29 Aralık 2014
SES BAYRAĞINIZA SAHİP ÇIKMAK SİZİN GÖREVİNİZ...- ZAFER YAPICI
Tarih 24 Nisan 2012...
Türkiye Yazarlar Birliği, Türk Dil ve Edebiyat Derneği ve Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “Anayasa'nın Dili” sempozyumunda Başbakan R.T. Erdoğan bakın ne demişti: “...Türkçe ile felsefe, bilim yapılmaz, bilim dili kurulmaz deniyor. Bunların tamamı ırkçılık kokan açıklamalardır. Irkçılık ihtiva eden bir düşünüş biçimidir. Dünyadaki tüm diller gibi Türkçe de zengin kelime hazinesiyle, bu dili açıklama yapan herkese sonsuz, sınırsız, engin bir muhayyile sunabilecek güce sahiptir..."
Tarih 24 Aralık 2014...
49. TUBİTAK Bilim ve Teşvik Ödülleri törenine katılan Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan bakınız bu kez ne diyor: “En büyük sıkıntılardan birini de maalesef dilde yaşadık. Bizim son derece zengin; bilim yapmaya, üretmeye son derece müsait bir dilimiz varken, bir gece yattık sabah kalktık baktık ki o dil yok. İşte şimdi yabancı dillerle, kelimelerle bilim öğrenen ve öğreten bir ülke derecesine getirildik. Binlerce kelime ve kavram unutturuldu. Sözlüklerden çıkarıldı. Kelime ve kavram üretmeye son derece elverişli olan dil yapısı adeta törpülendi. Şu anda Türkçe'nin olağan kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca ya da İngilizce, Almanca, Fransızca kelime ve kavramlara başvuracaksınız. Bu sorunlar devlet eliyle değil bilim insanları eliyle aşılacak sorunlardır".
Değerli okurlarım, 24 Nisan 2012 tarihinde R.T. Erdoğan başbakan iken “Türkçe ile felsefe, bilim yapılmaz, bilim dili kurulmaz” diyenleri ırkçılık yapmakla eleştirip, Türkçe'nin zengin bir kelime hazinesine sahip olduğunu dile getirmiştir.
24 Aralık 2014 tarihinde ise R.T. Erdoğan Cumhurbaşkanı iken, kendi söylediğini kendisi yalanlamıştır. Kendi kendini ırkçılıkla itham etmiştir.
* * *
Aradan sadece 2 yıl 8 ay geçti…
Bu ne yaman çelişkidir?
Bu çelişkinin kaynağı sakın Eğitim-Bir-Sen ile Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun, “Latin harfler kaldırılsın” teklifi olmasın?...
Gündoğdu, “Osmanlı bizim ecdadımız. Osmanlı bizim dedelerimiz. Biz dedelerimizle gurur duyuyoruz. Harf inkılabı ile koparılmış olan köprünün yeniden kurulmasını istiyoruz” sözleri ile iktidarın Osmanlı değirmenine Osmanlıca'yı taşımıştı...
* * *
Bu tartışmada bakıyorum başbakandan ses yok. Bakanlar... Sadece bakıyorlar. AKP vekilleri seçim telaşına erken girmişler. YCHP ve MHP desen...
***
Rıfat Ilgaz ne güzel söylemişti oysa:
"Bak, devrim ne güzel! /Barış ne güzel!/ Dayanışma, özgürlük,/ Hele bağımsızlık.../ En güzeli sevgi./ Sev Türkçeni çocuğum./ Dilini sevenleri sev...
***
Peki ya Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk?
“…Arkadaşlar bizim ahenktar zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz…” Mustafa Kemal Atatürk (9 Ağustos 1928).
* * *
Sessizlik var.
Kimseden ses yoksa, ses bayrağımıza; Türkçemize sahip çıkmak sizin görevinizdir. Ses olsaydı da sizin; bu toprağın insanlarının görevi olacaktı.
Yanılıyor muyum? (HABER EKSPRES GAZETESİ-29 12-2014)
ZAFER YAPICI
22 Aralık 2014
BU MUYDU GAZETECİLİK?- ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, "paralel yapı"ya yönelik olarak yapılan operasyonlar son bir haftada yeni bir boyut kazandı. Operasyonların medya ayağı, demokrasi bağlamında yeni bir tartışma başlattı.
Tartışma temelde üç taraflı. AKP'nin yönetim çevreleri, operasyonu, terör eylemlerinde de bulunan, devletin içine sızmış bir yapı ile mücadele çerçevesinde tanımlıyorlar. "Üst akıl" kavramına da sıklıkla yer vererek, mücadele ettiklerini iddia ettikleri yapının ulus ötesi bağlantılarının varlığını ifade ediyorlar.
Tartışmanın ikinci tarafı bizzat "paralel yapı" olarak tanımlanan grubun kendisi. Yabancı dilde hazırlanmış dövizlerin ağırlıkta olduğu bir propaganda ile soruşturmayı "özgür basına" karşı baskıcı devlet müdahalesi biçiminde sunmaya çalışıyorlar. YCHP ve MHP'de yönetim çevrelerinden bu yaklaşımı destekleyen açıklamalar, YCHP ve MHP yönetimlerini bu tarafa yaklaştırıyor.
Tartışmada bir de üçüncü taraf var. Hem birinci, hem de ikinci tarafların samimiyetini sorgulayanlar. Bu görüştekiler, geçmişte AKP yönetiminin bir hukuk katliamının yaratıcısı olan cemaatle aynı çizgide yer aldığını, aynı hedeflere birlikte yürüdüğünü ifade ediyorlar. AKP yönetiminin Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde yaşanan tüm hukuk dışılıklardaki sorumluluğunun en azından vicdanlarda bir zaman aşımına uğramayacağını ifade ediyorlar. Eşzamanlı olarak da bugün kendini otoriterlik mağduru biçiminde sunan kitleden bir özgürlük savaşçısı çıkamayacağını tarihsel verilerle örneklendiriyorlar. İki gücü de yönetmiş olan "üst akıla" karşı direniyorlar.
Türkiye, bu süreçte büyük bir demokrasi imtihanından geçiyor. İdeolojik mücadele içinde olduğunuz kişilerin haksız soruşturmalar geçirmesi karşısında onların da haklarını savunmak elbette erdemliliktir. Kimsenin düşüncelerinden ötürü susturulmamasının mücadelesini vermek demokratik olmanın olmazsa olmazıdır. Görüşleriyle uzaktan yakından alakalı olmasak da bir grubun otoriter yönetim karşısında ezilmesi karşısında ezilenden yana olmamak düşünülemez.
O halde demokrat olmak AKP-paralel savaşında paraleli desteklemeyi gerektirir mi?
Bu grubun kumpaslarıyla otoriterliğin hizmetinde bir yapı olduğuna yakın geçmişte bin bir örnekle şahit olmasaydık, hiç tartışmasız hemen soruya "gerektirirdi" cevabını verebilirdik. Oysa, bugün basın özgürlüğü vurgusunu yapanlar, basının örgütlü bir komplo ile susturulması sürecinin esas aktörleriydiler. Ne çabuk unuttuk?
Türkiye'nin onurlu gazetecileri tek tek içeriye alınırken, Dumanlı, Zaman Gazetesi'nde bakınız neler yazıyordu? "O cuntaların iş dünyasında, siyaset aleminde, üniversite camiasında şakşakçıları ve yoldaşları vardı. En büyük desteği medyadan aldıklarında şüphe yok. Hatta şu ana kadar Türkiye'nin başına gelen darbelerin tamamına bakarak şu hükme rahatlıkla varabiliriz: Darbeye stratejik destek veren bir medya olmasaydı bu ülkede asla darbe yapılamazdı."
O günkü Zaman Gazetesi'nin başlığı "Bu mu Gazetecilik?" idi...
Türk demokrasi tarihinin en kara lekelerinden birini oluşturan manşetle hukuk katliamını meşrulaştırmaya çalışmak mıydı gazetecilik?
Bu manşeti atarak yargısız infaz yapanlar gerçekten gazeteci olabilirler miydi?(HABER EKSPRES GAZETESİ-22.12.2014)
Zafer YAPICI
17 Aralık 2014
12-18 ARALIK “YERLİ MALLAR HAFTASI” - ZAFER YAPICI
Yıl 1929…
Genç Cumhuriyet, bütün dünyada yaşanan ekonomik bunalımın etkilerinden uzak kalamadı.
İhracatın düşmesi, Türk lirasının yabancı paralar karşısında değer kaybetmesi ve Osmanlı borçlarına ek olarak devletleştirilen demiryollarının ödemeleri döviz sıkıntısını da beraberinde getirdi.
Bu durum hükümeti yeni arayışlara itti.
Öncelikle 4 Nisan 1929 tarihinde yabancı mallar yerine Türk mallarının kullanılmasını teşvik etmek için “ Yerli Mallar Haftası” ilan edildi. Bu bağlamda örneğin İstanbul’da üniversiteli öğrenciler “Yerli Malı Kullanma ve Koruma” mitingi düzenledi.
11 Ağustos 1929 tarihinde İstanbul Milli Sanayi Birliği’nin düzenlediği “Türk Yerli Malları Sergisi” Galatasaray Lisesi’nde açıldı.
1 Ekim 1929’da hükümet, ithalatı azaltmak üzere lüks tüketim maddelerinin gümrük tarifelerini yükseltti.
* * *
24 Ekim 1929’da dünya ekonomisinde yaşanan durgunluk New York borsasında hisse senetlerinin hızla düşmesine yol açmış, panik havası diğer ülkelere de sıçramıştı.
24 Kasım 1929’da 1 sterlin 1046 kuruşa yükselmişti.
Bu gelişmeler üzerine 4 Aralık 1929 günü Bakanlar Kurulu, Türk parasının değerini yükseltmek ve yerli mallarının kullanılmasını teşvik etmek için alınacak önlemlere ilişkin bir kararname yayımladı.
17 Aralık 1929 günü Bakanlar Kurulu, İş Bankası’nın kuruluş günü olan 25 Aralık tarihini “Tasarruf Günü” ilan etti.
18 Aralık 1929 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleriyle “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti” kuruldu. Gazeteler toplumu tutumlu olmaya ve yerli malı kullanmaya teşvik eden kampanyalar başlattı.
* * *
“Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin” amaçları, Hakimiyet-i Milliye’de şu şekilde yayınlanmıştır:
a- Halkı israfla mücadeleye, hesaplı, tutumlu yapmaya ve tasarrufa alıştırmak,
b- Yerli mallarımızı tanıtmak, sevdirmek, kullandırmak,
c- Yerli mallarımızın miktarını yükseltmeye, metanet (dayanıklılık) ve zerafet itibariyle hariçteki mümasil (benzeri) mallar derecesine getirmeye ve fiyatlarını ucuzlatmaya çalışmak,
d- Yerli malların sürümünü artırmak.
Cemiyet, bu amaçlara ulaşabilmek için üyeler bulacak, konferanslar verecek, yerli malların üretim ve tüketimini teşvik edecek, sergiler ve büyük satış mağazalarının açılması için talep yaratacaktır.
Milli İktisat Cemiyeti’nin tasarruf anonsu da şu şekilde belirlendi:
“Vatandaş! Bugünü değil yarını düşün. Onun için ayağını yorganına göre uzat! Hesaplı yaşa! Az da olsa para biriktir!”
Bu bildiri o dönemde, caddelerde ve kalabalık yerlerde afiş olarak da sergilenmiştir.
* * *
Ve yıl 2014…
Bugün yurdumda satılan tüm malların içinde yerli malını bulmak, mercekle aramayı gerektiren aşamaya gelmişse…
Ve her geçen gün üretim gücümüzün her alanda azaldığı, iş yerlerinin birer birer kapandığı, işsizler ordusunun ve yoksulların çığ gibi büyüdüğü ve cumhuriyetin tüm kazanımlarının ortadan kaldırıldığı net bir biçimde görülüyorsa…
Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri, üniversiteler, medya, demokratik kitle örgütleri…
Gerçekten görevlerini yapıyor, yerli malına önem veriyor diyebilir miyiz?
* * *
İşte 1929 yılında görülen cumhuriyet bilincinin sonuçları…
İşte 2014 yılında yitirilen cumhuriyet bilincinin sonuçları….
Bugün daha bilinçli olmamız gerekirken 85 yıl öncesinin bakış açısını ve bilinç düzeyini bile yakalayamıyoruz!..
Sahi biz nereye gidiyoruz?...
* * *
“…Bundan sonra önder olarak benim de yerli malı kullanmam gerek. Gardroptaki elbiselerimi getirin. Köşkün önünde yakın…"
“ Türkler Türk malı alınız. Türk malı kullanınız. Türk parası Türk toprağında kalsın”
Mustafa Kemal Atatürk (HABER EKSPRES GAZETESİ- 17.12.2014)
* * *
ZAFER YAPICI
15 Aralık 2014
LAİKLİK VE OSMANLICILIK - ZAFER YAPICI
Laiklik; din ve devlet işlerinin ayrılması, dinin bir vicdan işi olduğunun kabul edilmesi, devletin ve toplumun dini kurallara göre yapılandırılmaması, yönlendirilmemesi, yönetilmemesi demektir. Devletin din kurallarına göre değil, toplumun ihtiyaçlarına, akla, bilime ve hayatın gerçeklerine göre yönetilmesidir.
Asırlardır dinin “akılcı, bilimci ve toplumcu” özelliğini yozlaştırmaya çalışan yobazlar bugün de çıkar peşinde koşarak aynı şeyi yapmaktalar.
Atatürk bu tarihsel süreci zamanında çok iyi görmüştü. Önlemlerini de ona göre almıştı.
TBMM’yi kurdu. 1921 Anayasası ile egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesini sağladı. Saltanatın kaldırılmasını, cumhuriyetin ilan edilmesini, halifeliği kaldırılarak dinin devlet üzerindeki etkisinin kırılmasını, anayasadaki “devletin dini İSLAMDIR” maddesinin kaldırılmasını gerçekleştirdi.
Şeriye ve Evkaf Vekaleti'ni kaldırdı. Şeriye Mahkemeleri'ni kapattı. Ankara Hukuk Mektebi'ni açtı. Çağdaş normlarla bezenmiş Medeni Kanun'un, Ceza Kanunu'nun, Borçlar Kanunu'nun ve İdare Hukuku'nun kabul edilmesini sağladı. Kadınlara siyasal hakların tanınmasını, Atatürk ilkelerinin anayasaya eklenmesini gerçekleştirdi.
1924 yılında medreseler kapatıldı, öğretimin birleştirilmesi sağlandı. 1925 yılında Şapka ve Kıyafet Devrimi yapıldı. Tekke, Zaviye ve Türbeler kapatıldı. 1926 yılında Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun çıkarıldı. 1928 yılında Millet Mektepleri açıldı, laiklik ilkesi kabul edildi. Harf Devrimi yapıldı. Güzel sanatlar alanında reformlar yapıldı. 1931-1932 yıllarında Türk Tarih ve Dil Kurumu kuruldu. 1932 yılında Dil Devrimi yapıldı. 1933 yılında üniversite reformu çıkarıldı. 1934 yılında Lakap ve Unvanlar kaldırıldı. 1934 yılında Soyadı Kanunu çıkarıldı. Takvim, saat ve ölçülerde değişiklik yapıldı.
Kültür, hukuk ve eğitim laikleştirildi. Devlet laikleştirildi. Anayasa laikleştirildi.
***
Yıllarca laikliği içine sindiremeyen ve onu bir engel gibi gören AKP hükümeti ve zihniyeti 12 yıl boyunca sayısal gücüne dayanarak devletin, hukukun, eğitimin, kültürün ve anayasanın laik yapısını değiştirmeye, işlevsizleştirmeye ve dinsel içerik kazandırmaya var güçleri ile çalışıyor.
Değerli okurlarım, son zamanlarda eğitimi dinselleştirmek için "şura" adı altında oynanan oyunların farkındasınız. Eğitimin laik, milli, çağdaş, bilimsel, uygulamalı ve karma yapısını ortadan kaldırmak en büyük arzularıdır.
Çakma eğitim şuraları ile, Atatürk’ün çağdaş cumhuriyeti kurmak için yaptığı tüm devrimlerin içi boşaltılıyor. Cumhuriyet içinde Osmanlı inşa ediliyor...
***
“Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz. En gerçek ve doğru tarikat uygarlık tarikatıdır”,
“Ben, manevi miras olarak hiçbir donmuş ve kalıplaşmış düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım; ilim ve akıldır.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği bu altın değerindeki sözler bugün de önemini korumuyor mu?...
Osmanlıca ve Osmanlıcılık tartışmasına bir de buradan bakmak gerekmez mi?(haber ekspres gazetesi-15.12.2014)
ZAFER YAPICI
08 Aralık 2014
ATTİLA İLHAN ÇOK ŞEY ANLATIYOR - ZAFER YAPICI
Üstad Attila İlhan’ın tanımayanınız yoktur. O, usta bir edebiyatçıdır. Güçlü bir şairdir. Müthiş bir hatiptir. Ancak sadece bunlar değildir.
Attila İlhan, bu toprakların yetiştirdiği en büyük değerlerden biridir benim gözümde.
Onu esas büyük yapan ne şairliğidir, ne edebiyatçılığıdır ne hatipliğidir. Yazdığı ve söylediği her şeye anlam katan vatan sevgisidir. Toplumcu-gerçekçi çizgiyle sanatına kattığı anlamdır.
Onun söyleşilerinden birinde izlemiştim.
Kadirşinaslıktan bahsediyordu. Ve birkaç isim üzerinde durarak Atatürk Türkiyesi’nin milliyetçilik düşüncesini çözümlemişti. Ben bugünkü yazımda sadece iki örnek üzerinden yola çıkacağım. Bu iki örnek üzerinden hem Türkiye’yi kuran insanların mantıklarını hem de Attila İlhan’ın millet fikrinin içeriğini çözümleyeceğim.
Rıfat Börekçi Hocaefendi’ydi Attila İlhan’ın aktardığı ilk kahramandı. Rıfat Börekçi Ankara müftüsü idi. Milli mücadele yıllarında Ankara Hükümeti büyük bir maddi imkansızlık içindeyken Hocaefendi Ankaralıları milli mücadele yolunda seferber eden kişilerin başında yer almıştı. Cumhuriyet yolunda yaptığı hizmetler saymakla bitmezdi.
Sonra Yozgatlı bir Anadolu Rumu’ydu Attila İlhan’ın saydığı kahraman. Pontus Rum Devleti kurulması yolundaki çaba ve kışkırtmalara karşı çıkan, işgal destekçisi Fener Patrikhanesi’ni tanımadığını ilan eden bir kahramandan söz etmişti İlhan. Adı Papa Eftim’di. Papa Eftim, Fener’in entrikalarına karşı bağımsız Türk Patrikhanesi’ni kuran kişiydi. Milli mücadeleye adanmış bir ömürdü Papa Eftim’inki. Eftim İstiklal Madalyası sahibiydi. Muharip gaziydi.
Mustafa Kemal Türkiyesi’nde Türk milleti tasavvurunun bir etnik, dinsel ve mezhepsel bir kimlik olmadığını, bir ideal birlikteliği anlamına geldiği konusunda Papa Eftim’in görüşleri oldukça önemli kanıtlar taşır. Şöyle diyor bir konuşmasında Papa Eftim: “Bazı gazeteciler beni Türk dostu Eftim olarak tanıtmak istediler. Kendilerine bunun yanlışlığını birçok defa izaha çalıştım. Bir yabancı Türk dostu olabilir ama benim gibi halis bir Türkün yabancı bir Türk dostu gibi gösterilmek istenmesinden incinmemek elde değildir. Ben Türk dostu Eftim değil, Türk oğlu Türk Eftimim. Biz Hıristiyan Türkler de bütün Türklerle beraber milletimizle istiklalimize kavuştuk ve şimdi övünüyoruz. Ne mutlu Türküm diyene!”
Attila İlhan kimdi? Attila İlhan Rıfat Börekçiydi. Papa Eftim’di. Attila İlhan, Cebbar Oğlu Mehemmed’di. Mustafa Kemal’di.
Gençleri, Atatürk’ü anlamaya, Atatürk Türkiyesi’ni araştırmaya, bugün Attila İlhan okumaya çağırıyorum. Açık davetimdir. (HABER EKSPRES GAZETESİ- 08.12.2014)
Zafer YAPICI
01 Aralık 2014
BİZANS’IN PATRONU - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, Osmanlı İmparatorluğu ile Bizans arasında yönetim bağlamında bir süreklilik olduğu tezi yeni değil. Bizans’ın yönetim metotlarının, onu yıkan devlet olan Osmanlı İmparatorluğu tarafından içselleştirildiği; Bizans’ın bir devlet olarak yok olduğu fakat sonrasında Osmanlı içinde yaşamaya devam ettiği tezine birçok kaynakta rastlayabilirsiniz.
Bildiğim kadarıyla bu bağlantıyı ilk vurgulayan kişi ünlü Romen tarihçi ve devlet adamı Nicolae Iorga. Nicolae Iorga, “Bizans’tan Sonra Bizans” ya da “Müslüman Roma İmparatorluğu” vurgusuyla Bizans-Osmanlı sürekliliğini ifade etmiş.
Bu tezi savunanlar genelde Bizans ile karşılaşmadan önce Osmanlı’nın mutlak bir gerilik içinde oldukları fikrinden besleniyorlar. Osmanlı Devleti ve uygarlığının basit bir Bizans uyarlaması olduğu ve özgün bir yanının bulunmadığı sonucuna erişen tarihçiler de var.
Aynı tez siyasete de konu olmuş. Örneğin yıllar önce Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, “Bizler de Türkler de Bizans’ın çocuklarıyız” diyerek büyük bir tartışmayı alevlendirmişti.
* * *
Geçtiğimiz günlerde bu konuda ilginç bir açıklama TİKA Başkanı’ndan geldi. TİKA’nın açılımı Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı. Türk dünyasında yapılacak faaliyetleri ve dış politika önceliklerini uygulayıp, koordine etmekle görevli bir teşkilat TİKA. Başbakanlığa bağlı, tüzel kişiliğe haiz, vergilerinizle faaliyetlerini yürüten bir devlet kuruluşu…
TİKA’nın Başkanı Serdar Çam’ın, Papa-Erdoğan görüşmesi ile ilgili twitter üzerinden yaptığı açıklama aynen şöyle: “Doğu Roma'nın Patronu, Batı Roma'nın patronunu ağırlıyor. Mazlumların Babası, Katoliklerin Babası Francis'i ağırlıyor.”
Böylelikle Erdoğan’ın sıfatlarına bir yenisi daha ekleniyor. Erdoğan, Doğu Roma’nın patronluğuna layık görülüyor.
* * *
TİKA Başkanı’nın sözlerini okurken, onun Iorga’yı, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’yı, Fuat Köprülü’yü, İlber Ortaylı’yı okuyarak yahut bilerek böyle bir görüş ortaya atamayacağını düşündüm hemen. O “patron” yakıştırması, olsa olsa devleti bir şirket gibi yönetenlerin kullanabileceği bir yakıştırmaydı çünkü. Bu yakıştırmayı kullananlardan entelektüel bir açılım beklemek fazla saflık olurdu.
Oysa sonra yakıştırmanın nedenini oluşturabilecek olguyu TİKA Başkanı’nın diğer bir yazısında gördüm.
TİKA Başkanı, Ak Saray ile ilgili yazıyordu… “Abarta abarta eleştirilen binayı görmüş olduk. Az bile. Cumhurbaşkanlığı sarayı medeniyetimizin mesajını temsil etmesi adına önemli”…
* * *
Diplomasi kitaplarında Bizans nasıl anlatılır?
İki kavramla… 1. Entrika merkezi. 2. Şaşaa.
Bizans, başka devletlerden gelen elçileri şaşaalı saraylarında ağırlardı. Böylelikle sarayın ihtişamından etkilenen elçilerin Bizans’ı gerçekten güçlüymüş sanması hedeflenirdi. Bizans, diplomasisini şaşaa üzerine kurmuştu. Bizans aynı zamanda bir entrika merkezi idi. Savaş dışı yollarla, ajanlık gibi faaliyetlerle düşmanını dize getirmeye çalışırdı. Cüneyt Arkın filmlerinde karşımıza çok çıkan “Kahpe Bizans” repliklerinin arkasında aslında bir tarihsel gerçek vardı…
* * *
Netice itibarıyla ne mi diyorum?
TİKA Başkanı haklı.
Tayyip Erdoğan, Doğu Roma’nın (Bizans’ın) patronudur…
Hayırlı olsun… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 01.12.2014)
Zafer YAPICI
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)