27 Mart 2007
CUMHURBAŞKANI SIFATIYLA ANDİÇMEK - ZAFER YAPICI
(Nuri Kurtcebe, Cumhuriyet, 27.03.2007)
Değerli okurlarım, Anayasamızın 103. maddesi gereği Cumhurbaşkanı, görevine başlarken TBMM önünde andiçer. Bu and Cumhurbaşkanı’nda olması gereken nitelikleri açıklamaktadır. And bölüm bölüm aşağıda yer almaktadır. Parantez içlerinde de, Cumhurbaşkanlığına aday bir zihniyetin andın içeriğine aykırı yaklaşımı, zihniyetin temsilcilerinin açıklama ve uygulamalarından örneklerle aktarılmıştır. And şöyle başlar:
“Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, (“Türklük bir alt kimliktir/ Türkiye eyaletlerle de yönetilebilir/ Osmanlı eyaletler sistemi gibi bir sistem Türkiye’de uygulanabilir/ Yahu, milletin bütünlüğü ‘ne mutlu Türküm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı?/ Ancak bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir, aksi takdirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir/ Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamaktadır. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır” diyen zihniyet.)
…Anayasaya, (Erdoğan’ın “bu anayasanın değiştirilmesi lazım, cumhuriyetin, laikliğin, milliyetçiliğin dini temellerde yeniden düzenlenmesi lazım” diyen Başbakanlık Müsteşarı’nın söylemlerine destek çıkıp, “seninle beraber geldik, beraber gideriz” sözleri/ Meclis Başkanı’nın “Anayasa ilkeleri arasında hiçbirisi öncelikli olmayacak” sözleri/ “Haremlik-selamlık ayrışması demokratik bir haktır” diyen zihniyet.)
…Hukukun üstünlüğüne, (Danıştay’a, Yargıtay’a ‘diyanete sor’/ Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ‘ulemaya sor’ diyen zihniyet./ Terörle mücadele yasasının 6. maddesinde ‘sayın’ dediği kişiye af çıkarmaya yönelik bir bölüm yerleştirmeye çalışmış zihniyet./ “Türkiye’deki hukuk, yani medeni, ceza, ticaret hukuku halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte edilmiştir” diyen zihniyet)
…Demokrasiye, ( “Bence demokrasi bir amaç değil, bir araçtır” diyen zihniyet)
…Atatürk ilke ve inkılâplarına ve laik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma, (“Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm’i almış ve Kemalizm kitlelere zorla dikte edilmiştir/ Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu. Sen bunun önüne geçemezsin ki” diyen zihniyet)
…Milletin huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, (15 yıldır 30 bin kişinin ölümünün sorumlusu olan bir kişiye iki defa ‘sayın’/ Kendi askerine, ‘askerlik yan gelip yatma yeri değildir’/ Vatandaşına, ‘ananı da al git’/ Şehitlere ‘kelle’ diyen zihniyet./ Devletteki kadrolaşmayı hızla sürdüren/ Türbanı kaldırmak için ‘parlamentoda mutabakat lazım, mutabakat yok’ deyip de, ‘Cumhurbaşkanı’nı biz bildiğimiz gibi seçeriz’ diyen zihniyet)
…Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma (Danışmanına, kendisi hakkında ‘onu kullanın, mazgaldan aşağıya süpürmeyin’ dedirten/ ‘El Kadı’ya param kadar kefilim’ diyen/ Hikmetyar’ın önünde diz çöken/ ‘Anıtkabir’de sap gibi duruyorlar’ diyen zihniyet)
Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” (“Amaca ulaşmak için gerekirse papaz cüppesi giyerim” diyen zihniyet)
Değerli okurlarım, “parantez içindekileri” düşünüp, uygulayıp, tersini namus üzerine yeminlerle sahiplenir görünmek sizce ne anlama gelmektedir? Böyle bir zihniyet taşıyıcısı, Cumhurbaşkanı sıfatıyla andiçebilir, bu makamın görev, yetki ve sorumluluklarını yerine getirebilir mi?...İçilen and, gerçekten onurun bir ifadesi olabilir mi?
Yolsuzluğa, yoksulluğa ve yandaşlığa göz yuman, Cumhuriyetin yapıtlarını yok etmeye çalışan, Cumhuriyetin kurumlarına saldıran, hukukun üstünlüğünü hiçe sayan, üniversiteleri cemaatleştirmek isteyen, halkı ile kavga eden, dilini yerinde kullanamayan, dış politikada onurumuzu koruyamayan, ulusal çıkarı savunmada etkin olamayan, AB, IMF, ABD’nin isteği doğrultusunda politika yürüten, BOP’un eş başkanı olma utancını gururla ifade eden bu zihniyetteki birileri, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olmamalıdır. Olmasına da müsaade edilmemelidir!
CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal “Sadece cumhurbaşkanının önünde Türk Bayrağı eğilir…Öcalan’a ‘sayın’ şehitlerimize de ‘kelle’ diyen bir insanın önünde Türk Bayrağı eğilemez, eğilmez, eğilmez…Hangi el, hangi vicdan eğebilir o bayrağı? Cumhurbaşkanı o, onun önünde eğilir, çünkü en temiz, en ahlaklı, en güvendiğimiz, şerefimiz, onurumuz, haysiyetimiz, milli duygularımız, mefahirimiz, tarihimiz, geleceğimiz olacak, öyle birisi gelsin eğelim bayrağımızı” demekle Cumhurbaşkanlığı makamının ne denli önemli ve yüce bir makam olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Sancak bir milletin simgesidir, onurudur, şanıdır. O yalnız Cumhurbaşkanı’nın önünden eğilerek geçer. Bayrağımızın, yeminine sadık bir cumhurbaşkanının önünden eğilerek geçmesi bizi gururlandırır. Tıpkı, Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in önünden geçerken gururlandığımız gibi. Yoksa “parantez içindeki” zihniyetin sahibi bir cumhurbaşkanının önünden al sancağımızın eğilerek geçmesi, Türk Milleti’nin böyle bir zihniyet önünde eğilmesi anlamına gelir. Bu durumda, şerefimiz, onurumuz, gururumuz incinecektir…
Onurumuza sahip çıkalım. Cumhuriyeti “paranteze almadan”, koyu harflerle bir gelecek yazalım milletçe.
Geç olmadan…
(Haber Ekspres, 27 Mart 2007)
20 Mart 2007
23 NİSAN’DA 20 YAŞINDA ÇOCUK! - ZAFER YAPICI
Hepiniz şu planlı ve trajikomik oyunu hatırlarsınız. TBMM Başkanı Bülent Arınç, 2006 yılı 23 Nisan kutlamalarında koltuğunu “çocuk” diye 21 yaşındaki bir İmam-Hatipliye vermişti. 21 yaşındaki bu miniğimiz (!) TBMM kürsüsünden İmam-Hatip kavgasını gündeme getirerek şunları söylemişti: “Bizim önümüze ne koyarsanız koyun, dağlar, taşlar…Bilin ki, biz en zirveye çıkacağız. Dağları taşları da, dünyayı da koysanız en iyi üniversiteleri kazanacağız, en iyi yerlere geleceğiz.” Bülent Arınç da bu mağduriyet edebiyatının ardından “ülkede bir rejim sorunu değil, rejimin sahibi olma tartışması vardır” diyerek Cumhuriyet kurumlarını hedef alan sözler söylemişti. Ardından laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini söyleyerek misyonu bir adım daha öteye taşımıştı!
Değerli okurlarım tüm bu yaşananlar hep bildiğimiz o “takiye mantığıyla” demokrasiye sığınılarak gerçekleştirilmişti. Oysa yapılan demokrasi perdesi arkasında otoriterliğin yüceltilmesinden başka bir şey değildi!
21 yaşındaki miniğimiz, TBMM ile Milli Eğitim Bakanlığı arasındaki bir protokole dayanarak oluşturulan “Türkiye Öğrenci Meclisi”nin bir üyesiydi. Anlatılanlara göre ilk ve orta öğretim öğrencileri arasında yapılan seçimle; yani “demokratik yollarla” bu konuma taşınmış, bu konuşmayı yapma hakkı kazanmıştı. TBMM Başkanı Bülent Arınç, bu oluşumla “çocuklara demokratlığı, demokrasiyi, hür iradeyi, seçme ve seçilme hakkını öğrettiklerini” ifade ediyor, Öğrenci Meclisi’nden yararlanarak “demokrat” kişiliğini de ilan etme gayreti içine giriyordu. Oysa durum anlatılanlardan çok farklıydı. Türkiye Öğrenci Meclisi’nin il temsilcileri seçilirken son sözü söyleme yetkisi uygulamada ilçe milli eğitim müdürleri veya onların belirlediği şube müdürlerindeydi. Bu demek oluyor ki, öğrencilerin demokratik yollarla temsilcilerini meclise göndermesi söz konusu değildi. Ayrıca Türkiye Öğrenci Meclisi’nin yaşı en büyük üyesinin geçici olarak meclis başkanlığını üstlenmesi ve bu konumu nedeniyle 23 Nisan’da meclis kürsüsünden konuşma yapmaya hak kazanması, yaşça büyük olan İmam Hatiplileri bir anda “çocukların sözcüsü” konumuna taşıyordu. Böylece iktidarın takiyeci demokrasi anlayışının “minik” bir örneği Türkiye Öğrenci Meclisi’ne taşınıyordu. Öğrenciler temsilcilerini seçiyor gibi görünüyorlar, ancak kritik nokta olan il temsilcilerini uygulamada başkaları seçiyor; kürsülere ise hep, demokrasi gereği (!) İmam Hatipliler çıkıyordu…
Değerli okurlarım, tabii ki bu sene de istisna olmadı. 23 Nisan 2007’de kutlayacağımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda TBMM’de Türkiye Öğrenci Meclisi’nin 4. toplantısı gerçekleşecek. TBMM Başkanı koltuğuna yine İmam-Hatipli 20 yaşında bir “çocuk” oturacak. “Demokrasi gereği” (!) meclisi yönetip konuşma yapacak…
Şimdi sormamız gerekmez mi?
1. Türkiye Öğrenci Meclisi’ne seçilecek olan il temsilcileri konusunda, son söz söyleme hakkının ilçe milli eğitim veya şube müdürlerine tanınması sizce öğrenci meclisine müdahale değil de nedir? Sizler demokratlığı, demokrasiyi, hür iradeyi, seçme ve seçilme hakkını bu şekilde mi öğretiyorsunuz? Bunun adı da demokrasi oluyor; öyle mi?
2. Öğrenci Meclisi’nin içinden en yaşlısı TBMM geçici başkanı olacak. Medeni Kanun’a göre çocuk olamayacak yaşta; özenle seçilmiş 20 yaşında İmam-Hatip’li, yaşı gereği gerçekten çocuk olanları ne ölçüde temsil edecek? Bu nasıl bir demokrasi mantığı?
3. TBMM’de başkanlık koltuğuna geçici olarak oturacak olan 20 yaşındaki İmam-Hatip’li “çocuk” araç olarak kullanılmıyor mu? Onun üzerinden siyaset yapmak, kendi söyleyemediklerini ona söyletmek, o 20 yaşındaki genci kullanmak anlamına gelmez mi?
4. Tüm bu kurgulanmış süreci demokrasi uygulaması olarak sunmak, bizzat demokrasiyi araç olarak kullanma kurnazlığı değil midir?
Değerli okurlarım, bir zihniyet düşünün 20 yaşındaki erişkinleri siyasal hesaplarla çocuk sayıyor, aynı zihniyet bu çağda 9 yaşındaki kız çocuklarımızı erişkin sayıp, evlenebileceğini ilan ediyor. Tuzla Belediyesi’nin nikah yapan çiftlere dağıttığı kitaplarda yazıyordu bu çarpıklık. Çocuk hakları kürsülere çocuk diye erişkinleri çıkartarak savunulmuyor! 9 yaşındaki kız çocuklarımızın evlenebileceğini iddia ederek savunulmuyor! Çocukları sömürerek savunulmuyor!
Bu etik dışı zihniyete en güzel cevabı M. Kemal Atatürk’ün Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile ilgili şu sözleriyle vermek istiyorum: “Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz.”
Evet, sizlerden çok şeyler bekliyoruz!
(Haber Ekspres, 20 Mart 2007)
13 Mart 2007
ÖNCE İNSAN, KADIN=ERKEK - ZAFER YAPICI
Öncelikle tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü birkaç gün gecikmeli de olsa kutluyor, onların önlerinde saygı ile eğiliyorum. Dilerim Kadınlar Günü'nde yükselen bilinci, yılda sadece bir gün değil, 365 gün aynı duygu, coşku ve hassasiyetle gündemde tutarız...
Değerli okurlarım, benim de içtenlikle katıldığım görüş kadın sorununun sadece bir cinsiyet sorununa indirgenemeyeceği, bir toplum sorunu olarak değerlendirilmesi gerektiği yönünde. CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal'ın de belirttiği gibi "kadın sorunu aslında bir cinsiyet sorunu değildir, kadın sorunu bir toplum sorundur, bir kültür sorunudur, bir temel anlayış, bir değerler sistemi sorunudur. Bunu çözen toplum, çok büyük bir atılım gücünü elde eder, bunu çözememiş olan toplumlar ise çok büyük sorunlarla, sıkıntılarla karşı karşıya kalırlar." Aslında bu sorunun çözülmesi çağdaşlaşmanın hem gereği hem de temel aracıdır. Çağdaşlaşmanın temelinde kadın-erkek eşitliği yatarken, bu eşitliğin sağlanması aynı zamanda toplumsal değişimin diğer alanlarına da etki eder. Kadın-erkek eşitliğinin toplum tarafından benimsenmesi, uygulanması ile barışın, dayanışmanın ve paylaşmanın önü açılabilir.
Kadına destek olmak
Ne yazık ki, cumhuriyet değerleriyle hesaplaşma sürecinde ilerleyen siyasi iktidar, kadın sorununu da "takiye mantığıyla" sözde sahiplenir görünme gayreti içine girerken, aslında bu sorunu "türbana" eşitleyerek çözümsüzleştirmektedir. Cumhuriyetin kadın hakları konusundaki tüm kazanımlarının altını oymaktadır. AKP mantığı kadınlara "pozitif ayrımcılık" gibi bir olumlu ve gerekli yaklaşımı bile "takiye mantığıyla" kullanmaktadır. İktidarın yaklaşımı "pozitif ayrımcılık"ı çarpıtıp, bu kılıfla aslında kadını "ötekileştirmektedir". Oysa, kadınları toplumsal ortamlarda tecrit eden, onları ya erkeklerin arkalarına; "kadınlara özel yapılmış" tesislere, ya da evlerine kapatan anlayışı sahiplenerek kadın hakları savunulamaz. CHP'ye yönelik olarak, "Biz sizin icraatlarınızı biliyoruz. Siyasette ilk kurulan parti sizsiniz de, bugüne kadar acaba kadınımıza ne kazandırdınız?" diyerek cumhuriyetin kadın hakları konusundaki tüm kazanımlarını reddeden bir anlayışla kadın hakları savunulamaz.
Bu süreçte, gerici zihniyetlere karşı kadın hakları mücadelesini yürütecek olanlar yine kadınlarımızdır. Kadınlarımızın yanında yer alan; onlara değer veren, destek olan erkeklerimizdir. Tüm toplumumuzdur. Bu mücadeleyi başarıya ulaştıracak olan azimdir, kararlılıktır, güvendir, dayanışmadır, paylaşmadır ve barıştır.
Kısır döngü
Nasıl mı başaracağız? Hemen söyleyeyim: Gözlerimizi dünyaya açar açmaz bizi ilk kucaklayan, besleyen, hastalanınca başımızda sabahlayan annelerimiz değil mi? İlk sevgiyi, ilk saygıyı, davranış kalıplarını topluma karışmadan önce aile içerisinde anne ve babalarımızdan öğreniriz; öyle değil mi? Yani annemiz ve babamız ilk öğretmenlerimizdir. Çekirdek aile içinde anne ve baba, çocuklarını yetiştirirken cinsiyetleri dolayısıyla çocukları arasında ayrımcılık yaparsa (ben öyle yetiştirildim görüşüyle); erkek çocuklarını ön plana çıkarıp kız çocuklarını ikinci plana iterse;
· Erkek çocuk kendinin güçlü olduğunu,
· Kızların ve kadınların ikinci planda kaldığını,
· Onların kendinden farklı ve erkeklerini hizmetinde olduğunu,
· Her kararın kendisi tarafından verileceğini, kadının ve kızın itiraz hakkı ve görüşü olmadığını düşünmeye başlar.
Bu kültürle yetişen çocuklar sosyal hayata atıldığında aynı alışkanlıklarını okulda, iş yerinde ve devlet kademelerinde hatta ülke yönetiminde de sürdüreceklerdir. Kısır döngü devam ettikçe, kadın-erkek eşitsizliği devam edecektir. Ülkemizde bu çarpıklık ne yazık ki karşı devrim sürecinde toplumsal bağlamda yüceltilmiş, kadın, Mustafa Kemal Türkiyesi uygulamasının aksine ötekileştirilmiştir. Şimdi kadını ötekileştiren uygulamalarla mücadele edecek toplumsal ve siyasi iradeye ihtiyaç var!
Hoşgörü sahipleri
Değerli okurlarım, kadınıyla erkeğiyle ayırım yapmadan insan olarak; eşitler olarak bu dünyayı yeniden kurabiliriz. Şimdiden başlayarak her çekirdek ailede kız ve erkek çocuklarını eşit olarak görüp, davranış ve hareketlerimizi, paylaşmaya, dayanışmaya, barışa, sevgiye, saygıya, hoşgörüye, yani aile içi demokrasiye dayalı bir kültür anlayışına uygun şekle dönüştürmeliyiz. Bu anlayış içinde yetişen çocuklarımız sosyal hayatın ve ülke yönetimlerinin her kademesinde olumlu alışkanlıklarını sürdürecek ve kardın-erkek eşitsizliği kendiliğinden kaybolacak ve o zaman kadını ve erkeği ile eşit bir Türkiye hedefimiz gerçekleşmiş olacaktır.
Ne dersiniz? Şimdiden o hedefe doğru koşmaya başlayalım mı?
Sloganımız "önce insan" olmalıdır.
(Haber Ekspres, 13 Mart 2007)
Değerli okurlarım, benim de içtenlikle katıldığım görüş kadın sorununun sadece bir cinsiyet sorununa indirgenemeyeceği, bir toplum sorunu olarak değerlendirilmesi gerektiği yönünde. CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal'ın de belirttiği gibi "kadın sorunu aslında bir cinsiyet sorunu değildir, kadın sorunu bir toplum sorundur, bir kültür sorunudur, bir temel anlayış, bir değerler sistemi sorunudur. Bunu çözen toplum, çok büyük bir atılım gücünü elde eder, bunu çözememiş olan toplumlar ise çok büyük sorunlarla, sıkıntılarla karşı karşıya kalırlar." Aslında bu sorunun çözülmesi çağdaşlaşmanın hem gereği hem de temel aracıdır. Çağdaşlaşmanın temelinde kadın-erkek eşitliği yatarken, bu eşitliğin sağlanması aynı zamanda toplumsal değişimin diğer alanlarına da etki eder. Kadın-erkek eşitliğinin toplum tarafından benimsenmesi, uygulanması ile barışın, dayanışmanın ve paylaşmanın önü açılabilir.
Kadına destek olmak
Ne yazık ki, cumhuriyet değerleriyle hesaplaşma sürecinde ilerleyen siyasi iktidar, kadın sorununu da "takiye mantığıyla" sözde sahiplenir görünme gayreti içine girerken, aslında bu sorunu "türbana" eşitleyerek çözümsüzleştirmektedir. Cumhuriyetin kadın hakları konusundaki tüm kazanımlarının altını oymaktadır. AKP mantığı kadınlara "pozitif ayrımcılık" gibi bir olumlu ve gerekli yaklaşımı bile "takiye mantığıyla" kullanmaktadır. İktidarın yaklaşımı "pozitif ayrımcılık"ı çarpıtıp, bu kılıfla aslında kadını "ötekileştirmektedir". Oysa, kadınları toplumsal ortamlarda tecrit eden, onları ya erkeklerin arkalarına; "kadınlara özel yapılmış" tesislere, ya da evlerine kapatan anlayışı sahiplenerek kadın hakları savunulamaz. CHP'ye yönelik olarak, "Biz sizin icraatlarınızı biliyoruz. Siyasette ilk kurulan parti sizsiniz de, bugüne kadar acaba kadınımıza ne kazandırdınız?" diyerek cumhuriyetin kadın hakları konusundaki tüm kazanımlarını reddeden bir anlayışla kadın hakları savunulamaz.
Bu süreçte, gerici zihniyetlere karşı kadın hakları mücadelesini yürütecek olanlar yine kadınlarımızdır. Kadınlarımızın yanında yer alan; onlara değer veren, destek olan erkeklerimizdir. Tüm toplumumuzdur. Bu mücadeleyi başarıya ulaştıracak olan azimdir, kararlılıktır, güvendir, dayanışmadır, paylaşmadır ve barıştır.
Kısır döngü
Nasıl mı başaracağız? Hemen söyleyeyim: Gözlerimizi dünyaya açar açmaz bizi ilk kucaklayan, besleyen, hastalanınca başımızda sabahlayan annelerimiz değil mi? İlk sevgiyi, ilk saygıyı, davranış kalıplarını topluma karışmadan önce aile içerisinde anne ve babalarımızdan öğreniriz; öyle değil mi? Yani annemiz ve babamız ilk öğretmenlerimizdir. Çekirdek aile içinde anne ve baba, çocuklarını yetiştirirken cinsiyetleri dolayısıyla çocukları arasında ayrımcılık yaparsa (ben öyle yetiştirildim görüşüyle); erkek çocuklarını ön plana çıkarıp kız çocuklarını ikinci plana iterse;
· Erkek çocuk kendinin güçlü olduğunu,
· Kızların ve kadınların ikinci planda kaldığını,
· Onların kendinden farklı ve erkeklerini hizmetinde olduğunu,
· Her kararın kendisi tarafından verileceğini, kadının ve kızın itiraz hakkı ve görüşü olmadığını düşünmeye başlar.
Bu kültürle yetişen çocuklar sosyal hayata atıldığında aynı alışkanlıklarını okulda, iş yerinde ve devlet kademelerinde hatta ülke yönetiminde de sürdüreceklerdir. Kısır döngü devam ettikçe, kadın-erkek eşitsizliği devam edecektir. Ülkemizde bu çarpıklık ne yazık ki karşı devrim sürecinde toplumsal bağlamda yüceltilmiş, kadın, Mustafa Kemal Türkiyesi uygulamasının aksine ötekileştirilmiştir. Şimdi kadını ötekileştiren uygulamalarla mücadele edecek toplumsal ve siyasi iradeye ihtiyaç var!
Hoşgörü sahipleri
Değerli okurlarım, kadınıyla erkeğiyle ayırım yapmadan insan olarak; eşitler olarak bu dünyayı yeniden kurabiliriz. Şimdiden başlayarak her çekirdek ailede kız ve erkek çocuklarını eşit olarak görüp, davranış ve hareketlerimizi, paylaşmaya, dayanışmaya, barışa, sevgiye, saygıya, hoşgörüye, yani aile içi demokrasiye dayalı bir kültür anlayışına uygun şekle dönüştürmeliyiz. Bu anlayış içinde yetişen çocuklarımız sosyal hayatın ve ülke yönetimlerinin her kademesinde olumlu alışkanlıklarını sürdürecek ve kardın-erkek eşitsizliği kendiliğinden kaybolacak ve o zaman kadını ve erkeği ile eşit bir Türkiye hedefimiz gerçekleşmiş olacaktır.
Ne dersiniz? Şimdiden o hedefe doğru koşmaya başlayalım mı?
Sloganımız "önce insan" olmalıdır.
(Haber Ekspres, 13 Mart 2007)
07 Mart 2007
ENGELLER VE ENGELLİLER - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, bu hafta toplumsal duyarlılık konusuna iyi bir örnek olacağına inandığım başımdan geçen bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum. İki hafta önce Şirinyer pazarına uğramıştım. Alışveriş ertesinde, otobüs durağına yöneldim. Otobüsün durağa yanaşmasıyla birlikte durakta bir yığılma yaşanıyordu. O arada tekerlikli sandalyesi ile otobüsün arka kapısına yaklaşmaya çalışan ama otobüse bir türlü binemeyen bir bayan gördüm. Kalabalık içinde tek başınaydı! Beklediğim otobüsün gelmesine rağmen binmeyip onun yanına doğru ilerlemeye başladım. Ellerimde poşetlerim vardı. On dakika kadar bekledim. Sonra tekerlekli sandalyede oturan bayanın beklediği otobüsün geldiğini arka kapıya doğru yeniden hareketlenmesiyle anladım. Kapı açıldı ama yardım eden yoktu.
Kimseden yardım istemeden kendi gücüyle binmek istiyordu tekerlekli sandalyesi ile birlikte. Tabii ki binemiyordu. Herkes şaşkın gözlerle bayanın hareketlerini izliyordu. Ellerimdeki poşetleri yere bırakıp, sandalyenin bir yerinden tutarak, içerdeki beylerden yardım istedim. İki kişi, aşırı gayretimizle bayanı otobüsün içine taşıdık. Ardından bayan gülen yüzüyle bizlere teşekkür etti. Dönüp yere bıraktığım poşetlerimi alacaktım ki, ne göreyim? Poşetlerin içindekiler yere dağılmıştı. Poşetleri toplayıp etrafıma baktığımda, herkes bana bakıyordu, tıpkı tekerlekli sandalyedeki hanımı otobüse yerleştirirken baktıkları gibi...
Aman Allahım! Bu insanlara ne oldu?... Biz toplum olarak böyle miydik?....
Değerli okurlarım, yaşamımızın akışında bir engele takılmadığımız zaman nasıl mutlu oluyorsak, yarınlarımıza güvenle bakıyorsak; bir engelle karşılaştığımız zaman gülen yüzümüz gülmez olur, yarınlarımıza güvenle bakamaz oluruz, öyle değil mi? Demek ki, "engel" mutsuzluğun, umutsuzluğun simgesi haline gelmiş. O halde irademiz içinde ya da dışında, yaşamı bizlere, yanımızdakilere zindan eden engelleri ortadan kaldırmak için çaba göstermemiz gerekmiyor mu?
Bir kısır döngünün içindeyiz. Toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak hizmetler, çözümler üretilirken önce "normal" olarak tanımlanmış insanlar (!) için harekete geçiliyor, (gerçi son zamanlarda "normalin" sadece iktidar yandaşı olanları/olabilecekleri için) "ötekileştirilmişler" için yapılacaklar sürekli belirsiz tarihlere erteleniyor. Böylece, eksik, bir o kadar da çarpık uygulamalarla toplumun bir bölümü dışlanıyor. Dışlanan bu kesim toplumla bütünleşemeyince mutsuzluklar, umutsuzluklar büyüyor. Dedim ya, bu bir kısır döngü. Bunu kırmanın yolu insanları mutsuz edecek engelleri ortadan kaldıran uygulamaları yapacak, toplumun tüm bireylerini ayrımsızca "görecek" bir anlayışı önce toplumca sahiplenmekten, sonra da bu anlayışı yönetim kademelerine taşımaktan geçiyor. Bir başka ifadeyle, "özürlünün" karşılaştığı engelin temelinde, sahip olunan "özür" değil; özrün yarattığı farklılığı bahane eden toplumun geri kalanının ve sosyal devlet anlayışını rafa kaldırmaya yeminli iktidarların "özürlüye" karşı geliştirdiği engelleyici tutumlar yatıyor. Sorunun çözümü ise toplum olarak "davranışsal özürlerimizin" farkına varıp, bu tutumlardan süratle uzaklaşıp, bütünleşmekten geçiyor...
Nüfusumuzun %12'si engelli. Bu yaklaşık 8 milyon insan demek. Bu insanların 2 milyon 250 bini konuşma, 890 bini ortopedik, 380 bini işitme, 127 bini görme engelli. 650 bin kişinin sürekli hastalığı var. 1 milyon 270 bini eğitilebilir zeka özürlü. Eğitim olanaklarından yararlananların sayısı sadece 45 bin!...Ya çalışma olanağı bulamayanlar?...
Türkiye'ye gelen bir yabancıya "8 milyon engellimiz var" dediğimizde inanmayacaktır. Hatta kendi insanımız bile inanmayacaktır. Neden mi? Hemen söyleyeyim: Sokaklarda ve caddelerde ne çok engelli görebilirsiniz ne de onların rahatça gezip dolaşacağı, hayatını devam ettireceği çevresel olanakları. İşte bu yüzden bu kadar engelli evlerinden dışarıya çıkamamaktadır. İşte bu yüzden onlar toplumun gözünden kaçmaktadır. Bu olguyu özellikle gündeme taşımalıyız...
Değerli okurlarım, hem engellilerin, hem de engelsizlerin mutlu olmasını, umut dolu olmasını istiyorsak toplum olarak tüm engelleri ortadan kaldırarak, kendi gerçeklerimizle birlikte (yaşlımızla, engellimizle, kimsesizimizle...) yaşama iradesini gösterip, onlara sahip çıkmalıyız. Bakıp da görmemek, görüp de bakmamak olmamalıdır yaşantımız. Yurttaşlar olarak, yönetimler olarak, medya ve sivil toplum örgütleri olarak bakmalıyız, görmeliyiz ve gereğini dayanışma içinde yapmalıyız... Yapanlara da destek verip, teşekkür etmeliyiz.
Açıkça söyleyelim. Engeli kaldırmayı düşünmeyen, o davranışı sergilemeyen zihniyetler, yaşayan "canlı birer engeldir."
Engelsiz bir yaşamı, tüm engelliler ile el ele sürdürmek dileğiyle...
(Haber Ekspres, 6 Mart 2007)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)