Önce Avrupa Birliği'ne gireceğiz dendi. Kıbrıs Açılımı gündeme geldi.
Sonra ABD ile ilişkiler önemsendi. Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığına özenildi.
Kürt Açılımı dendi.
Tutmadı.
Demokratik Açılım dendi.
Olmadı.
Sonra ironik bir isim bulundu. Milli Birlik Açılımı'nda karar kılındı.
Ara ara da, AB ve ABD ile ilişkilerde kullanılmak üzere Ermeni Açılımı gündeme getiriliyor...
Patrikhane Açılımı zaman zaman ısıtılıyor.
Belki bir gün nurtopu gibi bir Pontus Açılımımız olur.
Anzak askerlerinin Çanakkale Savaşı'ndaki kayıpları için de özür dileyip Anzak Açılımı'nı gerçekleştirirler belki de bir gün!...
* * *
Açılım da açılım...
Bir açılım furyasıdır gidiyor anlayacağınız.
* * *
Türkiye'de açılım sözcüğü, AKP uygulamaları ile artık yeni bir yan anlam kazandı.
AKP açılım dedikçe biliyoruz ki, bir yerde bir saçılım olacak...
Ya Kıbrıs'ta bir Türk bölgesi müzakere konusu edilecek. Ya bizi biz yapan Türk dili.
Ya tarihimiz. Ya eğitim birliği yasamız.
Milli kimliğimiz, demokrasimiz, cumhuriyetimiz...
... Bir gün siz, bir gün biz...
... Belki bir gün hepimiz; tüm değerlerimiz...
(Haber Ekpsres, 29 Eylül 2009)
29 Eylül 2009
HÜKÜMETİN MEMUR AÇILIMI! - ZAFER YAPICI
İki buçuk artı iki buçuk...
Ne mi?
Benzinden elektriğe, etten yumurtaya her ürüne büyük zamlar gelirken AKP hükümetinin 2010 yılı için memura reva gördüğü zam oranı.
Memurlarımız, bayrama hükümetin ilan ettiği zammı öğrenerek girdiler.
Bugün bayramın son günü...
Doğrusu bu ya, bayramı, bayram yapamadan geçirdiler...
* * *
Sadece bu komik zam oranı mıydı bayram öncesi hükümet tarafından açıklanan?
Maliye Bakanlığı, devlet memurları ve bakmakla yükümlü olunan aile fertlerinin tedavileri halinde alınacak katılım paylarını yeniden belirledi.
Örneğin, daha önce sağlık ocakları ve aile hekimlerinin muayenesinde alınmayan katılım payı artık 2 lira olarak vatandaştan tahsil edilmeye başlanacak.
Devlet ve üniversite hastanelerinde hastalar 8 lira tedavi katılım ücreti ödeyecek.
Danıştay'ın iptal ettiği 10 lira olan özel hastanede muayene katılım payı ise 15 liraya çıkarıldı.
İlaç yazdıran hasta, 3 lira katılım payı ödeyecek...
Yani hükümet memura yüzde 2,5 zam verdi. Aynı gün memurun tedavi katılım payına yüzde 100 zam yaptı.
Yüzde 2,5 verdi. Yüzde 100 aldı...
Zaten ilaç yazımı, hastalık teşhis ve tedavi süreçlerinde çeşitli adlar altında alınan paylar bütçelerimizde büyük bir yük oluşturuyordu...
* * *
Kısacası, iktidar, hasta yurttaşın üzerinden bile para kazanma yoluna giriyor.
Krizin faturası memurlara, emeklilere ve işçilere ödettiriliyor.
Her geçen gün daha umarsızca...
Aslında neoliberalizmin gereği tam da bu.
O yüzden AKP, neoliberalizmin çıkarına kimi konularda büyük açılımlar (!) yapmakta kararlılık gösterirken yüzde iki buçuk maaş zammında, yüzde 100 katılım zammında diretiyor.
Yok yok... AKP hükümeti belki de yüzde iki buçuk maaş zammıyla, yüzde 100 katılım zammıyla bir açılım da IMF'ye yapıyor.
Yoksulun, işsizin, kimsesizin, memurun, emeklinin, emekçinin; yani halkın yanında yer almıyor, alamıyor...
* * *
İşte size hükümetin memur açılımı...
(Haber Ekspres, 22 Eylül 2009)
Ne mi?
Benzinden elektriğe, etten yumurtaya her ürüne büyük zamlar gelirken AKP hükümetinin 2010 yılı için memura reva gördüğü zam oranı.
Memurlarımız, bayrama hükümetin ilan ettiği zammı öğrenerek girdiler.
Bugün bayramın son günü...
Doğrusu bu ya, bayramı, bayram yapamadan geçirdiler...
* * *
Sadece bu komik zam oranı mıydı bayram öncesi hükümet tarafından açıklanan?
Maliye Bakanlığı, devlet memurları ve bakmakla yükümlü olunan aile fertlerinin tedavileri halinde alınacak katılım paylarını yeniden belirledi.
Örneğin, daha önce sağlık ocakları ve aile hekimlerinin muayenesinde alınmayan katılım payı artık 2 lira olarak vatandaştan tahsil edilmeye başlanacak.
Devlet ve üniversite hastanelerinde hastalar 8 lira tedavi katılım ücreti ödeyecek.
Danıştay'ın iptal ettiği 10 lira olan özel hastanede muayene katılım payı ise 15 liraya çıkarıldı.
İlaç yazdıran hasta, 3 lira katılım payı ödeyecek...
Yani hükümet memura yüzde 2,5 zam verdi. Aynı gün memurun tedavi katılım payına yüzde 100 zam yaptı.
Yüzde 2,5 verdi. Yüzde 100 aldı...
Zaten ilaç yazımı, hastalık teşhis ve tedavi süreçlerinde çeşitli adlar altında alınan paylar bütçelerimizde büyük bir yük oluşturuyordu...
* * *
Kısacası, iktidar, hasta yurttaşın üzerinden bile para kazanma yoluna giriyor.
Krizin faturası memurlara, emeklilere ve işçilere ödettiriliyor.
Her geçen gün daha umarsızca...
Aslında neoliberalizmin gereği tam da bu.
O yüzden AKP, neoliberalizmin çıkarına kimi konularda büyük açılımlar (!) yapmakta kararlılık gösterirken yüzde iki buçuk maaş zammında, yüzde 100 katılım zammında diretiyor.
Yok yok... AKP hükümeti belki de yüzde iki buçuk maaş zammıyla, yüzde 100 katılım zammıyla bir açılım da IMF'ye yapıyor.
Yoksulun, işsizin, kimsesizin, memurun, emeklinin, emekçinin; yani halkın yanında yer almıyor, alamıyor...
* * *
İşte size hükümetin memur açılımı...
(Haber Ekspres, 22 Eylül 2009)
17 Eylül 2009
DEMOKRASİ, CUMHURİYET VE HUKUK - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Halk Partisi'nin 86. kuruluş yıldönümü etkinlikleri çerçevesinde "Yargı Bağımsızlığı ve Demokrasi" paneli düzenlendi. Bu panele Danıştay Eski Başkanı Nuri Alan, Yükseköğretim Kurulu Eski Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Eski Yargıcı Rıza Türmen ve İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın konuşmacı olarak katıldı.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal panelin açış konuşmasında, "Demokrasiyle Cumhuriyet arasındaki bağlantının anahtarı hukuktur. Hukuka saygı göstermeyen demokrasi, demokrasi olarak kalamaz. Cumhuriyet'in özü de hukuktur, demokrasinin özü de hukuktur" sözleriyle demokrasi-cumhuriyet-hukuk ilişkisi konusunda CHP'nin tarihsel duruşunu bir kez daha ortaya koydu.
Demokrasi-cumhuriyet-hukuk ilişkisi, üzerinde önemle durulması gereken bir konu. Dilerseniz Baykal'ın sözleriyle bu ilişkiyi işlemeye devam edelim.
Şöyle diyor Baykal: "Cumhuriyet demokrasinin altyapısıdır. Cumhuriyeti ortadan kaldırırsanız demokrasiyi yaşatamazsınız. İçi boşalmışa döner. Demokrasi, cumhuriyet temelinde yükselir. Cumhuriyet demokrasiyi besler. Cumhuriyeti azaltarak demokrasiyi çoğaltamazsınız. Cumhuriyetle demokrasi arasında çelişki yoktur... Cumhuriyeti biraz daraltalım demokrasi gelişir. Sakın ha... Türkiye bunları hep yaşayarak gördü. Biz bu geleneğin içindeyiz. Şimdi önümüzde çok büyük görevler var. Türkiye'de cumhuriyet ve demokrasinin kardeşliğini, beraberliğini, barışını, birbirini olumlu etkileyen yönlerini ortaya koymak, cumhuriyetle demokrasiyi barıştırmak, kaynaştırmak önümüzdeki en temel görevlerden birisi olarak ortaya çıkıyor. Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz bu görevin farkındayız. Bu görevin gereğini hep birlikte yapacağız. Cumhuriyeti de, demokrasiyi de aynı zamanda sahipleneceğiz. Cumhuriyet düşmanlarına, demokrasi adına düşmanlık yapanlara bunun kabul edilemez olduğunu biz öğreteceğiz. Cumhuriyet de Türkiye'de yaşayacak, demokrasi de. Demokrasiyi cumhuriyet besleyecek, cumhuriyet temelinde daha ileri, daha ileri hep beraber gideceğiz. Demokrasinin de hukuksuz bir demokrasi olamayacağını, demokrasinin temelinin hukuk olduğunu ve çifte standardın geçerli olamayacağını, hukuk saygısıyla demokrasinin el ele birlikte yürüyeceğini hep beraber göreceğiz, göstereceğiz".
* * *
Baykal'ın demokrasi-cumhuriyet-hukuk ilişkisi konusundaki kavrayışı ne yazık ki ülkemizi yöneten siyasal iktidar tarafından paylaşılmıyor.
AKP'nin demokrasiyi sadece oy almaktan ibaret gördüğü düşüncesi halk arasında yaygınlık kazanıyor.
Bu düşünce birçok olguyla doğrulanıyor...
Başbakan, meclis çoğunluğunu elde ettikten sonra, milli iradenin tek yetkilisinin kendisi olduğu izlenimini yaratmaya çalışıyor.
Medyaya akıl almaz baskılar uygulamaktan çekinmiyor.
Anayasa Mahkemesi'ne, Hakimler, Savcılar Yüksek Kurulu'na kimlerin üye olacaklarını saptamada diretiyor.
Hatta anayasayı değiştirme gibi tüm toplumu ilgilendiren konularda, tek söz sahibi kendi siyasi ekolüymüş gibi davranıyor.
İç ve dış politikada, muhalefetin haklı itirazlarının hiçbirini dikkate almıyor.
Zaman zaman "göstermelik" geri adımlar atmakla birlikte, tüm kritik süreçlerde "milli irade benim, ben karar veririm" noktasına taşınıyor.
* * *
Değerli okurlarım, devlet yapımızın temel anayasal kuralı olan "yasama, yürütme ve yargının bağımsızlığı ve ayrılığı" ilkesi, AKP iktidarı döneminde çok ciddi bir çözülme süreci yaşadı.
Özellikle, yürütmenin yargıyı siyasi denetimi altına alma çabaları, hükümetin başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yüksek yargı organlarıyla sürekli kavgalı hale gelmesi, yargı bağımsızlığını ve yargıç güvencesini yer yer çiğnemesi, "hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü" ilkesine yönelik bir tehdide dönüştü.
İktidarın yargıyı denetim altına alma çabaları, aynı zamanda demokrasinin kurumsallaşmasının önündeki en önemli sorun...
Bu nedenle gerçek "demokratik açılımın", hukuku siyasal iktidarların baskısından kurtarmakla sağlanacağını söylüyoruz.
...Gerçek "demokratik açılımın", hukukun üstünlüğü ilkesini merkeze alarak demokrasiyi cumhuriyet temelinde yükseltmekle gerçekleşeceğini söylüyoruz...
* * *
Türkiye'de çok partili hayata geçişten günümüze, cumhuriyeti azaltarak yahut hukuku zedeleyerek kurulmuş tek bir "demokrasi" örneğiyle karşılaştınız mı?!
...Peki ya dünyada?...
(Haber Ekspres, 15 Eylül 2009)
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal panelin açış konuşmasında, "Demokrasiyle Cumhuriyet arasındaki bağlantının anahtarı hukuktur. Hukuka saygı göstermeyen demokrasi, demokrasi olarak kalamaz. Cumhuriyet'in özü de hukuktur, demokrasinin özü de hukuktur" sözleriyle demokrasi-cumhuriyet-hukuk ilişkisi konusunda CHP'nin tarihsel duruşunu bir kez daha ortaya koydu.
Demokrasi-cumhuriyet-hukuk ilişkisi, üzerinde önemle durulması gereken bir konu. Dilerseniz Baykal'ın sözleriyle bu ilişkiyi işlemeye devam edelim.
Şöyle diyor Baykal: "Cumhuriyet demokrasinin altyapısıdır. Cumhuriyeti ortadan kaldırırsanız demokrasiyi yaşatamazsınız. İçi boşalmışa döner. Demokrasi, cumhuriyet temelinde yükselir. Cumhuriyet demokrasiyi besler. Cumhuriyeti azaltarak demokrasiyi çoğaltamazsınız. Cumhuriyetle demokrasi arasında çelişki yoktur... Cumhuriyeti biraz daraltalım demokrasi gelişir. Sakın ha... Türkiye bunları hep yaşayarak gördü. Biz bu geleneğin içindeyiz. Şimdi önümüzde çok büyük görevler var. Türkiye'de cumhuriyet ve demokrasinin kardeşliğini, beraberliğini, barışını, birbirini olumlu etkileyen yönlerini ortaya koymak, cumhuriyetle demokrasiyi barıştırmak, kaynaştırmak önümüzdeki en temel görevlerden birisi olarak ortaya çıkıyor. Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz bu görevin farkındayız. Bu görevin gereğini hep birlikte yapacağız. Cumhuriyeti de, demokrasiyi de aynı zamanda sahipleneceğiz. Cumhuriyet düşmanlarına, demokrasi adına düşmanlık yapanlara bunun kabul edilemez olduğunu biz öğreteceğiz. Cumhuriyet de Türkiye'de yaşayacak, demokrasi de. Demokrasiyi cumhuriyet besleyecek, cumhuriyet temelinde daha ileri, daha ileri hep beraber gideceğiz. Demokrasinin de hukuksuz bir demokrasi olamayacağını, demokrasinin temelinin hukuk olduğunu ve çifte standardın geçerli olamayacağını, hukuk saygısıyla demokrasinin el ele birlikte yürüyeceğini hep beraber göreceğiz, göstereceğiz".
* * *
Baykal'ın demokrasi-cumhuriyet-hukuk ilişkisi konusundaki kavrayışı ne yazık ki ülkemizi yöneten siyasal iktidar tarafından paylaşılmıyor.
AKP'nin demokrasiyi sadece oy almaktan ibaret gördüğü düşüncesi halk arasında yaygınlık kazanıyor.
Bu düşünce birçok olguyla doğrulanıyor...
Başbakan, meclis çoğunluğunu elde ettikten sonra, milli iradenin tek yetkilisinin kendisi olduğu izlenimini yaratmaya çalışıyor.
Medyaya akıl almaz baskılar uygulamaktan çekinmiyor.
Anayasa Mahkemesi'ne, Hakimler, Savcılar Yüksek Kurulu'na kimlerin üye olacaklarını saptamada diretiyor.
Hatta anayasayı değiştirme gibi tüm toplumu ilgilendiren konularda, tek söz sahibi kendi siyasi ekolüymüş gibi davranıyor.
İç ve dış politikada, muhalefetin haklı itirazlarının hiçbirini dikkate almıyor.
Zaman zaman "göstermelik" geri adımlar atmakla birlikte, tüm kritik süreçlerde "milli irade benim, ben karar veririm" noktasına taşınıyor.
* * *
Değerli okurlarım, devlet yapımızın temel anayasal kuralı olan "yasama, yürütme ve yargının bağımsızlığı ve ayrılığı" ilkesi, AKP iktidarı döneminde çok ciddi bir çözülme süreci yaşadı.
Özellikle, yürütmenin yargıyı siyasi denetimi altına alma çabaları, hükümetin başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yüksek yargı organlarıyla sürekli kavgalı hale gelmesi, yargı bağımsızlığını ve yargıç güvencesini yer yer çiğnemesi, "hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü" ilkesine yönelik bir tehdide dönüştü.
İktidarın yargıyı denetim altına alma çabaları, aynı zamanda demokrasinin kurumsallaşmasının önündeki en önemli sorun...
Bu nedenle gerçek "demokratik açılımın", hukuku siyasal iktidarların baskısından kurtarmakla sağlanacağını söylüyoruz.
...Gerçek "demokratik açılımın", hukukun üstünlüğü ilkesini merkeze alarak demokrasiyi cumhuriyet temelinde yükseltmekle gerçekleşeceğini söylüyoruz...
* * *
Türkiye'de çok partili hayata geçişten günümüze, cumhuriyeti azaltarak yahut hukuku zedeleyerek kurulmuş tek bir "demokrasi" örneğiyle karşılaştınız mı?!
...Peki ya dünyada?...
(Haber Ekspres, 15 Eylül 2009)
09 Eylül 2009
AÇILIM AÇILIM DERKEN... - ZAFER YAPICI
Her devlet yönetimi, diplomasi aracılığıyla elindeki güç ve imkanlarını uluslararası düzlemde kazanca dönüştürmeyi hedefler.
Stratejiler oluşturur. Bazen adımlar atar. Açılımlar gerçekleştirir.
Başka devletleri -zorlamayla ya da gönüllü olarak- kendi isteği doğrultusunda eylemler yapmaya yöneltmeyi amaçlar.
Bu noktada önemli olan, bir devlet yönetiminin uluslararası düzlemde attığı adımların, o devletin kendi iradesine dayandığı konusunda bir algının hedef devlette oluşturulmasıdır.
İşin bam teli budur.
Bir örnekle izah edelim. A devleti, B devletinin beklentisini karşılayacak bir adım atmış olsun. A devleti de buna karşılık olarak B devletinden bir beklentisini karşılayacak başka bir adım atmasını talep etsin.
Bu durumda B devleti, A devletinin attığı adımın, A devletinin zayıflığı nedeniyle gerçekleştiğini ya da örneğin C devletinin zorlamasıyla oluştuğunu düşünüyorsa, A devletine karşı olumlu bir eylem içinde bulunmaz.
A devletinin taleplerini dikkate almaz.
Çünkü önemli olanın, A devletini adım atmaya zorlayan C devletinin iradesi olduğunu kavrar.
Bu nedenle B devletinin muhatabı artık C devleti olur. Taviz verilecekse C devletine verilir, A devletine değil!
* * *
Türkiye hükümetinin Ermenistan konusundaki son açılımı (!) da yukarıda aktardığım modele birebir uyuyor.
Türkiye "açılım" söylemiyle Ermenistan ile ilişkileri düzeltme yönünde adımlar atıyor. Ancak bu adımlar Ermenistan devlet yönetimi ve halkı tarafından (Ermeni diasporasının büyük yönlendirmesinin de etkisiyle) ABD'nin ya da AB'nin zorlamasıyla Türkiye'nin atmak zorunda kaldığı adımlar olarak algılanıyor.
Ermenistan medyasında, (Ermeni diasporasının yönlendirmesiyle) ABD ve AB baskısı artarsa, Türkiye'nin daha büyük açılımlar yapabileceği görüşü seslendiriliyor.
Ermenistan'da Türkiye'nin diplomatik stratejilerini bağımsız olarak oluşturamadığı düşüncesi yaygınlık kazanıyor.
Görülüyor ki Türkiye gücünü, (sadece askeri gücünü değil, ikna ve çekim gücü anlamına gelen yumuşak gücünü de) hedefe ulaşmak için yeterince kullanamıyor.
Böyle bir durumda Türkiye'nin inandırıcılığı zedeleniyor. Olumlu bir karşılık bulma şansı azalıyor...
Türkiye, diplomatik özgüvenini ne yazık ki adım adım yitiriyor...
Açılım açılım derken ülkemiz, diplomatik anlamda sözü geçmez bir ülke konumuna sürükleniyor...
* * *
"Açılımın" hedefi komşularımızla sorunlu ilişkileri düzeltip, uluslararası alanda daha fazla söz sahibi bir ülke haline gelmek olarak sunulmuştu yanlış hatırlamıyorsam.
...İyi de biz, bizzat sözkonusu açılım nedeniyle, diplomatik anlamda daha da içimize kapanmış olmuyor muyuz?...
Dost Azerbaycan'ı kaybediyoruz...
Üstelik bir de dolaylı olarak Ermeni diasporasıyla Ermenistan Ermenilerini birbirine yaklaştırarak diasporanın tarih tezine Ermeni halkının desteğini ekliyoruz.
(Haber Ekspres, 8 Eylül 2009)
Stratejiler oluşturur. Bazen adımlar atar. Açılımlar gerçekleştirir.
Başka devletleri -zorlamayla ya da gönüllü olarak- kendi isteği doğrultusunda eylemler yapmaya yöneltmeyi amaçlar.
Bu noktada önemli olan, bir devlet yönetiminin uluslararası düzlemde attığı adımların, o devletin kendi iradesine dayandığı konusunda bir algının hedef devlette oluşturulmasıdır.
İşin bam teli budur.
Bir örnekle izah edelim. A devleti, B devletinin beklentisini karşılayacak bir adım atmış olsun. A devleti de buna karşılık olarak B devletinden bir beklentisini karşılayacak başka bir adım atmasını talep etsin.
Bu durumda B devleti, A devletinin attığı adımın, A devletinin zayıflığı nedeniyle gerçekleştiğini ya da örneğin C devletinin zorlamasıyla oluştuğunu düşünüyorsa, A devletine karşı olumlu bir eylem içinde bulunmaz.
A devletinin taleplerini dikkate almaz.
Çünkü önemli olanın, A devletini adım atmaya zorlayan C devletinin iradesi olduğunu kavrar.
Bu nedenle B devletinin muhatabı artık C devleti olur. Taviz verilecekse C devletine verilir, A devletine değil!
* * *
Türkiye hükümetinin Ermenistan konusundaki son açılımı (!) da yukarıda aktardığım modele birebir uyuyor.
Türkiye "açılım" söylemiyle Ermenistan ile ilişkileri düzeltme yönünde adımlar atıyor. Ancak bu adımlar Ermenistan devlet yönetimi ve halkı tarafından (Ermeni diasporasının büyük yönlendirmesinin de etkisiyle) ABD'nin ya da AB'nin zorlamasıyla Türkiye'nin atmak zorunda kaldığı adımlar olarak algılanıyor.
Ermenistan medyasında, (Ermeni diasporasının yönlendirmesiyle) ABD ve AB baskısı artarsa, Türkiye'nin daha büyük açılımlar yapabileceği görüşü seslendiriliyor.
Ermenistan'da Türkiye'nin diplomatik stratejilerini bağımsız olarak oluşturamadığı düşüncesi yaygınlık kazanıyor.
Görülüyor ki Türkiye gücünü, (sadece askeri gücünü değil, ikna ve çekim gücü anlamına gelen yumuşak gücünü de) hedefe ulaşmak için yeterince kullanamıyor.
Böyle bir durumda Türkiye'nin inandırıcılığı zedeleniyor. Olumlu bir karşılık bulma şansı azalıyor...
Türkiye, diplomatik özgüvenini ne yazık ki adım adım yitiriyor...
Açılım açılım derken ülkemiz, diplomatik anlamda sözü geçmez bir ülke konumuna sürükleniyor...
* * *
"Açılımın" hedefi komşularımızla sorunlu ilişkileri düzeltip, uluslararası alanda daha fazla söz sahibi bir ülke haline gelmek olarak sunulmuştu yanlış hatırlamıyorsam.
...İyi de biz, bizzat sözkonusu açılım nedeniyle, diplomatik anlamda daha da içimize kapanmış olmuyor muyuz?...
Dost Azerbaycan'ı kaybediyoruz...
Üstelik bir de dolaylı olarak Ermeni diasporasıyla Ermenistan Ermenilerini birbirine yaklaştırarak diasporanın tarih tezine Ermeni halkının desteğini ekliyoruz.
(Haber Ekspres, 8 Eylül 2009)
03 Eylül 2009
MİLLİ (!) EĞİTİM, TARİH VE DİL... - ZAFER YAPICI
Henüz 1921 yılı... Kurtuluş mücadelesini veren bir ülke...
Bakınız, ülkemizi dört koldan saran emperyalist güçlere karşı kurtuluş mücadelesinin en yoğun yaşandığı zamanlarda Mustafa Kemal neler söylüyor:
"Bir milli eğitim programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve fıtri niteliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden tamamen uzak, milli ve tarihi seciyemize uygun bir kültür kastediyorum".
Değerli okurlarım, Atatürk, gerçek kurtuluşun sadece cephelerde kazanılan zaferlerle elde edilemeyeceğini, ulusal kültür geliştirilmeden bağımsızlığın anlamsız kalacağını, ulusal kültürün ise laiklik ilkesiyle biçimlenmiş ulusal bir eğitim programıyla sağlanabileceğini henüz cephedeyken kavrar. Bu nedenle "kurtuluşu", milli eğitim sistemini merkeze alan "kuruluş" ile taçlandırır...
Atatürk milli kültür için milli eğitimin önemini teslim etmekle kalmaz. Milli eğitimin temel yapı taşları olarak da Türk tarihi ve Türk dilini görür. Tarih yazımının milli kültür için anahtar önemini kavrar. Dilin, bir toplumun ulusal benliğini biçimlendirdiğini, düşünce ve duygu yaşamına yön verdiğini anlatır. Atatürk 1934 yılında bu görüşleri bakınız nasıl izah ediyor:
"Kültür işlerimiz üzerine ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da, Türk tarihini doğru temelleri üstüne kurmak, öz Türk diline değeri olan genişliği vermek için candan çalışılmakta olduğunu söylemeliyim".
Atatürk bunun için, 1931 yılında Türk Tarih Kurumu'nu kurar. Tarih yazmanın, tarih yapmak kadar önemli olduğunu vurgular. Eğer tarih yazan, yapana sadık kalmazsa, değişmeyen gerçeğin insanlığı şaşırtacak bir hal alacağını söyler...
...Atatürk bunun için, 3 Mart 1924'te öğretim ve eğitim birliğini sağlayarak milli kültür birliğini hedefleyen Tevhid-i Tedrisat'ı gerçekleştirir...
1928'de Harf Devrimi'ni şu yaklaşımıyla yönetir: "Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle pek çabuk, mükemmel bir surette anlayacağız. Anladığımızın asarına yakın zamanda bütün kainat şahit olacaktır. Ben buna kat'iyyen eminim; siz de emin olunuz".
1932 yılında adı daha sonra Türk Dil Kurumu olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni, yani dil devriminin örgütünü kurar...
* * *
Değerli okurlarım, Mustafa Kemal Atatürk'ün anlayışının eğitim sistemimizden kazınmaya çalışıldığına her yeni gün yeni örneklerle şahit oluyoruz.
En son örnek Devlet Bakanı Hayati Yazıcı'nın "okullarda Kürtçe eğitim" ile ilgili açıklaması. Yazıcı, geçtiğimiz günlerde eğitim dilini Kürtçe olmasının üniter yapıya engel teşkil etmeyeceğini söyledi.
Yazıcı'nın bu sözlerine en sert tepkiyi, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal İzmir'den verdi.
Deniz Baykal, okullarda Kürtçe eğitim verilmesinin milleti ayrıştıracağını belirterek "AKP iktidarı DTP ve PKK ile işbirliği yaparak, milli eğitim sistemini sabote etmek için en tehlikeli dinamiti, mayını Milli Eğitim'in içine yerleştirme kararı almıştır. Bu tehlikeli ve yanlıştır. Kürt kökenli vatandaşları Türkiye'den koparmaya yönelik uzun erimli planın parçasıdır. Bu yöntemle anaların gözyaşı dinmez. Daha sonra ellerine silah alıp yeni isteklerle gelecekler. Seçmeli dersten sonra zorunlu derse, ardından matematik, kimya gibi derslerin de ana dilinde olmasını isteyecekler. O zaman çocuklar hangi ortak noktada, dilde buluşacağız" dedi.
Baykal şöyle devam etti: "Bugün Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı'nın açıklaması var. Baklayı onun ağzıyla çıkarmaya başlıyorlar. Neymiş, okullarda Kürtçe eğitim başlayacakmış. Geçenlerde bir yazar, 'bizi terör bölemez, bizi bölerse dil böler' diyor. Hepimiz ortak bir temele sahibiz. Okullarda Türkçe herkese öğretiliyor. Hepimiz Türkçe'yi temel resmi dil olarak kabul ettik. Okullarda çocuklara öğretilecek dili ayrıştırmaya yöneliyorlar. Bu yapılırsa, biz millet anlayışımızı kaybetmeye başlarız. Tek millet artık iki millet olmaya başlar."
* * *
Değerli okurlarım, Baykal, dil konusundaki hassasiyetinde oldukça haklı. Çünkü dil birliği, bizi biz yapan temel değerimiz. "Milli" eğitimin olmazsa olmazı...
Dil insanlar arasındaki anlaşma aracı. İnsanların birbirini anlama aracı...
Onun parçalanması diyalog sürecine en büyük zararı vermez mi?
* * *
Hemen temel sorumuza gelelim. Devlet, milli bütünlüğü sağlamak adına nasıl bir eğitim politikası yürütmeli?
..."Çözümün" birçok ayağı olmalı. Bu ayaklardan "eğitim" nasıl olmalı bir başka deyişle?
Baykal'ın da belirttiği gibi en başarılı okullar, Anadolu, Fen Liseleri, kolejler Güneydoğu Anadolu'ya taşınmalı.
Dahası, milli dilimiz Türkçe'nin öğretilmesine yönelik bir kampanya başlatılmalı.
Milli kültürü (bir etnik grubun kültürünü değil, milli kültürü!) yansıtan bir tarih anlayışı devlet tarafından teşvik edilmeli...
Laiklik, eğitim sisteminin merkezine yeniden taşınmalı.
* * *
Ancak böylelikle etnik-dinsel-mezhepsel gruplar arasında ayrışma noktaları değil, ortak paydalar oluşturulabilir.
...Zamanında Atatürk'ün büyük bir başarıyla gerçekleştirdiği gibi...
* * *
Değerli okurlarım, görülüyor ki farklı isimlerle paketlenerek sunulan bölünme projelerini değil bu projeyi; Atatürk'ün projesini sahiplenen siyasi gücü; CHP'yi iktidara taşıyarak milli birlik noktasında gerçek bir "açılım" yapmak mümkün...
Sizce de öyle değil mi?
* * *
Not: Mustafa Kemal Atatürk'ün eğitim, tarih ve dil anlayışı konusunda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Doç. Dr. Doğan Atılgan (der.), Ankara Üniversitesi'nin 60. Kuruluş Yılı Armağanı - Atatürk ve Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Eğitimi ve Kültürü Konusunda Seçme Yazılar, Ankara, Ankara Üniversitesi Yayınları, 2006.
(Haber Ekspres, 2 Eylül 2009)
Bakınız, ülkemizi dört koldan saran emperyalist güçlere karşı kurtuluş mücadelesinin en yoğun yaşandığı zamanlarda Mustafa Kemal neler söylüyor:
"Bir milli eğitim programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve fıtri niteliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden tamamen uzak, milli ve tarihi seciyemize uygun bir kültür kastediyorum".
Değerli okurlarım, Atatürk, gerçek kurtuluşun sadece cephelerde kazanılan zaferlerle elde edilemeyeceğini, ulusal kültür geliştirilmeden bağımsızlığın anlamsız kalacağını, ulusal kültürün ise laiklik ilkesiyle biçimlenmiş ulusal bir eğitim programıyla sağlanabileceğini henüz cephedeyken kavrar. Bu nedenle "kurtuluşu", milli eğitim sistemini merkeze alan "kuruluş" ile taçlandırır...
Atatürk milli kültür için milli eğitimin önemini teslim etmekle kalmaz. Milli eğitimin temel yapı taşları olarak da Türk tarihi ve Türk dilini görür. Tarih yazımının milli kültür için anahtar önemini kavrar. Dilin, bir toplumun ulusal benliğini biçimlendirdiğini, düşünce ve duygu yaşamına yön verdiğini anlatır. Atatürk 1934 yılında bu görüşleri bakınız nasıl izah ediyor:
"Kültür işlerimiz üzerine ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da, Türk tarihini doğru temelleri üstüne kurmak, öz Türk diline değeri olan genişliği vermek için candan çalışılmakta olduğunu söylemeliyim".
Atatürk bunun için, 1931 yılında Türk Tarih Kurumu'nu kurar. Tarih yazmanın, tarih yapmak kadar önemli olduğunu vurgular. Eğer tarih yazan, yapana sadık kalmazsa, değişmeyen gerçeğin insanlığı şaşırtacak bir hal alacağını söyler...
...Atatürk bunun için, 3 Mart 1924'te öğretim ve eğitim birliğini sağlayarak milli kültür birliğini hedefleyen Tevhid-i Tedrisat'ı gerçekleştirir...
1928'de Harf Devrimi'ni şu yaklaşımıyla yönetir: "Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle pek çabuk, mükemmel bir surette anlayacağız. Anladığımızın asarına yakın zamanda bütün kainat şahit olacaktır. Ben buna kat'iyyen eminim; siz de emin olunuz".
1932 yılında adı daha sonra Türk Dil Kurumu olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni, yani dil devriminin örgütünü kurar...
* * *
Değerli okurlarım, Mustafa Kemal Atatürk'ün anlayışının eğitim sistemimizden kazınmaya çalışıldığına her yeni gün yeni örneklerle şahit oluyoruz.
En son örnek Devlet Bakanı Hayati Yazıcı'nın "okullarda Kürtçe eğitim" ile ilgili açıklaması. Yazıcı, geçtiğimiz günlerde eğitim dilini Kürtçe olmasının üniter yapıya engel teşkil etmeyeceğini söyledi.
Yazıcı'nın bu sözlerine en sert tepkiyi, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal İzmir'den verdi.
Deniz Baykal, okullarda Kürtçe eğitim verilmesinin milleti ayrıştıracağını belirterek "AKP iktidarı DTP ve PKK ile işbirliği yaparak, milli eğitim sistemini sabote etmek için en tehlikeli dinamiti, mayını Milli Eğitim'in içine yerleştirme kararı almıştır. Bu tehlikeli ve yanlıştır. Kürt kökenli vatandaşları Türkiye'den koparmaya yönelik uzun erimli planın parçasıdır. Bu yöntemle anaların gözyaşı dinmez. Daha sonra ellerine silah alıp yeni isteklerle gelecekler. Seçmeli dersten sonra zorunlu derse, ardından matematik, kimya gibi derslerin de ana dilinde olmasını isteyecekler. O zaman çocuklar hangi ortak noktada, dilde buluşacağız" dedi.
Baykal şöyle devam etti: "Bugün Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı'nın açıklaması var. Baklayı onun ağzıyla çıkarmaya başlıyorlar. Neymiş, okullarda Kürtçe eğitim başlayacakmış. Geçenlerde bir yazar, 'bizi terör bölemez, bizi bölerse dil böler' diyor. Hepimiz ortak bir temele sahibiz. Okullarda Türkçe herkese öğretiliyor. Hepimiz Türkçe'yi temel resmi dil olarak kabul ettik. Okullarda çocuklara öğretilecek dili ayrıştırmaya yöneliyorlar. Bu yapılırsa, biz millet anlayışımızı kaybetmeye başlarız. Tek millet artık iki millet olmaya başlar."
* * *
Değerli okurlarım, Baykal, dil konusundaki hassasiyetinde oldukça haklı. Çünkü dil birliği, bizi biz yapan temel değerimiz. "Milli" eğitimin olmazsa olmazı...
Dil insanlar arasındaki anlaşma aracı. İnsanların birbirini anlama aracı...
Onun parçalanması diyalog sürecine en büyük zararı vermez mi?
* * *
Hemen temel sorumuza gelelim. Devlet, milli bütünlüğü sağlamak adına nasıl bir eğitim politikası yürütmeli?
..."Çözümün" birçok ayağı olmalı. Bu ayaklardan "eğitim" nasıl olmalı bir başka deyişle?
Baykal'ın da belirttiği gibi en başarılı okullar, Anadolu, Fen Liseleri, kolejler Güneydoğu Anadolu'ya taşınmalı.
Dahası, milli dilimiz Türkçe'nin öğretilmesine yönelik bir kampanya başlatılmalı.
Milli kültürü (bir etnik grubun kültürünü değil, milli kültürü!) yansıtan bir tarih anlayışı devlet tarafından teşvik edilmeli...
Laiklik, eğitim sisteminin merkezine yeniden taşınmalı.
* * *
Ancak böylelikle etnik-dinsel-mezhepsel gruplar arasında ayrışma noktaları değil, ortak paydalar oluşturulabilir.
...Zamanında Atatürk'ün büyük bir başarıyla gerçekleştirdiği gibi...
* * *
Değerli okurlarım, görülüyor ki farklı isimlerle paketlenerek sunulan bölünme projelerini değil bu projeyi; Atatürk'ün projesini sahiplenen siyasi gücü; CHP'yi iktidara taşıyarak milli birlik noktasında gerçek bir "açılım" yapmak mümkün...
Sizce de öyle değil mi?
* * *
Not: Mustafa Kemal Atatürk'ün eğitim, tarih ve dil anlayışı konusunda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Doç. Dr. Doğan Atılgan (der.), Ankara Üniversitesi'nin 60. Kuruluş Yılı Armağanı - Atatürk ve Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Eğitimi ve Kültürü Konusunda Seçme Yazılar, Ankara, Ankara Üniversitesi Yayınları, 2006.
(Haber Ekspres, 2 Eylül 2009)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)