30 Ekim 2007

SÖMÜRÜLEN KAYNAKLARIMIZ...-ZAFER YAPICI

Ovalarıyla, dağlarıyla, platolarıyla, deltalarıyla, akarsularıyla, gölleriyle, denizleriyle, ormanlarıyla, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, iklimiyle, bitki örtüsüyle, tüm canlı türleriyle çok özel bir ülke Türkiye...

Türkiye'nin özgünlüğüne benzersiz jeopolitik konumunu da ekleyebiliriz.
Biz, bu topraklarda yüzlerce yıl din, dil, ırk, mezhep farklılıkları gözetmeksizin yaşadık. 85 yıldır da Türk Milleti kimliğiyle, Türkiye Cumhuriyeti'nin eşit yurttaşları olarak yaşıyoruz.

Güzel ülkemizde yıllardır sevincimizi de üzüntümüzü de paylaştık. Birlikte güldük, birlikte ağladık. Bağımsızlık için, özgürlük için sömürüye karşı birlikte savaş verdik...

Üstelik bu savaşı tüm dünyanın sömürülen uluslarına örnek bir biçimde kazandık.
Oysa şimdi hem doğal kaynaklarımız hem de insan kaynaklarımız sömürülmekte. Adeta kurumakta, kurutulmakta!

Mustafa Kemal, Türkiye'si insan kaynaklarıyla doğal kaynaklarını verimli kullanarak "on yılda on beş milyon genç" yetiştirmişti. Aydınlanma devrimiyle, tarımdan sanayiye, eğitimden sağlığa, kültürden hukuka her alanda modern bir ulusun doğuşu sağlanmıştı...

Şimdi aydınlanma devriminin altı oyulmakta. Bilim yuvaları tarikat yuvalarına dönüştürülmeye çalışılmakta. Borca dayalı bir ekonomi modeli gereğince tarım desteklenmemekte, aksine çökertilmekte. Ulusal sanayinin sözü bile edilmiyor. Milli Eğitim milli olmaktan her geçen gün biraz daha uzaklaştırılıyor. Sağlık terk edilmiş. Sosyal devlet unutulmuş. Kültür, alt kültürlülük düzlemine indirgenmiş. Hukuk siyasal iktidarın her yeni girişiminde ayaklar altına alınıyor.

Şimdi Kemalizm'i oluşturan tüm değerlerin Anayasa'dan çıkartılarak tek tek yok edilmesinin planları yapılmakta. Cumhuriyetin stratejik önem taşıyan kurumları özelleştirme adı altında yabancılara satıldı, satılmakta. Çıkarılan yasalarla da bu satışlar desteklenmekte. Örneğin Maden Yasası, Petrol Yasası...Son olarak 2B Yasası çıkartılarak doğal kaynaklarımız talan edilmek isteniyor...

İlk başta da ormanlarımız...

Peki Anayasa bu konuda ne diyor? 169.mad. - Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.
Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.

Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz.

Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz.

Değerli okurlarım, küresel güçler ve onun işbirlikçileri hem doğal kaynaklarımızı hem de insan kaynaklarımızı sömürmek, kurutmak için ellerinden gelenleri yapmaktadırlar.

Bu konuda Hikmet Çetinkaya'nın 29.08.2007 tarihli köşe yazında Metalürji Yüksek Mühendisi, İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman'ın tespitleri şöyle aktarılıyor: "Çokuluslu şirketlere verilen maden arama ve işletme ruhsatları, Osmanlı dönemindeki kapitülasyonlardan sonra Anadolu topraklarının karşılaştığı en büyük gözdağıdır. Cumhuriyetimizin 100. yılını görmeden topraklarımızın beşte birini yitirdik. 150 bin kilometre kareye ulaşan maden ruhsat alanları, silahlı yabancı işgalinden daha büyük tehlikeyi ifade ediyor. Bu ruhsatlar maden arama adı altında özellikle ormanların, sulak alanların, yeraltı sularının ve jeotermal yatakların yabancı ipoteğine ve keyfine bırakılması anlamına geldiğinden, salt ekonomik değil, aynı zamanda ekolojik bir talanın icazet belgesidir."

İşte size bir örnek. Kaz Dağları yok oluyor! Altın arama çalışmaları nedeniyle Kaz Dağları'nda ekolojik denge tehdit altında! Dahası mı; Çanakkale, İzmir, Balıkesir, Artvin, Samsun, Antalya'nın ekolojik dengeleri gittikçe bozuluyor...

Yapılması gereken en acil iş; talana izin veren; doğal varlıkların korunması ve geliştirilmesi ve toplum sağlığının korunmasıyla ilgili tüm anayasal hükümleri etkisiz hale getiren mevcut Maden Yasası'nın ve 2B arazileri ile ilgili çıkartılması planlanan yasal düzenlemelerin ekolojik ve ulusal gereklilikler çerçevesinde gözden geçirilmesi. Verilen arama ve işletme izinlerinin geri alınması. "Orman vasfını yitirmiş" denilen alanların satışının durdurulması.

Böylelikle ekolojik dengenin bozulmasını bir nebze önlemiş oluruz...

Değerli okurlarım, ormanların, yeraltı sularının ve jeotermal yatakların, su kaynaklarının, maden alanlarının kullanımı ve işletilmesi noktasında ulusal çıkarlarımız doğrultusunda ekolojik dengeyi bozmayacak ulusal politikalar üretilmelidir.

Küresel güçler ve onun içerdeki işbirlikçileri önce insan kaynaklarımızı sömürüyor, kurutuyor, onları etkisiz hale getiriyor; ardından yukarıda anlatıldığı gibi doğal kaynaklarımızı sömürüp kurutarak ekolojik dengemizi de talan ediyorlar.

Değerli okurlarım, önce insan kaynaklarımızın sömürülmesini ve kurutulmasını önleyip, "doğal kaynaklarımızı gören ve koruyan gözleri" yaratmalıyız. Eğer insan kaynaklarımızı göremez duruma getirenleri fark edemezsek, gerekli tedbiri alamazsak, kendi doğal kaynaklarımızın talanının bile farkına varamaz duruma geliriz ki o zaman ekolojik yıkımın altında ne içecek suyumuz ne nefes alacak havamız, ne de besleneceğimiz toprağımız kalır...

Küresel ısınma başta olmak üzere ekolojik sorunları yaratan, küresel efendiler ve onların uşaklarının açgözlülüğüdür...

Mücadele için her şeyden önce bu gerçeği görmek gerekir!

Haber Ekspres, 30 Ekim 2007

24 Ekim 2007

BİZİM "ÖZEL" KAHRAMANLARIMIZ - ZAFER YAPICI

4 Mart 2007 tarihli Haber Ekspres Gazetesi'nde yer alan "Engeller ve Engelliler" başlıklı köşe yazımın sonunda şu ifadeyi kullanmıştım: "Engellilerin önündeki engelleri kaldırmayan her zihniyet yaşayan birer engeldir."

Değerli okurlarım, engelli sporcuların yarıştığı 12. Dünya Yaz Özel Olimpiyat Oyunları 2-11 Ekim 2007 tarihleri arasında Çin'in Şangay kentinde yapıldı. Oyunlara Türkiye atletizm, basketbol, bowling, jimnastik, futbol, voleybol, masa tenisi ve yüzme branşlarında; 62 sporcu, 16 antrenör, bir kafile başkanı, bir kafile başkan yardımcısı olmak üzere 80 kişi ile katıldı.

25 dalda engelli sporcuların yarıştığı Olimpiyat Oyunları'na 167 ülkeden 7 bin sporcu, 40 bin gönüllü, 3 bin 500 etkin görevli iştirak etti.

Bu olimpiyatlarda engelli sporcularımız 15 altın, 22 gümüş ve 18 bronz olmak üzere toplam 55 madalya alarak Çin'de gönderlere al bayrağımızı defalarca çektirdiler. Farklı branşlarda İstiklal Marşımızı defalarca dinlettiler...

İşte medyanın üzerinde pek durmadığı, büyük oranda umursamadığı ulusal spor kahramanlarımızın başarıları...

Günümüzde ne yazık ki televizyon kanallarında, "televole kültürünün" esir aldığı programlar, engelli kardeşlerimizin gösterdiği uluslararası başarılardan daha çok sahipleniliyor. Gazetelerin büyük bir kısmı ise duyarsızlaşmış...

Neden Türk milletinin göğsünü kabartacak bu başarılar anlatılmıyor; neden televizyonlarda gösterilmiyor? Neden başarılara yazılı basında yeterince yer verilmiyor? Başarılı olan engelli sporcularımız neden kamuoyuna tanıtılmıyor? Neden onların sevinçlerini, aslında kendi sevincimizi paylaşmakta bu kadar cimri davranıyoruz? Neden?...

Milyon dolarların döndüğü profesyonel futbol karşılaşmalarının haberleri istisnasız her gün her televizyon kanalının ekranını süslüyor. Gazetelerin manşetleri futbol maçlarının skorlarından oluşuyor. Profesyonel sporcuların özel hayatlarını bile halkın önüne getiren medya, neden bizim gerçeklerimiz olan engelli kardeşlerimizin uluslararası başarılarını aktarmakta bu kadar çekingen kalıyor?

Gökay Aydemir, Durducan Nevruz, Kezban Melike Özer, Fatih Türkmen, İsmail Cem Alev, Özlem Turanlı....

Bu isimleri hiç duydunuz mu?

Oysa onlar bizim "ulusal kahramanlarımızdır". Onlar kahraman olarak pazarlanan sporcu müsveddeleri gibi balondan kahramanlar değil, bizim ulusal kahramanlarımızdır...

Çünkü; onlar sağlıklı bir insanın bile ulaşmada güçlük çektiği başarılara ulaşmışlardır. Olanaklar sunulup, önlerindeki engeller kaldırıldığında engellilerin neler yapabileceklerini ispatlamışlardır.

İşte bu yüzden onlar her engelli yurttaşımız için birer umut olacaklardır. Onların başarıları, büyütülecek bir hedeftir. Onların başarıları engelleri aşmada daha büyük bir özgüven aşılayacaktır engellilerimize...

Size olimpiyattan birkaç örnek:

· Gökay Aydemir 10 yaşında en genç milli jimnastikçimiz.
· Durducan Nevruz 15 yaşında. Down sendromlu. 100 metre sırtüstü Olimpiyat şampiyonu olup al bayrağımızı göklere çıkardı.
· Kezban Melike Özer uzun atlama dalında gümüş madalya aldı.
· Fatih Türkmen ve İsmail Cem Alev yüzmede gümüş madalya aldılar.
· Özlem Turanlı yüzmede bronz madalya aldı.
· Bowling takımımız da 191 puanla Özel Olimpiyat tarihinin rekorunu kırarak olimpiyat şampiyonu oldu. Ve diğer başarılar...

15 altın, 22 gümüş ve 18 bronz madalyayı Türk milletine kazandıran sevgili sporcularımıza, onları yetiştiren antrenörlerine, çalışma ortamını sağlayan tüm yetkililere sevgilerimi ve saygılarımı gönderiyorum.

Geride o kadar çok Gökaylar, Durducanlar, Kezbanlar, Fatihler, İsmailler, Özlemler...var ki. Onlar için ne yapılacak? Kim yapacak? Ne zaman yapacak? Nasıl yapacak? Nerede yapacak?...

Bu evlatlarımızın "sadaka veren devlete" değil; onları kucaklayacak "sosyal devlete" ihtiyaçları var. Hepimizin olduğu gibi...

Cumhurbaşkanı'na, Meclis Başkanı'na, Başbakan'a ve bakanlara seslenmek istiyorum. Olimpiyatlarda 15 altın, 22 gümüş ve 18 bronz madalya alarak 15 defa İstiklal Marşımızı dinleten 55 kez al bayrağımızı göndere çektiren engelli kahramanlarımızın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nın simgesi olarak kabul edilmelerini, engelli sporcularımızın Cumhuriyetimizin 84. yılının "Altın Çocukları" ilan edilmelerini, bu "kahramanların" devlet güvencesine alınmalarını talep ediyor, umuyor ve bekliyorum.

Asıl onların cumhuriyete ihtiyacı var. Cumhuriyetin varlığını ve gerçek anlamını onlara hissettirmek sizlerin birinci görevi...

"CUMHURİYET KİMSESİZLERİN KİMSESİDİR..."

Mustafa Kemal Atatürk

(Haber Ekspres, 23 Ekim 2007)

17 Ekim 2007

GÖRSEL ÖRGÜTLENME MODELİ: TÜRBAN - ZAFER YAPICI

Üniversiteli kız öğrencilerle iftarda buluşan Erdoğan "En büyük dileğim başı kapalı kızlarımızla başı açıkların el ele dolaştığı bir üniversite, bir ülkedir. Bunun için uğraşıyoruz. Bunu çözmek en büyük aşkımdır" demişti...

Değerli okurlarım, şimdiye kadar "türban" hakkında yazılan, söylenen, yaşanan her şeyi şöyle gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçirin. Ve sonra yukarıdaki sözleri bir kez daha okuyun ve düşünün...

Türkiye'nin bunca sorunu varken neden türban önce "bir sorun", sonra da "öncelikli sorun" haline getirilmeye çalışılıyor? Bu soruyu siyasi, kültürel, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik yönlerden değerlendirmeliyiz.

Hepiniz şahit oluyorsunuz. Çeşitli yollarla türbanın "dini bir simge", "dinin bir gereği" olduğu mesajı veriliyor. Müslümanların başına taktığı bir örtü olarak sunuyorlar türbanı.

Aynı zamanda, türban yerine başörtüsü sözcüğünü kullanmaya son zamanlarda daha fazla önem veriyorlar. Türbanın içeriğini başörtüsü sözcüğünün tanımına yerleştirmek istiyorlar.

Çünkü Anadolu kadınına "türban Müslüman kadınların başlarını örtükleri örtüdür" derseler onları yanlarına çekemeyeceklerini biliyorlar. Gelenekleri ve görenekleri gereği başörtüsü takan Anadolu kadınlarını kendi saflarına çekmek için hakim oldukları medya ve tarikat ağlarını kullanarak "başörtüsü Müslüman kadınların başlarını örttüğü örtüdür" demeye başladılar. Bunu yapmakla türbanla başörtüsünün aynı şeyler olduğunu Anadolu kadınlarına benimsetmeye çalıştılar. "Bizim örtünmemize izin verilmiyor, size de verilmeyecek" mesajı verip Anadolu kadınlarının kafalarını karıştırarak amaçlarına ulaşmak istemekteler.

Anadolu kadını bu oyunlara gelmeyecektir. Türban siyasi bir simgedir, başörtüsü ise Anadolu kadınının gelenek ve görenekleri uyarınca taktığı bir örtüdür. Hepimizin anaları, nineleri başörtüsünü bu kültürle takmaktadır. Aradaki farkı çok iyi bilmemiz gerekir.

Değerli okurlarım, siyasal iktidar türbanı başörtüsü biçiminde sunmak konusunda gayretlerini arttırırken, diğer yandan da türbanı görsel bir örgütlenme modeli haline getirmiştir.



Türbanı görsel örgütlenme modeli haline getirme stratejisinin iki ayağı vardır. Birincisi, türbanı bir "hoşgörü" resmi biçiminde sunmak, türban takanların, takmayanlara da hoşgörülü olduğu mesajını vermektir. Bu mesajı vermenin temel yolu, türban takanlarla takmayanları bir arada göstermektir. Aynı zihniyette olan biri başı açık diğeri türbanlı iki bayanın birlikte dolaşması kullanılan temel yöntemdir. Görsel olarak halkı bu resme alıştırarak, "bakın işte başı açık da türbanlı da kol kola girmiş dolaşıyorlar, anlaşıyorlar ne var bunda; işte biz bunu istiyoruz" mesajını vermek istiyorlar. Toplumsal düzlemde "türbanı içimize sindirelim. İşte toplumda başı açık da başı kapalı da beraber dolaşıyor, bir sorun olmuyor" biçiminde özetlenebilecek bir kabullenme yaratmanın gayreti içindeler.

İkincisi, eşzamanlı olarak, türbanın her alanda kabul gördüğünü toplumun bilinçaltına yerleştirmeye çalışıyorlar. Türbanlı kadınların çoklu gruplar halinde dolaşarak herkesin dikkatini çekecek görsel-psikolojik baskı uygulamaları bu konuda ne denli örgütlü çalıştıklarının bir göstergesidir.

Değerli okurlarım, bu örgütlü çalışmanın altında kişisel çıkarın korunduğu ve giderek çoğaldığı da bir gerçektir. Yapılan, yoksul bırakılan toplumsal tabakaların çıkar uğruna kandırılarak, siyasal amaçlar için kullanılmasıdır.
Türbanın bir görsel örgütlenme modeli olarak yeniden üretiminin en acı biçimde gerçekleştirildiği yerler okullar olmaktadır. Okul bahçesinde türban takan öğretmenlerin, sınıfa girerken türbanlarını çıkarmaları...Bazı öğretmenlerin, her gün okula tarikat gazeteleri getirip, gün boyu öğretmen odasında masanın üzerine bırakmaları, öğrencilere Said-i Nursi kitapçıklarını bedava olarak dağıtmaları, üstelik bu kitapları rehberlik derslerinde okutmaları...Bu dinci öğretmenlerin ramazanda her gün bir başka öğrencinin evinde iftara gitmeleri...Tüm bunlar dinselliğin görsellik üzerinden yeniden üretilmesini sağlarken, öğrencilerin okul ortamında karşılaştıkları baskıyı da ortaya koymaktadır.

Türlü oyunlarla halkı yanına çekmeye çalışan siyasal iktidar bir de "demokrat" gömleği giyiyormuş görünerek resmi tamamlamaktadır. Türbanın tüm kamusal alanlarda takılmasını sağlayacak çok hassas maddeleri anayasaya yerleştirmeye cesaret edemeyen, halkın ve CHP'nin tepkisinden korkan iktidar; bu engeli referandum yoluyla aşmaya niyetli... RTE, "...Türkiye bundan böyle referandum kültürüne alışmalıdır. Öyle konular gündeme gelecek ki, bu konuları sahibine götüreceğiz. Sahibi millettir. Türkiye'nin buna alışması lazımdır..." (6.10.2007) diyor. RTE iktidarı kararlı. Halkın dinsel kimi nüansları içeren yasalara karşı çıkmayacağını hesap ederek referandumlar yoluyla siyasal İslamı daha da yerleştirmek istiyor.

İşin özü siyasal iktidar ve yandaşlarının tıpkı demokrasiyi araç olarak gördükleri ve kendi lehlerine kullandıkları gibi şimdi de referandumu aynı şekilde kullanacak olmalarıdır. Önemli olan nokta budur. Halkımız bu noktaya çok dikkat etmeli, oyuna gelmemelidir!

Toplumun her kesiminde yaygınlaşan türbanın asıl amacı; mensup oldukları siyasi kimliğin örgütlülüğünü görsel olarak toplumun önüne koyup biz güçlüyüz mesajı vermektir. Korku salıp sindirmektir, kabullendirmektir, umutsuzluğa itmektir, baskı yapmaktır.

Türban siyasi bir örgütlenmenin simgesidir. Siyasal İslamın toplum içindeki örgütlü gücünü gösteren canlı simgedir. Toplum içinde her saniye, her dakika, her saat AKP'yi hatırlatacak görsel bir siyasi simgedir. En tehlikeli yanı bu simgenin dindarlık kılıfı altında sergileniyor olmasıdır.

Değerli okurlarım, hangi siyasi partiyi gün boyu her an hatırlarsınız kendinize bir sorun! Hangi değerinizi, hangi sevdiğinizi her an her saniye hatırlasınız? Oysa türbanı sabah kalktığınızda sokağa çıkar çıkmaz, otobüste, işte, yaşamımızın her alanında görürüsünüz ve o size AKP'yi ve zihniyetini hatırlatır. Zaten amaçlanan da budur! İşte siyasal, sosyal, psikolojik, kültürel, ekonomik baskı, işte Atatürk ilke ve devrimlerine baskı, işte demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne baskı...

Dünyanın en kestirme siyasi örgütlenme modeli, AKP modeli; "GÖRSEL ÖRGÜTLENME MODELİ OLAN TÜRBANDIR".


(Haber Ekspres, 16 Ekim 2007)

09 Ekim 2007

DÜPEDÜZ DEVLET BASKISI - ZAFER YAPICI

Anayasa ve Atatürk ilke ve devrimlerine baskı:

* "Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm'i almış ve kitlelere zorla dikte ettirmiştir."

Demokrasiye baskı:

* "Bence demokrasi bir amaç değil, bir araçtır."

* "Amaca ulaşmak için gerekirse papaz cüppesi giyerim."

Üniter devlete baskı:

* "Türkiye Cumhuriyeti'nde 27 etnik grup yaşamaktadır. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir."

* "Türkiye Türklerindir gibi tezler yanlıştır."

* "Osmanlı eyaletler sistemi gibi bir sistem Türkiye'de uygulanabilir."

Laik devlete baskı :

* "Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu. Sen bunu önüne geçemezsin ki."

* "Malezya'yı bilmeden konuşuyorsunuz."

* "Türkiye'de cumhuriyetin sonu geldi, laik sistemi değiştireceğiz."

Ulus devlete baskı:

* "Türklük bir alt kimliktir."

* "Ancak bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir, aksi taktirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir."

* "Yahu, milletin bütünlüğü 'ne mutlu Türküm diyene' ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı 30'u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir araya getirdi. Biz de inanç birliğiyle tutacağız."

Hukuk devletine baskı:

* "Türkiye'deki hukuk, yani medeni, ceza, ticaret hukuku halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte edilmiştir."

* Danıştay'a, Yargıtay'a "diyanete sor", Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne "ulemaya sor" demek...

Bu sözler AKP'nin liderlerine aittir. Bir anlayışın icraatlarının temel referanslarıdır...

Değerli okurlarım, devlet aygıtını kullanarak toplumsal, siyasal ve ekonomik düzlemlerde üretilen diğer baskılardan bazıları şunlardır:

Sosyal devlete baskı:

* Sadaka kültürü.

* Devrim tarihi ders kitaplarından Lozan Antlaşması'nın başarısına ilişkin bölüm ile halifeliğin kaldırılmasının önemine ilişkin bölümlerin çıkarılması.

* Lise son sınıfta okutulan İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ders kitabından Şeyh Sait'in tarikat lideri olduğu ifadesinin çıkarılması. Eski ders kitabında Şeyh Sait Ayaklanması konusunda "isyancıların elebaşları yakalandı" denilirken yeni ifadede "isyancıların ileri gelenleri yakalandı" denilmesi.

Anayasaya baskı :

* Sırtını Atatürk ilke ve devrimlerine dönen bir anayasa özlemi.


Okula baskı :

* "Türbanlıların eğitim özgürlüğü" tartışmasının medya ve iktidar kanallarıyla pompalandığı bir süreçte Ankara-Çankaya'daki Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulu'nun bahçesine " Hiç kimse başkasının öğrenme hakkını engelleyemez" yazılı afiş asılması ya da astırılması.

* Muğla'da Gazi Anadolu Lisesi öğrencilerinin dersliklerin yetersiz kalması üzerine okulun koridorlarında, spor salonunda, çamaşırhanede ve açık havada olumsuz şartlarda eğitim almak zorunda kalmaları. (Anadolu Meslek ve Kız Meslek Lisesi Okul Aile Birliği Başkanı Nuray Aydın, "Yetkililer bu soruna 3 yıldır bir çözüm bulamadılar. Milli Eğitim Müdürü bu konuyu görüşmek bile istemedi" demişti.)

* Kıbrıs'ta ilk Türk hava şehidi olarak tarihe geçen Cengiz Topel'in adının verildiği Antalya'daki okulun tabelası değiştirilmesi.

Mahalle baskısı:

* Alibeyköy Prof.Dr. Kaya Gürsel İlköğretim okulunda öğrenci ve velilere ilahiler eşliğinde iftar yemeği verilmesi. (İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü, konuyla ilgili herhangi bir soruşturma başlatmayacağını belirterek gerekçesini ise "şikayet gelmedi" şeklinde açıkladı.)

* Fatih'te ramazan için esnaftan zorla bağış toplanması ve halkın dinci firmalardan alışveriş yapmaya zorlandığı yönündeki açıklamalar.

* Öğretmen evlerinde kahvaltı ve öğle yemeği verilmemesi.

* Tarabya'da içki satan büfenin tehdit alması.

* İstanbul'da iki kişinin internet kahvede sigara içtikleri için "ramazan ayında sigara içerek saygısızlık ettikleri" gerekçesiyle dövülerek hastanelik edilmeleri.

* Bir grup gazetecinin, iftar sırasında sınır kapısının kapalı olması nedeniyle Suriye'den Türkiye'ye girememeleri.

Köylüye, işçiye, memura, işsize baskı...Basına, medyaya baskı...Bürokratlara baskı, kadrolaşma baskısı...Muhalefete baskı...YÖK'e baskı, üniversiteye baskı...Kitaplara baskı... Mahalleye baskı...

Değerli okurlarım, tüm bu baskılar nasıl üretiliyor? Açıktır ki siyasal iktidar bir toplum mühendisliği projesiyle toplumu çeşitli yollarla dönüştürmenin yollarını arıyor. Ve bunu yaparken de devlet aygıtının olanaklarını sonuna kadar kullanıyor.
Son günlerde sıkça tartışılan bir kavram mahalle baskısı...Bu baskıyı önlemek gerek!

Ancak mahalle baskısını sosyolojik bir olguya indirgeyip, bunu yaratan devlet baskısını görmezlikten gelmek, mahalle baskısını ortadan kaldırmaya yetmiyor. Yani bataklığı görmek, bataklığı kurutmaya yetmiyor. Bataklığı kurutmak için mahalle baskısını her an yeniden üreten devlet baskısına odaklanmak gerekiyor.

Açıkça söylüyoruz. AKP iktidarı ile ortak hareket eden her toplumsal grup, devlete ve toplumsal yaşama şekil veren ilkelerle hesaplaşma süreçlerinde cesareti her yeni gün daha da AKP'lileşen devlet aygıtından alıyor.

Köylüye, işçiye, memura, işsize, basına, medyaya, bürokrata, üniversiteye, kitaplara baskıyı üretenin siyasal iktidar olması gibi, mahalle baskısını da yaratan siyasal iktidar oluyor...

Devlet aygıtını siyasal amaçlarıyla araçlaştıran iktidar değerlerimize meydan okuyor.

Peki bu baskılara karşı nasıl mücadele edeceğiz?

Toplumsal sorunlara doğru teşhisler koyarak...Atatürk ilke ve devrimlerine sonuna kadar sahip çıkarak, sesimizi yükselterek, birlik olarak...

Belki şimdi Mustafa Kemal Atatürk'ümüz yok ama onun düşünceleri, ufku, onun ilkeleri, devrimleri var zihinlerimizde. Onun gençliği, onun milleti var.
İki eserim dediği Cumhuriyet ve Cumhuriyet Halk Partisi var.

Birileri üniversitelere türbanı "aşama aşama" sokacağız diyor; duymuşsunuzdur...

Cumhuriyet ve halkla "aşama aşama" hesaplaşanlarla doğru ilkelerle, doğru yerde hep birlikte mücadele etmemiz gerekiyor...

(Haber Ekspres, 9 Ekim 2007)

02 Ekim 2007

LİBERALLEŞMEK, LİBERYALAŞMAK, MALEZYALAŞMAK - ZAFER YAPICI

Son günlerde neler oluyor?

Tarikatlar "en yüksek rakımlı tepelerde" ağırlanıyor.

Türbanı üniversitelere sokmanın yolları aranıyor...

Kadrolaşmalar almış başını gidiyor. Çeşitli bakanlıklarda Sayın Ahmet Necdet Sezer'in vetosu nedeniyle ancak vekaleten görev yapan yöneticiler birer birer asaleten atanıyor.

"Cumhurbaşkanının tarafsız olması gereği", daha ilk günlerden tarikat, türban ve kadrolaşma baskılarıyla unutturuluyor...

Son günlerde neler oluyor?

Terör yine canlar alıyor.

Oysa artık çocuklar bile biliyor ki teröre karşı mücadele sınır ötesi operasyon dahil çeşitli önlemler gerektiriyor.

Her yeni gün yeni şehit haberleri gelirken, Irak yetkilileri AKP hükümetince ağırlanıyor. Hem de çok güzel "ağırlanıyor." Bir türlü sınır ötesi operasyona imkan tanıyacak "sıcak takip" maddesi Irak'la yapılan anlaşmalara koydurulamıyor.

AKP dış politikası Kürt lobisine, ABD baskısına teslim oluyor....

Son günlerde neler oluyor?

Türkiye'ye modeller biçilmeye devam ediyor. Kemalizm'in anayasal bağlantıları koparılmaya çalışılırken, Türkiye'ye "Küçük Amerika" ve "Ilımlı İslam" modelleri dayatılıyor.

"Siz Malezya'yı bilmeden konuşuyorsunuz" diyor başbakan. "Keşke Malezya olsak" der gibi bakıyor...

Oysa Malezya'nın bayrağı bile Malezya modelinin gerçekte ne demek olduğunu açığa çıkarıyor.

Malezya bayrağı ile ABD ve Liberya bayrakları arasındaki farkları bulmak yakın gözlük gerektiriyor...





ABD'nin ne olduğunu zaten biliyorsunuz.

Liberya Batı Afrika'da küçük bir ülke. Ülkenin adının anlamı kaderin bir cilvesi midir nedir "özgürlerin toprağı." Liberya eski Amerikan kolonisi, yeni Amerikan müttefiki. Yani aynı şey...

Liberya, Afrika'da ilk kadın devlet başkanı seçilen Liberya Devlet Başkanı Sirleaf tarafından yönetiliyor. Sirleaf'ın yemin törenine George Bush'un eşi Laura Bush ile ABD Dışişleri Bakanı Rice katılıyor...

Kimse şaşırmamıştır sanırım.

Malezya desen İngiliz Milletler Topluluğu üyesi. Başbakanları Abdullah Bedevi, ülkesinin rejimini adım adım dinselleştiriyor. Şeriata giden faşizan bir yönetim var Malezya'da...

ABD, Liberya ve Malezya...

Bu üç ülkenin bayraklarının yani devletlerinin temel simgelerinin neredeyse aynı olması her şeyi ele veriyor.

Bir de Türkiye var. ABD ve AB tarafından "liberalleştirilerek" (!) Malezya'ya benzetilmeye çalışılan.

Türkiye'nin bir bayrağı var. Ay yıldızlı, onurlu bir bayrağı...

Bir geçmişi var Türkiye'nin. İngiliz Milletler Topluluğu'nu meydana getiren milletlerinin ordularını ve tüm emperyalistleri Anadolu'dan kovan onurlu bir geçmişi... ABD'de, Liberya'da, Malezya'da olmayan bir tarih...

Bir lideri var Türkiye'nin. Mustafa Kemal Atatürk. Kemalist devrim ile laik, çağdaş, bağımsız Türkiye'yi yaratan.... ABD'de, Liberya'da, Malezya'da olmayan bir lider...

Bayrak, tarih ve lider...

Üç engel...

Sömürgeci için, bölücü için, dinci için...

ABD, Malezya, Liberya...

Üç örnek...

Emperyalist ortağı için, şeriatçı için, seçimle gelen faşist için...

Her şey ortada. Ben daha ne diyeyim?