25 Şubat 2015

2007'DEN BUGÜNE SİYASETTE NE DEĞİŞTİ?- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, seçimlere az bir zaman kaldı. Milletvekili aday adaylığı süreci tüm partilerde kimi zaman büyük tartışmalar eşliğinde sürüyor. İşte bu noktada, 3 Haziran 2007 tarihinde Haber Ekspres'te yayınlanan bir köşe yazımı, noktasına virgülüne dokunmadan size hatırlatmak istedim. "Hangi Yol?" başlıklı köşe yazımın yayınlanmasından bugüne geçen 7 yılı aşkın süre zarfında Türkiye'de siyasal katılım süreçlerine hakim olan anlayış ile ilgili bir değişiklik olup olmadığını gelin siz tartışın... * * * Seçimler yaklaşıyor. Hem de Türkiye’nin kaderinin belirleneceği seçimler… Bu seçimlere hazırlanmada iki yol vardı milletvekilli aday adayları için… Birinci yol, kötü yoldu… Kelimenin tam anlamıyla Makyavelist yol…Amaca ulaşmada her yolu meşru gören yol… Bu kötü yoldan geçerek nasıl milletvekilliğine ulaşılabilirdi? Birçoğu uydurma isimlerle, kendini destekleyenler sanal ordusundan (!) gerçekte hiç olmamış imza listeleri hazırlayarak… Parti yetkililerinin kapılarının önünde yatıp, acz içinde yağcılık konçertoları sunarak… Ona buna yandaşlık ağlarından nasiplenme sözü verip, hayali ihaleleri şimdiden bir bir dağıtarak… “Ben bir aday olayım da listeye giremesem de” diye başlayıp; “bu aday adaylığımı hangi kurumun başına geçmek için kullansam” diye devam eden “zihin egzersizleri” geliştirerek… Tüm bunları yaparken, ezberlenmiş (ama genellikle ezberlendiği için birkaç gömlek büyük gelen) replikleri tekrarlayıp, bilgili, kararlı, cesur ve dürüst rolünü oynayarak… İlkesizlik denizinde yüzülen yıllara inat, masalsı bir sihirli değnek vasıtasıyla sadık “partici” haline dönüşüvererek… Gelecekte kullanılmak ve kartvizitlere yazılmak üzere bir zamanlar kazara üye yahut yönetici olunan sivil toplum örgütlerini (!) iliğine kadar sömürerek… Köşe başlarını tutmuş olanlarla, köşeleri dönme adına ortaklıklara girişerek… Aklını, mantığını, vizyonunu ve projelerini değil; etnik, dinsel, mezhepsel ya da yöresel kökenini oy alma adına; bireysel çıkar gayesiyle kullanma yolunda yapay çabalara girerek… Bu liste uzadıkça uzar… İkinci yol ise birinci yola karşıtlıktır…Öyle kıyısından köşesinden değil, cepheden karşıtlık. İkinci yol iyi yoldur. Çıkarcı ve bireyci değil; onurlu ve toplumcu yol… Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyenlerin yolu… Bu yolu izleyenler için milletvekilliğine nasıl ulaşılabilir sorusu anlamsızlaşmaktadır. Çünkü bu yolu izleyenler milletvekilliğini fors kullanıp halka efelenme mevkii olarak görmemektedirler. Bireysel çıkarları maksimize etme yeri olarak değerlendirmemektedirler… Peki neden milletvekili olmak istemektedirler? Bu amaç, öncelikle “kötü yola düşmelerinin” zorunlu bir sonucu olarak milletvekilliğini halkın yararına kullanamayacak olanlara tepkiden kaynaklanır. Basitçe siyasetin kirlenmişliğine tepkidir. Aslında gerçek amaç; kirlenmişliği temiz bir yol izleyerek temizlemektir… Bu yolda emek vardır, çalışma vardır. Seçim dönemlerine sıkışan göstermelik çalışmalar değil, yıllar boyu; ömür boyu çalışma... Kendisini, yakın çevresini, aynı etnisiteyi, mezhebi ya da başka türden ikincil aidiyetleri paylaştığı kimseleri diğerleri karşısında kayırmak için değil; inandığı değerler için, ürettiği projelerin uygulamaya aktarılması için, vatanı, milleti, kenti için çalışma; tarifi imkansız bir emek… Yani, bu yol toplumu kategorilere ayırıcı değildir. Birleştirici ve bütünleştiricidir, üreticidir…Bütünleşmenin ve üretimin harcı ise emektir… Bu yolda paylaşma vardır. “Hep ben, hep bana” dememe vardır. Biz bilincini yükseltme vardır. İyi ilişkiler kurulan her kişi ve kurumu; işgal edilen her koltuğu araçlaştırmama vardır… Gerektiğinde toplum yararına fedakarlık edebilme erdemini gösterme vardır! Bu yolda etnik köken, din, mezhep ya da yöresel kökeni bireysel çıkar için asla kullanmama vardır. Kimlik vurgusunun sözünü bile etmeme, ettirmeme vardır. Bu yolda pazarlıklara girişmeme vardır. İnce hesaplar, oynak dengeler peşinde koşmama; küçülmeme vardır… Halka hizmet etme amacı vardır. Sözde değil, özde halka hizmet etme amacı… Dönmeme vardır! Hiçbir rant, çıkar, mevki için dönmeme! Bu yolun iki temel dayanağı vardır. Akıl ve onur… İşte bu yüzden bu yolu izleyenler kendilerine güvenirler. Öyle süklüm püklüm, el avuç açarak değil, her zaman başları dik dolaşırlar… Peki hangi yol kazanacak? Hangi yolun kazanacağı, Türkiye’nin kaderini belirleyecek etkenlerden bir diğeri. Çünkü hangi yolun kazanacağı, hangi siyaset tarzının yöneten olacağını da gösterecek… Siz bu yazıyı okurken, hangi yolun kazanacağının ilk işaretlerini yavaş yavaş görmeye başlıyor olacaksınız değerli okurlarım…(HABER EKSPRES GAZETESİ-23.02.2015) Zafer YAPICI

18 Şubat 2015

GENÇLİK - ZAFER YAPICI

Farklı farklı tanımladılar gençliği... Hep işlerine geldiği gibi yorumladılar. Ulus ötesi güçler, yarattıkları popüler kültürün tüketicisi olarak düşündü gençliği. Yavan hamburgerlerinin yiyicisiydi gençlik. Diktikleri kötü kotların giyicisi, ne olduğu belirsiz kolaların içicisi, uyduruk Hollywood filmlerinin izleyicisi, sundukları radikal (!) fikirlerin destekçisi... Kısacası, “cilalı imaj devrinin öncü tüketicisiydi” gençlik. Popüler kültürün kalıpları, gençliğin adı konmamış hapishanesi oldu. “Özgür” olduğunu sanmaksa en büyük yanılgısı… Sosyal devlet anlayışından kopan iktidarlar oy kapısı olarak yorumladılar gençliği. Derme çatma üniversitelerde eğitim görüp, işsizler ordusuna katılacak bireyler olarak tasarladılar. Teröristler canlı bomba ve tetikçi, emperyalistler paralı asker, tarikatçılar devlete sızma aracı, insan tacirleri “mal” olarak sundular. Firmalar her an bir diğeriyle ikame edilebilecek işgücü, ağalar yanaşma yahut töre taşıyıcısı olmadan ibaret saydı onları. Kimileri değerini başlık parasıyla ölçtü onların, kimileri eşeğinden bile değersiz saydı. Yorucu eylemlerin afiş asıcıları olarak gördüler kimileri onları. “Sadece” afiş asıcıları… Bazı siyasi parti tabelalarına adları bile kondu. “Genç” sözcüğü onların tabelalarında içi boş bir vitrin oldu… Sözün özü, ya “tüketen” olarak gördüler gençliği, ya da edilgenleştirdiler. Ve bu tüketenlik veya edilgenlik hep onların amaçlarına hizmet etti; gençliğin değil… Gelin şu gençliği edilgen tutmaktan beslenen küresel oyunları ve bu oyunların ak pak cambazlarının (!) sis perdelerini biraz aralayalım. Öyle günler geçiriyoruz ki, bugünlerde emperyalist ülkeler zamanında silahla elde edemediklerini sinsi oyunlarla elde etmeye çalışmaktadırlar. Lozan’da kazandıklarımızı geriye almak için uğraş vermektedirler. Bölücü oyunlarıyla, ülke ekonomisinde dizginleri ele alma gayretleriyle Sevr’i dayatmak istemektedirler. Bu planın uygulanmasının temel yolu da Türkiye’yi onurlu Kemalist geçmişinden kopartıp, onun içini boşaltmaktır. Büyük Ortadoğu Projesi ile Türkiye’ye biçilen rol bu içi boşluktur. (Batı çıkarlarına karşı) “Ilımlı İslam” modelidir bahsettiğimiz. Önce Türkiye’yi dönüştürme, sonra da demokrasi getireceğiz diyerek Türkiye üzerinden Ortadoğu’yu dönüştürme projesidir. Kuşkusuz ilk olarak Türkiye’de böyle bir dönüşümü gerçekleştirmek için, toplumun siyasetten uzaklaştırılması, böylelikle oluşturulacak iktidarın Batı çıkarlarına karşı ılımlı ve laiklik karşıtı bir yapıya kavuşturulması gerekliydi; öyle de oldu…Hatırlayınız RTE’nin danışmanının Amerika’da söylediği “onu kullanın; delikten süpürmeyin” sözlerini. Şimdiye kadar gelmiş geçmiş hiçbir iktidar, iktidarını sürdürebilmek için ABD karşısında bu kadar küçülmemişti… Bu danışman sözü, Türkiye’yi bağımlı ve yönetilebilir bir ülke haline getirme amacının net ifadesidir. Aslında iktidarın on üç yılının tüm icraatlarının özetidir. Şu şahit olduklarımızın ardından ülkenin rejimi ve bölünmez bütünlüğünün tehdit ve tehlike altında olduğunu vurgulayan yurtseverlerin konuşmalarını hala duymazlıktan mı geleceğiz? Ulus devletin tehlikede olmasının aslında geleceğimiz tehlikede olduğu anlamına geldiğini görmezlikten mi geleceğiz? Yakın gelecekte ülkemizi şimdinin gençleri yönetecek. İşte bu nedenle, böylesine önemli dönüşümlerin yaşandığı bir süreçte gençliğimizi ülke yönetimlerine ilgisiz bırakmak için iç ve dış güçler çeşitli oyunlar oynamaktadırlar. Çalışma hakları ve dolayısıyla ekonomik özgürlükleri ellerinden alınan gençleri düşünün. Okuyamayan ve sokakta bulunan gençleri, denetimsiz bir ortamda uyuşturucu batağına saplanan gençleri, okuyabilmek için tarikatların, cemaat vakıflarının yurtlarında avuç açmak zorunda bırakılan gençleri, magazinle uyutulan gençleri…Bu ortamı sağlayan, böyle olmasını planlayan dış ve iç güçler kendilerine bağımlı kadrolar oluşturma çabası içindeler. Kendilerinin ürettiği her şeyi koşulsuz tüketen, etken değil edilgen kadrolar oluşturma çabası içindeler. İşte bu noktada, Türk gençliğini bu edilgenlikten kurtarılmak yönünde gayret göstermek; geleceğimizi kurtarmak adına hepimizin görevidir. İlköğretimden başlayarak onların önünü açacak, özgürce fikir üretmelerini sağlayacak, onlara özgüven aşılayacak eğitim politikalarını hayata geçirmemiz gerekiyor. İş hayatına atılacaklara istihdam olanaklarını emin ve güvenilir bir biçimde sunmamız gerekiyor. Ülkemizde uyuşturucu trafiğini, şiddeti okullarımıza yerleştiren anlayışların ortadan kalkmasını sağlayacak atılımları gerçekleştirmemiz gerekiyor. Cemaat ve tarikat vakıflarının, gençler üzerindeki kuşatmasının süratle kırmamız gerekiyor. Üniversitelerimizi gerçekten “bilim yuvaları” haline dönüştürmemiz gerekiyor… Türk gençliğine Mustafa Kemal Atatürk’ün anlayışıyla sahip çıkmamız ve ona güvenmemiz gerekiyor… Bu düşünceleri benimsemiş bir anlayışı; Atatürk’ün anlayışını yeniden iktidar yapmamız gerekiyor! Yaşadığımız olumsuzlukları ve gençlerin devrimizin popülerleri tarafından ne olarak görüldüğünü tartıştık birlikte. Oysa biz böyle mi başlamıştık çağdaşlık koşumuza? 19 Mayıs 1919; yani bir milletin uyanışının başlangıç tarihi; kimin bayramıydı? Atatürk kime emanet etmişti cumhuriyetimizi; geleceğimizi? Gençlik, Kemalist devrimin sürekliliğinin, tam bağımsızlığın garantisi değil miydi? Gençlik, en etkin, en öncü, en güçlü yanımız değil miydi? Değerli okurlarım, bugün tartıştığımız tüm bu olumsuzluklara rağmen karamsar olmamamız gerekiyor. İnancım, içinde yaşadığımız, gençliği tüketici olmaya ve edilgenliğe; yani son tahlilde itaate indirgeyen bu yapıyı milletçe değiştireceğimizdir. Gençlerin değiştireceğidir. Zaten tüketim toplumu olmayı dayatanların, muhafazakarlığı edilgenliğe eşitleyerek politika yürüten iktidarın, ortaçağ kalıntılarının ve küresel çağın emperyalist güçlerinin en büyük ortak korkuları da budur. Gençlerin Atatürk ilke ve devrimlerinin mantığını kavramış, etik değerlerine sahip çıkan bir anlayışta yetişmesinden ve demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletine devrimci bir anlayışla sahip çıkmalarından korkulmaktadır. Atatürk ilkelerini benimsemiş bir gençliğin, bağımsızlıkçı ve özgürlükçü niteliğinden korkulmaktadır. Hâlâ Atatürk’ten korkulmaktadır. Çünkü Atatürk gençliği, Mustafa Kemal’i anladıkça, yani küresel oyunların farkına vardıkça, tüketenlikten ve edilgenlikten kurtulacaktır. Gücünün, değerinin ve öneminin farkına varacaktır. Ne cilalı imaj devrinin tüketicisi olacaktır, ne canlı bomba. Ne devlete sızma aracı olacaktır, ne de emperyalistin paralı askeri. Ne mal olacaktır, ne sömürülen işgücü. Ne horlanan yanaşma olacaktır, ne de töre taşıyıcısı…Yurttaş olacaktır, üreten olacaktır, etkin olacaktır. Umut olacaktır... “Bu ortam ve koşullarda bile” Türk gençliği önce tek bir “oy”un bile gücünü bilerek oyunları bozan, sonra bu düzeni değiştiren olacaktır! *** “Bütün ümidim gençliktedir.” Mustafa Kemal ATATÜRK “Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir.” Mustafa Kemal ATATÜRK (HABER EKSPRES GAZETESİ-16 ŞUBAT 2015) ZAFER YAPICI

09 Şubat 2015

YAŞAMI GERÇEK GÖZLERLE GÖRMEK - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, sıcak bir yaz günü, yeşil doğa ile mavi denizin birleştiği yüksekçe bir yerde, ağacın altında oturmuş bir yazar hem doğanın güzelliklerini seyrediyor, hem de anılarını yazıyormuş. Aradan biraz zaman geçince karşıdan bir kişinin kucağında büyük bir taş ile uçurumun kenarına gitmekte olduğunu görmüş. Yazar o kişinin ne yapmak istediğini anlamak için onu daha yakından izlemeye koyulmuş. Bir ucu adamın boynuna takılmış, diğer ucu da kucağında taşıdığı taşa bağlanmış bir ipin varlığını farketmiş. Yazar durumun vahametini anlamış ve seslenmiş: “Dur beni dinle, ne yapmak istiyorsun? Sakın kendini uçurumdan aşağıya atma! Biraz beni dinle!”. Adam: “Bıktım artık, yaşamak istemiyorum” demiş. Yazar telaşa kapılmış, adamı nasıl ikna edeceğini düşünmüş ve ona: “Değer mi? Her şeye rağmen hayat o kadar güzel ki, kafanı kaldır etrafına gerçek gözlerinle şöyle bir bak ne göreceksin” demiş. Adam kafasını kaldırıp etrafına bakmış. Masmavi denizi, yemyeşil doğayı, kuşları, martıları, böcekleri, çiçekleri, kelebekleri…ve sonunda gökyüzünün o güzelliğine güzellik katan gurubu görmüş. Adam şaşkın bakışlar içinde kucağındaki taşı yere bırakıp yazara doğru ilerleyip şunları söylemiş: “Ben şimdiye kadar yeşilin bu kadar yeşil, mavinin bu kadar mavi, grubun, çiçeklerin, böceklerin, martıların bu kadar güzel olduğunu fark edememişim. Meğerse yaşamak ne güzelmiş. Bundan sonra hayat benim için yeni başlıyor”. Bu sözler üzerine yazar da: “Gerçek mutluluk insanın elinde, avucunun içinde. Önemli olan onu gerçek gözlerle görmek, ne yapacağını bilmek ve engelleri aşma iradesini kararlılıkla devam ettirmektir” demiş. Değerli okurlarım, yukarıda anlatılanlardan bir ders çıkarabilir miyiz? Bugün yoksulluğun arttığı, yolsuzluğun çığ gibi büyüdüğü bu ortamda insanlarımızın çoğu mutsuzluğa itilmemiş midir? AKP iktidarının yanlış politikaları karşısında insanlarımız çaresizlik içinde değiller mi? Bu zihniyetin amacı halkımızın sorunlarını arttırıp bizleri ülke yönetimine duyarsız kılmak değil midir? “En iyisini biz biliriz, egemenlik benim elimde ben istediğimi yaparım” mantığını hakim kılmak değil midir? Çanakkale’de, Dumlupınar’da, İnönülerde savaşa katılan kadınlarımız, erkeklerimiz o zaman da aç, yoksul değiller miydi? Mehmetçikler, Seyit Onbaşılar…Elif Analar…Onlar aç kaldılar, yoksulluk çektiler ama bağımsızlık için her şeye göğüs gererek bugünkü Türkiye’yi Gazi Mustafa Kemal’le birlikte kurdular. Bizler simdi aç bırakıldık, yoksul bırakıldık diye bu gidişe dur demeyecek miyiz? Sesimizi yükseltmeyecek miyiz? Bir Seyit Onbaşı, bir Elif Ana olamayacak mıyız? Bu duygularımızı bastıran AKP iktidarının eline mi bakacağız? Bizi aç bırakanlara, bizi kendilerine bağlamak isteyenlere; benim olanı bana sadaka gibi vermeye ne hakkın var diyemeyecek miyiz? Artık bu oyunları anlamanın ve sandıkta hesap sormanın zamanı gelmedi mi?... Üretmeden tüketen, iktidarın eline bakan, sadece seçimlerde ona oy veren, dünya ile iletişimi kopartılmış, balık tutmasına değil kuru ekmek verilmesine alıştırılmış bir toplum yaratmaya çalışıp arkasından da “bak halk o kadar memnun ki sesi bile çıkmıyor” deme aymazlığında değiller mi? Yoksula iş, gelecek verilmesi gerekirken AKP iktidarı yoksulu daha da yoksullaştırarak adeta kendine muhtaç (devletin olanaklarını kullanarak yardım yapan) ve bağlı bir toplum yaratma gayreti içinde değil mi?... Bu duruma seyirci mi kalacağız? “Yeter artık beni sömürdüğün, yeter artık beni sadaka bekler duruma getirdiğin, ben bu ülkenin yurttaşıyım ben sana kulluk edemem, ben senin oy depon değilim” diye milletçe ne zaman haykıracağız? Neden korkuyor, neden ürküyoruz? Zengin ülkenin fakir insanları değil miyiz? Tüm kaynaklarımızı bir avuç insanın kullandığı, adaletin, paylaşımın, dayanışmanın, üretimin ve eşitliğin egemen olmadığı ülkemizde yanlış yönetimin iç ve dış politikalarının yandaşçı, ayrıcalıklı ve teslimiyetçi uygulamaları ülkemizi, milletimizi bu hale getirmemiş midir? Yaşam o kadar güzel ki. Hele Türkiye’de yaşamak! Yeter ki, neden zengin ülkenin fakir insanları olduğumuzu gerçek gözlerle görüp, bu soruları kendimize soralım. Türk Milleti olarak bu zenginlikleri bizimle paylaşacak olan siyasetin yanında olalım, ona destek verelim. Gerçek güzellikleri yaratacak sizlersiniz, bizleriz; hepimiziz, Türk Milletiyiz. Egemenlik kayıtsız şartsız hepimizin elinde olduğuna göre; bu egemenliğimizi emanet edeceğimiz iktidarı belirlerken sandık başında vekaletimizi hangi zihniyetlere vereceğimizi çok iyi düşünmeliyiz… İşte o zaman yeşilin yemyeşil, mavinin masmavi, doğanın, insanların, gökyüzünün, çiçeklerin, böceklerin, martıların, kuşların….ne kadar güzel olduklarını fark ederiz. (haber ekspres gazetesi-09.Şubat 2015) Yaşamı gerçek gözlerle görme umuduyla… ZAFER YAPICI

02 Şubat 2015

DEMİRTAŞ VE KILIÇDAROĞLU’NDAN ÇİPRAS ÇIKAR MI? - ZAFER YAPICI

Yunanistan’da parlamento seçimlerinde Radikal Sol Koalisyon % 36,5 oyla büyük bir zafer kazandı. Zafer, Türkiye’de politik çevrelerde ilginç bazı tartışmalar yarattı. Genç lider Çipras’ın başarısı ile paralellik kurarak imaj tazeleme gayreti Türkiye’de kendini solda tanımlayan, ama kanımca sol ile uzaktan yakından alakası olmayan hareketlerde açıkça görülüyor. Öncelikle alelacele açıkça bir etnik kimlik hareketi olan HDP’nin eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile Çipras arasında benzerlikler vurgulandı. İkisi arasında gençlikleri dışında bir benzerlik göremeyenlerdenim. Sonra CHP aynı yarışa girdi. Kılıçdaroğlu Yönetimi da solu etnikçilik üzerinden okumakta inat ediyor. İşte bu nedenle etnik bir seçim ittifakı arayışıyla önce ÖDP’ye gitti. Yolun sonunda HDP görünüyor. Yani, Türkiye’deki sol hareketlerin çok büyük bir kısmı, etnikçilik tuzağına düşerek emperyalizm karşıtı mücadeleyi sürekli öteliyor. Böylelikle, küresel kapitalist sistemle sorun yaşamayan bir sol (?) anlayış kurumsallaştırılıyor. Biraz da Çipras’a bakalım. Çok radikal şeyler söylüyor Çipras. Öncelikle parlamentonun önündeki barikatları kaldırıyor. Dış borçları ödemeyeceğini ilan ediyor. Özelleştirmeleri durduruyor. AB’nin Rusya’ya yaptırım kararına açıkça cephe alıyor. Oyun bozuyor. IMF’ye karşı çok sert bir tavır sergiliyor. NATO’yu kıyasıya eleştiriyor. Milli çıkarı merkeze alan bir duruş sergiliyor. Peki, Çipras ne yapmıyor? Kendi milletini soykırımcı ilan eden pankartlarla yürümüyor örneğin. Neoliberal ekonomiye teslim olmuyor. Kanlı terör örgütlerinin sözcülüğünü yapmıyor. Bir milli-sol anlayışı temsil ediyor. Demirtaş’tan ve Kılıçdaroğlu’ndan çıksa çıksa PASOK solcusu çıkıyor oysa. Avrupa Birlikçi, ABD’yle arayış halinde. Küresel sermaye çevrelerine sizdeniz mesajı verme kaygısında. Sosyal-liberal sentez kavramına sığınarak yıkıcı neoliberal düzeni inşa eden bir sol… PASOK’un son Yunanistan seçimlerde durumu ne miydi? % 4.68 oy aldı. Seçim sistemi bizdeki gibi olsaydı açık ara baraj altıydı. Bu ne mi demek? YCHP ve BDP çizgisinin başarı şansı giderek azalıyor demek... Eğer Yunanistan ile Türkiye arasında illa bir benzerlik kurulacaksa, Çipras’ın zaferi Türkiye’de olsa olsa anti-emperyalist, gerçek CHP’nin; Atatürk’ün CHP’sinin başarı şansını gösterir… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 02 02.2015) Zafer YAPICI