26 Aralık 2011

MEĞER SÖMÜRÜNÜN ADI ARAP BAHARIYMIŞ…- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde Enerji Bakanı Taner Yıldız’dan ilginç bir açıklama geldi.

Yıldız, “Arap Baharı” sürecinin tam anlamıyla bir enerji savaşı olduğunu söyledi…

Enerji Bakanı Yıldız, Ortadoğu’da ‘Arap Baharı’ diye lanse edilen savaşın ve dokuz vatandaşımızın Akdeniz’de katledilmesinin gerçek nedeninin enerji kaynaklarının paylaşımı olduğunu ifade etti. Arap Baharı diye bilinen Orta Doğu’da yaşanan savaşın, söz konusu ülkelere demokrasi götürmek görüntüsü altında ülkelerin elindeki enerji kaynaklarının Batılı ülkeler tarafından paylaşılması anlamına geldiğini söyledi.

Günaydın Sayın Bakan!...

Daha düne kadar Arap Baharı’nı demokrasinin yeşerme süreci diye pazarlayanlar sizin partiniz ve sizin gibi düşünenler değil miydi?...

Ne oldu da şimdi Arap Baharı demokrasiye giden yol değil de enerji kaynaklarının elde edilmesine giden yol olarak telaffuz edilmeye başlandı…

Yeni mi farkına vardınız Sayın Bakan?...

* * *
Şimdi sormak istiyorum.

Irak işgal edilirken, enerji kaynakları talan edilirken, binlerce insan öldürülürken, bir milletin tarihi ve kültürü yok edilirken demokrasi neredeydi?

Neden o zaman da demokrasi sözleri yalandır; asıl hedef Irak petrolleridir diyemediler veya diyemediniz?...

Yoksa o günün şartları başka, bugünün şartları başka mıydı?...

Irak’ın işgalinde Bush, yüzyıl sürecek Haçlı Seferleri’ni başlattığını dünyaya ilan etmişti. Sizin bu Haçlı Seferleri’ne tepkiniz ne oldu?

İşte BOP’un eşbaşkanı Sayın Erdoğan’ın tepkisi:

“ABD’nin Irak’ta savaşan kahraman bay ve bayan askerlerinin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri temennisi ile duacıyız.” (The Wall Street Journal/31 Mart 2003)

Sanırım demokrasi - pardon ileri demokrasi (!) anlayışı - bu olsa gerek!...

* * *

Değerli okurlarım, son olarak birilerinin çok hoşuna giden “Arap Baharı” safsatasını kimlerin çıkardığına ve bu sözlerin nasıl yayılıp uluslararası bir söyleme dönüştüğüne bir bakalım.

‘Arap Baharı’ kavramı aslında ilk defa 2005’te Ortadoğu’da kısa süren reform hareketleri için Amerikalı muhafazakarlar tarafından kullanılmıştı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan ayaklanmalar için ‘Arap Baharı’ ifadesini ilk defa Amerikan dergisi Foreign Policy kullandı. Derginin yazarı ve George Washington Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Marc Lynch 6 Ocak’ta Tunus’ta kendini ateşe vererek isyanın fitilini yakan genç işsiz Muhammed Buazizi’nin ölümünden iki gün sonra ‘Arap Baharı’ kavramını telaffuz etti.

Aslında Ortadoğu kavramının yapıçözümü bile bölgenin makus tarihini gözler önüne seriyor. Bilindiği üzere Ortadoğu kavramı da bir Batı icadıydı. Batı’dan bakarak üretilmiş bir kavramdı. Bugün bu bölgenin ülkeleri kendilerini, Batı’nın adlandırdığı bir biçimde tanımlamayı sürdürüyorlar.

“Arap Baharı” kavramını icat edenler, adını da kendilerinin verdiği Ortadoğu’yu şekillendirmeye devam ediyorlar kısacası…

Enerji Bakanı bunu yeni anlamış. Umarım AKP’nin diğer ileri gelenlerine de anlatır…

(Haber Ekspres Gazetesi- 26.12.2011)

19 Aralık 2011

DEMOKRASİMİZ KAÇ PARA EDER?- ZAFER YAPICI


İleri demokrasi ülkesi Türkiye’de yaşananlar parmak ısırtan cinsten.

Geçtiğimiz günlerde ileri demokrasimiz önemli bir sınav daha verdi. Gazetelerde başbakan aleyhinde çıkan yazıları bir sosyal paylaşım sitesine aktaran İbrahim Damatoğlu isimli yurttaşın başına gelmedik kalmadı.

İbrahim Damatoğlu, Zonguldak’ta PTT memuruydu.

Önce maaşı kesildi.

Sonra sicili bozuldu, kademe ilerlememe cezasına çarptırıldı.

Yetmedi Ordu’ya sürüldü.

O da yetmedi hakkında suç duyurusunda bulunuldu…

* * *

Yaşananları sizlere aktarırken aklıma Muzaffer İzgü’nün “Demokrasimiz Kaç Para Eder?” kitabı geliyor.

Gazete kupürlerinin sakıncalı hale getirildiği, sosyal paylaşım sitelerinin bile izlemeye takıldığı, muhalif her türlü girişimin başının koparıldığı bir rejim demokrasi olabilir mi? İnsanların fişlendiği, mesleki yükselmenin siyasi kriterlerle ölçülüğü, özel yaşamların bile baskı alındığı ve adaletin, hukukun içinde olmadığı bir rejime demokrasi denebilir mi?

Eğer bu rejime hala demokrasi diyenler varsa, onlara Muzaffer İzgü’den yola çıkarak “Demokrasimiz Kaç Para Eder?” sorusunu sormamız gerekmez mi?

( Haber Ekspres Gazetesi- 19.12.2011)

14 Aralık 2011

12-18 ARALIK “YERLİ MALLAR HAFTASI”- ZAFER YAPICI


Yıl 1929…

Genç Cumhuriyet, bütün dünyada yaşanan ekonomik bunalımın etkilerinden uzak kalamadı.

İhracatın düşmesi, Türk lirasının yabancı paralar karşısında değer kaybetmesi ve Osmanlı borçlarına ek olarak devletleştirilen demiryollarının ödemeleri döviz sıkıntısını da beraberinde getirdi.

Bu durum hükümeti yeni arayışlara itti.

Öncelikle 4 Nisan 1929 tarihinde yabancı mallar yerine Türk mallarının kullanılmasını teşvik etmek için “ Yerli Mallar Haftası” ilan edildi. Bu bağlamda örneğin İstanbul’da üniversiteli öğrenciler “Yerli Malı Kullanma ve Koruma” mitingi düzenledi.

11 Ağustos 1929 tarihinde İstanbul Milli Sanayi Birliği’nin düzenlediği “Türk Yerli Malları Sergisi” Galatasaray Lisesi’nde açıldı.

1 Ekim 1929’da hükümet, ithalatı azaltmak üzere lüks tüketim maddelerinin gümrük tarifelerini yükseltti.

* * *

24 Ekim 1929’da dünya ekonomisinde yaşanan durgunluk New York borsasında hisse senetlerinin hızla düşmesine yol açmış, panik havası diğer ülkelere de sıçramıştı.

24 Kasım 1929’da 1 sterlin 1046 kuruşa yükselmişti.

Bu gelişmeler üzerine 4 Aralık 1929 günü Bakanlar Kurulu, Türk parasının değerini yükseltmek ve yerli mallarının kullanılmasını teşvik etmek için alınacak önlemlere ilişkin bir kararname yayımladı.

17 Aralık 1929 günü Bakanlar Kurulu, İş Bankası’nın kuruluş günü olan 25 Aralık tarihini “Tasarruf Günü” ilan etti.

18 Aralık 1929 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleriyle “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti” kuruldu. Gazeteler toplumu tutumlu olmaya ve yerli malı kullanmaya teşvik eden kampanyalar başlattı.

* * *

“Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin” amaçları, Hakimiyet-i Milliye’de şu şekilde yayınlanmıştır:

a- Halkı israfla mücadeleye, hesaplı, tutumlu yapmaya ve tasarrufa alıştırmak,


b- Yerli mallarımızı tanıtmak, sevdirmek, kullandırmak,

c- Yerli mallarımızın miktarını yükseltmeye, metanet (dayanıklılık) ve zerafet itibariyle hariçteki mümasil (benzeri) mallar derecesine getirmeye ve fiyatlarını ucuzlatmaya çalışmak,

d- Yerli malların sürümünü artırmak.

Cemiyet, bu amaçlara ulaşabilmek için üyeler bulacak, konferanslar verecek, yerli malların üretim ve tüketimini teşvik edecek, sergiler ve büyük satış mağazalarının açılması için talep yaratacaktır.

Milli İktisat Cemiyeti’nin tasarruf anonsu da şu şekilde belirlendi:

“Vatandaş! Bugünü değil yarını düşün. Onun için ayağını yorganına göre uzat! Hesaplı yaşa! Az da olsa para biriktir!”

Bu bildiri o dönemde, caddelerde ve kalabalık yerlerde afiş olarak da sergilenmiştir.

* * *

Ve yıl 2011…

Bugün yurdumda satılan tüm malların içinde yerli malını bulmak, mercekle aramayı gerektiren aşamaya gelmişse…

Ve her geçen gün üretim gücümüzün azaldığı, iş yerlerinin birer birer kapandığı, işsizler ordusunun ve yoksulların çığ gibi büyüdüğü ve cumhuriyetin tüm kazanımlarının ortadan kaldırıldığı net bir biçimde görülüyorsa…

Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri, üniversiteler, medya, demokratik kitle örgütleri, kamuoyu…

Gerçekten görevlerini yapıyorlar diyebilir misiniz?

* * *

İşte 1929 yılında görülen cumhuriyet bilincinin sonuçları…

İşte 2011 yılında yitirilen cumhuriyet bilincinin sonuçları….

Bugün daha bilinçli olmamız gerekirken 82 yıl öncesinin bakış açısını ve bilinç düzeyini bile yakalayamıyoruz!..

Sahi biz nereye gidiyoruz?...

(Haber Ekspres Gazetesi- 13.12.2011)

12 Aralık 2011

ENERJİ POLİTİKAMIZDAKİ YANLIŞLAR SÜRÜYOR- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, Türkiye bildiğiniz gibi enerji konusunda dışa bağımlılığı oldukça artan bir ülke konumunda.

Artık elektriğimizin bile büyük bölümünü yurt dışından gelen doğalgaz ile üretiyoruz.

Aynı durum Avrupa ülkeleri açısından da geçerli aslında.

Avrupa ülkeleri; Rusya Federasyonu, Hazar Havzası ve Ortadoğu’ya enerji açısından bağımlı.

Yani, büyük bir sanayi alanı anlamına gelen Avrupa Birliği ile enerji tedarikçisi ülkeler arasında bir geçiş hattı üzerinde Türkiye. İşte bu nedenle jeopolitik öneminin çok büyük olduğu Batı dünyasında da kabul ediliyor.

Bir başka ifadeyle, Türkiye enerji konusunda Doğu’yu Batı’ya bağlayan bir transit ülke konumunda…

Ve bu konumunu kullanarak, ekonomik bağlamda avantajlar elde edebilirdi…

* * *

Dikkat ederseniz geçmiş zaman kullandım.

Çünkü Türkiye Enerji Şartı Antlaşması’na taraf…

Türkiye transit ülke olup da Enerji Şartı Antlaşması’na taraf olan nadir örneklerden…

* * *

1991 yılında imzalanan, Türkiye’nin 2000’de taraf olduğu söz konusu antlaşmanın temel mantığı şu:

Bir tarafta enerji tedarikçisi devletler var. Örneğin Rusya Federasyonu, Türkmenistan, İran, Azerbaycan…

Diğer tarafta enerji ithalatçısı Avrupa ülkeleri…

Bu antlaşma iki devlet grubu arasındaki bir uzlaşı üzerine kurulmuş.

Uzlaşı noktası şu: Batı pazarına Doğu enerji kaynakları, aracıya maddi kaynak aktarımının en azda tutulduğu biçimde aktarılsın.

Bundan enerji tedarikçileri de enerji ithal eden Avrupa ülkeleri de kazançlı çıkacak. Çünkü taşımadan kaynaklanan maliyetler azalınca, enerji fiyatları da azalacak. Enerji fiyatlarının azalması enerji tüketicisi için olduğu kadar enerji üreticisi için de yararlı. Çünkü kardan tasarruf yapmadan ürün fiyatı azalmış olacak.

Peki, bu büyük uzlaşıda zarara uğrayanlar kimler olacak? Türkiye gibi enerji koridorunda olan ülkeler…

Antlaşma, antlaşmayı kabul eden transit ülkelerde, transit ülke yönetimlerinin geçişlerden gümrük dahil vergi almasının önüne geçiyor.

Üstelik durum sadece boru hatları için de geçerli değil.

Kömür taşıyan tırlardan bile transit vergisi alınamayacak.

Böylelikle Türkiye önemli bir vergi kaynağından daha vazgeçmiş oluyor…

* * *

Mantıklı olan transit ülkelerin böyle hükümler taşıyan bir anlaşmaya taraf olmamaları.

Zaten Türkiye dışında, transit ülke olup da bu antlaşmaya taraf olan ülke yok.

Türkiye, Avrupa Birliği ve ABD’nin baskılarıyla böyle hak yitimine yol açan bir antlaşmayı yürürlüğe koydu…

* * *

Bir diğer yanlış da Nabucco boru hattı konusu.

Nabucco bağlamında İran, Irak, Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan doğalgazının Türkiye ve Balkanlar üzerinden Avusturya’ya, Avusturya’nın terminal olduğu bir sistemle de Batı, Kuzey ve Güney Avrupa’ya aktarılması düşünülüyordu.

Türkiye konsorsiyuma büyük kaynak aktaran ilk devlet oldu.

Ancak Türkmen ve Kazak doğalgazının Nabucco’ya aktarılması 2007 yılında Rusya Federasyonu’nun bu ülkeleri zorlaması neticesinde suya düştü.

Bunun üstüne İran-AB ilişkileri ABD’nin devreye girmesiyle gerildi. İran doğalgazı da projeden fiilen çekildi.

Proje rotasındaki hiçbir Avrupa ülkesi boru hattı döşemezken, Türkiye bu konudaki yükümlülüklerini yerine getiriyor.

Kaynaklarımız, olmayacak bir proje kapsamında heba ediliyor…

Transit ülke olup bundan maddi çıkar sağlayamıyoruz. Üstüne üstlük, gerçekleşmesi imkansızlaşmış projelere kaynak aktarmaya devam ediyoruz…

Enerji politikamızı yürütenleri tebrik ediyoruz…

(hABER eKSPRES gAZETESİ- 12.12.2011)

06 Aralık 2011

CUMHURİYET TARİHİMİZLE YÜZLEŞELİM DİYENLER…- ZAFER YAPICI


Bir söylemdir gidiyor…

Kendi tarihiyle yüzleşmek, özür dilemek…

Başta iktidar partisi AKP’liler olmak üzere sözüm ona aydınlar, şaşaalı programlarda, programlandıkları şeyleri söyleyip duruyorlar. Birbirleriyle paslaşıyorlar. Ortamı boş bulduklarından, ortam onlara bırakıldığından ileri geri atıp tutuyorlar.

Bilim yahut tarihsel gerçeklik diye bir kaygıları yok.

İzlerken, bir sonraki cümlelerini tahmin ediyorum.

Yine haklı çıktım diyorum, haklı çıkmaktan bunalıyorum.

Çünkü onlara bunları söyleten iradenin ne olduğunu biliyorum.

Papağan gibiler. Ezberledikleri tutarsız argümanlarla doğal olarak büyük kin güttükleri “ortak düşmanlarına” saldırıyorlar.

Kuşe kağıtlara bürünmüş taraflı basın, işini gücünü bırakmış “Dersim” üzerinden Türkiye Cumhuriyeti tarihini sorgulayarak, “yüzleşme” talep ediyor.

Cumhuriyet Meclisi’nde, Cumhuriyet’i kuran siyasi partide bile bazı milletvekilleri aynı şeyleri söyleyebiliyor. İrkiliyorum.

Peki ne yapmak ve Türkiye’yi nereye götürmek için, neyle yüzleşilsin isteniyor?

Değerli okurlarım, düşünülmesi gereken nokta burası…

* * *

Tarihlerinde faşizm olan, sömürgecilik olan, ayrımcılık olan devletler var. Kin ve nefret tohumları eken, insanları köleliğe mahkum eden devletler.

1960’lara kadar ABD’de sırf deri renkleri farklı diye ayrımcılığa tabi tutulmuyor muydu insanlar?

İngiltere’de “köpekler ve Çinliler giremez” levhaları lokanta girişlerinin alışıldık manzarası değil miydi?

Fransa, nükleer denemelerini kendi topraklarında değil sömürdüğü Guyana’da yaparak, Guyana’daki çevre felaketlerinin baş aktörü olmamış mıydı? Guyana’da yeni doğan bebekler sağlıklı olunca şaşırılıyor günümüzde.

Hiroşima’yı, Nagazaki’yi hangi karşıt propaganda unutturabilir ki?

Hitler ordularının yıktıkları Orta ve Doğu Avrupa kentleri, birer toplu mezar sahalarına dönüşmemiş miydi? Toplama kamplarındaki işkenceler insanlık tarihindeki kara sayfalar değil miydi?

Latin Amerika diktatörlükleri, ABD çıkarları uğruna kendi insanlarının mallarını, canlarını, geleceklerini hiçe saymamışlar mıydı?

Evet. Tarihle yüzleşilmeli…

ABD, sömürgeci tarihiyle yüzleşmeli örneğin. Böl ve yönet politikasıyla.

İngiltere sinsi tarihiyle yüzleşmeli. Anzakları Çanakkale’de ölüme sürüşüyle, Türkiye’de ne aradığıyla, gizli anlaşmalarıyla.

Almanya tarihiyle yüzleşmeli. Irkçılığıyla, yeni ırkçılığıyla…

Ocaklarını, yurtlarını onlara karşı korurken şehit düşmüş kahramanlarımızın her biri için tarihle yüzleşmeli emperyalist güçler.

PKK’ya, teröre verdikleri destekle yüzleşmeliler…

* * *

Bugün, tarihiyle yüzleşemeyenlerin söylettirdiği tarihinle yüzleşmelisin zırvaları moda.

Neden Türkiye Cumhuriyeti devrim tarihi, yüzleşilmesi gereken bir tarihsel dönem olarak sunulmaktadır dört koldan?

Etnikçisi, mezhepçisi, AKP’lisi, BDP’lisi, AB’si, ABD’si neden bu konuda tam bir mutabakat halindedir?

Yoksa emperyalist ülkeler, mazlum ülkelere (özellikle Arap baharını yaşayan ülkelere) model olabilecek demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti örneğinden mi rahatsızdırlar? Mustafa Kemal Atatürk’ün kuruluş ve kurtuluş felsefesiyle yeniden ayağa kalkacak bir Türkiye’den mi rahatsızdırlar? Üniter devlet örneğinden mi rahatsızdırlar?

Yoksa bu plan, AKP’siyle, BDP’siyle BOP’un bir parçası mıdır?... Bu plana YCHP’yi de mi eklemek istiyorlar?

Yüzleşmenin asıl hedefi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce sistemini ve o sistem bağlamında kurulan cumhuriyeti ortadan kaldırmak, onun yerine Osmanlı devlet felsefesini, emperyalizmin hedeflediği düzeni geri getirmek değil de nedir?

Türkiye’nin elini kolunu bağlamak ve Batı’nın taşeronu haline getirmek değil de nedir?

Anayasa da bu dönüşüm üzerine inşa edilerek Ortadoğu ülkelerine model ülke yaratmak hedeflenmiş olabilir mi?

AKP’nin internet sitesinde, “İleri demokrasi çağdaş bir anayasa ile mümkün olur” diyor.

Sakın tarihiyle yüzleşen bir çağdaş (!) anayasanın yapılacak olmasının adı ileri demokrasi olmasın?…

* * *
Olay net.

Dersim İsyanı’nı sadece bir başkaldırı olarak sunmak, ya onu anlamamaktır ya da onu yanlış anlatmak için özel bir çaba harcamaktır.

İsyan, feodal düzenin ezen güçlerince, bu düzeni yıkmayı hedefleyen devrimci bir yönetime karşı yapılmış bir kalkışmadır.

Dolayısıyla, isyana karşı alınan tedbirler son tahlilde özgürleştiricidir… Tuncelililer bu durumun bilincindedir. İşte bu yüzden Atatürk ilke ve devrimlerini içselleştirenlerin başında gelirler…

Büyük çelişki, hem feodal düzene sözde karşı görünen hem de etnikçilik-mezhepçilik üzerinden Dersim olayını siyasal ereklerle kullanan solcu görünümlü Ortaçağ kalıntılarının zihinlerindedir.

Küresel çağın kazanan güçlerinin geri bıraktırılmış toplumlarda yeniden parlattığı bu Ortaçağ kalıntıları YCHP’de de tutunum bulmakta ve ne yazık ki YCHP’yi giderek AKP’ye benzetmektedir.

Feodal ayrıcalıkları savunmanın neresi demokrasidir? Neresi solculuktur?

Kulu yurttaş yapmanın neresi demokrasi karşıtlığıdır?

Cahilliği savunmayı ve eğitimsizliği zorlamayı demokrasi örneği olarak sunan bir demokrasi kuramcısı dünya yüzeyinde var mıdır?

Demokrasi dünya yüzeyinde feodal ayrıcalıklara karşı burjuvazi önderliğinde toplumun geniş kesimlerinin oydaşımıyla gelişmeye başlayan bir süreç değil midir?

* * *

Değerli okurlarım, ne yazık ki YCHP yönetimi de bu yalan kervanına katılmış görünmektedir…

Ancak CHP vardır. Ve görülecektir ki, 2000’lerin ilk çeyreğinde özgürleştirici bir tarihsel güç olarak bu karanlık emperyalist oyunların ipliğini pazara çıkaracak aktör, Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimleri ve aşağıdaki büyük öngörüsü ışığında çözümler üretecek CHP olacaktır:


“…İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
(Haber Ekspres Gazetesi- 06.12.2011)

28 Kasım 2011

BEDELLİ…- ZAFER YAPICI


Tarih 5 Eylül 2006. Balıkesir’de Başbakan Recep Tayip Erdoğan, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” dedi.

Askere gözdağı verdi.

Tarih 16 Haziran 2011. Ankara Havaalanı’nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “…Gündemimizde bedelli askerlik yok. Ben Recep Tayip Erdoğan olarak böyle bir sorumluluğun altına giremem. Parası olan var, olmayan var. Parası olan bastıracak parayı kurtulacak. Parası olmayan askerlik yapacak… Bizim şu anda gündemimizde böyle bir durum yok” dedi.

Şehit ailelerine, fakir fukaraya umut verdi.

Tarih 22 Kasım 2011. Yine Tayyip Erdoğan bir açıklama yaptı. “30 yaşından gün alanlar 30 bin TL ödeyerek, 21 gün askerlik de yapmadan bedelli askerlikten faydalanabilecek… Bedelli Askerlik Kanunu ile bu alınan paralar şehit ailelerine, özürlülere yönelik bütçelerde kullanılacak” dedi…

Söylediği sözleri bir anda unutuverdi…

Fakir fukaranın umutlarını kırdı.

Onlara devletin ancak bedellinin ödeyeceği paralarla sahip çıkacağını gören şehit ailelerinin ve gazilerin onurlarını kırdı, devlete olan güvenlerini sarstı.

Kendi söylediği doğrularını 160 gün sonra yalanlayan bir başbakanımız var…

* * *

Tarih 23 Kasım 2011. Bir oğlu iki ay önce şehit olan Konyalı anne Cemile Aygör “askerden muaf” diğer oğlunun da asker alınması için dilekçe verdi.

Aygör’ün dilekçesi kabul edildi.

Konyalı şehit anası Cemile Aygör askerliğin bir vatan borcu, asker ocağın da Peygamber ocağı olduğunu bu davranışı ile hatırlattı. “Bedelli Askerlik” ve “Vicdani Red”e karşı toplumun tepkisini çok anlamlı bir biçimde yansıttı.

Bir yanda “vatan sağ olsun” diyenler var…

Diğer yanda “babam sağ olsun” diyenler…

Bir yanda iki ay önce şehit olan oğlunun ardından ikinci oğlunu da askere göndermek isteyen Konyalı Cemile Aygör’ün tüm yurdu duygulandıran onurlu kararı…

Diğer yanda da Başbakan’ın önce olmaz sonra olur dediği tüm toplumu üzen güven sarsıcı kararı…


* * *

Değerli okurlarım, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK “Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır diyordu…

Oysa bugün vatanı teferruat sayan bir anlayışla yönetiliyoruz.

Ne büyük acı…
(Hber Ekspres Gazetesi- 28.11.2011)

21 Kasım 2011

Y-CHP’DE BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA…- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, 3 Temmuz 2011 tarihli Haber Ekspres Gazetesi’nde yayınlanan “Disipline Önce Kimler Gitmeli” başlıklı köşe yazımda CHP’de son süreçte yaşanan sorunların kaynağını detaylı bir biçimde anlatmıştım.

O köşe yazımda Y-CHP’de görev alan yeni üst düzey yöneticiler arasında CHP’nin; yani Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu partinin ideolojisine ters düşen sözleri söyleyenlerin yani parti suçu işleyenlerin disipline verilmeleri gerektiğini vurgulamıştım.

İşte o sözler ve o sözleri söyleyen (üst düzey) yöneticiler:
• CHP Genel Başkan Yardımcısı Sena Kaleli, “cemaatleri yok saymak sivil toplum anlayışına uygun değildir” demişti.
• CHP Parti Meclisi Üyesi Bülent Kuşoğlu, “tekke ve zaviyeler yeniden açılmalı. ‘Bunlar irtica yuvaları!'. Yok öyle bir şey. Tam tersine kültür yuvaları. Tekke ve zaviyeler birer üretim yeridir. Bunun çok iyi anlaşılması lazım. Oralarda insan yetiştirilirdi, oralar eğitim ve kültür kurumlarıydı. Onun için de bu tür kurumlara ihtiyaç var. Bu kurumların yeniden kurulması için gerekli hazırlıkların yapılması gerekir” demişti.
• Parti Meclisi Üyesi ilahiyatçı Dr. Muhammet Çakmak, “Fethullah Hoca Türkiye’de bir fenomendir, kimsenin görmezden gelemeyeceği bilge bir adamdır. Fethullah Hoca’yı saygıyla selamlıyorum” demişti. CHP’nin tarikatları sahipleneceğini şu sözlerle “müjdelemişti”: “Tarikatlara ve cemaatlere yönelik bir ayrım yapmayacağız. Topluma bütün olarak bakacağız…”
• CHP Parti Meclisi Üyesi olan Binnaz Toprak, “Heybeliada Ruhban Okulu açılmalı. Ekümenlik tanınmalı. İki dile sıcak bakıyorum. AKP ekonomiyi iyi yönetti, gelir ve zenginlik arttı” demişti.
• CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, Meclis’e başörtülü bir adayın girmesi durumunda Merve Kavakçı’ya yapılanı yapmayacaklarını söyleyerek, “AKP bu şansını deneyebilir, biz de zorluk çıkarmayız” demişti.
• CHP’de Konya’dan milletvekili adayı yapılmış bir kişi, hangi partide siyaset yaptığını unutmuş olacak ki Konyalı seçmenlere yönelik olarak “Sizden rica ediyorum. Lütfen her biriniz bir mum olarak, Sayın Davutoğlu’nun (Dışişleri Bakanı) ateşini sürekli yanar halde tutun ki dış politikada Türkiye zaafa uğramasın” demişti.
• ANAP kökenli CHP İstanbul Milletvekili adayı (günümüzün milletvekili) Aydın Ayaydın ise MHP’nin kaset skandalıyla ilgili açıklamalarını eleştirmişti. Ayaydın, “Bu tür olayların içine Fethullah Gülen Hoca’nın karıştırılması yanlıştır. Gülen Hareketi’nin varlığı sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da bilinen bir gerçektir” demişti.

* * *

Ve Y-CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün, “Dersim Katliamı’nın sorumlusu devlet ve CHP’dir. Atatürk de bu olaylardan haberdardır” sözleri bardağı taşıran son damla oldu…

* * *

Değerli okurlarım, önce Aygün’ün yukarıdaki sözleri CHP içinde büyük bir tepkiye yol açtı. Sonrasında Aygün’e 12 CHP milletvekili karşı bildiri ile yanıt verdi.

Bu 12 milletvekili için Y-CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu “Grup Başkanvekilliğinden izin alınmadan böyle bir toplantının yapılmasını uygun görmüyorum. Bu partide bir disiplin olacaktır. Herkes o disipline uyacaktır. Tehditlere boyun eğmeyiz, disiplini işleteceğiz” sözlerini kullandı!

Şimdi Y-CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na sormak istiyorum…

CHP’nin ideolojisine ters düşen yukarıda aktardığım demeçleri hiç çekinmeden kamuoyuna açıklayan partinin en üst seviyesinde görev yapan kişilerin yaptıklarının yanlış olduğunu üç sayfalık bir metinle kamuoyuna açıklayan 12 milletvekiline yönelik “disiplini işleteceğiz” diyorsunuz da,

Neden CHP’nin ideolojisine ters düşen yukarıdaki sözleri kamuoyuna açıklayan “üst düzeydeki” kişilere karşı disiplini işletmiyorsunuz?

CHP’de CHP’nin değerlerini savunmak mı suç oldu artık?

Sayın Kılıçdaroğlu, bu soruların yanıtlarını kamuoyuna lütfen vakit kaybetmeden açıklayınız…

* * *

Değerli okurlarım, yukarıda aktardığım sözleri söyleyenler gerçek CHP’li olabilirler mi?

Atatürk ilke ve devrimlerini özümsemiş olabilirler mi?...

Bu kişiler Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu gerçek CHP’de görev yapabilirler mi?...

Bu durumda gerçek CHP’liler seslerini yükseltmeyip olan bitenlere seyirci mi kalacaklar? Bu dönüşümü gerçekleştirmek isteyenlerden hesap sorulmayacak mı?...

Bu sözleri söyleyen eğer tabanda bir sade üye, bir ilçe başkanı, bir yönetici olsa hemen disipline veriliyor da neden üst düzey bir yönetici olduğunda olay geçiştiriliyor? Anlamış değilim.

Dokunulmazlığın kaldırılmasından bahsediyorsunuz da neden parti üst düzey yöneticilerinin dokunulmazlıklarını kaldırmıyorsunuz, onlara dokunamıyorsunuz?

Bu bir çelişki değil mi?..

Diyecekler ki sen kim oluyorsun da bu sözleri söyleyebiliyorsun?...

Hemen cevaplayayım. Ben öncelikle yıllardır CHP’nin her kademesinde görev yapmış bir parti üyesiyim. 1999’dan beri parti içi eğitimi veren, partinin ideolojisini anlatan CHP Genel Merkezi’nin “sertifikalı” parti eğitmeniyim. 2002 Genel Seçimleri’nde İzmir’den milletvekili adayı, 2007 ve 2011 Genel Seçimleri’nde milletvekili aday adayı olmuş gazete köşe yazarıyım.

Şimdi ben yıllarca hizmet verdiğim “gerçek CHP’ye” ve Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkan ve bunu her fırsatta dillendiren bir CHP’li olarak sesimi yükseltip hesap soramayacak mıyım?...

Yıllarca alın teri göz nuru akıttığım partimde bu yanlış gidişata dur demeyecek miyim?...

Siz kim oluyor da partimi ve partimin geçmişini sorguluyorsunuz?...

Bu yetkiyi ve bu cüreti nasıl ve kimden aldınız?...

Sahi siz kimsiniz?... Kimin çıkarına politika yapıyorsunuz?

* * *

Değerli okurlarım, gerçek CHP’liler, partilerinin dönüştürülmesine elbette sesiz kalamayacaklar.

Bu ülke de bu parti de sahipsiz değildir. Bu duruşu sergilemek ve hesap sormak tüm CHP’lilerin hakkıdır.

Bu hakla Y-CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’na sormak istiyorum:

Genel Başkan olarak gerçekten olanlardan ve söylenen sözlerden haberdar mısınız?...

Haberdar olmamanız mümkün değil. Eğer haberdarsanız önünüzde iki seçenek kalıyor. Birincisi “ben bu sözleri Y-CHP’nin resmi görüşü olarak kabul etmiyorum. Onlar kişisel iradeyi yansıtan sözlerdir” deyip kamuoyuna duyurmanız. Ancak bu konuda inandırıcılığınızı yitirme noktasında olduğunuzu da söylemeden edemeyeceğim.

İkincisi ise “ben bu sözleri kesinlikle kabul etmiyorum. Bu sözleri söyleyenleri kesin ihraç talebiyle disipline sevk edeceğim” demeniz. Ve dik durmanız.

* * *

Görülüyor ki, CHP ya Türkiye üzerinde oynanan oyunları açığa çıkaracak, Türkiye’yi yeniden kuracak ya da bu oyunların payandası olacak Y-CHP’ye dönüşecek.

Siz bu süreçte hangi tarafta olacaksınız Sayın Kılıçdaroğlu?

Halkın umudu CHP tarafında mı?...

Yoksa AKP’nin umudu Y-CHP tarafında mı?...


( hABER eKSPRES gAZETESİ- 21 KASIM 2011)

14 Kasım 2011

TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİSİ- ZAFER YAPICI


Elimde Economist Intelligence Unit tarafından 2010 yılında yapılan Dünya Ekonomik Endeksi araştırması duruyor.

Araştırma, demokrasinin evrensel kıstaslarına göre dünya yüzeyindeki devlet yönetimlerine puan vermiş. Ve tüm devletleri demokrasi-demokrasi karşıtlığı skalasında sıralamış.

Araştırmanın demokrasi ölçütleri şu konu ve süreçler: Seçim süreci ve çoğulculuk, sivil özgürlükler, hükümetin işleyişi, siyasi katılım ve siyasi kültür.

Araştırma sonuçlarına göre AKP yönetimindeki Türkiye dünya demokrasi sıralamasında 165 ülke arasında 89. sırada gözüküyor.

Türkiye’nin aşağı yukarı aynı sıraları paylaştığı “rakipleri” ise şunlar: Bangladeş, Arnavutluk, Malavi, Lübnan, Ekvator ve Honduras Türkiye’nin hemen önünde yer alırken, Nikaragua, Zambiya ve Tanzanya Türkiye’nin hemen gerisinde…

2008 yılının endeksinde Türkiye 87. sıradaydı. Anlaşılıyor ki demokrasi konusunda iki yılda iki sıra gerilemiş. Aynı eğilim sürerse, 2012 yılı endeksinde Nikaragua, Zambiya ve Tanzanya gibi Afrika ülkeleri Türkiye’yi geçebilir.

Söz konusu araştırma, devletleri almış oldukları puanlar bağlamında demokrasi konusunda sınıflandırmış.

En yüksek puan alanlar “tam demokrasiler” olarak adlandırılmış. Bu devletler, sadece temel siyasi özgürlükleri güvence altına alan değil, aynı zamanda demokrasinin yeşermesine uygun bir siyasi kültürü gelişmiş devletler. Bu devletlerde hükümetler şeffaf ve adil. Medya bağımsız ve farklı görüşlerin temsil edildiği bir biçimde örgütlenmiş. Kuvvetler ayrılığı ilkesi etkili bir biçimde işliyor. Yargı bağımsız…

Bir diğer devlet grubu “kusurlu demokrasiler” olarak adlandırılmış. Bu devletlerde özellikle medya özgürlüğü konusunda sıkıntılar var olmakla birlikte seçimler serbest ve adil bir biçimde gerçekleştirilmekte. Temel haklara saygı gösterilmekte. Ancak yeterince gelişmemiş siyasi kültür ve düşük düzeylerdeki siyasi katılım bu demokrasileri sorunlu hale getiriyor.

Üçüncü grup devlet “melez rejimler” olarak adlandırılmış. Seçimler var ama serbest ve adil seçimlerin varlığından bahsetmek zor bu rejimlerde. Muhalif parti ve adaylar üzerinde hükümet baskısı yaygın. Melez rejimler, siyasi kültür, hükümetin işleyişi ve siyasi katılım konularında “kusurlu demokrasilere” kıyasla oldukça geri. Bu rejimlerde yolsuzluk ve rüşvet yaygın. Hukukun üstünlüğü zedelenmiş. Sivil toplum zayıf. Özellikle basın yayın kuruluşları büyük baskı altında. Hukuk sistemi bağımsız değil.

Dördüncü ve son grup ise “otoriter rejimler”. Bu rejimlerde siyasi çoğulculuk ya yok ya da ağır bir biçimde sınırlandırılmış. Seçimler yapılmamakta; yapılsa da adil ve özgür değil. Sivil haklar yok. Medya ya devlet aygıtının ya da yöneten rejimle bağlantılı kişilerin kontrolünde. Sansür yaygın. Eleştiri baskı altında. Bağımsız yargı mekanizması ortadan tamamen kaldırılmış.

Değerli okurlarım, Economist Intelligence Unit tarafından Türkiye, bu durumda “melez rejim” olarak sınıflandırılmış, yönünü “otoriter rejime” dönmüş hızla ilerliyor.

“İleri demokrasimizin” 2012 demokrasi indeksindeki rakipleri Suudi Arabistan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Myanmar ve Çad olsa kimse şaşırmayacak….

Emeği geçenleri tebrik ediyoruz…

( Haber Ekspres Gazetesi- 14 Kasım 2011)

09 Kasım 2011

ÖNCE 10 KASIM, SONRA 29 EKİM…- ZAFER YAPICI


Hatırlayalım.

Yıl 2009. İktidar “demokratik açılımın” TBMM’de 10 Kasım’da, Atatürk’ün ölüm yıldönümünde, tüm yurtta bayrakların yarıya indiği bir günde yapılmasında ısrarcı olunca CHP ve MHP birlikte önerge vererek bunun 12 Kasım’da yapılmasını teklif ettiler.

İktidar ne hikmetse “demokratik açılımının” 12 Kasım’da değil, 10 Kasım 2009’da görüşülmesini büyük bir çoğunlukla kabul etti.

Ve yıl 2011. Van depremi bahane edilerek 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın yayınladığı genelge ile iptal edildi.

Ve ardından, TBMM kürsüsünden bir AKP milletvekili “Milli Şef Faşizmi” sözlerini dile getirdi.

Daha önce de başbakan “Türkiyelilik kimseyi rahatsız etmemeli!” demişti.

Yeni yapılacak olan anayasanın içeriğini yansıtacak “ileri demokrasi” söylemleri bunlar mı olacak?

* * *

Değerli okurlarım, ne 10 Kasımlar ve 29 Ekimler ne Cumhuriyetin kurtuluş ve kuruluş felsefesi, ne de Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü Türk milleti tarafından unutulabilir.

Ne demokrasinin vazgeçilmezi laiklik, ne cumhuriyetin nitelikleri Türk Milletinin gönlünden ve zihninden silinebilir.

Yarın 10 Kasım 2011…

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 73. yıldönümü…

Tüm yurtta yediden yetmişe hepimiz ellerimize bağımsızlığımızın, kurtuluş ve kuruluş felsefemizin simgesi olan al bayrağımızı alarak saat dokuzu beş geçe Atamızın huzurunda olalım.

Onun kurduğu cumhuriyete, onun ilkelerine sahip çıktığımızı bir kez daha dünyaya haykıralım…

Haykıralım ki, Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti’nin sahipsiz olmadığını bütün dünya anlasın…

* * *

Tam bağımsızlık şiarı ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN tarihsel önemi barışın, dostluğun, kardeşliğin, insanlığın çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu günümüzde daha iyi anlaşılıyor.

Onun ilkeleri günümüzde de çözümü oluşturuyor.

Ruhun şad olsun Atam.

Sizi saygıyla, şükranla ve özlemle anıyor ve arıyoruz.

* * *
Not: İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği “4. Atatürk’e Saygı Yürüyüşü” 10 Kasım günü saat 12.00’de Alsancak Vapur İskelesi’nden başlayacak ve Cumhuriyet Meydanı’nda son bulacak. Katılımınızı bekliyoruz.

YÖNETENLER VE YÖNETİLENLER- ZAFER YAPICI


Belki duymuşsunuzdur. Antalya’nın Manavgat ilçesinde Ali Tekin isimli bir ayakkabı boyacısı iki günlük geliri olan 50 lirayı depremzedelere gönderdi.

Okul öncesi, ilköğretim, lise ve üniversitede okuyan öğrenciler biriktirdikleri harçlıklarını…

Kıt olanaklarla geçinmeye çalışan işçiler, memurlar, dar gelirliler, yetimler, engelliler bile ellerinden geldikleri ölçüde Van’daki depremzede kardeşlerine ulaştırdılar desteklerini.

Elbette devletin olanakları da başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar ve milletvekilleri olmak üzere resmi kurum ve kuruluşlar tarafından seferber edildi. Planlamada sorunlar yaşansa da devletin yardımları Van’a ulaştırıldı.

Değerli okurlarım, yönetilenler kıt olan kendi olanaklarını bölgeye sevk ederken, yönetenler devletin olanaklarını yönlendirmekle yetindiler.

Cevaplanması gereken temel soru bu noktada şu: Cumhurbaşkanı yani cumhurun başı, Başbakan, bakanlar, bakan yardımcıları, milletvekilleri, müsteşarlar, valiler… ne zaman yönetilenler gibi; yani cumhur gibi, halk gibi, sıradan yurttaş gibi olacaklar…

Ne zaman kendi olanaklarını; kazançlarını bir ayakkabı boyacısı gibi, çocuklar, öğrenciler, işçiler, memurlar, yetimler, engelliler gibi toplumsal yardımlara yönlendirmeyi akıl edebilecekler?

Sahi Cumhurbaşkanı maaşı 33 bin liraya yükseltildi…

Ya Başbakan’ın, bakanların, bakan yardımcılarının, milletvekillerinin, müsteşarların maaşları?...

Sakarya Valisi’ne 18 dönüm arazi içine 4.5 milyon liraya saray gibi konak yapıldı…

Asgari ücretle çalışanların maaşlarına ne kadar zam geldi?...

Cumhur ne Cumhurbaşkanı gibi ayda 33 bin lira gelire, ne de Sakarya Valisi’nin arazisi gibi bir arazinin binde birine kuracak çadıra sahip.

İleri demokrasi bu olsa gerek (!)…

Eğer gerçek demokrasiden ve insan haklarından bahsedilmesini istiyorsak yönetenlerin yönetilenleri örnek almaları gerekir. Yönetenler yönetilenlerin bakış açısıyla yönetmeyi öğrenmelidirler.

Yani halk gibi düşünerek, halk gibi yaşayarak, halk gibi kazanarak, halk gibi harcayarak ve halk gibi bir lokma ekmeğini paylaşarak…

Gerçek demokrasi ve insan haklarına giden doğru yol budur.

O zaman Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, bakan yardımcıları, milletvekilleri, müsteşarlar, valiler… tıpkı ayakkabı boyacısının, öğrencinin, işçinin, memurun, yetimin, engellinin yaptığı gibi; sizler de en azından birer maaşlarınızı depremzedelere bağışlayınız.

Siz de bir an için yönetilenin, cumhurun, yurttaşın bakış açısıyla hareket ediniz.

Ediniz ki gerçek demokrasi, insan hakları ve eşitlikten biraz olsun bahsedilsin...

(Haber Ekspres Gazetesi- 09-11-2011)

06 Kasım 2011

AVRUPA BİRLİĞİ’NDEKİ GELİŞMELER VE TÜRKİYE- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, ülkelerin kendi aralarında gümrükleri kaldırdığı ve dışarıya karşı ortak gümrük tarifesi uyguladığı serbest ticaret alanı anlamına gelen Gümrük Birliği’ne Türkiye 1996 yılında üye olmuştu.
Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği kurmaktaki amacı 350 milyonluk Avrupa Birliği pazarına erişebilmek, böylelikle ihracatını güçlendirmekti.
Oysa beklenenin tersi oldu. Türkiye, AB’nin açık pazarı haline dönüşürken, AB Türkiye’nin önemli ihracat kalemlerine engeller koymayı sürdürdü.
Türkiye, Gümrük Birliği’ne üye olup, AB’ye üye olmayan tek ülkeydi.
Günümüzde Türkiye’nin bu istisnai durumu ortadan kalkmak üzere…
Ancak Türkiye’nin istisnai durumunun ortadan kalkması sevinilecek bir gelişme anlamına gelmiyor.
Nitekim AB; Brezilya, Çin, Rusya Federasyonu ve Hindistan ile serbest ticaret anlaşmaları yapmak için girişimler başlattı. Kanada ile AB arasında kapsamlı bir ekonomi ve ticaret anlaşmasının müzakereleri önemli ölçüde ilerledi. Olası anlaşma ile mallarda, hizmetlerde, yatırımlarda ve kamu alımlarında serbestleştirme öngörülüyor. Benzer arayışlar AB ile Güney Afrika ve bazı Asya-Pasifik devletleri arasında da gözlemleniyor.

Sözünü ettiğimiz anlaşmalar gerçekleştiği durumda ne olacak? Hemen söyleyelim. Türkiye’nin AB pazarındaki zaten oldukça sorunlu olan rekabet gücü ciddi bir darbe daha alacak.

Türkiye, AB pazarında yukarıda saydığımız devletlerin ihraç ürünleriyle eşit koşullarda rekabet etmek durumunda kalacak.

AB’nin Türkiye karşısında elindeki kozlar artacak. AB bu durumda Kürt sorunu ve Kıbrıs gibi konularda tavizler vermesi karşılığında Türkiye ile Gümrük Birliği’nin yapısı konusunda pazarlıklara girişecek.

Bir önemli gelişme de AB’nin sübvansiyonları (desteklemeleri) ile ilgili.

2012 yılından sonra Avrupa Birliği’nin yeni üyelere vereceği sübvansiyonlar durduruluyor.

Yani, Türkiye, AB’ye üye olsa dahi, tarım, sanayi ve eğitim alanındaki fonlardan yararlanamayacak.

Türkiye, Gümrük Birliği ve AB’ye uyum sürecinde çökerttiği tarım ve sanayisini biraz olsun ayağa kaldırabilmek için yararlanabileceği tek fırsattan da mahrum kalacak…

(Hber Ekspres Gazetesi- 07.11.2011)

30 Ekim 2011

DEPREMİN ARDINDAN GERİCİ SARSINTILAR…- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, henüz depremin artçı sarsıntıları sürerken gericiler toplumsal sarsıntılar yaratmaya ve kendilerine bu acı içinde bile taraftar bulmaya gayret ediyorlar.
Van Depremi’nin meydana getirdiği yıkım ve gözyaşının üzerine şimdi bir de bazı kendini bilmez kişilerin yarattığı yıkım eklendi.
Van’ın Erçiş ilçesinde cüppeli ve sarıklı bazı tarikat üyeleri, depremin yarattığı yıkım sonrası ne yapacağını şaşırmış çaresiz vatandaşlarımıza “Bu şehre öğrenciler geldi. Bu şehrin kaderi değişti. Bu şehirde fuhuş yaşandı ve Allah belamızı verdi” diyerek oradaki acı içindeki vatandaşları etkilemeye ve öğrencilere karşı isyan ettirmeye çalıştılar.
Ancak depremzedelerin konuşmalara pirim vermediğini gören gericiler oradan uzaklaşıp gittiler.
Şimdi sormamız gerekmez mi?

Neden yurdun dört bir yanından gelen öğrenciler bu gericiler tarafından hedef seçildi?
Onları rahatsız eden neydi?...
Sahi bunlar kim? Bu cüreti, bu yetkiyi kimden ve nasıl alıp da öğrenciler hakkında ahlaksızca sözler söylüyorlar? Depremi onların varlığıyla nasıl izah edebiliyorlar?
26 Aralık 1939 Erzincan Depremi’nde 32.962 kişi, 1 Şubat 1944 Bolu/Gerede’de 3.959 kişi, 19 Ağustos 1966 Varto’da 2.394 kişi, 6 Eylül 1975 Lice’de 2.385 kişi, 17 Ağustos 1999 Marmara’da 17.480 kişi depremde yıkım altında kalarak öldüler. Bunların sorumlusu da öğrenciler mi?

Yoksa helali haramı ayırt edemeyen, malzemeden çalıp müteahhitlik yapmaya çalışan ancak Müslümanlıkta mangalda kül bırakmayan, teknolojiden anlamayan, sadece kendisini ve kendisini kollayanları düşünen, cebini doldururken zekatını vermeyi de ihmal etmeyen, sırtını sağlam yere(!) yaslayanlar mı asıl sorumlu olanlar?…

Ya da onlara bu fırsatı, bu olanağı tanıyan; onları kollayan ve koruyan güçler mi?...
Bu sorunun cevabını sosyologlar araştırıp bulmalıdırlar. Bu sorunun cevabını Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı bulmalıdır. Bu sorunu cevabını Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bulmalıdır. Bu sorunun cevabını Türkiye Büyük Millet Meclisi bulmalıdır. Bu sorunun cevabını Cumhuriyet Savcıları bulmalıdır. Bu sorunun cevabını muhalefet partileri, demokratik kitle örgütleri, tarafsız basın organları, aydınlar, yurtseverler bulmalıdır.
Bu sorunun cevabı hemen bulunmalı. Çünkü bu sorunun cevabı bulunmazsa ortada bir cumhuriyet kalmayacak, ortada insanlık kalmayacak.
Kısacası görülüyor ki ülkemize musallat olan bu gerici zihniyet, Atatürk Türkiyesini ve onun değerlerini tüm acıların kaynağı olarak sunacak. Halkı rejime karşı kışkırtmaya devam edecek. Soyguncuları, hilekarları, dolandırıcıları aklayacak.
Değerli okurlarım, bir yanda Pasinler depreminde (1924) Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın üzüldüğünü gören bir depremzede yurttaşın “Esef etmeyiniz paşam. Hükümet-i Cumhuriyet var olsun. Hiçbir şey istemeyiz. Onların (cumhuriyetin) sayesinde biz bu köyleri altından yaparız” diyen Kemalist söylemleri.

Diğer yanda Van depreminin oluş nedenini genç öğrencilerin varlığına bağlayan gerici zihniyetlerin söylemleri.

Bir yanda ölüm döşeğinde bile cumhuriyet kutlamalarını iptal ettirmeyen Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk.

Diğer yanda depremi bahane ederek Atatürk Cumhuriyetinin 88’inci yıl kutlamalarını genelge yayınlayarak iptal eden Başbakan Recep Tayip Erdoğan.

Değerli okurlarım, Cumhuriyet yasta da kutlanılır sevinçte de. Çünkü Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir.

İşte gerçek Atatürk Cumhuriyeti’nin farkı. İşte gerçek lider Mustafa Kemal Atatürk’ün farkı.
(Haber Ekspres Gazetesi-31.10.2011)

24 Ekim 2011

SINIRI AŞMAK- ZAFER YAPICI


19 Ekim tarihinde Hakkari Çukurca’da gerçekleştirilen yirmi dört canımızı yitirdiğimiz hain terör saldırısının 20 Ekim tarihli Zaman Gazetesi’nde yer alış biçimi oldukça can sıkıcıydı.
Zaman Gazetesi bu terör eylemini “Sınırı Aştılar” başlığıyla verdi.
Ne demek sınırı aşmak?
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın “bir noktaya kadar tolere edebiliyoruz” dediği sınır bu muydu? Günlük, haftalık, aylık “tolere edilebilir” (!) şehit sayımız mı vardı? Bu sayılar aşılınca mı teröre karşı önlem alınacaktı?
Yirmi dört can yitirilince mi terör örgütü sınırı aşmış oldu? On sekiz şehit olsaydı aşılmayacak mıydı bu sınır? Ya da her gün birkaç şehidimiz olduğunda, haftalık on beşin altında kaldığında bu sayı, tolere edilebilir bir durum mu oluşacaktı? Sınır aşılmamış mı olacaktı?
* * *
Değerli okurlarım, böyle saçma sapan bir mantıkla terörle mücadele edilebilir mi? Terör sorunu yaşayan herhangi bir ülkede, bu başlık atabilecek kadar şehitliği hafife alan bir gazete görme olasılığınız var mıdır?
* * *
Terörle mücadele kararlılığı gösteren bir ülke yönetiminden beklenen, terörizmi bir noktaya kadar hoş karşılayan gazeteleri uyarmasıdır.
Oysa başbakan Erdoğan, “seçtiği” medya yöneticileriyle toplantısında, terör şehitlerimizin acılarının paylaşılmasını teröre dolaylı destek olarak tanımladı. Erdoğan şöyle dedi: “Medyaya bir müdahale arzusunda değiliz. Bu demokratik bir durum da olmaz. Ancak otokontrol mekanizmasının daha iyi çalıştırılmasını bekliyoruz. Şehidinin başındaki annenin görüntüsünü tekrar tekrar anlatmak PKK’dan başka kimsenin işine yaramaz. Çatışma dili savaş dili ülkenin birliğine hizmet etmez. Bu ve benzeri konuları toplantıda etraflıca ele aldık.”
İyi. Medya organları şehitlerin adlarını saymakla yetinsinler, bu konudaki toplumsal tepkiyi yansıtmasınlar. Hatta saymasınlar da. “Bugün tolere edilebilir miktarda şehidimiz var” desinler. “Sınırı aşmadan”, olayı “tolere edilebilir” bir boyutta tutsunlar!
Nazilli Beğerli köyünde açlık ve yoksulluk içinde yaşayan şehit Mehmet Çetin’in ailesinden kimsenin haberi olmasın.
Sakaryalı Jandarma Çavuş Birol Elmas’ın, annesi ve kardeşlerinin yaşadığı evin borcundan dolayı kesik olan elektriğini devletin değil, Sakarya Elektrik Dağıtım Şirketi çalışanlarının aralarında para toplayarak açtırdığını kimse bilmesin.
Ispartalı Süleyman Kalkan’ın, Artvinli Soner Ateşsaçan’ın, Hataylı Mesut Cengiz’in, Erzurumlu Murat Kazanç’ın, Ağrılı Ramazan Akın’ın, Sinoplu Halil Özdoğru’nun… şehitlerimizin bir zamanlar yaşıyor olduklarını bile kimse duymasın.
Somali için (başbakanın gözüne girebilmek için) çırpınanların, Başbakan’ın annesi vefat edince gazetelere ilan verme kuyruğuna giren özel ve tüzel kişilerin, şirket, sendika ve spor kulübü patronlarının şehit yakınlarına destek için kılını kıpırdatmadığını kimse görmesin.
Aklımıza, gönlümüze de mi kilit vuralım?...
(hABER eKSPRES gAZETESİ- 24 EKİM 2011)

17 Ekim 2011

DOĞALGAZ VE ENERJİ BAĞIMLILIĞIMIZ- ZAFER YAPICI


Geçtiğimiz günlerde Enerji Bakanı Taner Yıldız, basın ve yayın kuruluşlarının yeterince üzerinde durmadığı ancak enerji konusunda Türkiye’nin geleceğini yakından ilgilendiren önemli bir açıklama yaptı. Yıldız’ın belirttiğine göre Türkiye, Karadeniz’in kuzeyinden Rus doğal gazını Türkiye’ye bağlayan Batı Boru Hattı konusunda Rusya Federasyonu ile anlaşmazlık içindeydi.
Anlaşmazlığın nedeni, Rusya Federasyonu’nun yeni doğalgaz sözleşmesi için doğalgaz fiyatlarına zam istemesiydi.
Taner Yıldız aynı açıklamasında bulduğu çözümü (!) de açıkladı. Zam nedeniyle sözleşmenin yenilenmesinin söz konusu olamayacağını, ancak özel şirketlerin bu boru hattını kullanmalarının mümkün olacağını belirtti.
Bunun üzerine Rus enerji şirketi Gazprom’un Başkan Yardımcısı Alexander Medvedev, “Söz konusu gaz hacmini Türkiye piyasasındaki nihai tüketicilere ulaştırılmak üzere, mevcut ve yeni alıcılara, özel sektör de dahil olmak üzere, tedarik etmeye hazırız” dedi.
* * *
Taner Yıldız’ın açıklamaları, özel sektör ile Rusya Federasyonu devleti ve boru hattı konsorsiyumu arasında yapılacak yeni sözleşmeler aracılığıyla Batı Hattı’ndan gelecek doğalgazın dağıtımının da özel sektör tarafından yapılacağını gösteriyor.
Türkiye’nin diğer doğalgaz boru hatlarından Batı Hattı’na, bu hatta yaşanacak herhangi bir kesinti durumunda aktarım yapacak iletim hatlarının bulunmaması da söz konusu. Bu zaafın iki sonucu var. Birincisi, Batı hattında doğalgaz kesildiğinde başta Marmara’nın sanayi bölgeleri olmak üzere Batı Anadolu’nun birçok kenti doğalgazsız ve hatta bu bölgelerde elektrik üretimi de doğalgaza bağımlı olduğundan elektriksiz kalabilecek. İkincisi, fiyat belirleme konusunda özel sektör bir tekel konumuna taşınacak.
Elbette kar etme amacı taşıyan özel sektör firmaları, Rusya Federasyonu’ndan zaten yüksek fiyattan alacakları doğalgazı daha yüksek fiyattan halka satacaklar. Bu nedenle büyük zamlar söz konusu olacak. Devlet de zamların sorumluluğunu “serbest piyasa” düzenine atacak. “E, ne yapalım” denecek…
* * *
Tehlike burada bitmiyor. Rusya Federasyonu’nun enerji stratejisi sadece enerji tedarikçisi olmakla sınırlı değil. Rusya Federasyonu enerji tedarik ettiği ülkelerde, enerji iletim hatlarının ve enerji dağıtım şirketlerinin yönetimlerini ele geçirme ve böylelikle hedef devletlerle enerji konusunda bağımlılık ilişkisini büyütme stratejisini de yürütüyor.
Bu durum, Rus enerji şirketlerinin büyük ihtimalle öncelikle Türk ortaklarla, Batı Hattı’ndan gelecek doğalgaz konusunda ihaleye katılmaları anlamına gelecek. Bu durumda Rus devleti, fiyatları kırabilir. Büyük zamlardan endişe eden hükümet de durumu kabullenebilir. Böylelikle bu hattın enerji dağıtım şebekesi de Rusya Federasyonu’nun kontrolüne geçebilir. Ki böyle bir durum, enerji konusunda ülkemize orta vadede büyük zamlardan daha büyük zarar verir.
Nereden bakarsanız bakın enerji konusunda tehlikeli bir sürecin içindeyiz. Bu sürecin sorumlusu AKP’dir. Yaşadığımız sorunlar, Türkiye’nin kaynaklarının Türkiye’nin doğalgaz bağımlısı bir ülke haline getirilmesi için kullanılmasının doğal bir sonucudur.
Değerli okurlarım, geç kalınmakla birlikte vakit geçirmeden yapılması gereken, Türkiye’nin enerji konusunda dışa bağımlılığını azaltacak çevreye dost yenilenebilir enerji kaynaklarının üretiminin bir devlet politikası haline getirilmesi; böylelikle enerji çeşitliliğinin sağlanmasıdır.
(Haber Ekspres Gazetesi- 17 Ekim 2011)

10 Ekim 2011

NEDEN ÇOCUKLUKLUĞUMUZUN VE GENÇLİGİMİZİN BAKIŞ AÇISINI OKUYAMIYORUZ?...- ZAFER YAPICI


Bazen çocukluk ve gençliğimizi yaşamımızın önemsiz bir ayrıntısı gibi görürüz. Erişkinliğe ulaşma sürecinde zorunlu ve geçici bir evre olarak tanımlarız.

Haklıyızdır ilk bakışta.

Çünkü “yetişkin mantığımız” şunları söyler: Hangi devleti ya da en basitinden bir şirketi, bir çocuk, bir genç yönetmiş ki? Ya da hangi savaşı bir çocuk, bir genç çıkartmış? Çocukların seçimlerde oy kullandıkları nerede görülmüş?...

Çocukları ve gençleri erişkin değerlerimize dayanarak önemsizleştirmeye hazırdır bilincimiz kısacası…

* * *

Bazen onları da kategorilere ayırırız. Ataerkil bir yapıda yetişmişsek özellikle…

Çocuk bir anda önemlileşir sürpriz bir biçimde. Ancak sadece erkek olduğunda!

Erkek çocuk, çocuk olduğundan değil, geleceğin otorite kaynağı olacağından dolayı değer kazanır.

Erkek çocuğun temel kimliği; çocukluğu elinden alınır. Kimliksizleşir.

Kız çocuğa zaten yoksunluk kalmıştır.

* * *

Hani çocuktur der, önemsemeyiz ya…

Bu sözü söylerken aslında hem çocuklarımıza hem de çocukluk ve gençlik günlerimize; yani kendimize ve “bir zamanlar” taşıdığımız değerlere haksızlık yapmış oluruz.

Oysa çocuklar ve gençler dünyanın en saf varlıklarıdır. Üstelik en büyük psikologları…

Ayırımsız her çocuk ve genç doğaldır. Cesurdur. Olduğu gibi görünür göründüğü gibi olur. Sözünü esirgemez; açık sözlüdür. Çıkarı, hileyi, yalanı-dolanı, takiyeyi bilmez.

İnsana hiç olmazmış gibi geliyor ama bugün ülkemizi yönetenler de bir zamanlar çocuktular, gençtiler. Onların da tertemiz duyguları, düşünceleri, davranışları ve bakış açıları vardı.

O çocuk ve gençler bugün hakim oldular, savcı oldular. Cumhurbaşkanı oldular, başbakan oldular. Bakan oldular, milletvekili oldular. Vali oldular, kaymakam oldular...

Devleti yönetir oldular…

Yönetir oldular da ne oldu? Çocukluklarının ve gençliklerinin o tertemiz duygu, düşünce, davranış ve bakış açılarını görev aldıkları devlet yönetimlerine taşıyıp, ülkeyi geliştirip güzelleştirdiler mi?

Dürüstlüğe bağlı kaldılar mı? Yolsuzluğu, yoksulluğu, işsizliği ve krizleri çözdüler mi?...

Emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalığa ve eşitsizliğe baş kaldırabildiler mi?...

Ya da bu sorunları çözmeyi gerçekten istediler mi?

Rüşveti, adam kayırmayı, üçkağıtçılığı üretmediler mi?

Doğallık yerini yapaylığa, cesurluk yerini korkaklığa bıraktı. Olduğu gibi görünen göründüğü gibi olanlar, oldukları gibi görünmemeye göründükleri gibi olmamaya başladılar. Sözünü esirgememe, susmaya dönüştü. Çıkarı, hileyi, yalanı, dolanı, takiyeyi benimseyen bir anlayış ortaya çıktı…

Neden insanlar büyürken, çocukluklarının ve gençliklerinin o tertemiz duygularını, düşüncelerini, davranışlarını, bakış açısını ve ideallerini kendileriyle beraber büyütüp her gittikleri yere onları da taşımayı düşünmüyorlar? Neden?...

Eğer ülkeyi yönetenler, çocukluklarının ve gençliklerinin o tertemiz değerlerini kendileriyle beraber büyütüp devlet yönetimine yansıtmış olsalar idi, bugün ne terörden bahsedilirdi, ne yolsuzluklardan, ne yoksulluklardan, ne etnik ne de dinsel çatışmalardan. Ne anayasa değişikliğinden, ne iç-dış siyasetteki olumsuzluklardan…

İşte o zaman Türk milleti milli egemenlik, milli bağımsızlık, milli birlik ve beraberlik, yurtta sulh cihanda sulh, çağdaşlaşma, bilimselcilik ve akılcılık, insan ve insan sevgisini şiar edinmiş olarak mutlu geleceğe emin adımlarla yürüyor olacaktı.

Tıpkı, Mustafa Kemal Atatürk’ün döneminde olduğu gibi.

Mustafa Kemal Atatürk; kurtuluşu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini, ilkelerini ve devrimlerini, kendisiyle beraber büyüttüğü çocukluk ve gençlik değerleri üzerine inşa etti.

Onun için Mustafa Kemal Atatürk, Bursa Söylevi’nde ve Gençliğe Hitabesi’nde Türkiye Cumhuriyetini; doğal, cesur, olduğu gibi görünen göründüğü gibi olan, sözünü esirgemeyen, açık sözlü, çıkarı, hileyi, yalanı dolanı, takiyeyi bilmeyen, vatanını ve milletini seven çocukluk ve gençlik değerlerini yitirmemiş yurtsever genç beyinlere emanet etti.

Onun için, dünyanın hiçbir yerinde benzeri olmayan bir bayramı “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı çocuklara, “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı”nı da gençlere hediye etti.

Bugünün yönetenlerinin çocuklarına ve gençlerine bakıyoruz. İş dünyasında “durmak yok yola devam” diyorlar. Küçük yaşlarda şirketler yönetip, ortaklıklara girişiyorlar. Babalarının teşvikleri, destekleri, çabalarıyla, neredeyse çocukken çocukluk değerlerini yitiriyorlar.

* * *

Değerli okurlarım bugün Türk milleti olarak neden Mustafa Kemal Atatürk’ün emanetine sahip çıkmıyoruz? Yoksa yurttaşlar olarak biz de mi tıpkı bizi yönetenler gibi çocukluk ve gençlik değerlerimizi yitirip başkalaştık?

Mustafa Kemal Atatürk’ten öğreneceğimiz çok dersler var; çok…

Halk olarak çocukluğumuzda ve gençliğimizde sahip olduğumuz ve şimdi de çocuklarımızda ve gençlerimizde varlığına şahit olduğumuz o tertemiz değerlerden alacağımız çok dersler var…

…En çok da AKP iktidarının ve zihniyetinin alacağı dersler var…

(Hber Ekspres Gazetesi- 10 Ekim 2011)

03 Ekim 2011

TÜRKÇE TÜRK ULUSUNUN SES BAYRAĞIDIR- ZAFER YAPICI


26 Eylül 1932 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda Birinci Türk Dil Kurultayı toplandı…

Aradan geçen 79 yılın ardından kurultaylar unutuldu, işlevsizleştirildi. Türkçedeki bozulma ve yabancılaşmanın araştırılması ve Türkçenin korunması ve etkin kullanımı için alınması gereken önlemler, Meclis araştırma komisyonlarının göstermelik toplantılarına terk edildi.

Eğitim sistemimiz, düşünce kodlarımız, ekonomimiz, dış politikamız, yönetim anlayışımız kuşatma altında. Bunlarla bağlantılı olarak; belki de bunların görüntüsü olarak dilimiz de… Bazı yabancı diller ile Türkçe’nin karışımından oluşan adlar (cümbüsh, dönerchi, eskidji, simitland, börek center…) tabelalara çoktan yerleşti. Radyo ve televizyon programlarında geçen Türkçe için anlamsız sözcükler (maytaba almak, cızlamı çekmek, oha falan olmak, okey, bye…) özellikle gençlerin dağarcıklarına sızmakta. Internet kullanımı yeni ve çarpık bir dil yaratıyor. Birçok üniversitemizde; hatta orta öğretim kurumlarımızda eğitim dili Türkçe değil! Tüm bu yabancılaşma örneklerinin bir “moda oyunu”nun gereği olarak sunulduğu “popüler kültür” açmazıyla karşı karşıyayız. Yabancılaşmanın getirdiği siyasal edilgenliğin Batı çıkarlarına karşı ılımlı muhafazakar(!) iktidarın işine gelmesi açmazımızı daha da büyütüyor…

Değerli okurlarım, bugünkü eğitim sistemimiz ezberciliğe, kültürsüzlüğe, araştırmanın ve düşünmenin reddine olanak tanımaktadır. Bunun sonucunda bilinçli olarak sunulan “yeni dili” konuşan toplum modelleri yaratılmak istenmektedir. Geleneklere, kültüre ve dile aykırı davranışların; nezaketsizliklerin artması bu modellerin kabul görmesiyle ortaya çıkmaktadır. Atatürk: “Milli Eğitim’in ne olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bizde Milli Eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti münakaşa edilemez” demekle Milli Eğitim’in ne kadar önemli olduğunu bizlere anlatarak gereğini yapmamızı istemiyor muydu?

Örneğin relaks olmak, cv, okey, spontane, full-time, koordinasyon, absürt, partner, okeylemek, misyon, vizyon, departman, security, imitasyon, adisyon, dizayn, bye bye gibi sözcükler günlük kullanım diline sızmış durumda. Bu gibi sözcüklerin bilinçli yahut bilinçsiz bir biçimde kullanımını dilimizi unutturmaya yönelik girişimler olarak tanımlanamaz mı?

Değerli okurlarım, dilimizin yabancılaştırılmasını yani dil faciasını önlemek, Türkçe’nin etkin kullanımını ve korunmasını gerektirmektedir.

Son dönemde dildeki yabancılaşma karşısında bir girişim TBMM’den geldi. 13.02.2007 tarihinde 106 milletvekili tarafından “Türkçe’deki Bozulma ve Yabancılaşmanın Araştırılması, Türkçe’nin Korunması ve Etkin Kullanımı için Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Araştırma Komisyonu” uzmanların da görüşlerini alarak görevini üç ay sonra bitirdi. Komisyonun araştırmaları sonucunda ne verilere ulaşıldı? Hangi önlemler meclis gündemine taşındı dersiniz?...

Somut bir önlem yok. Somut araştırma sonuçları yok, somut uygulamalar yok.

Dileğimiz Ekim ayında TBMM çatısı altında çalışmalara başlayacak milletvekillerinin ilk işlerinin “Türkçe’deki Bozulma ve Yabancılaşmanın Araştırılması, Türkçe’nin Korunması ve Etkin Kullanımı için Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla” yeni bir komisyonu kurmak olmasıdır. Bu da yetmez komisyon raporları halka duyurulmalı, gereken tedbirler yasama ve yürütme organları tarafından alınmalıdır.

İşte o zaman, “Artistlik yapma lan. El kol hareketi çekme. Ananı da al git. Onları hoplatacağım. Densiz…Şuursuz…Nasipsiz. Kes ulan sesini. Otur ulan oturduğun yerde, her şeye burnunu sokma…”, “Babalar gibi özelleştirme yapacağız. Vergileri tiko toplayacağız. Bana yamuk yapanları oyarım…” gibi üsluplar kullanılmaz…

Türk milleti olarak bu ve buna benzer üslupları anlamakta güçlük çekiyoruz. Aktarılan nezaketsiz laflar ne birer atasözü, ne deyim, ne de kalıplaşmış sözdürler. Bu tür konuşmalarını “halkın içinden geldik, bu halk lisanıdır” deyip kullanarak, hem halkı hafife alıyorlar, hem de halka saygısızlık yapıyorlar.

Kısacası onların kullandıkları dil halk dili değildir. Halk bu değildir!

Rıfat Ilgaz ne güzel söylemiş:

Bak, devrim ne güzel!
Barış ne güzel!
Dayanışma, özgürlük,
Hele bağımsızlık…
En güzeli sevgi.
Sev Türkçeni çocuğum.
Dilini sevenleri sev…

Değerli okurlarım, bugünkü yazımı Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Türk demek Türkçe demektir”, “Milli his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli olması, milli hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkelerin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır”, “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, alakalı olmasını isteriz.”

Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmek için ulusça ikinci bayrağımız olan ses bayrağımızı; Türkçemizi koruyup etkin kullanmalıyız.

Ülkemizin ve dilimizin kuşatılmasına asla izin vermemeliyiz…

(Haber Ekspres Gazetesi-03 Ekim 2011)

25 Eylül 2011

MİLLİ (!) EĞİTİM BAKANLIĞI- ZAFER YAPICI


Ömer Dinçer’in yönetimindeki Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, şaşırtıcı ve tartışmalı düzenlemeler gelmeye devam ediyor.
İlköğretimde okutulan Vatandaşlık ve Demokrasi dersinin müfredatında Ağustos ayı içinde garip bir değişikliğe gidilmiş, kadınlara karşı ayrımcılık konusu ders kitaplarından çıkarılmıştı.
Eski programın “Hak ve Özgürlüklerimiz” başlıklı 3. ünitesinde yer alan ve öğrencilere aktarılması istenilen “BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi”, yeni programda yer bulamamıştı.
Eski programda yer alan “kişi dokunulmazlığı, özgürlüğü ve güvenliği, düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, yaşama, örgütlenme, çalışma, sağlık, eğitim, dilekçe, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, seçme ve seçilme hakkı gibi haklar üzerinde durulur” ifadesi yer almaktaydı. Yeni durumda, “örgütlenme”, “dilekçe”, “özel hayatın gizliliği”, “konut dokunulmazlığı” ifadeleri metinden çıkarıldı.
Özgürlük alanı, böylelikle Milli Eğitim kanalıyla da daraltıldı!
Eski programda yer alan ve 2. ünitedeki bir konuyla işlenen “Haydi Kızlar Okula” kampanyası müfredattan çıkarıldı.
* * *
Son olarak bir kanun hükmünde kararname ile Milli Eğitim’in milliliğine bir darbe daha vuruldu.
Geçtiğimiz günlerde Resmi Gazete’de yayınlanan kanun hükmünde kararname ile yeni uygulama başlatıldı. Milli (!) Eğitim Bakanlığı’nın görevleri arasında yer alan ‘Atatürk ilke ve devrimlerine, Atatürk milliyetçiliğine, laik ve sosyal hukuk devletine bağlı vatandaş yetiştirme görevi’ kaldırıldı.
Bu gelişmenin ardından hükümetten “beklentiler” çoğaldı. Eğitim Bakanlığı’nın önündeki “milli” sıfatının yeni bir kanun hükmünde kararname ile kaldırılması bu bağlamda yeni bir icraat olabilir mi dersiniz?
(Haber Ekspres Gazetesi- 26-Eylül-2011)

18 Eylül 2011

ERDOĞAN’IN ‘ARAP BAHARI’ ZİYARETİ VE TÜRK MEDYASI- ZAFER YAPICI


Türk medyasında garip şeyler oluyor.
Tayyip Erdoğan’ın Tunus, Mısır ve Libya ziyaretlerinin medyaya yansıyış biçimi oldukça ilginç ve öğretici…
Önce AKP yandaşı medyaya bakalım. AKP yandaşı basının ziyaretler sırasında yaşananları büyük başarı biçiminde aktardığı görülüyor.
Bu gayet olağan. Zaten AKP yandaşı medya, söz konusu psikolojik operasyonları yürütmek için devlet olanaklarıyla yoktan var edilmemiş miydi?
Yeni Şafak gazetesi örneğin, Erdoğan’ın ziyaretlerine Arap halklarının ilgisini, birkaç gün önce gerçekleşen İngiltere ve Fransa liderlerinin Libya ziyareti ile kıyaslamış. Manşet şu: “Ezip Geçti”. Şöyle diyor Yeni Şafak: “Boş meydanlara konuşan Fransa ve İngiltere liderlerinden sonra Trablus’a inen Başbakan Erdoğan’a gösterilen samimi ilgi Türkiye’nin farkını ortaya koydu.”
Zaman gazetesi de aynı kıyas üzerinden Erdoğan’ın ziyaretini büyük başarı biçiminde gösteren şu manşeti atmış: “Sarkozy’ye Yüz Vermediler, Erdoğan’ı Coşkuyla Karşıladılar”.
İki gazete de bu büyük coşkunun örgütlenmesi için Dışişleri Bakanlığı fonlarından ayrılan, yani bizim vergilerimizle oluşturulan kabarık faturaları elbette manşete taşımıyorlar.
Türkiye Gazetesi, yine manşetten “Bu Geziyle Türkiye’nin Önemi Tescillendi” demiş.
Star, Sabah ve Bugün gibi gazeteler de Erdoğan’ın gezisini farklı biçimlerde de olsa büyük bir başarı olarak göstererek manşetlere taşımışlar.
Gelelim diğerlerine.
Milliyet, ABD’yle füze kalkanı konusunda yaşanan “işbirliğini” olumlayan manşetlerine devam ediyor.
Onun da misyonu bu...
Hürriyet’te Enis Berberoğlu ve Sedat Ergin’i ziyaret “coşturmuş”…
Sedat Ergin, Erdoğan’ın laiklik karşıtı eylemlerini unutmuş olacak, Erdoğan’ın bu ziyaretler sırasında yaptığı; Atatürk’ün laiklik anlayışıyla değil, “Ilımlı İslam” paradigmasıyla bağlantılı laiklik vurgusunu önemsiyor. Onun laiklik dediğinin başka bir şey olduğunu unutturmaya çalışıyor. Erdoğan’ı bir tek “en çağdaş Türk” ilan etmediği kalıyor. Enis Berberoğlu ise “laik ve demokratik Türkiye’nin yeniden bu topraklara eski adıyla ‘dayı’ yani hami ve yol gösterici sıfatıyla dönmesine Batı itiraz etmemeli” diyor. Berberoğlu, ya Türkiye’de laikliğin ve demokrasinin var olduğunu sanacak kadar olaylara Fransız kalıyor ya da hepimizi saf yerine koyuyor!
Ziyarete yönelik eleştirel yazılara bu medya organlarında rastlamak neredeyse imkansız…
Gerçekten ziyade imajın önem kazandığı bu çağda Erdoğan için medya yardımıyla “kahramanlık mitleri” inşa ediliyor. Önce İsrail’e karşı sahte, içi boş, danışıklı dövüş olduğu her halinden belli tepkiler veriliyor. Sonra bu tepkiler medya aracılığıyla büyütülüyor, büyütülüyor…
Son olarak AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Yalta Avrupa Stratejisi toplantısında kürsüye İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres çıkınca toplantıyı terk etmiş.
Vay be! Emperyalizme karşı ne büyük bir tepki, ne kadar övülesi bir dik duruş!
* * *
Aynı anlarda, TBMM’nin devre dışı bırakıldığı, Türkiye’nin kanun hükmünde kararnamelerle yönetildiği bir dönemde Türkiye, İsrail’i İran’a karşı korumak için topraklarına radar istasyonları kurma kararı alıyor. Yer belirleniyor.
AKP yönetimi Ortadoğu’da her hamlesini Obama’ya danışıyor.
Hükümet, terör örgütüyle görüşme halinde.
Libya’dan Suriye’yi köşeye sıkıştırmak adına hamleler gerçekleştiriyor. “Suriye’de de halkına zulmedenler a yakta kalamayacaklardır” diyor Erdoğan, Libya’dan.
Terör örgütüyle mücadelede değil müzakerede bulunmak, halka zulum etmek değil de nedir sorusu kimsenin aklına gelmiyor! (mu acaba?)
İran’a yönelik bir ABD operasyonunun psikolojik ve askeri hazırlıkları Türkiye üzerinden yapılıyor.
Yani, AKP, İsrail’in de paylaştığı çıkarların sözcülüğünü yapıyor.
Olayın iç yüzünü Financial Times açıkça ortaya koymuş.
İngiliz Financial Times gazetesinde David Gardner imzalı haber-analizde, “Batı başkentlerinde Erdoğan, sinik popülizm ya da açıkça Arap vitrinine oynamak gibi görülecek şekilde, İsrail’e vurduğu için kınanıyor. Ama Türk liderinin popülaritesi, Araplar ve Batı için paha biçilmez bir kazanç. Şimdiye kadar Erdoğan, tehlikeli bir rakip olan İranlı mollaların agresif ve mezhep ayrımcılığını güden İslamcılığını zorlanmadan yendi.”
Gardner haklı.
İran gibi Batı’yla sorunlu bir ülkenin Ortadoğu’da etkinliğinin zayıflatılması, İran ile aynı düzeyde radikal bir imaja sahip olan (ama gerçekte böyle olmayan) bir başka gücün yüceltilmesi ile mümkündü. Arap radikalizmi böylelikle kontrol altında tutulabilirdi.
E, Arap radikalizminin “sistem” tarafından kontrol altına alınması hem Batı’nın hem de İsrail’in işine gelmez miydi?...
* * *
Değerli okurlarım, görülüyor ki Ortadoğu’yu Sunnilik ve Şiilik üzerinden bölen bir süreç Batı desteğiyle ön plana çıkarılıyor. Bu süreçte Erdoğan-Gül ikilisinin kilit bir aracı rol oynadığı gözlemleniyor.
Kaddafi’ye, Esad’a, Mübarek’e ve Ahmedinecad’a aslanlaşan AKP, ABD’nin denetimindeki terör üslerinin hamileri olduğu herkesçe bilinen Talabani’ye ve Barzani’ye karşı kuzulaşıyor.
İsrail’e karşı ise aslan görünümlü bir kuzuya dönüşüyor.
Ve Türk medyası, Financial Times’ın doğru biçimde okuduğu bu süreçleri nedense bir türlü okuyamıyor; okusa da anlatamıyor…
( Haber Ekspres Gazetesi- 19 Eylül 2011)

11 Eylül 2011

DIŞ POLİTİKADAKİ ÇELİŞKİLER- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, AKP’nin dış politikasındaki çelişkiler ve AKP’nin dış politikası ile ABD’nin Ortadoğu politikası arasındaki paralellikler her yeni gün biraz daha netlikle ortaya çıkıyor.
AKP bir taraftan İsrail ile yaşanan “özür krizini” ısıtıp ısıtıp yeniden piyasaya sürüyor. İçi boş argümanlarla geleneksel olarak İsrail’e tepkili kesimlerin desteğini sağlamayı hedefliyor. Diğer taraftan Ortadoğu’da İran’a karşı İsrail’i koruma gibi bir hedefe yönelen Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye yerleşmesine destek veriyor.
Türkiye, İsrail ile diplomatik kriz yaşarken, İsrail’e güvenlik kalkanı olmayı kabul ediyor!
AKP yönetimi, Suudi Arabistan gibi otoriter ve ABD müttefiki devlet yönetimlerinin demokrasi karşıtı uygulamalarına ses çıkarmazken, ABD’nin çıkarlarına daha az ılımlı Ortadoğu ve Kuzey Afrika devletlerde, demokrasi söylemiyle yönetim değişikliği girişimlerine doğrudan destek veriyor.
“İnsani yardım” argümanını dış politikanın merkezine yerleştirirken, Libya’da NATO destekli isyancıların siyahi Libyalılar ve Sahra altı Afrika’dan gelen göçmenlere yönelik gerçekleştirdiği ırkçı saldırıları görmezden geliyor.
Gazze konusunu neredeyse bir milli dava haline getirirken, Türkiye için yaşamsal önemde olan terör konusunda hiçbir ciddi önlem almıyor, alamıyor. İçeride cezaevlerinin suçunu ne olduğunu bile bilmeyenlerle dolmasının müsebbibi iktidarda insan hakları söylemi dışarıda da eğreti kalıyor!
AKP, iç politikayı olduğu gibi dış politikayı da kimlik çatışmaları ve mezhep kavgaları üzerine inşa ediyor. Sunnilik/Şiilik ayrımını dilinden düşürmüyor.
AKP, ABD’nin Ortadoğu’daki temel ortağı olma noktasında hızla ilerliyor.
AKP’nin temel müttefiki ABD, AKP’nin terör sorununun bile önüne yerleştirdiği Filistin sorununda önemli bir aşamada İsrail ile ortak hareket ediyor. AKP, Türk donanmasını Türkiye’nin güvenliğinden ziyade Filistin’in gelişmesi için kullanmak isterken, ABD, BM Genel Kurulu’nda Filistin’in bağımsızlığı konusundaki oylamada “hayır” oyu vereceğini ilan ediyor. AKP-ABD, Arap dünyasını dönüştürme örgütlenmelerinde eşbaşkanlıklar üstlenirken, eşbaşkanımız ABD, fiilen kontrolü altında tuttuğu Kuzey Irak’ta PKK örgütlenmesine ses çıkarmıyor.
Tayyip Erdoğan Arap dünyasına, Arap çıkarını Ortadoğu’da en çok savunan adam olarak sunuluyor. Türkiye’nin kıt maddi olanakları da, Türk halkının çıkarına değil, bu güdümlü propaganda çalışmasına yönlendiriliyor. Başbakanın Mısır ziyaretinin bir şova dönüştürüleceği söyleniyor.
Böylelikle Arap radikalizmi İran gibi Batı çıkarlarının aleyhine faaliyet gösteren “güvenilmez” unsurlardan, Batı çıkarlarının aleyhine faaliyet gösteriyormuş gibi görünen “güvenilir” müttefiklere yönlendiriliyor.
Batı, “Ilımlı İslam” ile yetinmiyor. Türkiye aracılığıyla “Radikal İslam’ı” da tıpkı geçmişte olduğu gibi yönetmek istiyor.
Dış politikamızda çelişkiler sürüyor. Ancak tüm bu çelişkilerin ABD’nin çıkarlarıyla uyumlu bir noktada olduğu gözlerden kaçmıyor.
(12-09-211 Haber Ekspres Gazetesi)

04 Eylül 2011

BATI’NIN VE TÜRKİYE’NİN SOLU-SAĞI…- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, “Arap Baharı” söylemiyle Batı, Arap dünyasını kendi çıkarına uygun bir biçimde dönüştürmeye devam ediyor.
Bu dönüşüm sürecinde Batı, kendi içinde ilginç tartışmalar/ittifaklar da yaşıyor.
Son tartışma Almanya’nın sol eğilimli Yeşiller Partisi mensubu eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ile onun yerine geçen Liberal Serbest Demokrat Parti’li (Freie Demokratische Partei) Guido Westerwelle arasında yaşandı.
“Sosyal Demokrat” Fischer’ın sinirlerini bozan, “Liberal” Westerwelle’nin Çin, Rusya Federasyonu, Hindistan ve Brezilya’yı kastederek “yeni güç merkezleri yeni stratejik ortaklıklara yol açacak” demesi. Ardından da Almanya’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Libya’ya askeri müdahale gerçekleştirilmesi ile ilgili karara çekimser oy kullanarak, diğer batılı devletlerden farklı bir tavır geliştirmesi.
Fischer, Der Spiegel dergisinde açıkça Westerwelle’yi Batılı müttefikleri ile ters düştüğü için suçluyor. İsviçre gibi kendimizi geri çekemeyiz diyor.
“Solcu Alman” Fischer, “sağcı Alman” Westerwelle’yi Ortadoğu’nun dönüştürülmesi konusunda ABD ile “yeterince” işbirliği yapmadığı için eleştiriyor.
* * *
Gelelim Fransa’ya…
Fransa Dışişleri Bakanı “sağcı” Alain Juppe, Le Parisien gazetesinde Libya’yı bombalama kararını övüyor. Libya’yı bombalamakla Fransa’nın geleceğine yatırım yaptıklarını açık yüreklilikle söylüyor. Fransa’nın dış politikasında bundan böyle “insan hakları” kartını ileri sürerek yeni bir müdahalecilik anlayışı geliştireceklerini ifade ediyor.
Juppe belli ki “Sosyalist” François Mitterrand’ın insan hakları söylemini kullanarak geliştirdiği müdahaleciliği kopya ediyor. François Mitterrand, bilindiği gibi Ortadoğu siyasetini insan hakları kavramsallaştırmasına dayandırmıştı. Bu kavramı kullanarak terörist örgütlerle dirsek teması halinde Türkiye, Suriye ve İran gibi Ortadoğu ülkelerini istikrarsızlaştırmaya dayanan bir strateji geliştirmişti.
Görülüyor ki günümüzde “Fransız sağı”, emperyalist politika geliştirme noktasında geçmişte “Fransız solunun” geliştirmiş olduğu stratejilere dayanıyor.
* * *
Tarihsel açıdan ABD emperyalizminin Avrupa’daki en büyük müttefiki olagelmiş İngiltere’de de durum pek farklı değil.




Muhalefetteki İşçi Partisi’nin gölge Dışişleri Bakanı Douglas Alexander, İşçi Partisi’nin resmi internet sitesinde Libya’da yeni iktidarın uluslararası toplum tarafından artan oranda tanınmasını olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyor. İktidardaki “sağ” Muhafazakar Parti’nin lideri David Cameron “İngiltere olarak Suriye konusunda da sert tedbirlerin alınmasını düşünüyoruz ve bu konuda öncülük yapmaya hazırız.” derken “sol” İşçi Partisi, Cameron’u Beşar Esad yönetimine karşı yeterince sert tedbir almamakla eleştiriyor!
ABD’nin İngiltere’yi “zayıf müttefik” olarak gördüğü yönündeki eleştirilere ise İngiliz Başbakan’ın cevabı hazır. Cameron’a göre “ABD İngiltere’yi en güçlü ve en güvenilir müttefiki olarak görüyor.” Muhalefetteki İşçi Partisi’ne göre ise ABD’nin İngiltere’yi en güçlü ve güvenilir müttefiki olarak görmesi için İngiltere’nin dış politikada üstüne düşen sorumlulukları daha fazla yerine getirmesi gerekiyor!
İngiliz “solu” ile İngiliz “sağı” Batı emperyalizminin sözcülüğü konusunda büyük bir yarış halindeler!
* * *
Görülüyor ki, Batılı devletlerin solu ve sağını birleştiren belirli noktalar var. İster adını “Kutsal İttifak” koyun, ister “Milli Mutabakat”!
Belli konularda Batı’da sol ve sağ aynı stratejileri savunuyor. Birbirlerinin antitezini geliştirmekten özenle kaçınıyorlar, sadece birbirlerini “mutabakat” halinde oldukları stratejilerin gereğini yeterince yerine getirmemekle eleştiriyorlar.
Batılı olmayanı sömürme, sol ve sağın mutabakat konularının başında geliyor!
Batı’da sol ile sağ arasındaki bu işbirliği aslında gayet olağan. Nitekim, sömürgecilik tarihinde Batılı devletlerce sömürgecilik neticesinde elde edilen artı üründen sermaye kesimi aslan payını alırken, işçiler de bu artı ürünü “tırtıklamamışlar” mıydı?
Dolayısıyla temel çelişkinin “sömüren/sömürülen” milletler arasında olduğu tarihsel dönem sürüyor.
Değişen sadece sömürünün biçimi, yöntemi ve araçları!
* * *
Böyle bir ortamda sömürülen ülkelerin “sol” hareketlerine önemli bir görev düşüyor.
Çünkü muhafazakar sağ, böyle toplumlarda sadece geleneksel değerleri muhafaza etmiyor. Gelir adaletsizliğinin esas nedeni olan eşitsizlikçi üretim yapısını ve küresel bağımlılık ilişkisini de muhafaza ediyor!
Dolayısıyla sömürülen devletlerin solu, kendini muhafazakar sağın yaklaşımından uzak tutmalı.
Bu da yetmez. Kendini Batı solunun önerdiği sömürü ilişkisinin özüne dokunmayan modellerden de uzak tutmalı!
Tarihimizde bu şekildeki bir sol anlayışı ilk kez Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında Mustafa Kemal Atatürk geliştirmişti.
Muhafazakar sağı ve Batı solunu taklit etmeden Mustafa Kemal’i anlamak ve Mustafa Kemal’in ideolojisi çerçevesinde stratejiler geliştirmek bugün CHP’yi yönetenlerin Türk halkına yönelik temel sorumluluğudur!
(05-09-2011 Haber Ekspres Gazetesi)

30 Ağustos 2011

ÜLKEDE DURUM - ZAFER YAPICI

Yurttaşın devlet kurumlarına güven duyması devletin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesinin temel teminatıdır. Bu kurumların en önemlilerinden biri ise adalet dağıtmakla görevlendirilmiş mahkemelerdir, adli organlardır.

Adli organlarına güvenini yitirmiş bir toplum aşama aşama kaosa sürüklenir.
Ne yazık ki AKP iktidarında adli organlar, yürütmenin baskısına uğramakta, bu nedenle toplum düzleminde yargının vereceği kararlara güven sarsılmaktadır.

Deniz Feneri e.V bağlantılı soruşturmanın ortasında, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcıları’nın görevden alınmaları bu sürecin son halkasını oluşturmaktadır.
Neden böyle bir müdahale yapıldığı açıklanamamakta, anlaşılamamaktadır.

Bu sırada, Deniz Feneri soruşturması kapsamında Kanal 7 binasının aranacağını önceden kanala bildiren “köstebeklerin” varlığı belirginleşmektedir.

Acaba savcıların görevden alınmaları, köstebek olayının kapatılması ile mi bağlantılıdır? (bkz. “Köstebek AKP’li”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2011, s. 1)

* * *

Daha da kötüsü, toplum, özellikle de iktidara muhalif olan kesimler, her an dinlenme ve izlenme kaygısını taşımaktadır.

İktidara muhalif olan insanlar, gelecekte kaçınılmaz bir biçimde şöyle bir baskı ve yıldırma süreciyle karşılaşacağını düşünmeye başlamıştır: Önce onlar hakkındaki dinlenme ve izlenme verileri yandaş medya aracılığıyla çarpıtılarak sunulacaktır.
Muhalif kesimler, medya yardımıyla yaratılacak ama aslına hiç benzemeyecek bir imaj üzerinden karalanacaktır. Sonrasında ise güven duymadıkları adli mercilerin önünde uzayan duruşmalarla yargısız infaza uğrayacaklardır…

* * *

Bir taraftan haberlere göz gezdiriyorum. Yine şehitler.

Aynı anda garip bir kampanya. Irak’ı görmezden gelerek, terörün kaynağını üst üste Pejak operasyonları düzenleyen İran’da ve Suriye’de göstermeye programlanmış yorumcular, gazete köşe yazarları.

Belli ki, yakın gelecekte Batı’nın “Arap Baharı” adlı hakimiyet oyununda Türkiye, yeni rolüne medya aracılığıyla hazırlanıyor.

Önce artan terör olaylarının Suriye ve İran ile ilişkisi olduğu toplumsal algıya işlenecek.

Sonra Batı çıkarları için sözkonusu ülkelere gerçekleştirilecek operasyonlarda Türkiye’nin bir rol almasına karşı halk tepkisi, teröre karşı önlem söylemiyle azaltılacak.

Daha “insaflı” bazı yorumlar, terörün kaynağının Kandil olduğunu kabul ediyorlar. Türkiye’nin fiilen ABD denetiminde olan bu bölgede terörist faaliyetlerin engellenmesi ödünü karşılığında ABD’nin olası Suriye operasyonunda ona destek verebileceğini söylüyorlar.

Bu sürecin hazırlıklarının Cumhuriyet gazetesinde bile yer alıyor olması ilginç ve bir o kadar da düşündürücü.

Bakınız Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara temsilcisi Utku Çakırözler, geçtiğimiz günlerdeki bir köşe yazısında AKP yönetimine bu pazarlığı hangi sözlerle önermiş: “ABD, Kandil’deki PKK kampları konusunu çözmeden Irak’tan çekilmemelidir.
ABD’nin Türkiye’den özellikle Arap Baharı konusundaki beklentilerinin karşılanması noktasında Ankara’nın tek önkoşulu ‘Kandil’ olmalıdır.” (Utku Çakırözler, “Somali Yerine Washington ve Erbil’e Gidilmeli”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 2011, s. 8)

Demek ki Ankara Kandil konusunda bir taviz karşılığında ABD’nin Ortadoğu planlarında yerini korumalıdır.

Oldu. Gerekirse Suriye yönetimini devirmek için oraya asker de sokmalıdır!

Değerli okurlarım, bu görüşlerin Cumhuriyet Gazetesi’nde bile savunuluyor olması, Türkiye “Cumhuriyet”imizin geldiği nokta konusunda hepimize bir fikir veriyor sanırım.

* * *
Yarın Bayram… Şeker Bayramı. Tüm okurlarımın ve Haber Ekspres Gazetesi’nin değerli çalışanlarının bayramını en içten dileklerimle kutluyorum.

(29 Ağustos 2011, Haber Ekspres)

TERÖRÜN TEK KORKUSU ULUSAL BİLİNÇTİR - ZAFER YAPICI

Gün geçmiyor ki şehit haberleri gelmesin…

Daha yeni…

Silvan kırsalında 13, Hakkari Çukurca’da 12 askerimiz şehit edildi teröristler tarafından…

Ateş düştü yine anaların, babaların, kardeşlerin ve Türk Ulusunun yüreğine. Hem de nasıl bir ateş. Kor kor…

PKK’nın terör eylemlerine başladığı 1984’ten 22 Haziran 2010’daki Halkalı saldırısına kadar verilen şehit sayısı 6 bin 653…

Bu sayı her yeni gün artıyor ne yazık ki!

Yeter artık; yeter artık diye feryat ediyoruz…

Feryat ediyoruz Kürt sorunu vardır diyenlere…

Feryat ediyoruz terör sorunu vardır demeyenlere…

Feryat ediyoruz TSK’nın kahraman subaylarını içeri atanlara…

Feryat ediyoruz ulusal politikalar üretemeyenlere…

Türkiye’yi güllük gülistanlık gösterenlere feryat ediyoruz…

Bir ABD, bir İngiliz ya da bir İsrail askeri teröristler tarafından öldürülse vay onu öldüren teröristin haline, vay o teröriste destek veren ülkenin haline…

Ama gelin görün ki ileri demokrasi aldatmacasıyla, insan hakları aldatmacasıyla, Kürt açılımıyla, AB ve ABD’nin akıl hocalığıyla, olan Türk ulusunun bağrından çıkmış Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Mehmetlerine; Mehmetçiklerine yani yavrularımıza, çocuklarımıza oluyor…

Ey milletim artık uyan…

Uyan ki sesini duyur. Gaflet ve dalalet içinde olanlar artık uyansın…


* * *


Değerli okurlarım, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın birinci maddesinde terör aynen şu şekilde tanımlanmıştır:

“Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa’da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyet’in varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”

Değerli okurlarım bugün de;

• Cebir ve şiddet kullanılarak milletimiz üzerinde baskı, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit yöntemleri uygulanmıyor mu?
• Bu yöntemleri uygulayanlar anayasamızda belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek istemiyorlar mı?
• Cebir ve şiddeti devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacıyla gerçekleştirmiyorlar mı?
• Bu şekilde bir örgütlenmeye karşı yerinde önlemlerin alınmaması cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmüyor mu?
• Devlet otoritesini zaafa uğratmıyor mu?
• Devleti yıkmak, ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek hedefindekileri yüreklendirmiyor mu?
• Devletin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı böylece gittikçe bozulmuyor mu?

Terörün amacı siyasidir. Siyasi hedeflere ulaşmak için şiddetin araçlaştırılmasıdır terör. Birinin “terörist” dediğine diğerinin çeşitli kaygılarla “özgürlük savaşçısı” diyebildiği, terör örgütlerinin bazı devletler tarafından stratejik amaçlarla kullanıldığı, küreselleşmenin ve şehirleşmenin terörün araçlarını çoğalttığı ve gizlenmesini kolaylaştırdığı bir çağda, terörle mücadele elbette daha zordur.

Böyle bir çağda terörle mücadele doğru stratejiler gerektirir. Ulusal politikaları ulusal bilinçle perçinlemeyi gerektirir. 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nı çok iyi okumayı gerektirir. Daha kararlı duruş, daha fazla inandırıcılık gerektirir. Daha fazla ciddiyet gerektirir!

Terörle Mücadele Yasası’nda açıkça sayılan yolları izleyerek, bu yasada aktarılan hedefleri gerçekleştirmek isteyen kişiler hiç kuşkusuz teröristtirler. Bunun kadar kesin olan bir başka şey de terör olgusuyla etkin mücadele etmekte zaafı olan siyasal iktidarların ve terörün gizli ya da örtülü destekçisi olmuş her örgütlenmenin terörün yıkıcı etkilerinden sorumlu olduklarıdır!

Başbakan Recep Tayip Erdoğan, geçtiğimiz yıllarda Avrupa ülkelerinin PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmelerine karşın teröristleri Türkiye’ye iade etmediklerini ifade ederek bu ülkeleri samimi olmamakla eleştirmemiş miydi? Geçmişten ders almayanların bölgede Türkiye’ye karşın birtakım projeleri hayata geçirme peşinde olduklarını söyleyip “Buna stratejik ortağımız ABD de dahil” dememiş miydi?

Bu açıklama yıllar öncesinde söylenen “Sevr’i getirmek istiyorlar” sözünü doğrulamıyor mu?

Şimdi Başbakanın bıçağın kemiğe dayandığını söylemesi, onun geçmişten ders aldığı anlamına gelir mi?

Nasıl ki Somali konusunda aç ve susuz insanlara yardım için anında iktidar tarafından bir ulusal bilinç duyarlı bir şekilde oluşturulmaya çalışılıyor ve bu başarılıyorsa…

Neden yıllar yılı binlerce şehit verdiğimiz ve hala vermeye devam ettiğimiz terör konusunda bir ulusal bilinç aynı iktidar tarafından aynı duyarlılıkla oluşturulmuyor veya bu bilincin oluşturulmasına fırsat verilmiyor…

Terörün tek korkusu ulusal bilinçtir.

Terörün tek korkusu ulusal politikalardır.

Terörün tek korkusu ulusal bilinç doğrultusunda ulusal politikalar üretecek iktidarın duyarlı, dik ve kararlı duruşudur…

Ne dersiniz?...

Bıçağın kemiğe dayanmasının anlamı bu olabilir mi?

(22 Ağustos 2011, Haber Ekspres)

21 Ağustos 2011

TBMM’DE GÖRÜŞÜLMEYEN DIŞ POLİTİKA ULUSAL SAYILABİLİR Mİ?... - ZAFER YAPICI


Sayın Başbakan “sabrımızın sonuna geldik. Suriye bizim iç meselemizdir” diyor.
Ve Dışişleri Bakanı’nı “son uyarı” için Şam’a gönderiyor.
İktidar partisinin bir sözcüsü, “Davutoğlu Şam’dan dönünce bir yol haritası çizeriz” diyor.
Üstelik TBMM’de ne ana muhalefetin ne de diğer muhalefet partilerinin görüşleri alınmadan bu sözler söyleniyor.
Başbakan, bakanlar, ABD Dışişleri Bakanı ve ABD Ankara Büyükelçisi eşgüdüm halinde.
ABD Başkanı ile kırmızı telefon hattı açık.
AB ülkeleri teşvik yarışında…
Times gazetesi Suriye’ye karşı Türkiye’nin askeri operasyonunu tartışmaya açıyor.
AKP herkesin görüş ve önerisini alıyor...
Bir tek muhalefetin ve Türk kamuoyunun görüş ve önerilerini almıyor!
İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası böyle yönetiliyor…
* * *
“Sabrımızın sonuna geldik”, “Suriye bizim iç meselemizdir” ve “Davutoğlu Şam’dan dönünce bir yol haritası çizeriz” sözleri komşularımızla sıfır sorun söylemiyle bağdaşıyor mu?...
Peki bu çelişki niye?…
* * *
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu yürütülen dış politika hakkında şu görüşleri dile getiriyor: “…Dış politika stratejiniz, eğer ülkenizin yüksek çıkarları, bekası ve sokaktaki insanın refahı bakımından artı değer üretmiyorsa, doğru tespit edilmemiş demektir… Meclisine, ana muhalefete, halkına değil de Batı’nın egemen güçlerine bilgi vermeyi düstur edinenler, egemen güçlerin taşeronluğunu yapanlardır…”
Değerli okurlarım, Kılıçdaroğlu’nun bu tespiti doğru değil mi?
Neden ana muhalefetin ve diğer muhalefet partilerinin görüşleri çok önemli dış politika konularında alınmıyor?
Oysa Suriye meselesi gibi kritik bir konuda dış politika, muhalefetiyle iktidarıyla TBMM’de mutabakatla alınan kararlara dayanmalıdır.
Yoksa olası bir yanlış kararın büyük vebali sadece iktidara kalır.
O halde siyasal iktidarın ve dış çevrelerin eşgüdümüyle yürütülen, ancak içinde halkın ve muhalefet partilerinin yer almadığı bir dış politika kararına ulusaldır diyebilir miyiz?
TBMM’yi, ana muhalefeti, diğer muhalefet partilerini ve halkı görmezlikten gelmenin ve ancak dıştan gelen öneriler ve telkinler doğrultusunda politika üretmenin, uygulamanın ve sahiplenmenin adı olsa olsa dış politikada AKP demokrasisidir.
* * *
Değerli okurlarım, bugünkü yazımı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün dış politika ve TBMM ile ilgili söylediği altın değerindeki şu sözlerle bitirmek istiyorum:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta barış, dünyada barış gayesi, insaniyetin refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş olmak bizim için övünülecek bir harekettir.” (1933)
“Dış siyasetimizde başka bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu savunuyoruz ve savunacağız.” (1921)

“Memleketin alın yazısında biricik yetki ve kudret sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük kefildir. Büyük milli dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin önlemlerini bulabilecektir. Türk milletinin sevgi ve bağlılığı daima Büyük Millet Meclisi’ne yöneldi ve daima oraya yönelmiş olacaktır.” (1930)

( HABER EKSPRES GAZETESİ- 15.08.2011)