Yıl 2008...
Bir süre önce Anayasa Mahkemesi, kapatma davası kararında, AKP'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini açıklamıştı. Şimdi de AKP'nin yolsuzluğun odağı haline geldiğinin belirlenmesinde Dişli vakası ve Deniz Feneri e.V. davası önemli kilometre taşlarını oluşturuyor. İki olayın "buzdağının görünen yüzü" olduğu görüşü halk arasında yaygın. Büyüyen güvensizlik ortamında, Türkiye'de "temiz eller" süreci başlatacak hukuki adımlara ihtiyaç her geçen gün artıyor.
Almanya'da görülen Deniz Feneri e.V. davasının ucunun Türkiye'deki Deniz Feneri ve AKP'ye kadar uzandığı iddiaları sağlam temellere dayanıyor. CHP Genel Başkanı Baykal, CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ve medya bu konuyu işledi; halkı uyandırdı. Bu durum karşısında köşeye sıkışan AKP ve Başbakan olayı örtbas etmek için "öfke siyasetine" girişiyor. Korkutma, sindirme ve şantaj yolunu izliyor...
AKP zihniyetinin öfke siyasetinin iki amacı olduğu görülüyor:
1- Deniz Feneri ile olan ilişkilerini örtbas etmek,
2- CHP'nin ve medyanın Deniz Feneri ile ilgili bilgileri halka anlatmasına, halkı aydınlatmasına engel olmak.
Görülüyor ki; öfke siyasetinin esas hesaplaşması demokrasiyle. Otoriter bir yöntemle, demokrasinin sınırlandırılması, eleştirel seslerin sindirilmesi ve soygun düzeninin sürmesi amaçlanıyor...
* * *
Ergenekon konusunda Başbakan savcı rolünü üstlenirken, Dişli ve Deniz Feneri e.V. davasında adeta avukatlık yapmaya başlıyor... Peki neden?...
Halkın dini duygularını sömürerek Almanya'da toplanan paraların bir kısmı Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı'na, bir kısmı yeni kurulan şirketlere aktarılmış. Bu paraların bir kısmı kişisel zenginleşme için, bir kısmı da AKP siyasetini finanse etmek için kullanılmış. Alman hukukunun iddiası bu. Yani iddialar AKP'nin doğrudan işin içinde olduğu yönünde.
AKP iktidarının Deniz Feneri için yaptıkları da ortada... Deniz Feneri AKP tarafından devlet olanaklarını kullanarak büyütüldü. AKP zihniyeti ve Başbakan, Deniz Feneri için Dernekler Yasası'nı bile değiştirdi. Kamu yararına dernek statüsü için Danıştay'dan izin alınma hükmü kaldırıldı. Bu yetki tamamen Bakanlar Kurulu'na verildi. Bu yolla 2004 yılı sonunda Deniz Feneri "kamu yararına çalışan dernek" statüsüne geçirildi. Derneğe nakit para alabilme, bazı vergilerden muaf olma, valilerden izin almadan yardım toplayabilme gibi haklar tanındı. 2007 yılında Deniz Feneri Derneği'ne "TBMM Üstün Hizmet Ödülü" bile verildi.
Bu noktada Başbakan'a şu soruları sormamız gerekmez mi? Neden Deniz Feneri'ne sağladığınız olanakları hayatını vatan için feda eden şehitlerimizin aileleri ve gazilerimiz için kurulan derneklere, vakıflara veya Kızılay'a sağlamadınız?... Şehit ailelerine ve gazilere bile tanınmayan "ayrıcalıkların" Deniz Feneri'ne neler kattığı ortada. Peki, AKP'ye neler kattı? Halka neler kaybettirdi?
* * *
Yıl 1927...
Bakın Mustafa Kemal Atatürk ne söylüyor: "Parti dini fikir ve inançlara saygılıdır' kuralını bayrak olarak eline alan kişilerden, iyi niyetlilik beklenebilir miydi? Bu bayrak, asırlardan beri, cahil ve bağnazları; hurafelere inananları kandırarak özel amaçlar elde etmeye kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, asırlardan beri, sonsuz felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakarlıklar gerektiren pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sevk olunmamış mıydı? Cumhuriyetçi ve yenilikten yana olduklarını zannettirmek isteyenlerin, aynı bayrakla ortaya atılmaları, dini tutuculuğu coşturarak milleti Cumhuriyetin, ilerleme ve yenileşmenin tümüne karşı kışkırtmak değil miydi? Yeni parti, 'dini inanç ve düşüncelere saygı perdesi altında; biz halifeliği tekrar isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bizce Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler, biz sizi himaye edeceğiz; bizimle beraber olunuz. Çünkü Mustafa Kemal'in partisi halifeliği kaldırdı. İslamiyet'i bozuyor. Sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir' diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı formül, bu gericilik feryatlarıyla dolu değildir denilebilir mi?"
* * *
İşte 1927 Türkiyesinde yaşananlar; zorluklar içinde Cumhuriyeti, laikliği ve çağdaş demokrasiyi bütünleştirme çabaları... Halkçı yönetim anlayışı...
İşte 2008 Türkiyesinde yaşananlar; Cumhuriyetten, laiklikten ve çağdaş demokrasiden uzaklaşma girişimleri... Yolsuzluğun kurumsallaşması...
* * *
Değerli okurlarım, başlıkta ifade ettiğim "öfkenin siyaseti" kavramında geçen "öfke" sözcüğü; insanın mutluluk, üzüntü, korku gibi temel duygularından biri olarak tanımlanabilir. Öfke, bireyin planları, istek ve ihtiyaçları engellendiğinde, haksızlık, adaletsizlik veya kendi benliğine yönelik bir tehdit algıladığında yaşanabilmektedir.
Öfke uygun ifade edildiğinde, son derece sağlıklı ve doğal bir duygudur. Ancak kontrol edilemez olup yıkıcı hale dönüşürse siyasal yaşamda, iş yaşamında, kişisel ilişkilerde ve genel yaşam kalitesinde sorunlara yol açabilir. Öfke ve saldırganlık çoğu zaman birbiriyle ilişkili olarak ele alınmakta ve birbiriyle bağlantılı olarak değerlendirilmektedir. Saldırganlık bir davranıştır; öfke bir duygudur. Öfke bazen saldırganlığa yol açar.
Öfkeyi saldırganlıkla değil de sözel olarak ifade etmek en sağlıklı yoldur. Bunu yapabilmek için, bireyin istediklerinin ne olduğunun farkına varması, bunları açık ve karşısındakini incitmeyecek bir şekilde aktarabilmesi gerekmektedir. Öfkenin saldırganlığa dönüşmesi durumunda ise sorunlar çözülemez.
Hz. Muhammed de öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin belirtisi olarak görmüştür. Öfke nefse hakim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. "Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir..."
Umarım Başbakan bu sözleri dikkate alır, öfkesini yener ve kendisine gelir...
* * *
Değerli okurlarım, siyasi iktidarın temel üreticisi olduğu sadaka kültürünün en belirgin araçlarından birinin yolsuzluk batağında olduğunun vurgulanması AKP zihniyeti için büyük bir zaaf yaratıyor. Telaş, AKP'nin öfke siyasetini saldırganlığa dönüştürüyor...
Olan bu...
(Haber Ekspres, 16 Eylül 2008)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder