29 Eylül 2014

İşte Yeni Dünya Düzeninin Siyaseti - Zafer Yapıcı

“Hele bugünlerde o kadar ihtiyacımız var ki gerçekleri yazan kalemlere! Gazete köşelerini köşe dönmek için kullananlara, köşeleri tutup dört köşe olanlara inat gerçekleri yazan kalemlere. Yolsuzluğa, yoksulluğa ve yandaşlığa yanaşmayıp, kötülüğü köşeye sıkıştıracak kalemlere... Tıpkı Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi... Onlar bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmadılar. Susmayı çağın suçu olarak gördüler. Cesur bir kere, korkak bin kere ölür dediler. Cumhuriyeti, laikliği ve demokrasiyi savundular. Atatürk ilke ve devrimlerinden asla ödün vermediler. Oysa günümüzde görmezden gelinen yalanlar, talanlar, bazı medya organlarınca ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen; Türkiye'nin gelişmesini hükümet istikrarına bağlayan (ama istikrarın ancak ve ancak halktan yana hükümetin varlığında gerçekleşebileceğini kavrayamamış) düşünce, iktidar merkezli patronaj ağının daha da gelişmesine katkı sağlıyor. "Üç maymunu oynayan" bu kesimlerin yaratmaya çalıştığı vurdumduymazlık tekeline yüzyıllar öncesinden Lermontov'un sözcükleriyle bile cevap verilebilir. Şöyle diyor Lermontov "Çağımızın Kahramanı" adlı yapıtının önsözünde: "İnsanların tatlıyla beslendikleri yeter; mideleri bozuldu artık. Onlara biraz acı ilaç, katıksız gerçek gerek!" Lermontov'un Dekabrist hareketin çarlık tarafından bastırıldığı dönemin ertesindeki baskı, suskunluk ve yılgınlık ortamında bu toplumcu-gerçekçi çıkışının mantığını hatırlamak, hatırlatmak gerek...Daha da açıkçası, çekilen acılara sebep olanları, acı çekenlere anlatmak gerek!...” Bugün 29 Eylül 2014 Medyanın durumu daha da içler acısı. İktidar yandaşlığı iyice kurumsallaştı. “Acı ilaç ve katıksız gerçek vermeye yeltenenler” hedef alınıyor. Peki neden böyle? Cevabı bulmak için “büyük resme” bakmak gerekiyor. 1. Küreselleşme adı altında pazarlanan emperyalizm, kendine karşı ılımlı bir yönetimi kurup sağlamlaştırarak ve halkı “tatlıyla besleyen” bir medya ağı aracılığıyla yanıltarak “sistemin sürekliliğini” garanti etmeyi amaçlar. Tüm dünyada böyledir. 2. Emperyalizm için “sistemin sürekliliğini” değiştirme potansiyeline sahip güçler, toplumsal meşruiyetleri ve destekleri olduğu ölçüde daha da tehlikelidirler. Bu nedenle çeşitli yollarla edilgenleştirilmeye çalışılanlar öncelikle onlar olurlar. * * * Değerli okurlarım, emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe boyun eğmeyen Kemalizm’in, ulus, laik ve üniter devlet yapısı konusunda gösterdiği duyarlılık; iç ve dış birtakım unsurlar tarafından en büyük tehdit olarak algılanmaktadır. Bu nedenle Kemalizm’i edilgenleştirmeye yönelik uygulamalar her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır. Bunun en temel nedeni de Yeni Dünya Düzeni’nin “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” felsefesini herkese kabul ettirmektir. Daha doğrusu doğa yaşamını toplumsal yaşantıya geçirmektir. Güçlünün güçsüzü ezdiği, güçlünün her zaman için ayakta kalacağı bir dünya düzenidir kurulmak istenen… ABD’in Irak’a demokrasi getireceğim diye bir milyon insanı enerji çıkarı için katletmesi gibi… Birinin daha iyi yaşaması için diğerinin gerekirse ölmesi ... İşte budur “yeni dünya düzeni”… * * * Değerli okurlarım, tıpkı doğada olduğu gibi, toplumsal yaşamda da eşitsizlikler, güçlüler ve güçsüzler vardır. Toplum ve doğa yaşamına ilişkin eşitsizlik tablosu siyasete konu olduğunda iki karşıt düşünce ortaya çıkmaktadır. Altı ısrarla çizilmelidir ki, iki karşıt düşünce de eşitsizliğin varlığını reddetmemektedir. Bu düşüncelerden birincisine göre, doğada olduğu gibi toplumsal yaşamda da eşitsizliklerin olması son derece olağan, normal bir durumdur. Bu yapıyı değiştirmeye kalkarsanız düzene zarar verirsiniz, dengeyi bozarsınız, “istikrarı” zedelersiniz. Toplumda karışıklılığa yol açarsınız. “Zengin zenginliğini, fakir fakirliğini bilecek; zengin fakirin, fakir zenginin varlığını kabul edecek!”. Bu birinci görüş “sağ” görüştür. “Yeni Dünya Düzeni’nin” sahiplendiği görüştür. Bu görüş kendi çıkarlarını korumak için, “insan akıl sahibi bir canlı olarak topluma düzen verecek ve eşitsizliği ortadan kaldırabilecek yetenektedir” diyen ikinci görüşe ulusal ve uluslararası düzeyde baskı yapmaktadır… Türkiye’de ise emperyalizm karşıtlığı ve halkçılık Kemalizm’le çakışmakta ve Kemalizm, bir kez daha emperyalizmin temel düşmanı noktasına taşınmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de baskıya uğrayan dünya görüşü tatlısu solculuğu değil Atatürkçülük olmaktadır. Bir başka ifadeyle “yurtta barış, cihanda barış” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal, halkçı, laik ve üniter yapısı değiştirilmek istenmektedir. Bunun için de iç ve dış güçler Kemalist düşünceye sahip kişileri etkisizleştirme, korkutma, ürkütme ve sindirme peşine düşmüşlerdir. Olan budur… * * * Peki bu olumsuzluklar karşısında bizler ne yapmalıyız?... Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini (Kemalizm’i) ve amaçlarını ulus olarak özümsememiz gerekiyor. Bizi bizden ve değerlerimizden koparacak gelişmelere karşı son derece duyarlı ve uyanık olmalıyız. Hepimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ulus tanımındaki “biz” olmalıyız. Birlik olmalıyız. İlkelerimize, devrimlerimize ve ulusal, laik ve üniter devlet yapımıza sahip çıkmalıyız. Cumhuriyet bilinci içinde olmalıyız… Bizi bizden ayıran; bölen, parçalayan, yok eden anlayışlarda değil bizi biz yapan anlayışlarda birleşmeliyiz. Atamızın miras olarak bıraktığı Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne sahip çıkarak bu olumsuzlara dur diyebiliriz.(HABER EKSPRES GAZETESİ 29.09.2014) ZAFER YAPICI

24 Eylül 2014

Uluslaşmak - Zafer Yapıcı

Günümüzde ulus-devlet iki farklı düzeyde meydan okumayla karşı karşıya. Birinci meydan okuma “aşağıdan” geliyor. Irka, dinsel kimliğe ve bölgeselliğe dayalı ulus-altı oluşumlar ulusu aşındırma gayretindeler. İkinci meydan okuma ise “yukarıdan”. Küreselleşme kavramıyla simgelenen büyük güçlerin ve uluslararası sermayenin hükümranlığı ulus düşüncesini yıpratmaya çalışıyor. İşin kötüsü ulus karşısında, ulus altı ve ulus üstü oluşumlar müthiş bir işbirliği içindeler… Bu ikili meydan okuma her devlete aynı oranda zarar vermiyor. Küresel sermayeyi yöneten devletler meydan okumalardan etkilenmiyorlar. Hatta bu süreci yöneterek güçlerini arttırıyorlar. Buna karşın küreselleşme mağdurları “sömürülen devletler” bir taraftan küresel sermayenin ülke ekonomisindeki kırılgan hükümranlığıyla “yukarıdan”, diğer taraftan da kimliğe dayalı parçalanma tehditleriyle “aşağıdan” etkisizleştiriliyorlar… İşte bu noktada, yeni emperyalizmin mağduru olan devletlerin yönetimlerine büyük görevler düşüyor. Bir taraftan küresel sermayenin hükümranlığının yarattığı kırılganlığı azaltacak etkili ve üretime dayanan ekonomi politikaları geliştirerek “yukarıdan” gelen baskıları azaltmak; diğer taraftan birleştirici bir ulus düşüncesini ön plana çıkararak yapay bölünmeleri engelleyip “aşağıdan” gelen baskıları önlemek gerekiyor. Ancak böylelikle ulus-altı ile ulus-üstü arasındaki etkileşimin ulus adına yıpratıcı etkileri azaltılabiliyor. Ne yazık ki ülkemizde siyasal iktidarın zihniyeti, bu etkilerin gücünü daha da arttırmaya hizmet ediyor. Siyasal iktidar dışarıda meşruiyetini ekonomiyi küresel sermayeye teslim ederek, içeride ise ırka, dine ve bölgeselliğe dayalı bir politikayı ön plana çıkararak sağlıyor. Oysa akıntıya kapılmak değil, akıntıya karşı durmak gerekiyor. Değerli okurlarım şu günlerde genelde ulusçuluk ve özelde Mustafa Kemal’in Atatürk’ün ulusçuluk düşüncesi meydan okumalara karşı bir alternatif olarak önemli hale geliyor. Ulusçuluğu sahiplenen siyasi oluşumların; özellikle Kılıçdaroğlu başkanlığındaki CHP’nin tarihi sorumlulukları artıyor. Bu yazımda, 21 Haziran 1997 yılında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın başkanlığında düzenlenen parti içi eğitim seminerine katılarak katkı koyan Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın konuşmalarından yararlanarak onun ulusçuluk konusundaki görüşlerini sizlerle paylaşmak istedim. Bu görüşler bugüne de ışık tutuyor. İşte 21 Ekim 1999 tarihinde evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybeden demokrasi şehidimiz Gazeteci-Yazar Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın ulusçuluk konusundaki çok önemli görüşleri: “Ulusçuluk ilkesinin iki yönü var. Bunun bir yönünü herkes biliyor. Bir yönü dışa dönük, bağımsızlık, tam bağımsızlıktır. Ulusçuluk ilkesini, o yönün ne kadar evrensel olduğunu Sayın Toktamış Ateş sabahki konuşmasında vurguladı. Kemalist devrimin evrenselliğinin en önemli nedenlerinden bir tanesi, tabii ki, bu ulusçuluğun dışa dönük, bağımsızlık yönüyle ilgilidir hiç kuşku yok. Hemen burada şunu söyleyeyim: Kemalist devrim bir yukardan aşağıya hareket değildir. Kemalist devrim, biliyorsunuz, ulusal kurtuluş hareketinin başlangıcındaki o yerel kongre iktidarlarından yola çıkan, ama onları çok daha ileriye taşıyan bir devrimdir. O yerel kongreler neyi öngörmüşlerdir düşman olarak? Ya Rum’u öngörmüştür, ya Ermeni’yi öngörmüştür; O tehlikeye karşı silahlanmıştır. Ama Atatürk bunu, evrensel bir emperyalizm olgusuna yönlendirmesini bilmiştir. Şimdi ikinci yanı üzerinde durmak istiyorum. O da şu: Ulusçuluk ilkesinin ikinci yanı, bir ulus yaratmaya dönüktür. Sayın Genel Başkanın, Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanı’nın sabahki konuşmasında vurguladığı gibi, uluslaşmaya dönük yönü bizim için çok önemlidir bugün. Hiçbir toplum gösteremezsiniz ki, uluslaşmadan çağdaşlaşabilmiş olsun, uluslaşmadan demokratikleşebilmiş olsun. Ne demek uluslaşmak? Aynı topraklar üzerinde yaşayan insanlar arasında bir, “biz” duygusunun, bir “dayanışma” duygusunun yaratılması demek. Eğer bunu yaratamazsanız uluslaşamazsınız, çağdaşlaşamazsınız. Oysa 1920’ler Anadolusunda, tıpkı bugün olduğu gibi 20 etnik kökenden gelen insan yaşamaktadır, ama bir ulus yoktur. Burada önemli olan şu: ulus yaratma çabası doğrudur tartışılması gereken şu: Bu ulusu neyin üzerine oturtacaksınız? Irkın mı, dinin mi, kültürün mü? Irkın üzerine oturtursanız, bunun ne kadar yanlış olduğunu görürsünüz. Zaten Kemalizm’in yeniden evrenselleşmesinin, bence yeniden dünya düzeyinde büyük ilgi toplamasının nedenlerinden bir tanesi, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Balkanlar’da Kafkaslar'da yaşananlardır. Soruyorum şimdi, Bosna’da Boşnakları katleden Sırplar, onların karısına kızına tecavüz eden, mallarına el koyan, yakıp yıkan Sırplar ayrı ırktan mı? Hayır, ikisi de aynı ırktan, üstelik aynı dili de konuşuyorlar. Demek ki aynı ırktan olmak bir ulus yaratmak için yeterli değil. Kuzey İrlanda’da Katolikler, Protestanlar arasındaki iç savaşı göz önüne alınız, bu insanlar aynı ırktan değil mi, aynı dili konuşmuyorlar mı? Ama bir ulus oluşturamıyorlar. Dini alırsanız, bu da yanlış. Bunun yanlışlığı bu örneklerden görülüyor. Çünkü dini aldığınız zaman, aynı ırktan olan, aynı dili konuşan insanlar din farkından dolayı birbirine düşman oluyorlar. Gene İrlanda’da da bu açık. Bosna örneğinde de öyle. Atatürk doğrusunu yapmıştır. Tarihsel evriminin de zaten gerektirdiği Batı’da budur. 1000 yıllık bir kültür beraberliğinin ürününün üzerine bir ulus inşa etmeye çalışmıştır. Şimdi, burada şu nokta yeterince açıklığa kavuşmak zorundadır. Acaba bazılarının ve özellikle İkinci Cumhuriyetçilerin öne sürdükleri gibi, bütün bu görünüşe karşın Kemalist ulusçuluk ırkçılık mıdır? Atatürk niçin, “ne mutlu Türküm diyene” demiştir? Bir defa şunu unutmayın: Tabii, bunun bilinen bir yanı var, hepimiz her yerde söylüyoruz, siz de söylüyorsunuz; “ne mutlu Türk olan” dememiştir, “ne mutlu Türküm diyene” demiştir. Önemli bir fark var tabii; ama bu yetmez, bu açıklama yetmez. Her olayı kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekili de olan Rafet Işıtman tutup şiir yazıyor; “Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım” diyor. Dikkat edin, Türk yaratıldım. Milli şair diye nitelendirilen Mehmet Emin Yurdakul şiir yazıyor, “dinim, ırkım uludur” diye. Dünyaya bakın, dünyada Nazizm'in, faşizmin yükselme dönemi, ırkçılığın yükselme dönemi. Bizim aydınlarımız da onun etkisi altındalar. Bu dönemde Atatürk çıkıyor, bunların önünü kesiyor. “Ne mutlu Türk olana” değil, “ne mutlu Türküm diyene” diyor. Kendi el yazısıyla yazdığı kitapta ilk cümleyi koyuyor; “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir. Burada ne ırksal ayrım var, ne dinsel ayrım vardır. Arkadaşlar, ulusal kimlik bir üst kimliktir. Ulusal kimliğin ırkla ilgisi yoktur, alt kimliklerle ilgisi yoktur ama alt kimliklerin bir sentezidir ulusal kimlik… Arkadaşlar, bu topraklar üzerinde 20 etnik kökende insan yaşıyor. Her etnik köken bir kimliktir, bir alt kimliktir; Türkmen kimliği de dahildir. Laz kimliği de dahildir. Hepsi dahildir. Tıpkı, işçinin bir iş kimliği vardır, işverenin bir işveren kimliği vardır, esnafın kimliği vardır, öğrenci kimliği vardır, siyaset adamı olmak bir kimliktir, bunların hepsi birer kimliktir. Nasıl ki, iç Anadolulu olmak, Güneydoğulu olmak ayrı kimliktir, Karadenizli olmak ayrı kimliktir; bunların hepsi bir alt kimliktir. Ama ulusal kimlik dediğimiz şey, bu alt kimlikleri yadsımaz, bunlarla çelişmez; bunların bir sentezini temsil eder…” Değerli okurlarım, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın anlattığı bu gerçekleri dikkatle okuyup düşünmek durumundayız (Özellikle CHP’nin Genel Başkanı ve yöneticileri!). Ülkemizde benzeri olayları yaşamamak ve yaşatmamak için kurulan tuzaklara ve oynanan oyunlara karşı uyanık olmalıyız. Uluslaşmamızı “biz” ve “dayanışma” duygusunu yaratıp, birlik ve beraberliğimizi oluşturarak, Atatürk ilke ve devrimlerinin rehberliğinde tamamlamalıyız. CHP'nin tarihsel misyonu, bu sürecin altını oymak değil bu sürece önderlik etmektir. Çünkü başka Türkiye, başka Türk Milleti yok!(22.09.2014 haber ekspres gazetesi) ZAFER YAPICI

CHP’deki Dönüşüm - Zafer Yapıcı

Geçtiğimiz günlerde Kemal Kılıçdaroğlu bir soru sormuş. Mecidiyeköy'de yaşanan rezidans faciası hakkında Çalışma Bakanı Faruk Çelik için "Merak ediyorum o koltukta niye oturuyor? Şikayet etmek için mi, önlem almak için mi?" demiş. Bu konuşmayı da genel başkanlık yaptığı CHP'nin 18. Olağanüstü Kurultayı'nda seçilen Parti Meclisi'nin ilk toplantısında yapmış... * * * Böyle bir açıklama, sol ve anti-emperyalist bir platformdan gelseydi anlamlıydı. Kılıçdaroğlu'nun belirlediği parti meclisinde, Kılıçdaroğlu'nun ağzından çıktığında ise eğreti duruyor. Öylesine söylenmiş gibi, kimse ciddiye almıyor. Çünkü, Kılıçdaroğlu'nun yeni parti meclisinin ezici çoğunluğunda sol, emekçi dostu ve anti-emperyalist bir vizyonun kırıntısını bulmak ya (doğası gereği) imkansız, ya da bundan sonra imkansız olacak. AKP'nin neoliberal iktisat politikasının ve Batı yandaşı ılımlı-İslam çizgisinin antitezi olan CHP'yi AKP'ye benzetmeye odaklanmış bir zihniyetten (ve bu zihniyet ile koltuk uğruna pazarlığa girişip ilkelerinden taviz verenlerden) dik bir duruş beklemek saflık olur. Artık yetmez ama evetçi bir muhalefetimiz olacak gibi. Baksanız ya, başdanışmanlık makamları bile ılımlı-İslam ve Kürt açılımlarının mimarlarına ayrılmış... Neoliberal iktisat politikalarına yetmez ama evet diyecek... Kürt açılımına yetmez ama evet diyecek... İnanç sömürüsüne yetmez ama evet diyecek... Emperyalizm ortaklığına yetmez ama evet diyecek... Yağma düzenine yetmez ama evet diyecek bir ana muhalefet mi dizayn ediliyor? Adım adım... * * * Biz de Kılıçdaroğlu'nun sözlerini çevirip kendisine soralım o zaman... Parti ilkelerini tartışmaya açan bir genel başkana soralım. Merak ediyorum o koltukta niye oturuyorsunuz? Partinizin ilkelerinden şikayet etmek için mi, partinizi dönüştürmek isteyenler karşısında önlem almak için mi?(15.09.2014 haber ekspres gazetesi) Zafer YAPICI

CHP Kurultayı’nın Ardından… Zafer Yapıcı

Hafta sonu düğün salonunda sergilenen tiyatroya bakıp da CHP'yi bu kadar güçsüz bir siyasal aktör sanmayın. CHP tarihi aslında kurultaylar tarihidir. CHP kurultaylarının tarihi ise kurtuluş, kuruluş ve demokrasi tarihi... Bu partide ülkenin ve partinin gidişatı ile ilgili temel tartışmalar kurultaylarda gerçekleştirilirdi eskiden. Kurultaylar siyasete yön verirdi. Manifestolar yarışırdı. Bir düşünün, öyle bir partiden söz ediyoruz ki, ülkenin kurtuluş mücadelesinin işaret fişeği olan Sivas Kongresi, Parti'nin birinci kurultayı kabul ediliyor. Atatürk'ün Büyük Nutuk'u okuduğu yer neresi mi? Partinin ikinci kurultayı. Üçüncü kurultayda altı ok belirlenmiş. Ülkenin demokrasiye geçiş tarihine bu kurultaylar yön vermiş. Bu kurultaylarda ortanın solu, demokratik sol gibi ideolojik atılımlar yaşanmış. Yeni vizyonlar üretilmiş. Cumhuriyetin ulu çınarının geçen hafta getirildiği hale bakın bir de. Bu yazı kaleme alınırken henüz parti meclisi sonuçları açıklanmadı. Genel başkanın anahtar listesi var önümde. Verilen ipucu açık. Sivas Kongresi'ni, Büyük Nutuk'u, altı oku, demokrasiye geçişi, ortanın solunu, demokratik solu içine sindirmiş kaç kişi CHP'nin yeni yönetiminde yer alabilir sizce? Dünya yüzeyinde parti ideolojisiyle kavgalı bir yönetime sahip bir siyasal parti var mıdır? Görüyoruz ki var. Üstelik, öyle bir yönetime sahip ki CHP, özgün bir siyasal vizyon bile üretemiyor. Siyasal İslam ile Kürtçülük arasında neoliberalizm ve cemaat soslu bir ittifak görüntüsündeler. Ve ne yazık ki, bu vizyonsuzluk ve ilkesizlik ile cumhuriyet çınarının verimli toprağı her gün biraz daha erozyona uğruyor. Boşluklar her kurultayda yeni çöl kumları ile dolduruluyor. Oysa çınar değil, kum sizin akıttığınız can suyunu emiyor. Siz su verdikçe kum nemleniyor, çınar kuruyor. Başka şeyler yapmak gerekiyor o zaman? Büyük şeyler. Bu ilkesizliği ve ona eşlik eden diktatoryayı ortadan kaldırmak gerekiyor çınarın yaşaması için... Aynada kendime bakıyorum. O çınarın köküne yapışmış bir küçük toprak parçası görüyorum. Bu koşullarda çınara su taşımaktan da evvel çınarın toprağı olmak gerek diye düşünüyorum. Onun köklerine yaşamına sarılmış toprağı!(08.09.2014 haber ekspres gazetesi) Zafer YAPICI

Aydınlanma Devrimi Ve CHP - zafer yapıcı

16. ve 17. Yüzyıllarda yaşanan Bilim Devrimi dünyayı derinden sarsacak sonuçlar doğurmuştu. Bilimsel gözlem ve deney, kilise taassubunun karşısında yeni bir vizyon anlamına geliyordu. Kopernik, Galilei ve Isaac Newton, gözlem ve deney ile evrenin oluşumu ile ilgili dönemin değer yargılarını yıkmaya başlamışlardı. 18. yüzyıl Aydınlanma Çağı filozofları, Bilim Devrimi’nin yöntemsel açılımlarını toplum ve yönetim çalışmalarına aktardılar. İnsanları özgürleştirmede ve toplumsal gelişmeyi sağlamada insan aklının gücünü ön plana aldılar. John Locke, toplumsal sözleşme kuramını ortaya attı. Hükümetlerin bir toplum sözleşmesine dayanarak kurulması gerektiği fikri, hükümdarların egemenliklerinin kaynağını Tanrı ile açıklamalarıyla açıkça çelişiyordu. Montesquieu, papaya hokkabaz diyecek kadar ileri gitmişti. Kontrolsüz gücün toplumun zararına olduğu düşüncesiyle kuvvetler ayrılığı fikrini ileri sürüyordu. Rousseau, insanların özgür doğduğunu ancak sonradan zincire vurulduğunu ifade ediyordu. Zincirlere karşıydı. Diderot, son kral, son papazın bağırsakları ile boğulmadıkça kurtuluşun mümkün olmayacağını ifade edecek kadar eski düzen ile kavgalıydı. Bunları neden mi anlattım? Çünkü Aydınlanma Devrimi’nin ilkeleriyle uzaktan yakından alakası olmayan bir eğitim sistemi Türkiye’de hakim kılınıyor. Yeni bir düzen kuruluyor. Ancak bu yeni Türkiye, “en eskinin” düşünce yapısıyla inşa ediliyor. Türkiye “en eskiye” doğru giderken, Aydınlanmanın Türkiye’deki savunucusu olması beklenen bir devrim partisinin, CHP’nin lideri, Aydınlanma Devrimi’ne ve hatta Bilim Devrimi’ne cepheden karşı çıkanları, yani “en eskiyi” partiye katarak “yenilenmekle” meşgul. Yazıklar olsun! (01.09.2014 haber ekspres gazetesi) Zafer YAPICI

YCHP AKP’LİLEŞİYOR MU?- ZAFER YAPICI

Farkındasınız. Son bir aydır muhalif medyaya yönelik bir dizayn faaliyeti yürütülüyor. Hayır, bu sefer dizayn faaliyetini siyasal iktidar yönetmiyor. Ana muhalefet partisini idare eden ancak partisinin ilkelerine muhalif kadro cadı avında… Eğer kriterimiz demokrasi ise bu durum da, YCHP yönetiminin AKP ile ideolojik açıdan benzeştiğinin açık bir kanıtı. Diktatörlük Türkiye’de hem iktidar hem muhalefet aracılığıyla kurumsallaşıyor. Aklımıza ilk gelenleri kısaca özetleyelim. Önce Kılıçdaroğlu’na yakın CHP’li vekil Durdu Özpolat’ın çıkarttığı Yurt Gazetesi’nde bir ideolojik dönüşüm yaşandı. Gazetenin yayın çizgisini oluşturan Atatürkçü sol ile yakından uzaktan alakası olmayan Derya Sazak genel yayın yönetmenliğine getirildi. Bu durum bir kıyımın habercisi oldu. Beş köşe yazarı işten çıkarıldı. Bu isimler arasında, CHP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimi politikalarını eleştiren Hulki Cevizoğlu ve Necdet Saraç da yerini aldı. YCHP’nin yayın organı olarak bilinen Halk TV’de Nihat Genç’in programı yayından kaldırıldı. Gittikçe liberalleşen (!) ve Kemalizm’e Kemal Kılıçdaroğlu’nun miyopluğuyla bakmaya başlayan Cumhuriyet gazetesi, Kılıçdaroğlu’nu istifaya davet eden Bedri Baykam’ın yazısını yayınlamadı. Tüm bunlar gayet olağan… CHP bir ideolojik dönüşüm içinde. YCHP, CHP’yi içinden atma telaşında. Kral çıplak. Ne kadar inkar etseler de hesaplaşma Atatürk ile. Hesaplaşma sol ile. Kılıçdaroğlu, Zaman’a konuşuyor. Altı oku, daha çağdaş, daha evrensel anlayışa göre yeniden yorumlayacağını söylüyor. Altı oku sulandırmayı hedefliyorum demiyor. Kılıf buluyor. YCHP yönetiminin İzmir milletvekili olarak atadığı bir bey, “ulusalcı çizginin solda yeri yok” diyor. Sanırsınız BDP eşbaşkanı. Tayyip Erdoğan hayranı, YCHP yönetiminin İstanbul milletvekili olarak atadığı bir hanımefendi, “sol siyasette pek de yeri olmayan ulusalcı çizgiye kayanlar olduğu” teziyle içinde bulunduğu partinin ideolojisini eleştiriyor. “CHP değişiyor ama hemen sonuç almak zor” diyor. Bu kişilerin Kılıçdaroğlu gibi solda olmadıkları açıkça ortada… Doğru partide ve doğru yolda olmadıkları da… Not: Süleyman Soylu bir zamanlar Demokrat Parti’nin, Numan Kurtulmuş ise Has Parti’nin Genel Başkanlarıydılar. Bugün, o görevlerini tamamladılar. AKP’de yükseliyorlar. Bu iki kişinin AKP’li olma sürecindeki ilk söylemleri, uygulamaları ve partileriyle yaşadıkları tartışmalar ile YCHP’yi yöneten ekibin söylemleri ve eylemlerini karşılaştırmanızı şiddetle öneririm.(25.08.2014 HABER EKSPRES GAZETESİ) Zafer YAPICI

Sadece Kılıçdaroğlu’nun İstifası Yetmez - Zafer yapıcı

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçları muhalefet adına büyük bir başarısızlığı gözler önüne serdi. Bu başarısızlık CHP ve MHP’nin başarısızlığı olarak sunuldu genelde. Hayır, gerçekte böyle değil. Bu başarısızlık CHP ve MHP yönetimlerinin başarısızlığıdır. Bir oldubitti ile karşılaşan CHP ve MHP tabanları, gümbür gümbür gelen yenilginin olsa olsa mağdurlarıdır. Ayrıca birçok yazar tarafından başarısızlık çatı aday fikrinin de yanlışlığının kanıtı olarak sunuldu. Hayır, gerçekte bu da böyle değil. Çatı aday fikrini benimseyen, öneren kişilerden biri de benim. Bu nedenle CHP ve MHP’nin çatı adaylık fikri üzerinde uzlaşmaya varması beni heyecanlandırmaya yetmişti. Çünkü herkes gibi benim de beklentim, iki partinin ortak özellikleriyle kavgası olmayan bir adayın belirleneceğiydi. Rasyonel olan buydu. Ilımlı İslam dayatmacılığına ve bölünme sürecine karşı CHP ve MHP tabanlarını birleştiren özellik milli hassasiyet idi. Atatürk ilkeleri ve değerler sistemi idi. Herkes gibi benim de beklentim, aynı hassasiyetleri paylaşan bir yurttaş olarak, gönül rahatlığı ile oy vereceğim, benim adayım diyebileceğim birini aday olarak görmekti. Oysa CHP ve MHP’nin yönetim kadrosu uzlaşa uzlaşa AKP prototipi bir adayda uzlaştı. Çatıyı başarılı kılacak yegane unsur, adayın nitelikleri ve ideolojik bağlamı olduğundan başarısızlık kaçınılmaz hale geldi. Bir başka ifadeyle İhsanoğlu-Erdoğan danışıklı dövüşünde Ilımlı İslam, daha seçim yapılmadan galibiyetini ilan etti. Seçim sadece göstermelik bir hal aldı. CHP ve MHP yöneticilerini böyle bir adayda uzlaşmaya kim, nasıl ikna etti? Bu gaflet ve belki de ihanet sürecini kimler yönetti? CHP ve MHP tabanlarının iradesini ipotek altına alarak Türk halkını Ilımlı İslam, dinci diktatörlük ve bölücülük arasında bir tercih yapmaya zorlayan İhsanoğlu Koalisyonu’nun ortada gözükmeyen 15. Partisi kimlerden oluşmuştu? Bu soruların cevabı siyasi tarihimizin karanlık noktalarından biri olarak kalmamalıdır. Kılıçdaroğlu’nun bundan sonra siyaseten yapabileceği belki de tek hayırlı şey, istifa ederken bu karanlık süreci deşifre etmesidir. Yukarıdaki soruları cevaplamasıdır. Oysa Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimine paraşütle gönderilen ve tek ortak noktaları Amerikancılık ve Atatürk fobisi olan yönetici güruhu, cemaate ve hatta HDP adayına methiyeler düzerken, mağlubiyetin sorumluluğunu parti tabanına yüklemektedir. Böyle bir kepazeliği dünya çapında hiçbir siyasal oluşumda görmek mümkün değildir. Parti ilkelerini savunmak, bir partide suç haline getirilebilir mi? Bu rezil, insan zekasıyla alay eden söylemler ancak partiyi dinamitlemek için yapılır. Bugün CHP’yi yönetenler, ya bilerek bu dinamitleme sürecine dahil olmakta, ya da bilmeyerek alet olmaktadır. İkisi de birdir… Görüşümüz çok nettir. Kılıçdaroğlu’nun istifası gereklidir, ancak yeterli değildir. Çünkü bu ne idüğü belirsiz omurgasız anlayış en küçük hücresine kadar CHP’den sökülüp atılmadan, CHP’nin tarihsel rolünü oynaması mümkün değildir. YCHP, yeniden CHP yapılmalıdır. Ok yaydan çıkmıştır. Ya cumhuriyetin sigortası emperyalizme tam teslim olacaktır, ya Atatürk devrimi tamamlanacaktır. CHP kurultayında son tahlilde oylanacak tek şey budur! CHP’yi saran emperyal oyunu boşa çıkarmak için en büyük görev CHP tabanına düşmektedir. CHP tabanı, ya ülkesinin kaderini, partisinin ilkesizleştirilmesine karşı topyekün bir mücadeleyi örgütleyerek değiştirecektir. Pankartlarıyla, bayraklarıyla, aklıyla, zekasıyla, çığlığıyla, yüreğiyle; el birliğiyle, cumhuriyete bir “sonbahar devrimi” yaşatacaktır, ya da sonbaharını yaşayan cumhuriyetin hazin ölümünü sinemada tarihsel bir film izler gibi izleyecektir. CHP’nin tarihle imtihanı başlamıştır. Temennim aynı imtihanı MHP’nin de başarıyla verebilmesidir.(17.08.2014 Haber Ekspres Gazetesi) Zafer YAPICI