Üniversiteli kız öğrencilerle iftarda buluşan Erdoğan "En büyük dileğim başı kapalı kızlarımızla başı açıkların el ele dolaştığı bir üniversite, bir ülkedir. Bunun için uğraşıyoruz. Bunu çözmek en büyük aşkımdır" demişti...
Değerli okurlarım, şimdiye kadar "türban" hakkında yazılan, söylenen, yaşanan her şeyi şöyle gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçirin. Ve sonra yukarıdaki sözleri bir kez daha okuyun ve düşünün...
Türkiye'nin bunca sorunu varken neden türban önce "bir sorun", sonra da "öncelikli sorun" haline getirilmeye çalışılıyor? Bu soruyu siyasi, kültürel, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik yönlerden değerlendirmeliyiz.
Hepiniz şahit oluyorsunuz. Çeşitli yollarla türbanın "dini bir simge", "dinin bir gereği" olduğu mesajı veriliyor. Müslümanların başına taktığı bir örtü olarak sunuyorlar türbanı.
Aynı zamanda, türban yerine başörtüsü sözcüğünü kullanmaya son zamanlarda daha fazla önem veriyorlar. Türbanın içeriğini başörtüsü sözcüğünün tanımına yerleştirmek istiyorlar.
Çünkü Anadolu kadınına "türban Müslüman kadınların başlarını örtükleri örtüdür" derseler onları yanlarına çekemeyeceklerini biliyorlar. Gelenekleri ve görenekleri gereği başörtüsü takan Anadolu kadınlarını kendi saflarına çekmek için hakim oldukları medya ve tarikat ağlarını kullanarak "başörtüsü Müslüman kadınların başlarını örttüğü örtüdür" demeye başladılar. Bunu yapmakla türbanla başörtüsünün aynı şeyler olduğunu Anadolu kadınlarına benimsetmeye çalıştılar. "Bizim örtünmemize izin verilmiyor, size de verilmeyecek" mesajı verip Anadolu kadınlarının kafalarını karıştırarak amaçlarına ulaşmak istemekteler.
Anadolu kadını bu oyunlara gelmeyecektir. Türban siyasi bir simgedir, başörtüsü ise Anadolu kadınının gelenek ve görenekleri uyarınca taktığı bir örtüdür. Hepimizin anaları, nineleri başörtüsünü bu kültürle takmaktadır. Aradaki farkı çok iyi bilmemiz gerekir.
Değerli okurlarım, siyasal iktidar türbanı başörtüsü biçiminde sunmak konusunda gayretlerini arttırırken, diğer yandan da türbanı görsel bir örgütlenme modeli haline getirmiştir.
Türbanı görsel örgütlenme modeli haline getirme stratejisinin iki ayağı vardır. Birincisi, türbanı bir "hoşgörü" resmi biçiminde sunmak, türban takanların, takmayanlara da hoşgörülü olduğu mesajını vermektir. Bu mesajı vermenin temel yolu, türban takanlarla takmayanları bir arada göstermektir. Aynı zihniyette olan biri başı açık diğeri türbanlı iki bayanın birlikte dolaşması kullanılan temel yöntemdir. Görsel olarak halkı bu resme alıştırarak, "bakın işte başı açık da türbanlı da kol kola girmiş dolaşıyorlar, anlaşıyorlar ne var bunda; işte biz bunu istiyoruz" mesajını vermek istiyorlar. Toplumsal düzlemde "türbanı içimize sindirelim. İşte toplumda başı açık da başı kapalı da beraber dolaşıyor, bir sorun olmuyor" biçiminde özetlenebilecek bir kabullenme yaratmanın gayreti içindeler.
İkincisi, eşzamanlı olarak, türbanın her alanda kabul gördüğünü toplumun bilinçaltına yerleştirmeye çalışıyorlar. Türbanlı kadınların çoklu gruplar halinde dolaşarak herkesin dikkatini çekecek görsel-psikolojik baskı uygulamaları bu konuda ne denli örgütlü çalıştıklarının bir göstergesidir.
Değerli okurlarım, bu örgütlü çalışmanın altında kişisel çıkarın korunduğu ve giderek çoğaldığı da bir gerçektir. Yapılan, yoksul bırakılan toplumsal tabakaların çıkar uğruna kandırılarak, siyasal amaçlar için kullanılmasıdır.
Türbanın bir görsel örgütlenme modeli olarak yeniden üretiminin en acı biçimde gerçekleştirildiği yerler okullar olmaktadır. Okul bahçesinde türban takan öğretmenlerin, sınıfa girerken türbanlarını çıkarmaları...Bazı öğretmenlerin, her gün okula tarikat gazeteleri getirip, gün boyu öğretmen odasında masanın üzerine bırakmaları, öğrencilere Said-i Nursi kitapçıklarını bedava olarak dağıtmaları, üstelik bu kitapları rehberlik derslerinde okutmaları...Bu dinci öğretmenlerin ramazanda her gün bir başka öğrencinin evinde iftara gitmeleri...Tüm bunlar dinselliğin görsellik üzerinden yeniden üretilmesini sağlarken, öğrencilerin okul ortamında karşılaştıkları baskıyı da ortaya koymaktadır.
Türlü oyunlarla halkı yanına çekmeye çalışan siyasal iktidar bir de "demokrat" gömleği giyiyormuş görünerek resmi tamamlamaktadır. Türbanın tüm kamusal alanlarda takılmasını sağlayacak çok hassas maddeleri anayasaya yerleştirmeye cesaret edemeyen, halkın ve CHP'nin tepkisinden korkan iktidar; bu engeli referandum yoluyla aşmaya niyetli... RTE, "...Türkiye bundan böyle referandum kültürüne alışmalıdır. Öyle konular gündeme gelecek ki, bu konuları sahibine götüreceğiz. Sahibi millettir. Türkiye'nin buna alışması lazımdır..." (6.10.2007) diyor. RTE iktidarı kararlı. Halkın dinsel kimi nüansları içeren yasalara karşı çıkmayacağını hesap ederek referandumlar yoluyla siyasal İslamı daha da yerleştirmek istiyor.
İşin özü siyasal iktidar ve yandaşlarının tıpkı demokrasiyi araç olarak gördükleri ve kendi lehlerine kullandıkları gibi şimdi de referandumu aynı şekilde kullanacak olmalarıdır. Önemli olan nokta budur. Halkımız bu noktaya çok dikkat etmeli, oyuna gelmemelidir!
Toplumun her kesiminde yaygınlaşan türbanın asıl amacı; mensup oldukları siyasi kimliğin örgütlülüğünü görsel olarak toplumun önüne koyup biz güçlüyüz mesajı vermektir. Korku salıp sindirmektir, kabullendirmektir, umutsuzluğa itmektir, baskı yapmaktır.
Türban siyasi bir örgütlenmenin simgesidir. Siyasal İslamın toplum içindeki örgütlü gücünü gösteren canlı simgedir. Toplum içinde her saniye, her dakika, her saat AKP'yi hatırlatacak görsel bir siyasi simgedir. En tehlikeli yanı bu simgenin dindarlık kılıfı altında sergileniyor olmasıdır.
Değerli okurlarım, hangi siyasi partiyi gün boyu her an hatırlarsınız kendinize bir sorun! Hangi değerinizi, hangi sevdiğinizi her an her saniye hatırlasınız? Oysa türbanı sabah kalktığınızda sokağa çıkar çıkmaz, otobüste, işte, yaşamımızın her alanında görürüsünüz ve o size AKP'yi ve zihniyetini hatırlatır. Zaten amaçlanan da budur! İşte siyasal, sosyal, psikolojik, kültürel, ekonomik baskı, işte Atatürk ilke ve devrimlerine baskı, işte demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne baskı...
Dünyanın en kestirme siyasi örgütlenme modeli, AKP modeli; "GÖRSEL ÖRGÜTLENME MODELİ OLAN TÜRBANDIR".
(Haber Ekspres, 16 Ekim 2007)
2 yorum:
Çok haklısınız,zira son zamanlarda insanlarımızın nasıl kandırıldığını,neleri emsal göstermek sureti ile,kimler tarafından kandırılmayı başardıklarını,neyi amaçladıklarını yaklaşık ülke nüfusumuzun % 15'i dahi anlamış olsa idi sanırım ki bugün dünya devi bir güç haline gelmiş olurduk.
Bu konuda daha evvel de paylaştığım bazı alınıları da burada vermek isterdim,ancak sayfanızın kuralları ne der bilmiyorum.Yine de bazı e-postam da paylaşılan tartışmalarımızdan birkaç not aktarayım.
Bakınız bu yolları kim nasıl ve neden kullanmış.
Ülke neden yıllardır yerinde saymış okuyalım....
ABD'nin İslam'ı değiştirme projesine kimleri gönüllü figüran, kimileri ise seyircisi oldu.
Başbakan A. Menderes T.C. Anayasasından LAİKLİK yerine DİN devleti ibaresi koyalım diyecek kadar ileri gitti! Kontrolden çıkartılan Laik Cumhuriyet'in başbakanı 5 Haziran 1952'de İstanbul'da patrikhaneye gitti ve Mavri Mira'nın kurucusu Athenogoras'ın elini öptü. Artık öpülecek el, patriğin eliydi. Başbakan ile aynı cephede yer alan Saidi Kürdi'de çok geçmeden patriği 1953 yılında ziyaret etti. Saidi Kürdi'nin patrikhane ziyareti sonrası, "patrik hazretlerini İslam ilahiyatı konusunda ikna " ettiği söylenir. Ama bu patriğin ülke topraklarındaki emellerinden vazgeçip vazgeçmediğinden hiç sözü edilmez... Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve vatandaşları din eksenli bir oyalama ve aldatmacanın içerisine itilmiştir. Saidi Kürdi, o dönemlerde açık açık "ölmüş gitmiş, dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir Hadis-i Şerif'in ihbariyle Kur'an'a zararlı bir adam çıkacak demiştim. Sonra Mustafa Kemal'in o adam olduğunu zaman gösterdi ."diyebilmiştir. Kürt Said daha da ileri giderek, "Atatürk'ün Nur Risalelerinin tokadı sonucu öldüğü" söylemiştir. DEMİREL ise "Said Nursi büyük alimdir. Büyük alim değildir diyenin alnını karışılarım" sözleri unutulmamıştır... Öyle ki, bu gelişmeler sonucu, AKP'den Antalya Belediye Başkanı olan Menderes Mehmet Tevfik TÜREL'in babası Suphi Neşet TÜREL tarafından çıkartılan İLERİ gazetesi ise 12 Nisan 1957 tarihinde "Üstad Bediüzzaman'ın uğurlu elleriyle yani bir camiin temeli atıldı. Üstad Bediüzzaman Said Nursi 3. Eğitim Tümeni Camiine harç koydu ..." haberini yaptı... (Resmi ekte !!!)
DEMİREL incilerini dökmeye devam etti... Türk Millettin aklını, Nurcuların ise oyunu almak için,"Atatürk'ün kurduğu devlet, laik devlet değildir. İslam devletidir ", dedi. DEMİREL gibi politikacıların konuşmasını kolaylaştıran İsmet İNÖNÜ ise 1963 yılında Laik Türkiye Cumhuriyeti'ni tanınmaz hale nasıl getirdiğinin farkına varmıştı.
Ve dedi ki;
"Böyledir bu işler, Peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi gün gelmişlerdir... Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üstleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Sonra, ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika..."
Milli Şef İsmet İNÖNÜ'nün yarattığı memleketimin son manzarasında, ne Laik Türkiye Cumhuriyet Devleti, ne de egemenlik hakları kalmıştır. Türkiye 1945'li yıllardan itibaren yere göğe sığdıramadığı ABD için; 1964 yılına gelindiğinde dönemin genelkurmay başkanı olan Cevdet SUNAY ise "...Amerikalılara fazla tavizler verilmesi ve Amerikalıların verilen tavizleri istismar etmesi dolayısıyla..." Türkiye hala sıkıntı içerisindedir. ABD'li egemenler, Türkiye'de yarattığı rüzgarın etkisine kapılanları çoktan uçurup götürmüştü. Tarihler 1965'i gösterdiğinde, İNÖNÜ'nün verdiği kararlar ile üsteğmen rütbesini alan asker, sivil giysileri ile Manisa'da Hatuniye dergahına giderek soluğu F. Gülen'in yanında aldı... Üsteğmen yeni rütbesini F. Gülen'in elini öperek kutladı. Ve önündeki basamakları kesintisiz tırmandı... İşte bu türden bilgi, haber, şiir, roman ve bugünlerde revaçta olan diziler ile liderinden bihaber FGÖ yaratıldı...
Süleyman DEMİREL'de 1965 yılında AP ile iktidara gelince İbrahim ELMALI'yı Diyanet İşleri Başkanı yaptı. O da İzmir'de bulunan F.GÜLEN'in can dostu Yaşar TUNAGÜR'ü Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına getirdi. İzmir'de yaşayan Y. TUNAGÜR Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olunca, yeni ikamet yeri Ankara oldu.
Bundan sonraki gelişmeleri F. GÜLEN'ni bizzat kendisinden öğrenelim. Y. TUNAGÜR Ankara'da da "...hizmetlerine devam eder. Arkadaşlarını toplar, ev dersleri yapmaya başlar. Arkadaşları arasında bakın kimler vardır:
Turgut ÖZAL, Korkut ÖZAL, Mehmet PALAMUTOĞLU, Mehmet BİLGE, Ali DEMİREL ve daha bir çok..........."
Anlaşılacağı üzere, ilim ve irfan ile kurulan koskoca Laik T.C. Devletinde Cumhurbaşkanı ve Başbakanlık yapmış olan kişiler, F. GÜLEN'in hocası ve yol göstericisi olan Y. TUNAGÜR'den ev dersleri almışlar... Sonra, F. GÜLEN'in ait olduğu bilinen ve çok rahatsızlık duyulan, şimdi İslam'ı Protestanlaştırmak için kullanılacak o okullar var ya, o okullarında temeli de Ankara'da atılmıştır...
- Nasıl mı?
Onu da F. GÜLEN'den öğrenelim, "9. Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in kardeşi Ali DEMİREL, hoca'yı ziyaret eder ve...: O da hep mektep açmaktan bahsediyor. 'Ankara'da bir mektep açalım' diyor. Bir gün bana, 'Senin bu arkadaşlarınla bu iş yavaş gidiyor. Ben Yükseliş Koleji diye bir kolejin yarı hissesini satın aldım' dedi...Daha sonra yeni binanın temeli de yine Yaşar Hoca (TUNAGÜR) tarafından atılacaktır: Merasimsiz bir şekilde temelini de ben (TUNAGÜR) attım, açılışını da ben (TUNAGÜR) yaptım. Ardından 2-3 bin kişilik bir kolej oldu o okul. Kolejin altında (!) yapılan mescitte de TUNAGÜR Hoca 5 seneye yakın hutbe okuyup cuma namazı" kıldırmış...
Nere de? -Başkent Ankara'nın göbeğinde...
F. GÜLEN'in kendi yazılı ifadesine göre, Y. TUNAGÜR "hakkında uydurulan sahte bir MİT raporu nedeniyle 12 Mart 1971'de Mamak'ta altı ay süre ile yatmak zorunda" kalmış...
- Burada, F. GÜLEN'e söylenecekleri size bırakıyorum...
Aynı tarihlerde Manisa Hatuniye Dergahı'nda ders alan başka bir politikacı ise Manisa nur cemaati prensi ilan edilen Bülent ARINÇ'dır... Y. TUNAGÜR "merhum Turgut ÖZAL'la beraber Silm Ticaret Şirketi'ni" kurmuş...
Türkiye bu ilişkiler yumağı ile 1970'li yıllarını yaşadı... "Charles De Gaul'ün 1965 yılında Fransa devletinin kasasında biriken dolarların karşılığı olarak, ABD'den altın istemesi ile Fransa'da 1968 olayları yaşandı ve tüm dünyayı etkisi altına aldı.
Bu uyanış, Türkiye'de de hissedilmeye başlandı...
İnsanlar bağımsız ve özgür bir Türkiye isterken, gençliğin enerjisi, işçini emeğine, köylünün tarlasına ideoloji bulaştırıldı... İnsanlar bir anda sağcı ve solcu olmuşlardı... İşgal edilmek istenen bir ülkede en iyi taktiğini İNSANLARI birbirine kırdırmak olduğu sonraları anlaşıldı.
FGÖ, 1963 yılında "Erzurum'da Komünizmle Mücadele Derneği" kurucuları arasında yer aldı. Tohumları henüz atılmış FGÖ, olmayan ve kapitalist sistemin kalkanı olan Kominizim ile savaşacaktı. Amaç; sapkın güçlerin, üretim araçları, yer altı ve yer üstü kaynaklarına hakim olmak adına kurdukları bugünkü dünya düzenine karşı, görünürde emeğin yanında yer alacak bir ideoloji yaratıldı. İnsanlar bu ideoloji ile oyalandı ve iki kutuplu bir dünya yaratıldı... Marks'ın öğretileri işçi sınıfının kurtulmasına değil, işçi sınıfın daha çok ezilmesine neden oldu. Diğer bir ifade ile yüzyıllardır İNSANLARIN inançları kullanılarak gösterilen cennetin yolu, yerini İNSAN emeğini iktidara taşıyarak ve bu yolla yaratılacak sınıfsız bir toplum kurma inancına bıraktı. Doğal yaşamı, doğal süreci hiçbir zaman dikkate almayarak dünyaya hakim olmak isteyen sapkın düşünce iflas etti. Adı Komünizm ve Sosyalizm olan devletler ve örgütler birere birer etkisini yitirmeye başladı...
Türkiye'de ise F. GÜLEN'nin yer aldığı "Erzurum'da Komünizmle Mücadele Derneği", gibi benzer örgütlenmeler ile Türkiye'de 12 Eylül 1980'de yapılan ihtilal ortamını hazırlandı...
ATATÜRKÇÜ söylemler ile ülkeyi idare ettiği düşünülen konsey üyeleri asıl Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini sarsacak olan LAİKLİĞİ korumak için önlem almaları gerekirken tam tersini yaptılar... "Kenan Evren ve arkadaşları Fetullah Gülen'le ilişki kurdu, iki kurmay albay, bir tuğgeneral Gülen'le pazarlık yaptı. Pazarlıktan sonra Fetullah Gülen ve arkadaşları, Mehmet Kutlular'ın liderliğini yaptığı Nurcu gurubundan koptu. .. Ve 1982 Anayasası'nı hazırlayanlar Fetullah Gülen ve arkadaşları destekleme kararı aldı..."
(bkz. http://milliguc.net/index.php?option=com_content&task=view&id=82&Itemid=28 )
O günden sonra Türkiye'de tarikat örgütlenmeleri, tarikat sermayeli ticari kuruluşlar, okullar, vakıflar daha çok hissedilmeye başlandı. Bu seferde, ABD'deki egemen sapkın güçler, İslam'ı ve bu inanç da olan insanları terör hedefine koydu. İslam'ı kendi kontrolünde yaşatarak büyümesini sağlamak üzere FGÖ ve uzantıları ile işbirliğini geliştirdi...
FGÖ'de, bir anda tüm tarikat ve cemaatlerin önüne geçti... Kurulan hükümetler de etkin oldu. T.C. Devleti'nin reflekslerini zayıflattı... Raylar üzerinde ilerleyen trenin nereye gitti merak edilmedi. Hata yı, Arusi tarikatı ile bağları olan, FGÖ için "Türk Milletinin gönlünde hak ettiği tahtı kurmuştur" diyen Alpaslan TÜRKEŞ ile 1995 yılında FGÖ'ye "Nihal ATSIZ Türk Dünyası Hizmet Ödülü " veren Türk Ocakları Vakfı'da yaptı.
FGÖ, "Türk Milletinin" koluna zorla sokulmak istendi!... Devletin bir çok kurum ve kuruluşları FGÖ hakimiyetine verildi. Her siyasi parti FGÖ'den medet umdu. Kısacası, Türkiye'de F. Gülen herkes tarafından takdir ve itibar edilen bir örgüte dönüştü.
Ankara'da 1965 yılında verilen dersler etkisini gösterdi. T. ÖZAL ve Süleyman DEMİREL Cumhurbaşkanı oldu.
Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleri ile henüz tanışma ve sarılma fırsatı bulmadan, üstlerine oturdukları enerji kaynakları ABD'li sapkın federal rezerve tarafından kontrol altında tutuldu... Laik T.C. Devletinin iki Cumhurbaşkanı, bu operasyona katkı için FGÖ'ye verdikleri mektuplar ile Türk Cumhuriyetinde okulları bir bir açılmaya başlandı... Ne yazık ki, Türkiye'deki saf inanç sahibi insanlarımız ile ruh hastaları bu operasyon için Türkler dünyaya yayılıyor türküsü söylemeye başladılar...
Köprünü altından çok su geçti, tarihler 25 Mart 1998 olduğunda İstanbul Hilton Otelinde Laik Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL ile F. GÜLEN yan yana geldi. T.C. Cumhurbaşkanı FGÖ için kurulmuş Gazeteci ve Yazarlar Vakfı'ndan, Ulusal Uzlaşama Teşvik Ödülünü alacaktı...
O gün, Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Şerif MARDİN, Aydın DOĞAN, Hikmet ÇETİN ve Bülent ECEVİT gibi birkaç kişi daha ödül aldı.
Sıra Laik T.C. Cumhurbaşkanına gelince, sunucu anonsunu, "aile babasız olur mu?" dedi ve S. DEMİREL ile çocuğu F. GÜLEN'i sahneye davet etti...
Ne söyledikleri sanırım önemli değil. Ama Laik Türkiye Cumhuriyetinin nasıl ayaklar altına alındığına ilişkin sözü o gün, o geceye katılan ve konuşma yapan Milli Görüşçü Fazilet Partisi Milletvekili Nazlı ILICAK'tan dinleyelim. ILICAK,
"Ben sayın DEMİREL'in bu toplantıya teşrifini bir çirkinliğin, bir hatayı düzeltme gayreti olarak görüyorum. Bazı mahfillerde Fetullah Hoca'nın başını çektiği hizmet hakkında incitici sözler söylenmektedir. Demirel'in bulunması, burada, Ankara'da ileri geri konuşanlara bir cevap mahiyetindedir..." diye konuşmasına devam etti...
ILICAK'ın sözsünü ettiği çirkinlik, LAİKLİK CUMHURİYET'ti...
Yine ILACAK'a göre DEMİREL'in FGÖ ile yan yana gelmesi, LAİK CUMHURİYET'i kurmak adına ATATÜRK'e, canlarını ve kanlarını veren şehit ve gazilere, LAİK CUMHURİYET'in varlığını sürdürmek isteyen, savunan ve kollayanlara cevap niteliğinde idi...
Ve acı olan, bu konuşmaları yapan TBMM mensubu olan bir milletvekili, onu dinleyen ise T.C. Devleti Cumhurbaşkanı olmasıydı......
Not:Muammer KARABULUT 'un bir yazsından alıntılara yer verilmiştir.
"Türban"ı "başörtüsü" olarak gösterip, inanç sömürüsü yapanlara müthiş bir cevap. Tebrikler sayın Yapıcı.
Ethem Günaydın
Yorum Gönder