24 Eylül 2008

ACI İLAÇ VE KATIKSIZ GERÇEK!...

Değerli okurlarım, çağdaş demokrasilerde iktidarların kendilerine anayasa ve yasalarla tanınan yetkilerin sınırlarını aşıp aşmadıklarını, keyfi uygulamalar yapıp yapmadıklarını denetleyen kurumlar vardır. Ülkemizde de bu kurumlar görevleri başındadırlar.

AKP, kendi zihniyetini ülkenin rejimi haline getirebilmek noktasında bu kurumları bir engel olarak görmeye başlamıştır.

Bu kurumları demokrasi ortamında işlevsizleştiremeyeceğini anlayan AKP, cumhuriyet ve laiklik karşıtı eylemleriyle birlikte demokrasiyi ortadan kaldırma gayretine girmiştir.

Nasıl mı?

1- Devletin temel yapısını, örgütlenişini ve işleyişini belirleyen ve ülkede yaşayan insanların hak ve özgürlüklerini güvence altına alan anayasayı kendi zihniyeti doğrultusunda değiştirme girişimlerinde bulunarak,

2- Yasama ve yürütme organlarının, kendilerine anayasa ve yasalarla tanınan yetkilerin sınırlarını aşıp aşmadıklarının Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay ve İdari Mahkeme tarafından denetlenmesini önleyici girişimlerde bulunarak,

3- Cumhurbaşkanının vetosundan ve denetiminden kurtulmak için AKP zihniyetli bir cumhurbaşkanı seçerek,

4- Kendi aleyhlerinde karar verdiği durumlarda Uluslararası hukuku tanımama yolunu izleyerek,

5- Kamuoyunun oluşmasını sağlayan haberleşme, düşünceyi açıklama, örgütlenme, toplanma, gösteri ve yürüyüş özgürlüklerini kısıtlama gayreti sarf ederek,

6- Kitle iletişim araçlarının iktidarın kötüye kullanılmasını önlemedeki etkisini, baskı yoluyla zayıflatma yolunu izleyerek,

7- Sağlıktan eğitime kadar tüm alanlarda kendi zihniyeti doğrultusunda kadrolaşarak.

Değerli okurlarım kısacası AKP iktidarında çağdaş demokrasinin tüm kurumları işlevsiz hale getirilmeye çalışıldı. Diktatörlüğe giden bu uygulamayla sosyal devlet yerine sadaka veren devlet, hukuk devleti yerine hukuk tanımayan devlet, laik devlet yerine de laiklik karşıtı devlet yapısı yaratılmaya çalışıldı.

Temiz siyaset, dürüst yönetim özlemi çeken Türk ulusu son zamanlarda gelişen Dişli, Deniz Feneri e. V. gibi büyük yolsuzluklarla ilgili tüm gelişmeleri CHP'nin ve medyanın Türk milletini bilgilendirmesi sayesinde öğrenebiliyor.

AKP'yi tedirgin eden de bu.

CHP ve medya sayesinde AKP iktidarının gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Öfke siyaseti güden AKP; bu nedenle siyaseti ve medyayı yandaşlarıyla birlikte daha da fazla baskı altına alma gayretine giriyor.

Değerli okurlarım, Türkiye cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu devletin laik, ulus ve üniter yapısının sonsuza kadar yaşayabilmesi için, bu yapıyı koruyan ve iktidarı denetleyen tüm kurumlarımıza sahip çıkmak durumundayız. Bu kurumlarımızın başkalaştırılmasına ve işlevsizleştirilmesine asla müsaade etmemeliyiz.

Temiz siyaset ve dürüst yönetime sahip olmak, acı ilaçları ve katıksız gerçekleri yılmadan ifade etmekle mümkün...

Bizim de yaptığımız bu...

(Haber Ekspres, 23 Eylül 2008)

16 Eylül 2008

ÖFKENİN SİYASETİ... - ZAFER YAPICI

Yıl 2008...

Bir süre önce Anayasa Mahkemesi, kapatma davası kararında, AKP'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini açıklamıştı. Şimdi de AKP'nin yolsuzluğun odağı haline geldiğinin belirlenmesinde Dişli vakası ve Deniz Feneri e.V. davası önemli kilometre taşlarını oluşturuyor. İki olayın "buzdağının görünen yüzü" olduğu görüşü halk arasında yaygın. Büyüyen güvensizlik ortamında, Türkiye'de "temiz eller" süreci başlatacak hukuki adımlara ihtiyaç her geçen gün artıyor.

Almanya'da görülen Deniz Feneri e.V. davasının ucunun Türkiye'deki Deniz Feneri ve AKP'ye kadar uzandığı iddiaları sağlam temellere dayanıyor. CHP Genel Başkanı Baykal, CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ve medya bu konuyu işledi; halkı uyandırdı. Bu durum karşısında köşeye sıkışan AKP ve Başbakan olayı örtbas etmek için "öfke siyasetine" girişiyor. Korkutma, sindirme ve şantaj yolunu izliyor...

AKP zihniyetinin öfke siyasetinin iki amacı olduğu görülüyor:

1- Deniz Feneri ile olan ilişkilerini örtbas etmek,

2- CHP'nin ve medyanın Deniz Feneri ile ilgili bilgileri halka anlatmasına, halkı aydınlatmasına engel olmak.

Görülüyor ki; öfke siyasetinin esas hesaplaşması demokrasiyle. Otoriter bir yöntemle, demokrasinin sınırlandırılması, eleştirel seslerin sindirilmesi ve soygun düzeninin sürmesi amaçlanıyor...

* * *

Ergenekon konusunda Başbakan savcı rolünü üstlenirken, Dişli ve Deniz Feneri e.V. davasında adeta avukatlık yapmaya başlıyor... Peki neden?...

Halkın dini duygularını sömürerek Almanya'da toplanan paraların bir kısmı Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı'na, bir kısmı yeni kurulan şirketlere aktarılmış. Bu paraların bir kısmı kişisel zenginleşme için, bir kısmı da AKP siyasetini finanse etmek için kullanılmış. Alman hukukunun iddiası bu. Yani iddialar AKP'nin doğrudan işin içinde olduğu yönünde.

AKP iktidarının Deniz Feneri için yaptıkları da ortada... Deniz Feneri AKP tarafından devlet olanaklarını kullanarak büyütüldü. AKP zihniyeti ve Başbakan, Deniz Feneri için Dernekler Yasası'nı bile değiştirdi. Kamu yararına dernek statüsü için Danıştay'dan izin alınma hükmü kaldırıldı. Bu yetki tamamen Bakanlar Kurulu'na verildi. Bu yolla 2004 yılı sonunda Deniz Feneri "kamu yararına çalışan dernek" statüsüne geçirildi. Derneğe nakit para alabilme, bazı vergilerden muaf olma, valilerden izin almadan yardım toplayabilme gibi haklar tanındı. 2007 yılında Deniz Feneri Derneği'ne "TBMM Üstün Hizmet Ödülü" bile verildi.

Bu noktada Başbakan'a şu soruları sormamız gerekmez mi? Neden Deniz Feneri'ne sağladığınız olanakları hayatını vatan için feda eden şehitlerimizin aileleri ve gazilerimiz için kurulan derneklere, vakıflara veya Kızılay'a sağlamadınız?... Şehit ailelerine ve gazilere bile tanınmayan "ayrıcalıkların" Deniz Feneri'ne neler kattığı ortada. Peki, AKP'ye neler kattı? Halka neler kaybettirdi?

* * *

Yıl 1927...

Bakın Mustafa Kemal Atatürk ne söylüyor: "Parti dini fikir ve inançlara saygılıdır' kuralını bayrak olarak eline alan kişilerden, iyi niyetlilik beklenebilir miydi? Bu bayrak, asırlardan beri, cahil ve bağnazları; hurafelere inananları kandırarak özel amaçlar elde etmeye kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, asırlardan beri, sonsuz felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakarlıklar gerektiren pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sevk olunmamış mıydı? Cumhuriyetçi ve yenilikten yana olduklarını zannettirmek isteyenlerin, aynı bayrakla ortaya atılmaları, dini tutuculuğu coşturarak milleti Cumhuriyetin, ilerleme ve yenileşmenin tümüne karşı kışkırtmak değil miydi? Yeni parti, 'dini inanç ve düşüncelere saygı perdesi altında; biz halifeliği tekrar isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bizce Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler, biz sizi himaye edeceğiz; bizimle beraber olunuz. Çünkü Mustafa Kemal'in partisi halifeliği kaldırdı. İslamiyet'i bozuyor. Sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir' diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı formül, bu gericilik feryatlarıyla dolu değildir denilebilir mi?"

* * *

İşte 1927 Türkiyesinde yaşananlar; zorluklar içinde Cumhuriyeti, laikliği ve çağdaş demokrasiyi bütünleştirme çabaları... Halkçı yönetim anlayışı...

İşte 2008 Türkiyesinde yaşananlar; Cumhuriyetten, laiklikten ve çağdaş demokrasiden uzaklaşma girişimleri... Yolsuzluğun kurumsallaşması...

* * *

Değerli okurlarım, başlıkta ifade ettiğim "öfkenin siyaseti" kavramında geçen "öfke" sözcüğü; insanın mutluluk, üzüntü, korku gibi temel duygularından biri olarak tanımlanabilir. Öfke, bireyin planları, istek ve ihtiyaçları engellendiğinde, haksızlık, adaletsizlik veya kendi benliğine yönelik bir tehdit algıladığında yaşanabilmektedir.

Öfke uygun ifade edildiğinde, son derece sağlıklı ve doğal bir duygudur. Ancak kontrol edilemez olup yıkıcı hale dönüşürse siyasal yaşamda, iş yaşamında, kişisel ilişkilerde ve genel yaşam kalitesinde sorunlara yol açabilir. Öfke ve saldırganlık çoğu zaman birbiriyle ilişkili olarak ele alınmakta ve birbiriyle bağlantılı olarak değerlendirilmektedir. Saldırganlık bir davranıştır; öfke bir duygudur. Öfke bazen saldırganlığa yol açar.

Öfkeyi saldırganlıkla değil de sözel olarak ifade etmek en sağlıklı yoldur. Bunu yapabilmek için, bireyin istediklerinin ne olduğunun farkına varması, bunları açık ve karşısındakini incitmeyecek bir şekilde aktarabilmesi gerekmektedir. Öfkenin saldırganlığa dönüşmesi durumunda ise sorunlar çözülemez.

Hz. Muhammed de öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin belirtisi olarak görmüştür. Öfke nefse hakim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. "Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir..."

Umarım Başbakan bu sözleri dikkate alır, öfkesini yener ve kendisine gelir...

* * *

Değerli okurlarım, siyasi iktidarın temel üreticisi olduğu sadaka kültürünün en belirgin araçlarından birinin yolsuzluk batağında olduğunun vurgulanması AKP zihniyeti için büyük bir zaaf yaratıyor. Telaş, AKP'nin öfke siyasetini saldırganlığa dönüştürüyor...

Olan bu...

(Haber Ekspres, 16 Eylül 2008)

11 Eylül 2008

FUTBOL VE GÜL'ÜN ERMENİSTAN ZİYARETİ - ZAFER YAPICI

Futbol ülkeleri birleştiren bir dostluk kaynağı da olabilir, bir şeyleri gizlemenin aracı da...

Tarih futbol sayesinde farklı kültürlerin kaynaştığına tanık olmuştur; doğru.

Ancak aynı zamanda futbolun arkasına gizlenerek örneğin faşizmin kurulmasına da...

Franko'yu hatırlayalım. Diktatör Franko, İspanya'da kitleleri siyasetten uzak tutmak adına devlet olanaklarını futbola yöneltmemiş miydi? Bu yolla kitleleri meşgul ederek, faşizme gelecek tepkileri dizginleme gayreti içine girmemiş miydi?

* * *

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Ermenistan ziyareti de futbolun meşruiyetine dayanarak sunuluyor.

Bir futbol müsabakası, AKP zihniyetine, ABD ve AB'nin dayattığı birtakım adımları atmak için olanak tanıdı. Olan bu...

* * *

AB ne diyordu? Ermenistan'la ilişkileri geliştirmezse Türkiye, İlerleme Raporu'nda kırık not alacak.

ABD ne diyordu? Ermenistan'la sınırı açın.

Bu isteklere cevap verecek bir hamleye, Türk toplumu psikolojik olarak hazırlanmaya çalışıldı.

Maç da bu süreçte büyük bir işlev yerine getirdi.

* * *

Değerli okurlarım, AKP zihniyetinin Ermenistan'la yakınlaşması Ermenistan-Türkiye sorununun milli çıkarlarımıza uygun bir biçimde çözümleneceği anlamına gelmiyor.

Ermenistan oldukça fakir bir ülke. Denize çıkışı yok. Ticari olanakları kısıtlı.

Ancak oldukça zengin bir diasporası (Ermenistan dışında yaşayan Ermeniler) var. Bu diaspora özellikle ABD'de ve Fransa başta olmak üzere AB ülkelerinde oldukça etkin. Bulundukları ülkelerin devlet yönetimlerini yönlendirebiliyor.

Ermenistan'da geçmişte diaspora ile yerli Ermeniler arasında bir ayrışma söz konusuydu.

Yerli Ermeniler, diasporayı, soykırım gibi iddialarla Ermenistan'ı Türkiye'den yalıttığı konusunda eleştirmekteydi. Dahası kazandıkları zenginlikleri Ermenistan'a taşımamaları onları diaspora Ermenilerinden uzaklaştırmaktaydı.

Bu durum da Türklerin Ermenilere soykırım yaptığı iddiasına dayanan Ermeni tarih tezlerini etkisizleştirmek konusunda Türkiye'ye önemli bir koz veriyordu.
Türkiye, Ermenistan Ermenilerinin; diasporanın geliştirdiği tarih tezine karşı durmasını örneğin atacağı bazı ekonomi düzlemli adımlarla sağlayabilirdi. Dahası bu yolla Ermeni-Azeri sorununda bile inisiyatif alabilir, Kafkasya'da kalıcı barışı gerçekleştirebilirdi.

* * *

Bu fırsat Gül'ün Ermenistan ziyaretiyle kaçtı.

Artık Ermenistan Ermenileri Türkiye'yi Ermenistan'la barış arayışı noktasına ABD ve AB baskısının getirdiğini düşünüyorlar.

ABD ve AB'yi de bu baskıyı kurmaya diaspora Ermenilerinin zorladığını...

Dolayısıyla belki de ilk kez diasporaya minnettar Ermenistan Ermenileri!

Türkiye'nin gelecekte Ermenistan'a yönelik atacağı her adım, Ermenistan Ermenilerince diasporanın başarısı, ABD ve AB'nin desteği olarak görülecek. Doğal olarak diaspora Ermenileri ve ABD-AB ikilisi memnun bu durumdan.

Böylelikle ne yazık ki Türkiye taviz vermesi durumunda bile Ermenistan yönetiminden beklediği adımları göremeyecek.

Ermenistan Ermenilerini Rusya'dan yalıtma projesinde bizlere yine taviz ve figüranlık düşüyor. Üstüne üstlük bir de Azerbaycan ile dostluğumuz zarar görecek...

...Futbol, sen nelere kadirsin?...

(Haber Ekspres, 10 Eylül 2008)

09 Eylül 2008

DOKUZ EYLÜL'ÜN ÖNEMİ - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, hem İzmirli bir köşe yazarı hem de CHP'nin parti eğitmeni olarak bu yazımda bazı tarihi gerçekleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bugün Dokuz Eylül... İzmir'in düşman işgalinden kurtuluşunun 86. yıldönümü. Emperyalizmin Anadolu topraklarından sürüldüğü, denize döküldüğü gün!

Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde ulusal bağımsızlık için başlatılan Kurtuluş Savaşı'nın tam anlamıyla kazanıldığı o büyük zaferin adıdır Dokuz Eylül...

26 Ağustos 1922'de başlatılan Büyük Taarruz sonucunda Yunan ordusunu bozguna uğratan Türk ordusuna 1 Eylül 1922 günü Mustafa Kemal: "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!.." tarihi emrini vermişti. Bu emri yerine getiren Türk ordusu 9 Eylül 1922'de İzmir'i Yunanlardan temizledi...

19 Mayıs 1919'da Samsun'da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı süreci, 9 Eylül 1922'de İzmir'de nihayete erdi...

* * *

Dokuz Eylül'de İzmir'de bağımsızlık ateşini yakan ve Kurtuluş'u perçinleyen Mustafa Kemal; bir yıl sonra 9 Eylül 1923'de bu kez Kuruluş'u gerçekleştirmek için büyük bir adım attı.

9 Eylül 1923'te kurduğu partiyle Türkiye'yi çağdaş medeniyet seviyesine taşıdı.
Dokuz Eylül Anadolu insanının emperyalizmi kayıtsız şartsız alt ettiği gündür.

Aynı zamanda Türkiye'nin çağdaşlaşmasının temel siyasal dinamiği olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin kuruluş günü...

* * *

Değerlik okurlarım, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra bu zaferin ekonomik kalkınmayla taçlandırılması için siyasal kurumsallaşmanın gerekliliğine inanan Mustafa Kemal, 6 Aralık 1922 tarihinde basına verdiği bir demeçle, "HALK FIRKASI" adını taşıyan bir siyasal parti kuracağını açıklamıştır.

8 Nisan 1923 tarihinde ise, Mustafa Kemal'in, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sıfatıyla, bir bildiri yayınladığı görülmektedir.

Dokuz maddeden oluştuğu için 9 umde (ilke) olarak anılan bu metin, bir "seçim bildirgesi"dir. Bu seçim bildirgesi, aynı zamanda, kurulacak parti için de bir program hazırlığı niteliğini taşımaktadır. Bu ilkeler: 1. Milli hâkimiyet esasına bağlılık, 2. Saltanatın kaldırılması kararının değişmezliği, 3. İç güvenlik ve asayişin sağlanması, 4. Mahkemelerin hızlı işlemesi. Yeni kanunların çıkartılması, 5. Bazı ekonomik ve toplumsal önlemlerin alınması, 6. Zorunlu askerlik süresinin kısaltılması, okuryazarlığa göre daha azaltılması. 7. Yedek subaylara, malul gazilere, emeklilere, dul ve yetimlere yardım yapılması, 8. Bürokrasinin düzeltilmesi, aydınlardan kamu görevlerinde yararlanılması, 9. Bayındırlık işleri için ortaklıklar kurulmasının sağlanması, kişisel girişimlerin kollanması olarak özetlenebilir.

Atatürk'ün yukarıdaki programında ekonomik ve toplumsal önlemler şu şekilde daha ayrıntılı olarak düzenlenmiştir: a) Aşar'ın sakıncalarının düzeltilmesi, b) Tütün tarım ve ticaretinin desteklenmesi, c) Tarım, endüstri ve ticaret kredilerinin sağlanması, d) Ziraat Bankası'nın sermayesinin artırılması, e) Tarım makinelerinin geliştirilmesi, f) Endüstrinin teşviki, g) Demiryolları yapımının hızlandırılması, h) İlkokullarda öğretimin birleştirilmesi ve bütün okulların geliştirilmesi, ı) Genel sağlık ve toplumsal yardımlaşmanın sağlanması, i) Orman, madencilik ve hayvancılığın geliştirilmesi.

* * *

Dokuz Umde'nin ilanının ertesinde, Mustafa Kemal ve partinin kuruluşunu destekleyen milletvekilleri, tüzük hazırlıklarına başlamışlardır.

Hazırlanan tüzükte, halkçılık, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik temel ilkeler olarak gösterilmiş; ulusal egemenlik, devrim ve hukukun üstünlüğü kavramlarına yer verilmiştir.

Daha sonra Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Halk Fırkası'na dönüştürülmüş ve Mustafa Kemal, 9 Eylül 1923'te İçişleri Bakanlığı'na başvurarak, Halk Fırkası'nın kuruluşunu bildirmiştir.

Bu gelişim çizgisinin de ortaya koyduğu gibi, Cumhuriyet Halk Partisi, Kurtuluş Savaşı'nı örgütleyen ve yürüten Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin devamıdır.

1927 yılında cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, CHP'nin dört temel ilkesi olarak benimsenmiştir. 1931 yılında bunlara devletçilik ve devrimcilik eklenerek, ilkeler altıya çıkarılmıştır. Partinin amblemi olan altı ok, bu ilkeleri simgelemektedir.

Bu ilkeler aynı zamanda Atatürkçülüğün ilkeleri olarak 1937 yılında Anayasa'ya alınmıştır.

Görülüyor ki CHP'nin tarihi, Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihiyle özdeştir.
CHP, kurucusu ve ilk Genel Başkanı Atatürk'ün önderliğinde saltanatı kaldırarak, Cumhuriyeti kurmuş; hilafete son vermiş; ulusal birliği sağlamıştır. CHP'nin hukukta, eğitimde ve toplumsal alanda gerçekleştirdiği reformlarla, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti biçimlenmiş; kökleşmiş ve gelişmiştir.

CHP, ulusal sanayinin ve ekonominin geliştirilmesine öncülük etmiştir; II. Dünya Savaşı sonrasında tek parti konumunun tüm olanaklarına karşın, çok partili rejime geçişi gerçekleştirerek, öncülük görevini sürdürmüştür.

Çok partili dönemde ise CHP'nin, parlamenter demokratik rejimin kurumsallaştırılması ve temel hak ve özgürlüklerin geliştirmesi için mücadele vermiştir.

CHP, tarihsel geleneğini ve temellerini temsil eden ilkelerin yanı sıra, sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimsemiştir. Bu temel ilkelerin ışığında "özgürlük, eşitlik, dayanışma, barış, hukukun üstünlüğü, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği, doğanın ve çevrenin korunması, çoğulcu ve katılımcı demokrasi ilkeleri de CHP programında yer almıştır.

* * *

Değerli okurlarım Atatürk ilke ve devrimlerinin aşındırılmaya çalışıldığı; emperyalizmin farklı biçimlerde ülkemize yerleştiği bir süreçte Dokuz Eylül daha büyük bir anlam kazanıyor.

Bugün İzmir Cumhuriyet'in yıkılmaz kalesi; Türkiye'nin aydınlık yüzü.

Bugün CHP Atatürkçü düşünce sistemi doğrultusunda laiklik karşıtı eylemlerin ve yolsuzluğun odağı haline gelmiş, milli çıkarı savunma noktasında acizleştirilmiş bir yönetime karşı tarihi bir mücadelenin merkez gücü.

Görülüyor ki İzmir'in tarihsel rolü tıpkı 1920'lerde olduğu gibi CHP ile çakışıyor.

Bu yüzden İzmir CHP için, CHP İzmir için, İzmir ve CHP Türkiye için önemli...

Ve bu yüzden İzmir'e ve CHP'ye saldırmak birileri için bir olmazsa olmaz...

(Haber Ekspres, 9 Eylül 2008)

ARSENİK BAHANE; ASIL HEDEF İZMİR...-ZAFER YAPICI

Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin yarattığı olumsuz etkiler ile havanın aşırı ısınması ve yağışların azalması, suya duyulan ihtiyacı daha belirgin hale getirdi.

Hayati önem taşıyan suyun azalması karşısında İzmir Büyükşehir Belediyesi, Çamlı, Değirmendere ve Bostanlı barajlarının yapımı için Çevre ve Orman Bakanlığı'ndan onay bekledi. Ancak bir türlü vize alamadı.

İşte bu nedenle yeraltı sularına yönelmek zorunda kaldı...

Yeni su temininde yeraltı sularına yönelme yeni sorunları da beraberinde getirdi. Yüzey sularından farklı olarak, İzmir'in derin yeraltı sularındaki arsenik oranının
fazlalığı birden dikkat çeker hale geldi.

AKP zihniyeti, bu durumu ve Dünya Sağlık Örgütü'nün sudaki arsenik miktarını litrede 50 miligramdan 10 miligrama çekmesini fırsat bilerek İzmir Belediyesi'ni hedef alan söylemler geliştirdi.

AKP'li politikacılar İzmir'in gündemini değiştirip, İzmir halkını sudaki arsenik oranıyla etkimeye çalışıyorlar...

Ancak bu söylemlerin temel hedefinin halkın sağlığını korumak olmadığı anlaşılıyor. Çünkü İzmir halkının sağlığını koruma yönünde belediyenin tüm girişimlerine bizzat AKP yönetimi engel oldu...

* * *

Değerli okurlarım, AKP yönetiminin İzmir'in su sorununu çözecek barajların yapımına engel olması esas sorun. Bu nedenle İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin önünde sadece iki seçenek kalmıştı: Birincisi az olan yüzey (baraj) sularını (arsenik olmayan) kesintili olarak halka vermek. İkincisi ise az olan yüzey (baraj) sularına yeraltı sularını (arsenikli) karıştırarak kesintisiz olarak halka vermekti. Belediye sıcak havalarda susuzluğun yol açacağı diğer hastalıkları da göz önüne alarak ikinci seçeneği kabul etti. Belediyenin arsenikli yeraltı suyunu yüzey suyuyla karıştırarak devamlı olarak vermesinin diğer bir nedeni de Dünya Sağlık Örgütü'nün 50 mg/lt değerini çok uzun zaman kullanılmış olmasıydı.

Akla bu noktada bazı sorular da gelmiyor değil! Uzun yıllar Dünya Sağlık Örgütü'nün öngördüğü sudaki arsenik oranı 50 mg/lt olarak kullanıldı da sonra hangi gerekçe gösterilerek 10 mg/lt düşürüldü? Aradaki 40 mg/lt değerindeki arsenikli su (sudaki arsenik değeri yüksek olan yerler için) bunca yıl Türk milletine neden içirildi? O zaman 50 mg/lt arsenik kanser yapmıyor da şimdi AKP'ye göre 10-30 mg/lt (üç ay sürecek arıtma yapılıncaya kadar) mi kanser yapacak? Bilim insanları bile vücudun dışarı atamadığı varsayımı ile günde bir litre düzenli arsenikli su içen bir insanın ancak 77 yıl sonra kansere yakalanabileceğini açıklamışlardır.

* * *

ABD'de sudaki arseniği yok etmek için "kir mıknatısı" adlı projeyi geliştiren ODTÜ mezunu kimya doktoru Cafer Yavuz "Kıyamet kopartılarak arsenik üzerinden halka eziyet çektirildiğini" dile getirdi.

İşte başbakanın asıl niyetini ortaya koyan sözleri: "DSİ baraj yapacak, sana verecek, onunla hava atacaksın."

Sayın başbakan, DSİ tarafından yapılacak barajın ardından İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı hava atacak kaygısı taşıdığınız için mi İzmir halkını sudan yoksun bırakıyorsunuz? Bu bireysel kaprisiniz yüzünden İzmir halkını susuz bırakmaya hakkınız var mı? Siz Türkiye'yi bu mantıkla mı yönetiyorsunuz? Bir başbakan da olsanız sizin İzmir halkına bir özür borcunuz var? Bu sözleri hak etmeyen İzmir halkından derhal özür dilemelisiniz.

Siz sayın başbakan, zamanında bu barajların yapımına katkı koysaydınız bugün İzmir'de arsenikli su gündeme bile gelmeyecekti. Çünkü İzmir Büyükşehir Belediyesi arsenik taşıyan derin yeraltı sularına yönelmeyecekti. Bunun tek sorumlusu siz ve iktidarınızdır. Bunun için de İzmir halkından özür dilemeniz gerekir...

Sayın başbakan, İzmir'i alacağız diye sudan medet umar hale geldiniz. Siz Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanısınız. Sizin göreviniz tüm Türkiye'yi kucaklamaktır. Eğer sudan oy almayı umuyorsanız Türkiye'de 26 adet akarsu havzası var. Bu havzaların 20'den fazlası aşırı kirlenmiş durumda. Hele Ege bölgesindeki Bakırçay, Büyük Menderes, Küçük Menderes ve Gediz havzalarının ne durumda olduğunu biliyor musunuz?

Sadece bir örnek veriyorum Gediz havzası için. Gediz nehri 401 kilometre uzunluğundaki yolculuğuna Kütahya ve bir ilçesinden başlıyor. Uşak ve bir merkez ilçesinden, Manisa ve on iki ilçesinden, İzmir ve dört ilçesinden geçiyor. Toplam 4 il ve 18 ilçeden geçerek Menemen ve Foça ilçe sınırından denize dökülüyor. Aşırı nüfus artışını da göz önünde tutarsak bu yolculuğa evsel, endüstriyel, tarımsal vb. kaynaklı kirlilik de iştirak ediyor. Gediz, taşıdığı tüm kirlikleri denize taşıyor. Bu kirliliği de mi İzmir yaratıyor? Bu kirliliği de mi İzmir Büyükşehir Belediyesi mi yaratıyor?...

* * *

İşte Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun da asıl niyetini ortaya koyan sözleri: "İzmir bizim canımız, ciğerimiz. Belediye başkanı 'yapamıyoruz, beceremiyoruz' desin, biz yapalım!"

Sayın bakan, elde etmek istediğiniz belediyelerin tüm kaynak, yardım ve olanaklarını keserek onları çalışamayacak duruma getirdikten, daha sonra da belediye başkanının 'yapamıyoruz, beceremiyoruz' demesini bekledikten sonra mı biz yapalım diyeceksiniz? Sizin taktiğiniz bu mu? İzmir'i sizden olmayan bir belediye yönetiyor diye mi İzmir halkını cezalandırıyorsunuz? İzmirlilere gözdağı vermeyi bırakın da hemen özür dileyin sayın bakan.

Sayın başbakan, sayın bakan, siz İzmir'in su sorununu "izlerken" Türkiye'nin 22 tanesi tamamen kirlenmiş durumda olan akarsu havzasını da izleyiniz. Acı gerçekleri o zaman göreceksiniz.

İzlemezseniz, Mart 2009'da İstanbul'da beşincisi gerçekleşecek Dünya Su Forumu'nda Türkiye'nin su kaynaklarını nasıl anlatacaksınız? Orada, Türkiye'nin hangi temiz su havzalarını sunacaksınız?

Yoksa Dünya Su Forumu'nda da İzmir'in arsenikli suyunu mu sunmaya hazırlanıyorsunuz?...

Değerli okurlarım AKP laiklik karşıtı eylemlerin ve yolsuzluğun odağı haline gelmişti. Görülüyor ki şimdi de arsenik üzerinden halka eziyet çektirmenin odağı haline geliyor...

(Haber Ekspres, 8 Eylül 2008)

02 Eylül 2008

AÇLIK, YOKSULLUK ve İŞSİZLİK - ZAFER YAPICI

Ülkemizde 18 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. 20 milyon insan yarı aç yarı tok. Her gece 1 milyon kişi yatağa aç giriyor. İşsizlik oranı yüzde 20'ye ulaştı...

Türk-İş dört kişilik bir ailenin aylık gıda harcamasını (açlık sınırı) Ağustos ayında 729 YTL, aylık zorunlu harcamasını da (yoksulluk sınırı) 2.377 YTL olarak açıkladı.

Değerli okurlarım, bu tablo demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletine yakışan bir tablo mudur?...

İşte ülkemin gerçekleri bunlar...

* * *

Türk-İş'in rakamları karşısında, Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan, Türkiye'nin 2007 sonu itibariyle ulaşmış olduğu gayri safi milli hasılanın 650 milyar dolar, kişi başına düşen milli gelirin ise 9 bin 300 dolar olduğunu, 2012 yılına kadar bu rakamın 10-12 bin dolar seviyesine çıkarılması yönünde çalışmalar yaptıklarını söyledi.

Bu arada, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) da açlık sınırını 255 YTL olarak belirledi.

TÜİK'in açlık sınırını 255 YTL olarak belirlemesiyle ilgili olarak, Çağlayan, "Kuşkusuz bende bu parayla geçinilir diyemem. Yaşam seviyesinin ve kalitesinin artırılmasıyla ilgili çalışmalarımız var" dedi.

İşte gerçekle ilişkisi olmayan yapay veriler ve söylemler de bunlar...

* * *

Değerli okurlarım, şimdi Türkiye'yi yöneten AKP zihniyetine sormamız gerekmez mi? Kişi başına düşen milli gelir 9 bin 300 dolar ve açlık sınırı da 255 YTL ise neden her gün 1 milyon kişi yatağa aç giriyor? Neden 18 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor? Neden 20 milyon insan yarı aç yarı tok? Neden işsizlik oranı yüzde yirmiye ulaştı?

Yolsuzluk, iş takipçiliği, faizcilik, yandaş kayırmacılığı, Ali Dibo marifetleri, özelleştirme yağması, adaletsizlik, rüşvet... AKP bir taraftan bunlarla diğer taraftan da laiklik karşıtı eylemlerle meşgulken; kendi zenginlerini yaratma hesapları yaparken, yoksulu da "oy karşılığında" sadaka vererek "hatırlamaktadır" (!) sadece...

Olan budur. Bu durum da ülkemizin "acı gerçeklerinin" oluşma nedenidir!

* * *

Şaban Dişli konusunda AKP'nin sessizliği sürüyor. CHP'nin haklı eleştirileri de...

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, AKP yönetiminin, imar değişikliği karşılığında 1 milyon dolarlık belgede imzası bulunan AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli'ye sahip çıktığını belirterek "Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararla, 'laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği' tescillenen AKP, bu rüşvet olayıyla da yolsuzluğun odağı haline geldiğini göstermiştir" dedi.

AKP'nin gerek içte gerekse dışta, durduğu yer belirsiz bir parti haline geldiğini söyleyen Baykal'ın şu sözleri ülkemizin geleceği için büyük önem taşıyor: "AKP yolsuzluk sınavındadır. Temiz Türkiye isteniyorsa AKP'den başlanmalıdır... Toplum artık AKP'yi tanımaya başlamıştır. AKP gerçeklerden koptukça toplum AKP'nin yerini daha iyi görüyor".

* * *

Değerli okurlarım, Baykal'ın yukarıdaki sözlerinin mantığı CHP'nin Temmuz 2007 seçim bildirgesine yansımıştı. İşte CHP'nin Türkiye'nin yoksulları ve unutulmuşları için çözüm önerileri:

1- Türkiye'de açlık sınırında insan bırakılmamalı.

2- 3 milyon 500 bin yoksula "yurttaşlık hakkı" ödemesi yapılmalı. Bu ödemeler ailenin direği kadın yurttaşlarımız için açılacak hesaba yatırılmalı.

3- Yılda yüzde 5'in altında enflasyon ve yüzde 7 büyüme hedeflenmeli.

4- Nüfus kâğıdını gösteren herkes sağlık hizmeti almalı.

5- Her yıl 1 milyon 200 bin kişiye iş sağlanmalı.

6- İş kuran gençlere destek olunmalı.

7- Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da devlet eliyle yeniden fabrikalar kurularak; bu yolla 300 bin kişiye iş sağlanmalı.

8- İşletmelerin üzerindeki vergi ve sigorta prim yükü azaltılmalı.

9- Toprak reformu yapılmalı, yani çalışanların toprağa sahip olması ve sanayileşme sağlanmalı.

10- Mazotta ÖTV kaldırılmalı. Gübre ve ilaçta KDV yüzde 1'e indirilmeli.

11- Sigortasız çiftçi bırakılmamalı.

12- Kamu bankalarının ve enerji üretim şirketlerinin özelleştirilmesi ve yabancılaştırılması durdurulmalı.

13- Ziraat Bankası tarım kooperatifleri ve çiftçi için özerk ihtisas bankasına dönüştürülmeli.

14- Halk Bankası esnaf ve KOBİ'lerin ihtisas bankası olmalı.

15- Bankalarda yabancı payı yüzde 35'le sınırlanmalı.

16- TÜPRAŞ, PETKİM, THY VE TCDD gibi stratejik kuruluşlar, kontrol kamuda olmak kaydıyla özerkleştirilmeli.

17- Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası'nı yeniden düzenleyerek 9 bin iş günü olan emeklilik süresini 7 bin güne indirilmeli.

Değerli okurlarım, ekonomik özgürlüğü olmayan bir kişinin, yaratılmasında katkı sahibi olduğu sadaka kültürüne teslim olacağı hesabını yapan AKP zihniyeti, kendi zenginlerini yaratırken aynı anda yoksul olan kesimi daha da yoksullaştırarak kendisine oy potansiyeli sağlama peşinde koşmaktadır.

Bir tarafta laiklik karşıtı eylemlerin ve yolsuzluğun odağı haline gelmiş, oy için yoksulu sadaka kültürüne dayanarak "hatırlayan" (!) AKP'nin "yapay" politikaları...

Diğer tarafta laikliği kendine şiar edinmiş; yoksulluğun kader olmadığını ve sosyal devleti savunan CHP'nin "gerçek, halkçı" politikaları...

Siz hangisini tercih ederdiniz?...

(2 Eylül 2008, Haber Ekspres)