14 Ekim 2013

Bunlar Tarihçi Olabilir Mi?- Zafer Yapıcı

Tarih ile geçmiş arasındaki bağlantı, tarih felsefesinin konusunu oluşturmuş asırlardır. Hikaye kısaca şu. Ranke gibi bazı tarihçiler, tarihçinin geçmişte ne olduysa onu olduğu gibi alıp tarih kitaplarına aktarabileceğine inanırlardı. Bunun için uygun araştırma yöntemleri önerirlerdi. Yani geçmişin bilgisine tarihçinin ulaşabileceğine dair yaygın bir inanç vardı. Zaman içinde bu inanç sorgulanmaya başlandı. Tarihçinin kendi toplumsal bağlamı, ideolojisi, politik hedefleri vb. tarafından belirlenen bir biçimde geçmişi dilediği gibi yorumlayabileceği tartışılmaya başlandı. Her tarih çalışması, bu bakış açısına göre değer yüklüydü. Biz bu yaklaşıma postmodernizm diyoruz. Postmodernizm tarih felsefesini etkilediği ölçüde tarihe güven sarsıldı. Tarihle birlikte bilime de. Bilimin aslında edebiyattan ve kurgudan bir farkının olmadığı dillendirildi. Bir tarih okuru olarak ben, tarihi bir edebiyat türü olarak görmemekte direniyorum. Pozitivist bir bakış açısıyla, geçmişte olanı bulabileceğimizi düşünüyorum. Bunun için “bilimsel araştırmayı” bir kıstas olarak görüyorum. Kendini tarihçi olarak piyasaya pazarlayan, iktidarla bağlantılı bir biçimde eser veren kişiler çoğalıyor. Bu kişiler bilimsel ahlak konusunda da sorunlu kişiler oluyorlar genelde. “Şu kitaba dayanarak bu tezi ortaya atıyorum” diyorlar örneğin. Bakıyorsunuz o kitapta, onun var diye iddia ettiği şeyler aslında yok. Ya da o kitap, o tez yayılsın diye yaratılmış bir uydurma eser… Bu kişilerden bazıları hayal dünyalarındaki kahramanlara “sözlü tarih” eserleri yazdırmaya bile başladılar. Tarihsel figürleri güncel değer yargılarıyla etiketleyen yaklaşımlar bu sözde tarihçilerin çalışmalarında sıklıkla görülüyor. Bu spekülatif söylemler iktidarın işine yaradığı ölçüde sözde tarihçiye kapılar açılıyor. Bir devlet kurumuna yöneticilik, bir medya kuruluşuna yorumculuk veya çok okunan bir gazete köşesi bu kişilere hemen aktarılıveriyor. İktidarın sesi bir gazetenin köşe yazarı “tarihçi (!)” bir zatı örnek vereyim size. Bu zat geçtiğimiz günlerde yayınlanan köşe yazısında Andımızın yazarı Reşit Galip için bakınız ne inciler döktürüyor: “Demokratikleşme Paketi, 80 yıldır çocuklarımıza okul kapılarında içirdiğimiz And’ı tarihe gömmüş oldu. Bir askeri darbeyle geri getirmeye kalkmazlarsa şimdilik ona veda ettiğimizi düşünebiliriz. Peki Andımız’ı başımıza saran mucidi hiç merak ettiniz mi?...” diyor bu zat. Bizde anlatalım Reşit Galip’in hikayesini o zaman. 1893 tarihinde Rodos’ta doğmuş Reşit Galip. İstanbul Tıbbiye’yi bitirmiş bir doktor. Balkan ve I. Dünya Savaşlarına katılmış. Gazi olmuş. İşgal sonrası Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurulması için uğraşmış. Kütahya’nın düşman eline geçmesi ile buradan ayrılmış. Aydın’a gelmiş. Milli Mücadele yıllarında Aydın Cephesi’nde efelerin emrinde doktorluk görevi yapmış. Yeri gelmiş sakat sakat savaşmış. Halk sağlığı ve tarih üzerine pek çok kitap yazmış. Aydın milletvekili olmuş, Milli Eğitim Bakanı olmuş. 41 yaşında Keçiören’deki evinde zatürre nedeniyle ölmüş. Öldüğünde üzerinde eski bir yorgan varmış. Ölümünden sonra Atatürk ailesine ev satın almış…. Reşit Galip’in kim olduğunu öğrendik. Bakalım bu tarihçi (!) Reşit Galip’i nasıl anlatıyor: “Adı, Dr. Reşit Galip. Bir tıbbiyeli ama bulaşmadığı iş yok neredeyse… Reşit Galip, Darülfünun’un yerli kadrosunu ‘inkılapçı değil’ gibi sudan bahanelerle hemen tamamen tasfiye edecek ve Hitler Almanya’sından kaçmak isteyen Yahudi profesörlerle yeni bir ‘Türk üniversitesi’ kurmaya soyunan Eğitim Bakanı olarak tarihe geçecektir…” Tarihçimize göre Reşit Galip Yahudilerle bağlantılı. Bir Siyonist mi yoksa? Yine dönelim tarihçimize. Tarihçimiz kendine bir dayanak icat etmiş, ilk baskısı 1971 yılında yapılan Cemal Granda’nın eserini tek doğru kabul ediyor. Granda’nın yazdıklarının gerçekliğini sorgulamıyor. Bu eserde yer aldığını iddia ettiği şu ifadeyi aktarıyor makalesine: “Şapka devriminden sonra fes bir kenara atılmış, herkes şapka giymeye başlamıştı. Şapkayla beraber bunu giyecek olanların kafa ölçüleri de ortaya çıkmıştı. 1930 yılında Ankara’dayız. O zaman Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip, elindeki bir makineyle herkesin kafasını ölçüyor. Dolikosefal mi, Brakisefal mi? Hatırımda kaldığına göre 77-79 gelen kafalar Dolikosefal, 81’den ileri olanlar da Brakisefal.” Tarihçimiz bir taraftan Reşit Galip’i kafatası ölçen bir ırkçı olarak niteliyor. Aynı anda kafatası ölçümünden kaçan Yahudilere ev sahipliği yapmakla onu neredeyse Siyonist ilan ediyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu… Gelelim gerçeğe, Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanlığı sırasında tıp, fen bilimleri edebiyat ve hukuk alanlarında önemli başarılara imza atmış pek çok bilim adamı Hitler zulmünden kurtarılıp Türkiye’ye getirildi. Yapılan anlaşmaya göre gelen bilim adamları önce Türkçe öğrenecekler sonra Türkçe ders vermeye başlayacaklardı. Birçok üniversitede birçok bilim dalıyla bu hocalar sayesinde tanışıldı. Yapılan, büyük bir üniversite reformu idi. Sözkonusu reformun mimarı ise tarihçimizin ırkçı olarak tanımladığı Reşit Galip idi. Reşit Galip’e bu saldırı oldukça bilinçli. Reşit Galip’i ırkçı ilan ederek, önce Andımızı ırkçı ilan ediyorlar. Sonra da andımızda geçen “Türk” sözcüğünü bir ırka indirgemeye çalışıyorlar. Bu büyük oyunda, gerçek ırkçılar kendilerine yer açmaya çalışıyorlar. Her türlü belge tahrifatı mubah. Bilimsel kriterler yok. Zaten postmodern dünyada yaşıyoruz, öyle değil mi? Yutturduğumuz kadar varız… Arkalarında medya, hükümet, para, ne ararsan çok… İçlerinde bir onur kırıntısı yok… (HABER EKSPRES GAZETESİ-14.10.2013) Zafer YAPICI

Hiç yorum yok: