Mustafa Kemal Atatürk çok güvendiği öğretmenlere şöyle seslenmişti: "Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyetin özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil sizin eseriniz olacaktır."
Ulu Önder, neden öncelikle öğretmenlere önem ve değer vermiştir? Neden eğitimle ilgili her sözünde öğretmenlere duyduğu güvene vurgu yapmıştır? İsterseniz yine Mustafa Kemal'in sözleriyle cevap verelim. "Öğretmenler! Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın kazanacağı zafer için yalnız zemin hazırladı. Hakiki zaferi siz kazanacaksınız ve koruyacaksınız..." "Dünyanın her tarafında öğretmenler, dünyanın en fedakar ve en saygıdeğer unsurlarıdır..."
Öğretmenler toplumun önünde gidenler, topluma yol gösterenlerdir. Bu nedenle aslında geleceği inşa edenlerdir. Öğretmenlerin karşılaştıkları tüm zorlukların habercisi de zaten bu ağır misyondur. Fedakârlıklar gerektirir öğretmenlik. Çoğu zaman ağır koşullar altında çalışmayı... Büyük hedeflere, bazen büyük olanaksızlıkla savaşarak ulaşmak için kararlılık gerektirir. Biraz da bu yüzden öğretmenler dünyanın en saygıdeğer unsurlarıdır...Onlar "hakiki zaferleri" kazanmak için savaşanlardır!
Değerli okurlarım, öğretmene sahip çıkar ona gereken önemi verirseniz eğitime de sahip çıkıp önem vermiş olursunuz. Öğretmene sahip çıkmak eğitime sahip çıkmaktır, gelecek nesillere sahip çıkmaktır. Mustafa Kemal'in söylediği gibi "Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır; ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder."
Cumhuriyetimizin değişmez temel değerlerine sahip çıkmak, birlik ve beraberliğimizi sağlamak ve uluslaşmak ancak ve ancak eğitim ile, bu eğitimi veren çağdaş öğretmenlerle sağlanır. Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmanın tek yolu Mustafa Kemal Atatürk'ün de hep vurguladığı gibi öğretmenlere değer ve önem vermekten geçmektedir. Cumhuriyetimizin kurulmasındaki ve gelişmesindeki her aşamada öğretmenlerimizin fedakârlıkları, emekleri vardır. Tüm gelişmiş ülkelere bakınız; gelişmenin ardında öğretmene verilen önemin olduğunu görürsünüz...
Bir de öğretmenlerimize günümüzde reva görülenlere bakınız. Her geçen gün artan yoksulluk, türlü baskılar, kadrolaşmalar...
Bugün siyasal iktidarın uygulamalarıyla bir taraftan cumhuriyetin altı oyuluyor, Milli Eğitim'in "milli" olma niteliği zayıflatılıyor, diğer taraftan yanlış politikalarla öğretmenin saygınlığı gittikçe azaltılmaya çalışılıyor. Eğitim, bir taraftan dinselleştirilirken, diğer taraftan sıradanlaştırılıyor.
Eğitimin içeriği cumhuriyet değerlerinden uzaklaştırılıyor, özel tarikat okulları teşviklerle büyütülüyor, devlet okulları ise türlü oyunlarla tarikat örgütlenmelerinin baskısı altına sokulmaya çalışılıyor. Eğitim üzerindeki baskılarla aslında millet "esaret ve sefalete" terk ediliyor.
Yüz binlerce öğretmen adayı tayin beklerken, on binlerce öğretmen açığı varken, öğretmenliği kariyerden uzak bir geçici iş, sözleşmeye bağlı zaman ayarlı sıradan bir iş gibi gören zihniyet, eğitimin içeriğini cumhuriyet değerlerinden uzaklaştıran politikalar izliyor.
Açıktır ki eğitim, bu politikalarla ve siyasal baskılarla "hür, bağımsız, şanlı ve yüksek bir toplum" yaratma idealinden uzaklaştırılmaktadır.
İşte öğretmenlerimize verilen değer:
Öğretmenlerimizin:
* Yüzde 23.5'i görevleri haricinde ek iş yapmak zorunda,
* Yüzde 89.6'sı taksit ve kredi kartı borçlusu,
* Yüzde 58.3'ü kirada, 13,2'si yakınlarının yanında oturuyor,
* Yüzde 78'i bilimsel gelişmeleri izleyemiyor (ekonomik nedenlerden dolayı),
* Yüzde 72.7'si çocuğunun öğretmen olmasını istemiyor. Çünkü öğretmenlerin yüzde 26.9'u öğretmenliğin saygınlığının kalmadığını, yüzde 13.3'ü öğretmenlerin gelir düzeyinin düşük olduğunu, yüzde 5'i öğretmenlerin iş garantisinin olmadığını, yüzde 4'ü öğretmenlerin çalışma koşullarının ağır olduğunu düşünüyor. Daha da kötüsü öğretmenlerin yüzde 50.7'si hem öğretmenlik mesleğinin saygınlığının kalmadığını, hem de gelirinin düşük, çalışma koşullarının ağır olduğunu ve iş garantisinin kalmadığını ifade ediyorlar.
* Öğretmenlerin yüzde 9.8'i 500-1000 YTL, yüzde 83'ü 1000-1500 YTL aralığında maaş alıyor. Öğretmenlerin sadece yüzde 4.6'lık bölümünün maaş aralığı 1500-2000 YTL'ye ulaşabiliyor.
* Göreve yeni başlayan bir öğretmen yılda 9 bin 517 dolar maaş alıyor. Oysa göreve yeni başlayan bir öğretmen Lüksemburg'da 49.219, Yunanistan'da 25.823, Almanya'da 40 bin 125, İsviçre'de 40657 dolar yıllık gelire sahip olabiliyor.
* Yüksek dereceli öğretmen ise yıllık 11.558 dolar maaş alıyor. Yine yüksek dereceli bir öğretmen Yunanistan'da 37.772, Avusturya'da 53.938, Portekiz'de 50 bin 634, İrlanda'da 52 bin 930 dolar alıyor. (Bu veriler Türk Eğitim-Sen'in öğretmenler günü nedeniyle yaptığı araştırmadan alınmıştır.)
İşte Başöğretmenimizin öğretmenlerine günümüzde layık görülen tablo...
Öğretmenin yoksullaştırıldığı, eğitimin dinselleştirmeye çalışıldığı bir ülkede öğretmenlere daha büyük görev düşüyor. Engellere, baskılara inat, Mustafa Kemal'in yolunda onurlu bir gelecek kurma adına. "Hakiki zaferi" kazanma adına...
Tüm eli öpülesi, çağdaş ve fedâkar öğretmenlerimizin Öğretmenler Günlerini en içten duygularımla kutluyor, saygılar sunuyorum...
(Haber Ekspres - 27 Kasım 2007 Salı)
27 Kasım 2007
21 Kasım 2007
CHP'NİN TERÖR KARŞITI STRATEJİSİ - ZAFER YAPICI
Başbakan ABD'ye gitti. Bay Bush'la görüştü.
Ardından başbakan ile Bush arasında "anlık istihbarat" konusunda anlaşmaya varıldığı duyuruldu.
"Anlık istihbarat" konusunda bir anlaşma iki soruyu akla getiriyor.
Birinci soru terör örgütünün Kuzey Irak'taki yerleşim planı hakkındaki istihbaratın yıllardır bu bölgeyi işgali altında tutan "dost ve müttefik" (!) ABD tarafından neden şimdiye kadar Türkiye ile paylaşılmadığı.
Biliyorsunuz, Türkiye ve ABD iki NATO üyesi ülke. 11 Eylül saldırıları ardından NATO; terörü tehdit listesinin baş sıralarına yerleştirmişti. ABD, "kendi teröristi"ni dünya çapında etkisizleştirmek için NATO'yu her platformda kullanmıştı. Hatta ülkeleri, ABD'yi tehdit eden terör örgütlerine karşı önlem almaya zorlamıştı. Bu zorlamaların da etkisiyle birçok ülke ABD ile istihbarat paylaştı. Ancak aynı ABD, müttefiki (!) Türkiye'ye, yıllardır işgal altında tuttuğu bölgeden yönelen terör tehdidini bertaraf etmedi. Türkiye ile şimdiye kadar "anlık istihbarat" paylaşımında bulunmadı. Kısacası birinci soru, arasında müttefiklik ilişkisi bulunan iki ülkenin neden terör gibi yaşamsal bir sorunda işbirliği yapmasının bir anlaşmayla düzenlenmek zorunda kalması...Neden yüzlerce şehit verilmeden önce bu istihbarat paylaşımının yapılmamış olması...
İkinci soru, "anlık istihbarat" kavramının koşulu üzerine. Anlaşılıyor ki ABD'nin anlık istihbarat paylaşımı, Türkiye'nin bölgede ancak sınırlı operasyonlarda bulunması şartına bağlanmış. Bir başka ifadeyle, Türkiye, ancak ABD'nin vur dediği yerleri vurabilecek. Tersten okursak, Türkiye, ABD'nin vur demediği yerleri vuramayacak. Kimin terörist olduğuna, kimin olmadığına; hangi teröristin vurulması, hangisinin vurulmaması gerektiğine yine ABD karar verecek.
Değerli okurlarım, birinci sorumuza verdiğimiz cevap ABD'nin terörle mücadele konusunda bile güvenilir bir müttefik olmadığını açıkça ortaya koyuyor. İkinci sorumuza verdiğimiz cevap ise ABD'nin güvenilir bir müttefik olmaması nedeniyle, onun terör konusundaki istihbaratının da güvenilir olamayacağını...
Açıkça söylüyoruz. Bu sözde müttefiklik ilişkisiyle, bu anlık istihbarat paylaşımı aldatmacasıyla terör sorunu çözülmez, çözülemez.
Terör uluslararası bir sorun olduğu için elbette terörle mücadele ulusal sınırları aşan stratejiler gerektirir. Ancak terörle mücadele eden bir ülkenin uluslararası düzlemde elinin kuvvetlenmesi, o ülkenin ulusal güçlerinin inandırıcılığına ve kararlılığına bağlıdır.
Ne yazık ki bu inandırıcılık ve kararlılık günümüzde Türkiye'yi yöneten siyasi kadrolarda bulunmamaktadır.
Türkiye'yi yöneten siyasi kadrolar, ulusal değil kavmi bağların etkisindedir. Ortak tarikat kimliği, iktidarı Barzani'ye bağlamaktadır. İktidarı Barzani'ye bağlayan unsurların varlığı, terör sorununu çözümsüzleştirmektedir.
Oysa terörle mücadele doğru müttefikler gerektirir. Doğru müttefikler ise ulusal bir duruş ve kararlılık sayesinde edinilebilir.
Dahası terörle mücadele çok boyutlu bir strateji gerektirir. Sadece askeri yöntemler kullanılması terörle mücadelede çoğu zaman yeterli değildir. Askeri önlemlere paralel bir biçimde işletilecek siyasi, ekonomik ve kültürel açılımlar birçok durumda terörle mücadeleyi daha etkin kılar.
Bu bağlamda, CHP'nin açıkladığı terörle mücadele stratejisi oldukça önemli görülmelidir. CHP'nin genelde Irak'a, özelde de Kuzey Irak'a yönelik olarak açıkladığı strateji; askeri önlemleri, siyasi, ekonomik ve kültürel açılımlarla bütünlemektedir. Habur sınır kapısına ek olarak yeni sınır kapıları açıp ticareti geliştirmek, Dicle'ye yapılacak bir barajla Irak'a verilen suyu kontrol altında tutmak, Irak'a Kürtçe, Arapça ve Türkçe yayın yapan tv ve radyolar kurmak ve Irak gençlerini Türkiye'de okutmak bölgenin kaderini Türkiye'ye bağlamasına yol açabilecek önlemlerdir. Bölgenin kaderini Türkiye'ye bağlaması, sorunun bir etnik sorun değil terör sorunu olduğu konusundaki bölgedeki algıyı büyütür ve böylelikle bölgede terörün tutunmasını engelleyebilir...
Değerli okurlarım, CHP'nin açıkladığı stratejiler kadar önemli olan, CHP'nin bu önerileri hangi ideolojik bağlama dayanarak geliştirdiğidir. Nitekim ulusal değil kavmi bağlarla bu stratejilerin yürütülmesi sonuç vermez. Örneğin binlerce Irak; Kuzey Irak gencini Türkiye'de tarikat okullarında okutmak bölgede terörü çözmeye yaramaz. Aksine terörü büyütür. Çünkü tarikat tedrisatından geçen Irak'lı gençler, memleketlerine döndüklerinde ancak ABD çıkarına hizmet edebilirler. Tıpkı Türkiye'dekiler gibi...ABD çıkarlarına hizmet de olsa olsa terörü büyütür!
CHP'nin bu stratejik açılımına anlam katan onun ideolojik bağlamı olan Atatürk ilke ve devrimleridir. Iraklı gençlere eğitimin verilmesi kadar önemli olan şey eğitim olarak neyin verileceğidir. Irak'a yayın yapılması kadar önemli olan şey yayın olarak neyin yapılacağıdır. Dicle'ye baraj yapılması kadar önemli olan şey bu barajın hangi gayeyle yapılacağıdır. Yeni sınır kapıları açmak kadar önemli olan şey, bu sınır kapılarından kimin çıkarının girip çıkacağıdır.
CHP, ideolojik özünün ve eylem planının Atatürk ilke ve devrimleri olması nedeniyle stratejisinin içeriğini doğru biçimde doldurabilmektedir. Yani CHP'nin teröre karşı stratejisi; dinselleştirilmemiş eğitim ve tarikatlaştırılmamış yayın, gerektiğinde ulusal çıkarlara hizmet edecek baraj, iktidar yandaşlarının ve büyük güçlerin değil halkın çıkarının geçtiği sınır kapıları anlamına gelmektedir. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in söz ettiği Türk-Kürt çatışması gibi bir durumun söz konusu olmadığının, söz konusu olanın Türkiye'nin terör örgütü PKK ile mücadelesi olduğunun herkes tarafından anlaşılması için etkin bir ikna stratejisi anlamına gelmektedir.
Asıl önemli olan da budur...
20 Kasım 2007, Haber Ekspres
Ardından başbakan ile Bush arasında "anlık istihbarat" konusunda anlaşmaya varıldığı duyuruldu.
"Anlık istihbarat" konusunda bir anlaşma iki soruyu akla getiriyor.
Birinci soru terör örgütünün Kuzey Irak'taki yerleşim planı hakkındaki istihbaratın yıllardır bu bölgeyi işgali altında tutan "dost ve müttefik" (!) ABD tarafından neden şimdiye kadar Türkiye ile paylaşılmadığı.
Biliyorsunuz, Türkiye ve ABD iki NATO üyesi ülke. 11 Eylül saldırıları ardından NATO; terörü tehdit listesinin baş sıralarına yerleştirmişti. ABD, "kendi teröristi"ni dünya çapında etkisizleştirmek için NATO'yu her platformda kullanmıştı. Hatta ülkeleri, ABD'yi tehdit eden terör örgütlerine karşı önlem almaya zorlamıştı. Bu zorlamaların da etkisiyle birçok ülke ABD ile istihbarat paylaştı. Ancak aynı ABD, müttefiki (!) Türkiye'ye, yıllardır işgal altında tuttuğu bölgeden yönelen terör tehdidini bertaraf etmedi. Türkiye ile şimdiye kadar "anlık istihbarat" paylaşımında bulunmadı. Kısacası birinci soru, arasında müttefiklik ilişkisi bulunan iki ülkenin neden terör gibi yaşamsal bir sorunda işbirliği yapmasının bir anlaşmayla düzenlenmek zorunda kalması...Neden yüzlerce şehit verilmeden önce bu istihbarat paylaşımının yapılmamış olması...
İkinci soru, "anlık istihbarat" kavramının koşulu üzerine. Anlaşılıyor ki ABD'nin anlık istihbarat paylaşımı, Türkiye'nin bölgede ancak sınırlı operasyonlarda bulunması şartına bağlanmış. Bir başka ifadeyle, Türkiye, ancak ABD'nin vur dediği yerleri vurabilecek. Tersten okursak, Türkiye, ABD'nin vur demediği yerleri vuramayacak. Kimin terörist olduğuna, kimin olmadığına; hangi teröristin vurulması, hangisinin vurulmaması gerektiğine yine ABD karar verecek.
Değerli okurlarım, birinci sorumuza verdiğimiz cevap ABD'nin terörle mücadele konusunda bile güvenilir bir müttefik olmadığını açıkça ortaya koyuyor. İkinci sorumuza verdiğimiz cevap ise ABD'nin güvenilir bir müttefik olmaması nedeniyle, onun terör konusundaki istihbaratının da güvenilir olamayacağını...
Açıkça söylüyoruz. Bu sözde müttefiklik ilişkisiyle, bu anlık istihbarat paylaşımı aldatmacasıyla terör sorunu çözülmez, çözülemez.
Terör uluslararası bir sorun olduğu için elbette terörle mücadele ulusal sınırları aşan stratejiler gerektirir. Ancak terörle mücadele eden bir ülkenin uluslararası düzlemde elinin kuvvetlenmesi, o ülkenin ulusal güçlerinin inandırıcılığına ve kararlılığına bağlıdır.
Ne yazık ki bu inandırıcılık ve kararlılık günümüzde Türkiye'yi yöneten siyasi kadrolarda bulunmamaktadır.
Türkiye'yi yöneten siyasi kadrolar, ulusal değil kavmi bağların etkisindedir. Ortak tarikat kimliği, iktidarı Barzani'ye bağlamaktadır. İktidarı Barzani'ye bağlayan unsurların varlığı, terör sorununu çözümsüzleştirmektedir.
Oysa terörle mücadele doğru müttefikler gerektirir. Doğru müttefikler ise ulusal bir duruş ve kararlılık sayesinde edinilebilir.
Dahası terörle mücadele çok boyutlu bir strateji gerektirir. Sadece askeri yöntemler kullanılması terörle mücadelede çoğu zaman yeterli değildir. Askeri önlemlere paralel bir biçimde işletilecek siyasi, ekonomik ve kültürel açılımlar birçok durumda terörle mücadeleyi daha etkin kılar.
Bu bağlamda, CHP'nin açıkladığı terörle mücadele stratejisi oldukça önemli görülmelidir. CHP'nin genelde Irak'a, özelde de Kuzey Irak'a yönelik olarak açıkladığı strateji; askeri önlemleri, siyasi, ekonomik ve kültürel açılımlarla bütünlemektedir. Habur sınır kapısına ek olarak yeni sınır kapıları açıp ticareti geliştirmek, Dicle'ye yapılacak bir barajla Irak'a verilen suyu kontrol altında tutmak, Irak'a Kürtçe, Arapça ve Türkçe yayın yapan tv ve radyolar kurmak ve Irak gençlerini Türkiye'de okutmak bölgenin kaderini Türkiye'ye bağlamasına yol açabilecek önlemlerdir. Bölgenin kaderini Türkiye'ye bağlaması, sorunun bir etnik sorun değil terör sorunu olduğu konusundaki bölgedeki algıyı büyütür ve böylelikle bölgede terörün tutunmasını engelleyebilir...
Değerli okurlarım, CHP'nin açıkladığı stratejiler kadar önemli olan, CHP'nin bu önerileri hangi ideolojik bağlama dayanarak geliştirdiğidir. Nitekim ulusal değil kavmi bağlarla bu stratejilerin yürütülmesi sonuç vermez. Örneğin binlerce Irak; Kuzey Irak gencini Türkiye'de tarikat okullarında okutmak bölgede terörü çözmeye yaramaz. Aksine terörü büyütür. Çünkü tarikat tedrisatından geçen Irak'lı gençler, memleketlerine döndüklerinde ancak ABD çıkarına hizmet edebilirler. Tıpkı Türkiye'dekiler gibi...ABD çıkarlarına hizmet de olsa olsa terörü büyütür!
CHP'nin bu stratejik açılımına anlam katan onun ideolojik bağlamı olan Atatürk ilke ve devrimleridir. Iraklı gençlere eğitimin verilmesi kadar önemli olan şey eğitim olarak neyin verileceğidir. Irak'a yayın yapılması kadar önemli olan şey yayın olarak neyin yapılacağıdır. Dicle'ye baraj yapılması kadar önemli olan şey bu barajın hangi gayeyle yapılacağıdır. Yeni sınır kapıları açmak kadar önemli olan şey, bu sınır kapılarından kimin çıkarının girip çıkacağıdır.
CHP, ideolojik özünün ve eylem planının Atatürk ilke ve devrimleri olması nedeniyle stratejisinin içeriğini doğru biçimde doldurabilmektedir. Yani CHP'nin teröre karşı stratejisi; dinselleştirilmemiş eğitim ve tarikatlaştırılmamış yayın, gerektiğinde ulusal çıkarlara hizmet edecek baraj, iktidar yandaşlarının ve büyük güçlerin değil halkın çıkarının geçtiği sınır kapıları anlamına gelmektedir. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in söz ettiği Türk-Kürt çatışması gibi bir durumun söz konusu olmadığının, söz konusu olanın Türkiye'nin terör örgütü PKK ile mücadelesi olduğunun herkes tarafından anlaşılması için etkin bir ikna stratejisi anlamına gelmektedir.
Asıl önemli olan da budur...
20 Kasım 2007, Haber Ekspres
14 Kasım 2007
NÜKLEERDEN ÖNCE DOĞAL KAYNAKLAR KULLANILMALI...-ZAFER YAPICI
AKP iktidarının enerji alanında iki temel konuda kamuoyu oluşturma çabası içine girdiği görülüyor. Birincisi "yakın gelecekte Türkiye'de enerji açığı oluşacağı", ikincisi de "bu açığı kapatmak için iki veya üç adet nükleer santral yapımının gerekli olduğu."
Değerli okurlarım, Türkiye'nin doğal enerji kaynakları olan hidroelektrik ile linyitin yanı sıra, rüzgar, güneş, jeotermal... gibi kaynaklarımızın yeterince kullanılmaları yönünde planlamalarının yapılmadığı ortada. Türkiye'nin linyit rezervlerinin üçte ikisi, hidroelektrik potansiyelinin de dörtte üçü elektrik üretimi için devreye sokulmamışken, teknolojisi ve yakıtı tamamen dışarıdan temin edilecek olan nükleer santrallerden söz etmenin kabul edilebilir bir yanı olabilir mi?
Biliyorsunuz. Doğalgaz ile çalışan "al ya da öde" anlaşmalı özel sektör santrallerine pahalı tarife ile elektrik alım garantisi verildiğinden (yani yüksek fiyatla alım mecburiyeti olduğundan), kamuya ait olan doğalgaz, termik ve hidroelektrik santrallerinin üretimleri ya durdurulmakta ya da bu santrallerin kapasiteleri azaltılmakta.
Şimdi de TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilen Nükleer Yasası'na göre nükleer santralin üreteceği elektriği, fiyatına sınır konulmaksızın devlet alacak. Üstelik fiyat konusunda Danıştay denetiminin önüne geçilecek. Dahası yabancılar da dahil nükleer santral kurmak isteyen tüm girişimcilere devlet eliyle büyük teşvikler verilecek. Ancak bu santrallerin denetimi konusu hasıraltı edilecek.
Durum böyle...Enerji konusunda yanlış politikalar izleniyor.
Peki öncelikle neler yapılmalı? Enerji konusunda nasıl bir strateji izlenmeli?
· Tüm yenilenebilir enerji kaynaklarımızın haritaları çıkarılmalı,
· Bu enerji kaynaklarımızdan maksimum seviyede faydalanılacak planlamalar hiçbir masraftan kaçınılmadan yapılmalı.
· Diğer taraftan da var olan enerji şebekelerinin yenilenmesi ile yüzde 10-15 civarında olan kaçakların önlenmesi sağlanmalı. (Yapımı düşünülen 5000 megawattlık nükleer santralin elektrik üretimi içindeki payının yüzde 4 olacağı dikkate alınırsa yüzde 10'luk bir kazanımın 12500 megawatlık 2.5 adet nükleer santralın yapımına eşdeğer olduğu görülür.)
Nükleer santrallerden önce nükleere alternatif enerji kaynakları ile ilgili planlamalara öncelik verilmelidir. Nükleer enerjinin çevresel zararları dikkatli bir biçimde analiz edilmelidir. Eğer bu noktalara dikkat etmesek geriye dönüş asla mümkün olmayabilir.
Değerli okurlarım, CHP'nin bu konudaki görüşü şöyle: "Nükleer teknolojideki gelişmeleri çok yakından izlememiz, Türkiye'de o teknolojiye yönelik çok ciddi laboratuarlar, enstitüler, araştırma merkezleri kurarak, bilim adamları, uzmanlar yetiştirerek, teknoloji birikimimizi hızla geliştirmemiz lazım. Yani nükleer santral ihalesinden önce bu altyapının geliştirilmesi, nükleer enerji ve onu ikame edecek alanlardaki yeni teknolojik gelişmeleri yakından takip etmemiz, bu gelişmelerin içinde olmamız zorunludur. İleride mecbur kaldığımız ve nükleer atık sorunu yeterince çözümlendiği zaman, nükleer santrallerin değerlendirilmesi gerekebilir."
Bu söylem doğru; değil mi?
Geçtiğimiz günlerde mecliste kabul edilen "Nükleer Santrallerin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Yasa" ise bu mantığın tam tersi bir yaklaşım içeriyor. Nükleer santrallerin denetimsiz bir biçimde kurulması için yasal destek ve güvence sağlanmış oluyor.
Bu yasa çok yanlış bir tercih olarak tarihe geçecek. Siyasi partiler, bilim adamları, meslek odaları, sivil toplum örgütleri konuyu tartışmadan, dahası alt yapısı oluşturulmadan nükleer santral kurulur mu? Yakıt temininden, yer seçimine (deprem fay hattı, su alanları v.s.), kullanılacak yakıt çubuklarının, nükleer atıkların depolanmasına varıncaya kadar plan, program yapılmadan yangından mal kaçırır gibi nükleer santral kurulur mu? Zaten altın arama (siyanürle) adı altında suyumuz, havamız ve toprağımız kirlenmekte; ormanlarımız yok olmakta iken bir de nükleer santral atıklarının doğayı ne denli tehdit edeceğini düşününüz!...Türkiye gelişmiş ülkelerin nükleer çöplüğü haline gelemez; gelmemelidir...
Değerli okurlarım, son rakamlara göre ortalama bir nükleer santralin maliyeti 3-5 milyar dolar. Bir büyük santral yılda 11 milyar kilowatt saat; yani Atatürk Barajı kadar enerji üretiyor. Böyle bir nükleer santral yılda 60 metreküp radyoaktif atık üretiyor. Bu teknolojiyi kullanan ülkeler atıkları 70 dereceye varan yüksek ısıları nedeniyle önce santral yakınlarında bulunan soğuk su havuzlarında dinlendiriliyor. Dinlenme 5 yıl sürüyor. Ardından ara depolama sahası başlıyor. Soğuyan radyoaktif maddeler toprak altına gömülmeden önce ışıma oranının düşmesi için genellikle toprak üzerinde bulunan ara depolarda yaklaşık 30 yıl daha bekletiliyor. Bu depolar 60 santimetrelik beton ve çelikten oluşan duvarlarıyla her türlü deprem, sel ve yangına karşı dayanacak şekilde inşa ediliyor. Son depolama sahası ise yine toprak altında. Yaklaşık 35 yıldan beri bekletilen atıklar toprak altına gömülüyor. Bunun için eski ve kurumuş maden ocakları kullanılıyor. Bu yer altı depolarının derinlikleri ise 200-900 metre arasında değişiyor. Sürecin bu kadar uzun olması atıkların içerisinde bulunan ağır metal adı verilen maddelerin etrafa yaydıkları radyasyonun azalmamasından kaynaklanıyor.
Avrupa'nın altı atık dolu. Avrupa'da bu atıklardan tam 12 bin ton toprak altında bulunuyor. Ve her yıl bu rakamlara 1730 ton yeni atık ekleniyor. Şu anda Avrupa'da 145 nükleer santral faaliyet gösteriyor. Alman Nükleer Enerji Kurumu'nun rakamlarına göre bu atıkları güvenli olarak ortadan kaldırmanın yıllık faturası ise 30-35 milyon Euro arasında değişiyor. Nükleer atıklar en az 300 yıl denetim istiyor.
Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, İstanbul'da nükleer santrallerle ilgili bir açıklamasında, nükleer enerji çalışmalarının belli bir program çerçevesinde yürütüldüğünü belirterek, bu konudaki tepkilerin yersiz olduğunu söyledi. Güler, "Nükleer enerji konusunda tepkiler, tamamen konuyu detaylı incelemeden verilen tepkilerdir. Konunun aslı kendilerine anlatılınca yersiz olduğunu görecekler. İnsan için, çevre için teknoloji peşindeyiz. Nükleer enerji, kalkınma ve enerji ihtiyacı için şart" dedi.
Yorumu size bırakıyorum...
(Haber Ekspres 13 Kasım 2007)
Değerli okurlarım, Türkiye'nin doğal enerji kaynakları olan hidroelektrik ile linyitin yanı sıra, rüzgar, güneş, jeotermal... gibi kaynaklarımızın yeterince kullanılmaları yönünde planlamalarının yapılmadığı ortada. Türkiye'nin linyit rezervlerinin üçte ikisi, hidroelektrik potansiyelinin de dörtte üçü elektrik üretimi için devreye sokulmamışken, teknolojisi ve yakıtı tamamen dışarıdan temin edilecek olan nükleer santrallerden söz etmenin kabul edilebilir bir yanı olabilir mi?
Biliyorsunuz. Doğalgaz ile çalışan "al ya da öde" anlaşmalı özel sektör santrallerine pahalı tarife ile elektrik alım garantisi verildiğinden (yani yüksek fiyatla alım mecburiyeti olduğundan), kamuya ait olan doğalgaz, termik ve hidroelektrik santrallerinin üretimleri ya durdurulmakta ya da bu santrallerin kapasiteleri azaltılmakta.
Şimdi de TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilen Nükleer Yasası'na göre nükleer santralin üreteceği elektriği, fiyatına sınır konulmaksızın devlet alacak. Üstelik fiyat konusunda Danıştay denetiminin önüne geçilecek. Dahası yabancılar da dahil nükleer santral kurmak isteyen tüm girişimcilere devlet eliyle büyük teşvikler verilecek. Ancak bu santrallerin denetimi konusu hasıraltı edilecek.
Durum böyle...Enerji konusunda yanlış politikalar izleniyor.
Peki öncelikle neler yapılmalı? Enerji konusunda nasıl bir strateji izlenmeli?
· Tüm yenilenebilir enerji kaynaklarımızın haritaları çıkarılmalı,
· Bu enerji kaynaklarımızdan maksimum seviyede faydalanılacak planlamalar hiçbir masraftan kaçınılmadan yapılmalı.
· Diğer taraftan da var olan enerji şebekelerinin yenilenmesi ile yüzde 10-15 civarında olan kaçakların önlenmesi sağlanmalı. (Yapımı düşünülen 5000 megawattlık nükleer santralin elektrik üretimi içindeki payının yüzde 4 olacağı dikkate alınırsa yüzde 10'luk bir kazanımın 12500 megawatlık 2.5 adet nükleer santralın yapımına eşdeğer olduğu görülür.)
Nükleer santrallerden önce nükleere alternatif enerji kaynakları ile ilgili planlamalara öncelik verilmelidir. Nükleer enerjinin çevresel zararları dikkatli bir biçimde analiz edilmelidir. Eğer bu noktalara dikkat etmesek geriye dönüş asla mümkün olmayabilir.
Değerli okurlarım, CHP'nin bu konudaki görüşü şöyle: "Nükleer teknolojideki gelişmeleri çok yakından izlememiz, Türkiye'de o teknolojiye yönelik çok ciddi laboratuarlar, enstitüler, araştırma merkezleri kurarak, bilim adamları, uzmanlar yetiştirerek, teknoloji birikimimizi hızla geliştirmemiz lazım. Yani nükleer santral ihalesinden önce bu altyapının geliştirilmesi, nükleer enerji ve onu ikame edecek alanlardaki yeni teknolojik gelişmeleri yakından takip etmemiz, bu gelişmelerin içinde olmamız zorunludur. İleride mecbur kaldığımız ve nükleer atık sorunu yeterince çözümlendiği zaman, nükleer santrallerin değerlendirilmesi gerekebilir."
Bu söylem doğru; değil mi?
Geçtiğimiz günlerde mecliste kabul edilen "Nükleer Santrallerin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Yasa" ise bu mantığın tam tersi bir yaklaşım içeriyor. Nükleer santrallerin denetimsiz bir biçimde kurulması için yasal destek ve güvence sağlanmış oluyor.
Bu yasa çok yanlış bir tercih olarak tarihe geçecek. Siyasi partiler, bilim adamları, meslek odaları, sivil toplum örgütleri konuyu tartışmadan, dahası alt yapısı oluşturulmadan nükleer santral kurulur mu? Yakıt temininden, yer seçimine (deprem fay hattı, su alanları v.s.), kullanılacak yakıt çubuklarının, nükleer atıkların depolanmasına varıncaya kadar plan, program yapılmadan yangından mal kaçırır gibi nükleer santral kurulur mu? Zaten altın arama (siyanürle) adı altında suyumuz, havamız ve toprağımız kirlenmekte; ormanlarımız yok olmakta iken bir de nükleer santral atıklarının doğayı ne denli tehdit edeceğini düşününüz!...Türkiye gelişmiş ülkelerin nükleer çöplüğü haline gelemez; gelmemelidir...
Değerli okurlarım, son rakamlara göre ortalama bir nükleer santralin maliyeti 3-5 milyar dolar. Bir büyük santral yılda 11 milyar kilowatt saat; yani Atatürk Barajı kadar enerji üretiyor. Böyle bir nükleer santral yılda 60 metreküp radyoaktif atık üretiyor. Bu teknolojiyi kullanan ülkeler atıkları 70 dereceye varan yüksek ısıları nedeniyle önce santral yakınlarında bulunan soğuk su havuzlarında dinlendiriliyor. Dinlenme 5 yıl sürüyor. Ardından ara depolama sahası başlıyor. Soğuyan radyoaktif maddeler toprak altına gömülmeden önce ışıma oranının düşmesi için genellikle toprak üzerinde bulunan ara depolarda yaklaşık 30 yıl daha bekletiliyor. Bu depolar 60 santimetrelik beton ve çelikten oluşan duvarlarıyla her türlü deprem, sel ve yangına karşı dayanacak şekilde inşa ediliyor. Son depolama sahası ise yine toprak altında. Yaklaşık 35 yıldan beri bekletilen atıklar toprak altına gömülüyor. Bunun için eski ve kurumuş maden ocakları kullanılıyor. Bu yer altı depolarının derinlikleri ise 200-900 metre arasında değişiyor. Sürecin bu kadar uzun olması atıkların içerisinde bulunan ağır metal adı verilen maddelerin etrafa yaydıkları radyasyonun azalmamasından kaynaklanıyor.
Avrupa'nın altı atık dolu. Avrupa'da bu atıklardan tam 12 bin ton toprak altında bulunuyor. Ve her yıl bu rakamlara 1730 ton yeni atık ekleniyor. Şu anda Avrupa'da 145 nükleer santral faaliyet gösteriyor. Alman Nükleer Enerji Kurumu'nun rakamlarına göre bu atıkları güvenli olarak ortadan kaldırmanın yıllık faturası ise 30-35 milyon Euro arasında değişiyor. Nükleer atıklar en az 300 yıl denetim istiyor.
Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, İstanbul'da nükleer santrallerle ilgili bir açıklamasında, nükleer enerji çalışmalarının belli bir program çerçevesinde yürütüldüğünü belirterek, bu konudaki tepkilerin yersiz olduğunu söyledi. Güler, "Nükleer enerji konusunda tepkiler, tamamen konuyu detaylı incelemeden verilen tepkilerdir. Konunun aslı kendilerine anlatılınca yersiz olduğunu görecekler. İnsan için, çevre için teknoloji peşindeyiz. Nükleer enerji, kalkınma ve enerji ihtiyacı için şart" dedi.
Yorumu size bırakıyorum...
(Haber Ekspres 13 Kasım 2007)
06 Kasım 2007
TERÖR - ZAFER YAPICI
3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nın birinci maddesinde terör aynen şu şekilde tanımlanmıştır:
"Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa'da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti'nin ve Cumhuriyet'in varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir."
Değerli okurlarım bugün de;
· Cebir ve şiddet kullanılarak milletimiz üzerinde baskı, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit yöntemleri uygulanmıyor mu?
· Bu yöntemleri uygulayanlar anayasamızda belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek istemiyorlar mı?
· Cebir ve şiddeti devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacıyla gerçekleştirmiyorlar mı?
· Bu şekilde bir örgütlenmeye karşı yerinde önlemlerin alınmaması cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmüyor mu?
· Devlet otoritesini zaafa uğratmıyor mu?
· Devleti yıkmak, ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek hedefindekileri yüreklendirmiyor mu?
· Devletin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı böylece gittikçe bozulmuyor mu?
Terörün amacı siyasidir. Siyasi hedeflere ulaşmak için şiddetin araçlaştırılmasıdır terör. Birinin "terörist" dediğine diğerinin çeşitli kaygılarla "özgürlük savaşçısı" diyebildiği, terör örgütlerinin bazı devletler tarafından stratejik amaçlarla kullanıldığı, küreselleşmenin ve şehirleşmenin terörün araçlarını çoğalttığı ve gizlenmesini kolaylaştırdığı bir çağda, terörle mücadele elbette daha zordur.
Böyle bir çağda terörle mücadele doğru stratejiler gerektirir. Daha kararlı duruş, daha fazla inandırıcılık gerektirir. Daha fazla ciddiyet gerektirir!
Terörle Mücadele Yasası'nda açıkça sayılan yolları izleyerek, bu yasada aktarılan hedefleri gerçekleştirmek isteyen kişiler hiç kuşkusuz teröristtirler. Bunun kadar kesin olan bir başka şey de terör olgusuyla etkin mücadele etmekte zaafı olan siyasal iktidarların ve terörün gizli ya da örtülü destekçisi olmuş her örgütlenmenin terörün yıkıcı etkilerinden sorumlu olduklarıdır!
Başbakan Recep Tayip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Avrupa ülkelerinin PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmelerine karşın teröristleri Türkiye'ye iade etmediklerini ifade ederek bu ülkeleri samimi olmamakla eleştirdi. Geçmişten ders almayanların bölgede Türkiye'ye karşın birtakım projeleri hayata geçirme peşinde olduklarını söyleyip "Buna stratejik ortağımız Amerika da dahil" dedi.
Bu açıklama yıllar öncesinde söylenen "Sevr'i getirmek istiyorlar" sözünü doğrulamıyor mu? Şimdi mi farkına vardınız sayın başbakan? Terörü ve teröristi kimin himaye ettiğini, teröre kimin destek verdiğini şimdi mi anladınız?
Peki bu algılayış, eğer samimiyse nasıl bir strateji gerektirir?
Kullanım süresi dolmuş birkaç teröristi paketleyip teslim etmesi için hâlâ "stratejik ortağım" sıfatını layık görebildiğiniz devletin liderine yalvarışı mı? Yoksa terörü önlemek konusunda kararlı bir milli duruşu mu?
"Terörle mücadele ediyormuş gibi yapmayı" ve bunu yandaş medya aracılığıyla halka başarı olarak sunmayı mı yoksa gerçekten kararlı bir biçimde terörle mücadele etmeyi mi?
ABD Başkanı Bush 11 Eylül saldırısının hemen ertesinde teröre destek verdiğini iddia ettiği ülkeleri "Şer Ekseni" içinde değerlendirmemiş miydi? O ülkelere karşı ciddi yaptırımlar uygulamamış mıydı? Özü "önce davranma, saldırıdan önce saldırma" olan Bush Doktrini'ni ilan etmemiş miydi? "Bizimle beraber değilseniz, teröristten yanasınız" diyecek kadar iddialı, kapsamlı ve zorlayıcı bir terörle mücadele söylemi geliştirilmemiş miydi?
Başbakanın Batı'nın PKK terörü karşısındaki duyarsız tavrı konusundaki sözlerinden yola çıkarsak, şimdi AB ve ABD, "Şer Ekseni" ülkeler arasında olmuyorlar mı? Bu gerçeği açık dille ifade etmemiz, bütün dünyaya anlatmamız gerekmiyor mu? Asıl önemlisi terör konusundaki politikasızlığı bir milli politika ile değiştirmemiz gerekmiyor mu?...
Kararlı bir terör karşıtı strateji üretmek ve bu stratejiyi milli güçlere dayanarak yürütmek asla hayalcilik değildir. Hayalcilik, ABD'den icazet alarak terör sorununun çözülebileceğine inanmaktır...
İktidar adına doğru strateji 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nın birinci maddesindeki terör tanımını zamanında algılamaktan geçiyordu. Uygulanan terörün neleri hedef aldığını ve ne tahribatlar yapabileceğini Türkiyelilik söylemine bulaşmadan, alt kimlik tartışmasına girişmeden ölçüp biçmekten geçiyordu. "Her şeyi ben bilirim, her şeye ben karar veririm, milli iradeyi sadece ben temsil ediyorum" mantığı ile siyaset yapmayı bırakmaktan geçiyordu. Ana muhalefet CHP'nin terörle ilgili yerinde uyarılarını dikkate almaktan geçiyordu....
Bugün gelinen nokta: bir tarafta yukarıda sayılan tehditler diğer tarafta binlerce şehit ve şehit aileleri...
Bir tarafta ABD'den icazet bekleyen, ama ne için icazet beklediği bile belli olmayan bir iktidar...Sahte zafer manşetleri atmaya hazır bir medya...
Diğer tarafta terörle mücadelenin neyi gerektirdiği konusunda yükselen milli bilinç...
Haber Ekspres, 6 Kasım 2007
"Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa'da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti'nin ve Cumhuriyet'in varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir."
Değerli okurlarım bugün de;
· Cebir ve şiddet kullanılarak milletimiz üzerinde baskı, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit yöntemleri uygulanmıyor mu?
· Bu yöntemleri uygulayanlar anayasamızda belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek istemiyorlar mı?
· Cebir ve şiddeti devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacıyla gerçekleştirmiyorlar mı?
· Bu şekilde bir örgütlenmeye karşı yerinde önlemlerin alınmaması cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmüyor mu?
· Devlet otoritesini zaafa uğratmıyor mu?
· Devleti yıkmak, ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek hedefindekileri yüreklendirmiyor mu?
· Devletin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı böylece gittikçe bozulmuyor mu?
Terörün amacı siyasidir. Siyasi hedeflere ulaşmak için şiddetin araçlaştırılmasıdır terör. Birinin "terörist" dediğine diğerinin çeşitli kaygılarla "özgürlük savaşçısı" diyebildiği, terör örgütlerinin bazı devletler tarafından stratejik amaçlarla kullanıldığı, küreselleşmenin ve şehirleşmenin terörün araçlarını çoğalttığı ve gizlenmesini kolaylaştırdığı bir çağda, terörle mücadele elbette daha zordur.
Böyle bir çağda terörle mücadele doğru stratejiler gerektirir. Daha kararlı duruş, daha fazla inandırıcılık gerektirir. Daha fazla ciddiyet gerektirir!
Terörle Mücadele Yasası'nda açıkça sayılan yolları izleyerek, bu yasada aktarılan hedefleri gerçekleştirmek isteyen kişiler hiç kuşkusuz teröristtirler. Bunun kadar kesin olan bir başka şey de terör olgusuyla etkin mücadele etmekte zaafı olan siyasal iktidarların ve terörün gizli ya da örtülü destekçisi olmuş her örgütlenmenin terörün yıkıcı etkilerinden sorumlu olduklarıdır!
Başbakan Recep Tayip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Avrupa ülkelerinin PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmelerine karşın teröristleri Türkiye'ye iade etmediklerini ifade ederek bu ülkeleri samimi olmamakla eleştirdi. Geçmişten ders almayanların bölgede Türkiye'ye karşın birtakım projeleri hayata geçirme peşinde olduklarını söyleyip "Buna stratejik ortağımız Amerika da dahil" dedi.
Bu açıklama yıllar öncesinde söylenen "Sevr'i getirmek istiyorlar" sözünü doğrulamıyor mu? Şimdi mi farkına vardınız sayın başbakan? Terörü ve teröristi kimin himaye ettiğini, teröre kimin destek verdiğini şimdi mi anladınız?
Peki bu algılayış, eğer samimiyse nasıl bir strateji gerektirir?
Kullanım süresi dolmuş birkaç teröristi paketleyip teslim etmesi için hâlâ "stratejik ortağım" sıfatını layık görebildiğiniz devletin liderine yalvarışı mı? Yoksa terörü önlemek konusunda kararlı bir milli duruşu mu?
"Terörle mücadele ediyormuş gibi yapmayı" ve bunu yandaş medya aracılığıyla halka başarı olarak sunmayı mı yoksa gerçekten kararlı bir biçimde terörle mücadele etmeyi mi?
ABD Başkanı Bush 11 Eylül saldırısının hemen ertesinde teröre destek verdiğini iddia ettiği ülkeleri "Şer Ekseni" içinde değerlendirmemiş miydi? O ülkelere karşı ciddi yaptırımlar uygulamamış mıydı? Özü "önce davranma, saldırıdan önce saldırma" olan Bush Doktrini'ni ilan etmemiş miydi? "Bizimle beraber değilseniz, teröristten yanasınız" diyecek kadar iddialı, kapsamlı ve zorlayıcı bir terörle mücadele söylemi geliştirilmemiş miydi?
Başbakanın Batı'nın PKK terörü karşısındaki duyarsız tavrı konusundaki sözlerinden yola çıkarsak, şimdi AB ve ABD, "Şer Ekseni" ülkeler arasında olmuyorlar mı? Bu gerçeği açık dille ifade etmemiz, bütün dünyaya anlatmamız gerekmiyor mu? Asıl önemlisi terör konusundaki politikasızlığı bir milli politika ile değiştirmemiz gerekmiyor mu?...
Kararlı bir terör karşıtı strateji üretmek ve bu stratejiyi milli güçlere dayanarak yürütmek asla hayalcilik değildir. Hayalcilik, ABD'den icazet alarak terör sorununun çözülebileceğine inanmaktır...
İktidar adına doğru strateji 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nın birinci maddesindeki terör tanımını zamanında algılamaktan geçiyordu. Uygulanan terörün neleri hedef aldığını ve ne tahribatlar yapabileceğini Türkiyelilik söylemine bulaşmadan, alt kimlik tartışmasına girişmeden ölçüp biçmekten geçiyordu. "Her şeyi ben bilirim, her şeye ben karar veririm, milli iradeyi sadece ben temsil ediyorum" mantığı ile siyaset yapmayı bırakmaktan geçiyordu. Ana muhalefet CHP'nin terörle ilgili yerinde uyarılarını dikkate almaktan geçiyordu....
Bugün gelinen nokta: bir tarafta yukarıda sayılan tehditler diğer tarafta binlerce şehit ve şehit aileleri...
Bir tarafta ABD'den icazet bekleyen, ama ne için icazet beklediği bile belli olmayan bir iktidar...Sahte zafer manşetleri atmaya hazır bir medya...
Diğer tarafta terörle mücadelenin neyi gerektirdiği konusunda yükselen milli bilinç...
Haber Ekspres, 6 Kasım 2007
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)