04 Şubat 2013

ULUŞLAŞMAK- ZAFER YAPICI

Günümüzde ulus-devlet iki farklı düzeyde meydan okumayla karşı karşıya. Birinci meydan okuma “aşağıdan” geliyor. Irka, dinsel kimliğe ve bölgeselliğe dayalı ulus-altı oluşumlar ulusu aşındırma gayretindeler. İkinci meydan okuma ise “yukarıdan”. Küreselleşme kavramıyla simgelenen büyük güçlerin ve uluslararası sermayenin hükümranlığı ulus düşüncesini yıpratmaya çalışıyor. İşin kötüsü ulus karşısında, ulus altı ve ulus üstü oluşumlar müthiş bir işbirliği içindeler… Bu ikili meydan okuma her devlete aynı oranda zarar vermiyor. Küresel sermayeyi yöneten devletler meydan okumalardan etkilenmiyorlar. Hatta bu süreci yöneterek güçlerini arttırıyorlar. Buna karşın küreselleşme mağdurları “sömürülen devletler” bir taraftan küresel sermayenin ülke ekonomisindeki kırılgan hükümranlığıyla “yukarıdan”, diğer taraftan da kimliğe dayalı parçalanma tehditleriyle “aşağıdan” etkisizleştiriliyorlar… İşte bu noktada, yeni emperyalizmin mağduru olan devletlerin yönetimlerine büyük görevler düşüyor. Bir taraftan küresel sermayenin hükümranlığının yarattığı kırılganlığı azaltacak etkili ve üretime dayanan ekonomi politikaları geliştirerek “yukarıdan” gelen baskıları azaltmak; diğer taraftan birleştirici bir ulus düşüncesini ön plana çıkararak yapay bölünmeleri engelleyip “aşağıdan” gelen baskıları önlemek gerekiyor. Ancak böylelikle ulus-altı ile ulus-üstü arasındaki etkileşimin ulus adına yıpratıcı etkileri azaltılabiliyor. Ne yazık ki ülkemizde siyasal iktidarın zihniyeti, bu etkilerin gücünü daha da arttırmaya hizmet ediyor. Siyasal iktidar dışarıda meşruiyetini ekonomiyi küresel sermayeye teslim ederek, içeride ise ırka, dine ve bölgeselliğe dayalı bir politikayı ön plana çıkararak sağlıyor. Oysa akıntıya kapılmak değil, akıntıya karşı durmak gerekiyor. Değerli okurlarım şu günlerde genelde ulusçuluk ve özelde Mustafa Kemal’in ulusçuluk düşüncesi meydan okumalara karşı bir alternatif olarak önemli hale geliyor. Ulusçuluğu sahiplenen siyasi oluşumların tarihi sorumlulukları artıyor. Bu nedenle aynı zamanda CHP’nin Parti Eğitmeni olarak, CHP’nin ideolojik özünden yola çıkıp, CHP yayınlarından ve parti içi eğitim seminerlerine katkı koyan Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın konuşmalarından yararlanarak ulusçuluk konusundaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Ulusçuluk (milliyetçilik), ulusun tüm bireylerinin ulus olmaktan doğan onur ve kıvanç duygularıyla ve ulusal kimlik bilinci içinde, başka devlet ve toplumlardan her alanda bağımsız olarak, devletin ve ulusun geleceği için birlikte çalışması; sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda başka toplum ve devletlerden bağımsız yaşama istencini taşıması ve bu istenci gerçekleştirmeye, ulusal devleti kurmaya yönelmesidir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra, bir yandan devlet ve toplumu “ulusçuluk” bilinci çevresinde birbirine kenetlemeye çalışırken; diğer yandan da toplumun özelliklerinin korunmasına özel bir önem vermiştir. Atatürk ulusçuluğu bağımsızlığı korurken, ulusu çağdaşlaştırmayı amaçlar. Diğer devletlerin bağımsızlığına saygı gösterir, barışçıdır. Emperyalizme (yayılmacılığa) karşıdır. Ayırıcı değil, birleştiricidir. Kişi, hanedan, kurum egemenliğine karşıdır. Yalnız siyasal, toplumsal ve kültürel değildir. Ekonomik yaşam alanlarını da kapsar. Değerli okurlarım, ulusçuluk ilkesinin iki yönü vardır. Birinci yön dışa dönüktür. Bağımsızlıktır; tam bağımsızlıktır. Kemalist devriminin evrenselliğinin en önemli nedenlerinden biri, ulusçuluğunun dışa dönük, bağımsızlık yönüyle ilgilidir. İkinci yön, içe; bir ulus yaratmaya dönüktür. Bu yönün mantığı bizler için son derece önemlidir. Çünkü hiçbir toplum gösteremezsiniz ki, uluslaşmadan çağdaşlaşabilmiş, uluslaşmadan demokratikleşebilmiş olsun… Bu demek oluyor ki Mustafa Kemal’in ulusçuluğu küreselleşmenin iki dinamiğinin antitezidir. Yukarıdan gelen baskılara direnecek “bağımsızlıkçı”, aşağıdan gelen baskıları engelleyecek “birleştirici” yolun adıdır. Mustafa Kemal’in ulusçuluğunun bir diğer boyutu, onun tarihsel önemini arttırmaktadır. Uluslaşmak aynı topraklar üzerinde yaşayan insanlar arasında bir “biz” duygusunun, bir “dayanışma” duygusunun yaratılması demektir. Sorun bu duygunun nasıl yaratılacağıdır… Bu duygunun yaratılmasında ırka yahut dine dayanıp sonraki toplumsal bölünmelerinin temellerinin mi atılacağı, yahut yurttaşlığa dayalı bir ulus fikrinin “dayanışmanın” merkezine mi yerleştirileceğidir… 1920’li yılların Anadolu’sunda tıpkı bugün olduğu gibi 20 civarında etnik kökenden gelen insanlar yaşamaktaydı. Ama bir ulus yoktu. Gazi Mustafa Kemal, bu koşullarda ulusu yurttaşlık temelinde inşa etti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk niçin “ne mutlu Türk olana” değil de, “ne mutlu Türküm diyene” demiştir? Niçin ulus tanımını “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir” biçiminde yapmıştır? Çünkü Mustafa Kemal, yurttaşlığa dayalı bir ulus fikrini dayanışmanın merkezine yerleştirerek ulus-altı görünen tüm unsurları ulusun bünyesine alabilmeye çalışmıştır! Ulus-üstü baskılara karşı böyle durabilmiştir! Mustafa Kemal’in ulus düşüncesinin yerindeliğini her gün biraz daha iyi kavrıyoruz. Aynı ırktan, benzer dilleri konuşan Sırpların Boşnakları katli ve Kuzey İrlanda’da Katolikler ve Protestanlar arasındaki çatışmalar aynı ırktan gelmenin bir ulus yaratmak için yeterli olmayacağını gösteriyor. Aynı dinden olmak da bir ulus yaratmak için yeterli değil. Bu konuda akla gelen ilk örnek Irak. Tüm bu örneklerde, din, ırk ve bölgesellikler kan ve gözyaşı ürettiler. Bu laboratuarı dikkatle incelemeliyiz. Ülkemizde benzeri olayları yaşamamak ve yaşatmamak için kurulan tuzaklara ve oynanan oyunlara karşı uyanık olmalıyız. Uluslaşmamızı “biz” ve “dayanışma” duygusunu yaratıp, birlik ve beraberliğimizi oluşturarak, Atatürk ilke ve devrimlerinin rehberliğinde tamamlamalıyız. Çünkü başka Türkiye, başka Türk Milleti yok!... (Haber EkspresGazetesi-04.01.2013)

Hiç yorum yok: