşte sağlık çalışanlarının sundukları acil istekler: 1. Performansa dayalı ücret sisteminden vazgeçilmeli. 2. Sağlık ortamlarının şiddetten arındırılması için Türk Ceza Kanunu’nda değişiklik yapılmalı. 3. Alo 184 Sabit Hattı’nın faaliyetleri durdurulmalı. 4. Hastalara 20 dakikadan daha kısa süre içerisinde hekim randevusu verilmemeli. 5. Birinci basamakta çalışanlar arasındaki ücret eşitsizliği son verilmeli. 6. Özel sağlık kuruluşlarında çalışanların sendika, meslek örgütü taraf olarak kabul edilmeli. 7. Sağlık alanında meslek örgütlerini muhatap almayan uygulamalar durdurulmalı. 8. Mecburi hizmet ve geçici görevler kaldırılmalı. 9. Sağlık çalışanlarının nöbet ertesi izin hakkı uygulanmalı. 10. Sağlık çalışanlarının tamamı devlet memuru statüsünde olmalı. 11. Emekli sağlık çalışanlarının ücreti insan yaşamına uygun hale getirilmeli. 12. Sağlıkta insan gücünün planlanması ilgili tarafların katılımıyla yapılmalı. 13. Eğitim alınan kurumlar ehil ellerde olmalı. 14. Sağlıktaki katkı payı ve tüm ilave ücretler kaldırılmalı. Değerli okurlarım, sizce bu istekler hayatımızı kurtaran, bize şifa veren sağlık çalışanları için fazla mı? Üstelik sağlık çalışanları iş bırakma eylemlerini 2014'ün ilk on ayında 2 milyar 750 milyon TL katkı ve reçete parası cebinden çıkan tüm yurttaşlar için de yapıyor... Aslında sağlık eylemleri sadece sağlık çalışanlarının hak alma eylemleri değil, aynı zamanda bu eylemler tüm yurttaşlarımızın sağlığına kavuşması ve şifa bulması ile ilgili eylemler. O halde, SAĞLIK OLSUN mu diyeceğiz? Yoksa… SAĞLIKLI OLALIM mı?... *** NOT: Sağlık olsun deyimi, üzücü bir durum veya bir zarar karşısında avunma anlamında kullanılır. Bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız sağ olsun, kapatırız manasına gelir.(HABER EKSPRES GAZETESİ-16.03.2015) ZAFER YAPICI

09 Mart 2015

8 MART’IN ARDINDAN…ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, benim de içtenlikle katıldığım görüş kadın sorununun sadece bir cinsiyet sorununa indirgenemeyeceği, bir toplum sorunu, bir kültür sorunu olarak değerlendirilmesi gerektiği yönünde. Bunu çözen toplum, çok büyük bir atılım gücünü elde eder, bunu çözememiş olan toplumlar ise çok büyük sorunlarla, sıkıntılarla karşı karşıya kalırlar.” Aslında bu sorunun çözülmesi çağdaşlaşmanın hem gereği hem de temel aracıdır. Çağdaşlaşmanın temelinde kadın-erkek eşitliği yatarken, bu eşitliğin sağlanması aynı zamanda toplumsal değişimin diğer alanlarına da etki eder. Kadın–erkek eşitliğinin toplum tarafından benimsenmesi, uygulanması ile barışın, dayanışmanın ve paylaşmanın önü açılabilir. *** 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü… Kadın haklarının vurgulandığı bu güne Türkiye’de, kadının varolan haklarını da elinden alma girişimleri damgasını vurdu… En temel hak olan yaşam hakkının ve ekonomik özgürlüğünün elinden acımasızca alınması karşısında… Bugün hala, siyasal iktidarın desteğiyle, erkeğin hakkının kadından daha fazla olduğuna dair bir toplumsal kabul, yaşamı yönlendirmeye devam ediyor olması… Kadının kafasına türban giydirmeye çalışan AKP zihniyeti, onu toplumdan ve çalışma hayatından uzaklaştırıp dört duvar arasına sıkıştırmanın gayreti içinde. Bu zihniyet bir de kadınlara görev biçiyor utanmadan. Çok çocuk doğurma görevi! Kadınlar evde otursunlar, kapansınlar, çalışacaklarsa da düşük maaşlarla, ikincil işlerle yetinsinler…İstenen bu! Adını doğru koyalım. Bugün yaşadığımız süreç dinsel dogmalarla ve siyasal baskılarla kadına, ikincil olmayı dayatma sürecidir. Asıl amaç ise, kadını ikincil duruma getirip soygun ekonomisinin sürekliliğini sağlamaktır… Neo-liberal ekonomi mantığının kadına yaklaşımı şöyledir: Kadın, kendi işgücünün gerçekten artı değer yaratmadığına çeşitli yollarla ikna edilmeye çalışılır. Çoğunlukla bu süreçte gelenek ya da din ön plana çıkarılır. Amaç kadının düşük ücret almasının doğal olduğuna onu inandırmaktır. Böylelikle yetişkin kadın, yetişkin erkeğin ücret düşüklüğünü hane içinde telafi edici unsur olarak yeni rollere sahip olur. Bu rollerin oynanması da yetişkin erkeğin ücret düşüklüğünün sürdürülebilirliğini sağlayarak kapitalist sisteme katkıda bulunur. Daha açık bir örnekle ifade edelim. Bir hanede hem erkeğin hem de kadının çalıştığını düşünelim. Önce kadın, erkeğe göre daha düşük maaş alması gerektiğine ikna edilir. Örneğin, erkeğe göre geride olduğuna yönelik bir inanç bu noktada kullanılır. Erkek de, sosyal güvenliğin olmadığı bir ortamda işini kaybetmemek için düşük maaşa razı olur. Böylelikle “isyanın” önüne geçilir. Ekonomik düzenin sürekliliği sağlanır. AKP zihniyeti, soyguncu ekonomi düzeninde kadını düşük maaşa razı etmekle yetinmiyor. Ayrıca kadınları eve kapatma yolunda bir kimlik politikası da yürütüyor. Bu ne anlama geliyor? Kadınların bir kısmı hiç çalışmasın. Sadece evde “en az üç” olmak üzere çocuk baksın…Erkek de iş güvencesi olmadığından düşük maaşa razı olsun. Hanede, normalde kadına biçilen ekonomik düzenin sürekliliğini sağlama görevini de bu kez iktidarın odun-kömür-makarna dağıtım şebekesi üstlensin. Bunu da “oy karşılığında” yapsın. Böylece hem ekonomik düzen sürsün hem partinin iktidarı! Daha bitmedi. Çok çocuk doğsun ve doğan çocuklar da geleceğin işsiz havuzuna eklensinler de, düşük ücretler kader olarak görülmeye devam etsin…Her şey aynen böyle sürsün. Halk sadakaya mahkum olsun, birileri köşeleri dönsün! Oh ne âlâ! Değerli okurlarım, sosyal devlet anlayışı, soygun ekonomisi ve AKP zihniyetinin alternatifidir. Birbirini besleyen soygun ekonomisi ve AKP zihniyetinin aşılması için sosyal devleti, kadın haklarını ve laikliği içine sindirmiş, etnik ve dini kimlik üzerinden siyasetten arınmış bir siyasal bilincin toplum tarafından kabul görmesi ve tüm “gerçek mağdurların” bu ilkeleri savunan bir partide birleşmesi gerekir. *** “Bir toplum aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesine ve medenileşmesine teknik bakımdan imkan, ilmi bakımdan da ihtimal yoktur.” (1923- M. Kemal ATATÜRK) (HABER EKSPRES GAZETESİ-09.03.2015) Zafer YAPICI

02 Mart 2015

PABUŞÇU’NUN MİLLETVEKİLLİĞİNE…ZAFER YAPICI

“90 yıllık reklam arası sona erdi” sözü ile cumhuriyeti hedef alan AKP Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu’nun şimdi de, “Başkan RTE” adlı twitter kullanıcısının yayınlamış olduğu “Bizans dostu kahpe İsmet İnönü” başlıklı mesajı paylaşmasını esefle kınıyoruz. Bu paylaşım yalnızca Kurtuluş Savaşı'nın kahraman öncülerinden, Cumhuriyetimizin kurucularından, Lozan kahramanı ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’ye karşı bir nefret söylemi içermiyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu iradesine karşı bir başkaldırı niteliğini de taşıyor. Paylaşımı yapanın bir kadın olması üzüntümüzün boyutlarını arttırıyor. Bugün TBMM çatısı altında bir kadın olarak Tülay Babuşçu milletvekilliği görevini sürdürebiliyorsa bunu Atatürk ve İnönü’nün kadınlara verdiği seçme ve seçilme hakkından yararlanarak gerçekleştiriyor. Babuşçu bu gerçeği unutmuş gözüküyor. Eğer 5 Aralık 1934’te Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmeseydi… ...Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve vatanseverler olmasaydı, devrimler yapılmasaydı… Twitterdeki mesajın gerçek sahibinin zihniyeti, kadın haklarının hangisini Türk kadınına tanıyabilecekti? *** Değerli okurlarım, CHP bu konuyu TBMM gündemine taşıdı. Bunun üzerine AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal, “…Biz de bu konuda gerekli araştırmaları yapacağız. Tabii ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularından İsmet İnönü’ye ilişkin ağzıma alamayacağım bu ifadeyi eğer gerçek bir kişi olarak kullanmışsa bu bizim asla tasvip edebileceğimiz bir şey değildir.” dedi. Ağzına dahi alamadığın, söyleyemediğin o sözleri paylaşan; yani onaylayan, yani benimseyen kişi yazan kadar sorumlu değil midir? Peki siz AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz? İşte ağza dahi alamadığınız o sözleri paylaşan vekilinizin itirafı: Genel Kurul'da muhalefetin yükselen tepkisi üzerine söz alan Babuşçu, “Biraz önce çok farkına varmadan yaptığım bu retweetle ilgili gerek CHP grubundan gerekse meclisimizin ve Cumhuriyetimizin kurucu başkanlarından Sayın İsmet İnönü’den, başlığı fark etmeden resim odaklı paylaştığım, daha doğrusu retweet yaptığım bu konuyla ilgili, hem başlık hem içerikle ilgili özürlerimi sunuyorum. Cidden herhangi bir kastım yoktu, dikkatsizlik sonucu olmuştur. Huzurlarınızda Sayın İnönü’yü tekrar rahmetle anıyorum, ruhu şad olsun ve tekrar Cumhuriyetimizin kurucusu için hepinizden özür dilerim.” Özrü kabahatinden büyük… Değeli okurlarım, İşte AKP zihniyeti bu… Takiyye yap amacına ulaş… On iki yıldır farkına varmadım, kastım olmadı, dikkat etmedim, yanlışlık oldu ifadelerini kullanarak Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve vatanseverlerin kurduğu gözbebeğimiz Cumhuriyetimizi işlevsizleştirdiler. Bu zihniyet her özür dilediğinde kazanılmış bir zaferin sarhoşluğunu yaşamaktaydı. Çünkü özür konusu olan şeyler hep taktiksel adımlardı. Bu adımların atılmış olmaları kritik eşikleri aşmak anlamına geliyordu; önemliydi. Özür, sadece uyutmak içindi...(HABER EKSPRES GAZETESİ-02.03-2015) Zafer YAPICI