29 Ekim 2012

UYAN TÜRKİYEM UYAN!...- ZAFER YAPICI

On yılda iç-dış siyasi, ekonomik, kültürel, askeri, idari, hukuksal ve sosyal dengeler bozuldu. Ismarlanan yeni Anayasa ile demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Atatürk Cumhuriyeti’nin; senin cumhuriyetinin temelleri sarsılıyor. Gidişat vahim. Böylesi koşullarda televizyonlarda, basında sürekli tek taraflı yorumlar yapılıyor, demeçler veriliyor. Neredeyse herkes iktidar, herkes ABD, herkes AB ağzıyla konuşuyor. Her önüne gelen bir türlü sana ulaşmamış o sihirli sözcükten; “istikrardan” söz ediyor… Senin ise yorumuna ve düşüncene damarına vurulan bir sakinleştirici ile adeta ket vurulmuş…Aslında geleceğin yok edilmiş… Verilen görevleri yerine getirmenin mutluluğu içinde “sözde” köşe yazarları, aydınlar, bilim adamları, medya patronları, soroscular alkışlarının karşılığının kendilerine nasıl bir ödül olarak döneceğinin hesabı içindeler. Çıkarcılık almış başını gidiyor. Unutulan yine sen olmuşsun. Dahası dinini, kutsalını sömürüyorlar. Tarikatlarla, devletin olanaklarıyla kurdukları sadaka ağlarıyla seni yoksullaştırdıktan sonra karın tokluğuna kendilerine bağlamaya çalışıyorlar. Ülkeni zaman tüneline sokmuş, vitesleri çoktan geriye atmışlar. Seni tebaa, kendilerini de padişah olarak görüp “çok yaşa padişahım” seslerini, yeni fetvalarla daha da sık duyma arzusu içinde hayatlarını sürdürmek istiyorlar. Onlar dokuz sülaleleriyle, yandaş ağlarıyla Lale Devri’nin sefahati ve şatafatı içinde yaşamaya devam ederken sana sefalet düşüyor. Üstelik sefahat ile sefalet arasındaki nedenselliği sorgulamayacak; eleştirel düşünceye uzak nesiller yetiştirmeye çoktan başlamışlar… Uyan Türkiyem uyan!... Geçmişini hatırla. Sorgula bugünü… Onurlu geçmişini, cumhuriyeti hangi şartlarla, kimlere karşı savaşarak kurduğunu hatırla örneğin. Yurdunu işgal etmiş güçlü emperyalistlerden bile korkmadığın günleri, bağımsızlığını ne zorluklarla kazandığını hatırla… Sonra bağımsızlığın anlamını sor kendine. Bağımsızlık ertesinde kurduğun yeni cumhuriyetin ne demek olduğunu… Tebaa olmadığını hatırla örneğin. Kadınıyla, erkeğiyle demokratik laik sosyal bir hukuk devletinin eşit yurttaşları olduğunu; Atatürk Cumhuriyeti’nin yurttaşları olduğunu, özgür olduğunu hatırla… Onuncu Yıl Nutku’nu hatırla örneğin. Hani o ders kitaplarından çıkartılmaya çalışılan “sakıncalı okuma parçası”nı(!)…Yürümekte olduğun (ancak döndürülmeye çalıştığın) medeniyet yolunda, elinde ve kafanda tuttuğun meşalenin müspet ilim olduğunu hatırla. Güçlükleri yenmedeki kararlılığının kaynağını yeniden düşün. Sonra namusun ve cesaretin ne demek olduğunu sor bir kez kendine. İsmet İnönü’yü düşün örneğin. “Namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır” sözünün anlamını çözdüğün an bulursun karanlıkla savaşmanın yöntemini … Çözümün “nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyen”, namuslu ve cesur insanların çoğalmasında olduğunu görürsün o an… Duyarsız kalmış olmanın nedenlerini sorgula sonra. Korkularınla yüzleş. Kendi küçük dünyanda, bireysel çıkarına esaretinin korku imparatorluğunu yaratan neden olduğunu işte o zaman bulursun. O zaman görürsün ülkende siyasal zemine hakim olan ilkenin demokrasi değil, beklenti odaklı korku olduğunu… Dedim ya, çözümü geçmişi hatırlayıp, bugünü sorgulayınca bulursun. Çözüm, herkesin taşının altına elini koymasındadır. Gerçek demokrasiyi, gerçek demokratlığı anlatacak, anlayacak yüreklerin ortaya çıkmasındadır. Eğer çıkmazsa, korkarım demokrat (!) başbakanın “herkes işine baksın” sözü yeni demokrasi tanımı olacaktır… Çözüm tarafsızlığın ne demek olduğunu sorgulayacak beyinlerin ortaya çıkmasındadır. Eğer çıkmazsa, tarafsız (!) cumhurbaşkanının tarikat kadrolaşmaları yeni tarafsızlık tanımı olacaktır… Çözüm Türkiye’yi Mustafa Kemal Atatürk’ün yoluna taşıyacak siyasi iradede birleşmektir. Eğer birleşilmezse, Türkiye laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olmaktan çıkıp, her yönüyle “Batı çıkarlarına karşı ılımlı İslam Cumhuriyeti”ne dönüşecektir… "Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir."1924 M.Kemal ATATÜRK Uyan Türkiyem uyan!... Ancak uyanırsan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün cumhuriyeti; senin cumhuriyetin yaşayacak… Ancak uyanırsan, tebaa değil, yurttaş kimliğine kavuşacaksın. İleri demokrasiye değil laiklik ilkesini benimsemiş gerçek demokrasiye, sadaka kültürüne değil sosyal devlet anlayışına ulaşacaksın. Uyan TÜRKİYEM uyan!... * * * Değerli okurlarım, bu gün 29 Ekim. Türk Ulusunun en büyük bayramı olan Cumhuriyet Bayramının 89. yılını tüm Türkiye’de coşkuyla kutlayıp Atamıza ve Cumhuriyetimize sahip çıktığımızı haykıracağız. Bu haykırış uyanmanın ve uyandırmanın başlangıcı olacaktır…

22 Ekim 2012

BÜYÜKŞEHİRDEN BÜTÜNŞEHİRE…- ZAFER YAPICI

Anayasanın 127’inci maddesine dayanarak ülkemizde büyükşehir yönetimleriyle ilgili ilk temel düzenleme 1984 yılında kanun hükmünde kararname olarak çıkarıldı. Aynı yıl çıkarılan 3030 sayılı Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirerek Kabulü Hakkında Kanunla Ankara, İstanbul ve İzmir illerinde büyükşehir belediyesi kuruldu. Daha sonra 1986 yılından 2000 yılına kadar sırayla Adana, Bursa, Gaziantep, Konya, Kayseri, Antalya, Diyarbakır, Erzurum, Eskişehir, İzmit, Mersin, Samsun ve Sakarya illerinde büyükşehir belediyeleri kuruldu. 2004 yılında 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu çıkarılarak İstanbul ve Kocaeli illerinde büyükşehir belediye sınırları il sınırı olarak kabul edildi. * * * Bugün ise bu yeni tasarıyla; • İstanbul ve Kocaeli dışında var olan Adana, Ankara, Bursa, Gaziantep, Konya, Kayseri, Antalya, Diyarbakır, Erzurum, Eskişehir, İzmit, Mersin, Samsun, Sakarya büyükşehir belediyelerinin sınırları ile, • Yeni kurulacak Aydın, Balıkesir, Denizli, Hatay, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Mardin, Muğla, Tekirdağ, Trabzon, Şanlıurfa, Van gibi toplam 27 büyükşehir belediyesinin sınırı da il mülki sınırları haline getirilecek. • Her büyükşehir belediyesinin il sınırları içinde kalan belde belediyeleri ve orman köylerinin tüzel kişilikleri kaldırılacak. • Büyükşehir’e dönüştürülecek illerde en az bir ilçe kurulacak. • Büyükşehir olmayan 52 ilde, nüfusu 2000’in altındaki belde belediyelerinin tüzel kişiliğine son verilecek. • Hazırlanan tasarının getirdiği düzenle 56 milyon vatandaşımız büyükşehir belediye il mülki sınırları içinde yer alacak. • Ayrıca 29 il özel idaresinin, 1591 belde belediyesinin ve 16.082 köyün tüzel kişiliği sona erdirilecek. • Büyükşehir sınırlarındaki beldeler ve köyler mahalle olarak ilçe belediyelerine katılacak. • Diğer illerde tüzel kişiliği sona erdirilen belde belediyeleri ise köye dönüştürülecek. * * * Değerli okurlarım, ileri demokrasi (!) doğrultusunda çıkarılan bu yasa ile • 29 ilin İl Özel İdareleri ve İl Genel Meclisleri kaldırılıyor. (Buralarda seçilerek halk adına görev yapan İl Genel Meclis Üyeleri’nin yetkilerinin ellerinden alınması ve bu yetkilerin valiye bağlı olarak kamu tüzel kişiliğini haiz, özel bütçeli Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi’ne yani atanmışlara devredilmesi ile bu kurumlar AKP hükümetine bağlı hale getirilecek. Özellikle malvarlıkları konusunda, yatırım konusunda…) • 52 ilde ise İl Özel İdareleri ve İl Genel Meclisleri devam ediyor. ( Bu 52 ilin İl Özel İdaresi’nin bütçeden aldığı 1.15 oranındaki pay da 0.5 oranına düşürülüyor. Peki, bu azaltılan oranlarla 52 ilde İl Genel Meclis Üyeleri halk adına nasıl görev yapacak?) • Böylelikle Türkiye’nin 29 ilinde ayrı, diğer 52 ilinde ise ayrı AKP hükümetine bağımlı birer yerel yönetim modeli anlayışı oluşturulacak. • Bütün dünyada demokrasinin beşiği olarak bilinen yerel yönetim anlayışı AKP zihniyeti doğrultusunda yeni bir yönetim anlayışına doğru gidiyor. Örneğin Fransa’da 36 bin belediye varken, bizde 2 bin 500 belediye var. Şimdi bu yasa ile belediye sayısı 500’e inecek… İşte ileri demokrasi anlayışı… • Ve yasayla 56 milyon yurttaşımız Bütün Şehirli OLACAK!... Peki 56 milyon yurttaşımız Bütün Şehirli olsa ne olacak? Yaşamlarında bir değişiklik mi olacak?... Değerli okurlarım, milli iradeye, yerel yöneticilere, 148 yıllık geçmişi olan Özel İdarelerde şu anda görev yapan seçilmiş meclis üyelerine, üniversitelere, meslek odalarına, uzmanlara, siyasilere danışılmadan; onların görüş ve düşünceleri alınmadan bu yasaların çıkarılması sizce ne amaç taşımaktadır? Tehlikenin farkında mıyız?... * * * Bu yasa tasarısına ilk tepki de İzmir’den geldi. İzmir İl Genel Meclis Başkanı Serdar Değirmenci, CHP’li İl Genel Meclis Üyeleri ve muhtarlarla yaptığı basın açıklamasıyla AKP’nin yaptığı bu tasarının yanlışlıklarını ve tehlikeli gidişi dile getirerek başta tüm illerdeki İl Genel Meclis Üyeleri olmak üzere, yerel yöneticileri ve kamuoyunu uyarmıştır. Bu uyarıları dikkatle incelemekte yarar var.

MİLLİ EĞİTİM SORUNU BİLİM VE UZMANLIK SORUNUDUR…- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, daha Kurtuluş Savaşı sürerken yasama ve yürütme yetkisini elinde bulunduran Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2 Mayıs 1920 tarihinde üç numaralı kanunla Eğitim Bakanlığı’nı kurmuştur. İkişer üçer kişilik kadrolarla kurulan Milli Eğitim Bakanlığı’nın Teşkilatı; Program Heyeti, İlk Tedrisat Dairesi, Orta Tedrisat Müdürlüğü, Türk Asar-ı Atika Müdürlüğü, Sicil ve İstatistik Müdürlüğü olmak üzere beş birimden oluşmuştu. 6 Mayıs 1920’de kurulan ilk TBMM Hükümeti’nin programında ülkemizin eğitim hizmetleri milli esaslar, toplumsal hayatın ihtiyaçları ve çağın gereklerini karşılayacak şekilde düzenlenmiş ve eğitim politikasının ilkeleri de “Hayata, işe dönük, üretkenliği amaçlayan; milli yapıya, coğrafyaya, kültüre, geleneklere uygun bir eğitim; bu eğitime göre programlar ve ders kitapları; çağdaş ve bilimsel imkanlara sahip okullar, eğitimin gerektirdiği araç gereçler; eğitim-öğretim işlerinin en iyi şekilde yürütülmesini sağlayacak yönetim ve öğretim kadroları” olarak belirlenmişti. Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi olan 1923 yılından itibaren Atatürk’ün önderliğinde başlatılan modernleşme ve yenileşme hareketleriyle; • 3 Mart 1924 tarihinde 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde Birlik) Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla, üniversiteler dışındaki bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, böylece eğitim kurumları arasında yönetim, uygulama ve denetim birliği sağlanmıştır. • Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun getirdiği yeni anlayışla ve 3. Heyet-i İlmiye kararlarına uygun olarak; Büyük önderimiz Atatürk’ün 1926 yılında TBMM’de yaptıkları konuşmada “Memlekette eğitim ve öğretimle ilgili esasları ilmi ve bağımsız bir merkezden yönetmek amacıyla düşünülen Talim ve Terbiye Dairesi tesis edilmiştir” direktiflerine uygun olarak bugün hizmetlerini şükranla andığımız döneminin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 1926 yılında çıkarılan Maarif Teşkilatına Dair 789 Sayılı Kanun’la Milli Talim ve Terbiye Dairesi adıyla kurulmuştur. • 1926 yılında Türk Medeni Kanunu kabul edilerek, kadınla erkek arasında toplumsal ve ekonomik alanda tam bir eşitlik sağlanarak devlet ve toplum kurumları laikleştirilmiştir. • 1 Kasım 1928 tarihinde Türk Harfleri Hakkında Kanun kabul edilerek yeni Türk alfabesine geçilmiştir. • 22 Haziran 1933 tarih ve 2287 sayılı Maarif Vekaleti Merkez Teşkilatı ve Vazifeleri Hakkındaki Kanun ile Türk Milli Eğitimi’nin geliştirilerek niteliğinin yükseltilmesi amacıyla bilimsel bir danışma ve karar organı olan Milli Eğitim Şurası Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı bünyesinde yer almıştır. Mustafa Necati, 22 Nisan 1928 tarihinde TBMM’de bakanlığının bütçesi görüşülürken yaptığı konuşmada şöyle diyordu, “Hepiniz kabul edersiniz ki, milli eğitim sorunu baştan sona dek bir bilim ve uzmanlık sorunudur. Milli eğitimde atılacak her adım, incelemeyi, denemeyi ve ayırt etmeyi gereksinir. Onun içindir ki, herhangi bir milli eğitim bakanı böyle bir takıma dayanmadıkça başarılı olamaz. Genel eğitim sorunlarında danışmasız hiçbir karar vermemek ve her zaman en genç öğretmenden, en büyük üstatlara dek bütün meslektaşlarımızın görüşlerini toplamak temel ilkelerimizdendir…” İşte laik eğitim sisteminin felsefesi kısaca bu… Bu bilgilerin çoğunu şu andaki Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı sitesinden aldım (www.ttkb.meb.gov.tr/tarihce.dspx). * * * Bugünün felsefesi ise Milli Eğitim Bakanlığı Ders Kitapları ve Eğitim Araçları Yönetmeliği ile Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliği’nin laiklik karşıtlığı doğrultusunda değiştirilerek Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla yürürlüğe girdi. Yürürlüğe giren değişiklikler şöyle; Yönetmelikte ders kitaplarının hangi usullere göre hazırlanacağına ilişkin hükümden, “Ders kitapları, ‘Atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek’ hükmüne ve Türk milli eğitiminin temel ilkelerine uygun olarak hazırlanır” ifadesi çıkarıldı. “Ders kitaplarının nitelikleri” bölümünden, “Öğretim programlarında belirtilen Atatürk ilke ve inkılapları ile ilgili kazanımları içerir” ifadesi de çıkarıldı. Türkçe, Dil ve Anlatım ile Türk Edebiyatı kitaplarındaki “Türkiye haritaları” ile “Türk dünyası haritaları” kaldırıldı. Bakanlığa gönderilen taslak kitap metinlerinin incelenmesi görevi “panel” adı altında oluşturulacak komisyonlara verildi. TTK, başkan ve 10 kurul üyesinden oluşacak. Kurul başkanı ve üyeleri; eğitim sisteminin tüm kademelerini temsil edecek nitelikte, en az 4 yıllık eğitim veren yükseköğretim kurumlarından mezun olmuş, eğitim alanında yaptığı çalışma ve yayınlarla öne çıkmış, eğitim ile ilgili alanlardaki öğretim üyeleri, en az 10 yıl süreyle öğretmenlik veya okul yöneticiliği yapmış olanlar ile kamu görevlileri arasından seçilecek. Mevcut TTK yönetimi 8 üye ve 1 başkandan oluşuyor. İşte değerli okurlarım, Milli Eğitim’in başında olan ve 4+4+4’lere karşı gelenleri ideolojik olarak nitelendiren Ömer Dinçer’in ve mensubu olduğu AKP hükümetinin on yıldır laik eğitime karşı gösterdiği tutum… Biri, “Milli Eğitim’in gayesi yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlaklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılapçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de öğretim programları ve sistemleri ona göre düzenlenmelidir” diyen Atatürk’ün izinden giden Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel… …Diğeri, “Tevhidi Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi? Harf inkılabı vasıtasıyla bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?” diyen R.T. Erdoğan’ın izinden giden Ömer Dinçer… Zafer Yapıcı

08 Ekim 2012

SURİYE VE SAVAŞ- ZAFER YAPICI

Son günlerde Suriye konusunda önemli gelişmeler yaşanıyor. Suriye topraklarından Türkiye’ye atıldığı iddia edilen top mermilerinin Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinde beş canımızı alması Suriye konusunu yeniden gündeme taşıdı. Top mermilerinin Suriye ordusu tarafından atıldığı iddiası Türkiye’de resmi kanallardan açıklandı. Bu konudaki diğer iddia da dikkate değer. Top mermisinin menzili dikkate alındığında Suriye sınırı içinde merminin atılma olasılığının kuvvetli olduğu bölgelerin kontrolü de Özgür Suriye Ordusu’nun yani muhalif güçlerin elinde olması. Bu durum, söz konusu saldırıların muhalif güçler tarafından gerçekleştirildiği iddiasını kuvvetlendiriyor. Ayrıca Suriye ordusunun Türkiye sınırına yakın bölgelerdeki terörist olarak nitelendirdiği unsurlara karşı mücadelesinde bu top mermilerini yanlışlıkla gönderdiği de bir diğer iddia. Bu noktada uluslararası hukuk açısından bir gerçeğin altını çizmekte fayda var. Top mermileri ister Suriye ordusu, ister muhalif güçler tarafından atılsın, isterse de bu işlerde bir yanlışlık olsun, olay Birleşmiş Milletler Anlaşması’na ve uluslararası hukukun diğer normlarına aykırı. Devletlerin toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı BM’nin kurucu ilkelerinin en önemlilerinden... Bu eylem Suriye yönetimi tarafından gerçekleştirilmemiş olsa bile Suriye sınırları içinden yapılan saldırılar Suriye’nin sorumluluğunda. Dolayısıyla uluslararası hukuk düzleminde Suriye’nin sorumluluğu doğmakta… Yürürlükte olan uluslararası hukuk düzenine göre bir devlet ülkesinden diğer devlete yöneltilen saldırı eylemleri elbette hukuka aykırı. Ancak burada oldukça önemli bir ayrıntı var. Söz konusu hukuka aykırılık, o eylemi yapana karşı gerçekleştirilen misliyle mukabele eylemini hukuka uygun kılmıyor. Bir başka ifadeyle, Suriye’nin eylemi nasıl hukuka aykırıysa Türkiye’nin misliyle mukabele şeklinde gerçekleştirdiği karşıt eylemi de hukuka aykırı. Peki, Türkiye ne yapabilirdi? BM Antlaşması çerçevesinde Suriye’ye karşı BM’nin önlemler almasını talep edebilirdi. AKP tarafından seslendirilmeye başlanan bir diğer iddia da Türkiye’nin cevabının bir meşru müdafaa örneği olduğu. Meşru müdafaa kısaca şu demek: Bir devlet tarafından diğer bir devlete karşı bir silahlı saldırı gerçekleşirse, silahlı saldırıya uğrayan devlet saldırıyı defetmek için karşı saldırıya girişebilir. Bu eylemleri bireysel ya da kolektif bir biçimde BM Güvenlik Konseyi gerekli önlemleri alıncaya kadar ve orantılı bir biçimde gerçekleştirilebilir. Bu noktada önemli olan konu neyin silahlı saldırı olarak değerlendirilebileceği. Çünkü ancak silahlı saldırı boyutundaki bir kuvvet kullanımına cevap olan kuvvet kullanımları hukuka uygun. Bu konu muğlak. Yani neyin silahlı saldırı olduğu BM düzeninde yeterince açık bir biçimde tanımlanmamış. Ancak saldırının yüzlerce kişinin ölümü, fiili işgal gibi ağır durumlarla neticelenmesi durumunda silahlı saldırıdan söz edilebiliyor. Dolayısıyla beş kişinin öldüğü bir saldırının BM tarafından bir silahlı saldırı olarak değerlendirilebilecek boyutta görülmeyeceği ve meşru müdafaa hakkı kapsamına alınmayacağı söylenebilir. Değerli okurlarım, tüm bunları niye tartışıyor olduğumuza hala inanamıyorum. Türkiye bugün enerjisini PKK gibi vahim bir güvenlik sorununu çözmeye harcamalıydı. Oysa oldukça tali olan Suriye konusu Türkiye’nin esas güvenlik sorunu biçiminde tanımlanıyor. Bu durum en başta PKK’nın işine yarıyor. Niye Suriye’yle savaşmalıyız, Suriye’yle ilişkiler bir iki sene öncesinde mükemmelken ne oldu da şimdi bitme noktasında sorularının anlamlı bir cevabı hükümet tarafından verilemiyor. Anlaşılıyor ki tüm bu tutarsızlıklar ve dış politika hataları Türkiye’nin Türkiye’den yönetilemiyor olmasından kaynaklanıyor. AKP yönetiminde Türkiye ne için savaşacağını bilmeden adım adım bir sıcak çatışmaya sürükleniyor. Bence bu koşullar altında savaş tamtamları çalmak değil, soğukkanlı bir biçimde barış için mücadele vermek milli çıkarımızı savunmak anlamına geliyor. (Haber Ekspres Gazetesl- 08.10.2012)

01 Ekim 2012

YEŞİLİ GÖRMEYEN GÖZLER RENK ZEVKİNDEN MAHRUMDUR- ZAFER YAPICI

“Burada bir çiftlik kuracağım. Bu çiftlikte hayvanlar yetiştireceğim. Bir küçük ormanın kenarında tarım endüstrimize ait bacalar tütecek…” diyordu Mustafa Kemal, Orman Çiftliği’nin kuruluşunda… “Yeşili görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu fark etsin” diyordu… Böylelikle toprak ve tabiat şartlarının uygun olmadığı bir yere bir Orman Çiftliği’nin kurulmasına öncülük ediyordu… 1925 yılında tarımsal bir uygulama ve deneme merkezi olması amacıyla Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuruldu “Orman Çiftliği”. 1937 yılında vasiyet mektubuyla Atatürk bu çiftliği Türkiye Cumhuriyeti’ne emanet etti. Emanet uzun yıllardır tahribat altında. Önce çiftliğin arazisinin önemli bir kısmı ya satıldı ya da kamu ve özel kuruluşlarına kiralandı. Son aylarda çiftlik arazisi ile ilgili alınmış bir karar tahribatın boyutlarını daha da arttırdı. Atatürk Orman Çiftliği üzerinde ABD’nin Beyaz Saray’ı benzeri görkemli bir Başbakanlık Sarayı yapılması planlanıyor. Bu sarayın çiftliğin kalan arazisinin % 42’sini kaplayacağı ve 300 milyon liraya malolacağı söyleniyor. Böyle bir binanın Atatürk Orman Çiftliği üzerine yapılması aslında hukuken mümkün değildi. İktidar bu konuya hemen bir çözüm buldu. Birinci derece tarihi ve doğal sit alanı olan arazinin sit derecesi Başbakanlık binasının yapılması amacıyla düşürüldü. Bu durumun sonuçları “kamu yararı” adına oldukça olumsuz olacak. Ankara’yı bilenler bilir. Atatürk Orman Çiftliği Ankara’nın en büyük temiz hava kaynağı idi. Başbakanlığın araziye yapılması öncelikle çiftliğin orman varlığını tehlikeye atacak. Daha şimdiden 3000 adet 50-60 yaşındaki ağaç bina yapımı çerçevesinde kesildi. Bunun kadar önemlisi Ankaralı ile çiftlik arasındaki bağ koparılacak. Atatürk Orman Çiftliği halkın ziyaretine açık bir bölgeydi. Başbakanlık binasının bu araziye yapılması güvenlik kaygısıyla halkın çiftlik ziyaretinin engellenmesi yahut kısıtlanması anlamına gelecek. Dahası çiftlik içinde bir Atatürk evi vardı… O da yıkılacak. Yazık… * * * Değerli okurlarım, Atatürk Yalova sahillerinden geçerken kıyıda muhteşem bir çınar ağacı görür. Karaya çıkarak çınar ağacının yanına gider, ağacı okşar, sever ve gölgesinde dinlenir. Çınar ağaçlarına eskiden beri hayran olan Atatürk ağacın yakınında bir ev yapılmasını ister. Orada kısa sürede bir ev yapılır. Atatürk, yapılan o evde dinlendiği bir gün, bahçıvanın köşkün yanındaki çınarın bir dalını kesmeye çalıştığını görür. Bahçıvanın çalışmasını durdurur ve neden o dalı kesmek istediğini sorar. Bahçıvan, dalın binanın duvarına dayandığını, daha da uzarsa içeri gireceğini söyler. Atatürk bu cevabı beğenmez. Biraz düşünür ve der ki: “Ağacın bu dalı kesilmeyecek, bina kaydırılarak ağaçtan uzaklaştırılacak!”. Oradakiler, gerçekleştirilmesi imkansız gibi görünen bu karar karşısında şaşkına dönerler. Bu iş için görevlendirilen Başmühendis Ali Galip Alnar ekibiyle Yalova’ya gelerek çalışmaya başlar. Önce binanın çevresi temel seviyesine kadar kazılır. Sonra çelik raylar binanın altına sabırla yerleştirilir. Bina üç gün içinde yaklaşık olarak 4,80 metre kaydırılır. Çalışmaları başında sonuna kadar takip eden Atatürk çok mutlu ve gururludur. Ağaçları böylesine seven Atatürk orada bulunanlarla birlikte keyifle kahvesini yudumlar. Görülüyor ki 50-60 yaşlarında 3 bin tane ağacı kesen zihniyet ve vicdan, aslında bir ağacın dalını bile kesmemek için çözümler arayan bir vicdanı, bir görüşü, bir felsefeyi kesip yok etme arzusu içinde… Neden Atatürk’ün felsefesini ve düşünce sistemini yaşayarak yaşatmaya çalışıyoruz dersiniz?… (Haber Ekspres Gazetesi 01.10.2012)