Değerli okurlarım, susuz bir yaşam düşünebilir misiniz? Geleceğimiz açısından suyun önemini ve kıymetini ortaya koyabilmek için bugünkü yazımı DSİ, DİE ve CHP'nin verilerinden yola çıkarak suya ayırdım.
Değerli okurlarım, Türkiye'ye yıllık 501 milyar metreküp su düşüyor.
1- Bu suyun 274 milyar metreküpü buharlaşıyor,
2- 41 milyar metreküpü yer altı sularına karışıyor,
3- Yeraltı sularının 14 milyar metreküplük bölümü pınarlar vasıtasıyla yeniden yeryüzüne çıkıyor.
4- 153 milyar metreküplük bölümü ise çeşitli büyüklükteki akarsular vasıtasıyla denizlere ve kapalı havzalara dökülüyor.
5- Komşu ülkelerden Türkiye'ye 7 milyar metreküp su geliyor.
Yukarıdaki bilgilere göre:
a- Türkiye'nin brüt su potansiyeli 234 milyar metreküpü buluyor.(501-274=227+7=234),
b- Türkiye'nin brüt yerüstü suyu potansiyeli ise 193 milyar metreküp.
(234- 41=193).
Türkiye'nin toplam kullanabilir su potansiyelinin 112 milyar metreküp olmasına rağmen Türkiye, bu miktarın sadece yüzde 36'sını yani 40.3 milyar metreküpünü kullanabilmekte.
Ayrıca 779.5 milyon hektar yüzölçümü olan Türkiye topraklarının sadece 28 milyon hektarlık kısmı ekilebilir durumda. Ekilebilir alanların 25.85 milyon hektarlık kısmı sulanabiliyor. Modern anlamda ise sadece ve sadece 8.5 milyon hektarlık alan sulanabilmekte.
Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı bin metreküpten daha az olan ülkeler su fakiri. Kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı bin ile 2 bin metreküp arasında olan ülkeler ise su azlığı ile karşı karşıya. Kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 8-10 bin metreküpten daha fazla ülkeler ise su zengini olarak nitelendiriliyor. Türkiye'de kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1642 metreküp/yıl. Oysa Türkiye'nin su potansiyeli 3 bin 690 metreküp/yıl.
Bu durumda Türkiye su azlığı sorunu yaşayan ülkeler arasında yer almakta.
Bu şekilde giderse 2030 yılında Türkiye'nin nüfusunun 100 milyona erişmesiyle, kişi başına düşecek su miktarının bin metreküp/yıla düşeceği düşünülmekte.
Peki neler yapılmalı?
* Küresel ısınmadan etkilenen ülkelerin başında gelen Türkiye su sorununa acilen çözüm getirmek durumdadır. 112 milyar metreküplük su potansiyelinin kullanılabilmesi için 128 milyar dolarlık yatırım gerçekleştirilmelidir.
* Hem sulanabilir alanları arttırmak hem de kişi başına düşen kullanılabilir su miktarını su zengini ülkelerin seviyesine yükseltmek ve brüt yerüstü suyu potansiyelinin tamamını kullanabilmek için 730 adet barajın, 1000'den fazla göletin ve bir o kadar da sulama kanallarının yapılması gerekir.
* Taşkınlardan korunmak için bugüne kadar 30 milyon dolar yatırım yapılmasına rağmen felaketler yine de yaşanmaktadır. Türkiye bu taşkınlar yüzünden her yıl 100 milyon dolar zarara uğramaktadır. Barajların ve göletlerin yapılmasıyla maddi ve manevi zararın önüne de geçilmiş olacaktır.
* Kentleşme, sanayileşme, tarımsal ilaçlar, çevre kirliliği gibi nedenlerden dolayı sularımız hızla kirlenmektedir. Bunun önüne süratle geçilmesi için gerekli hukuki ve maddi önlemler alınmalı ve etkin denetim sağlanmalıdır.
* Türkiye'nin su potansiyelini tam ve ekonomik kullanacak tedbirler alınmalıdır.
* Güneydoğu Anadolu Projesi'nin bir an evvel hayata geçmesi için gerekli yatırımların yapılması zorunludur.
Bir not daha: Dünya Çevre Örgütü yayınladığı raporda Avrupa'daki ilk çölleşmenin Konya'da başlayacağını vurguladı. Ayrıca rapora göre, Türkiye'de göl sularındaki çekilmeler çölleşmenin oldukça yakın bir gelecekte gerçekleşeceğini ortaya koyuyor.
Kentlerde nüfusun aşırı artması suya olan ihtiyacın da aynı oranda artmasına neden oluyor. Eğer su kaynaklarını çoğaltmazsak, kentlerin su ihtiyacını karşılamak için tarım için kullanılan suyun alınması gündeme gelecek. İşte o zaman tarım da sekteye uğrayacak. Örneğin: 1 ton tahıl üretmek için 1000 ton su kullanmak gerekir. Bu suların kentlere aktarılacağı oranda, açlıkla karşı karşıya kalma ihtimalinin büyüyeceği gözardı edilmemelidir.
Tüm bunların ötesinde gelecekteki savaşların su yüzünden çıkacağı da görülmektedir. Suyun stratejik değeri her geçen gün artmaktadır.
Topraklarımızı suyla buluşturacak, havamızı sera etkisinden koruyacak, suyumuzu çoğaltacak ve kirlenmesini önleyecek, ormanlarımızı koruyacak ve çoğaltacak projeleri vakit kaybetmeden devreye sokmalıyız.
Değerli okurlarım, gelecek on yılların su yılları olacağını göz önünde bulundurmalıyız. Küresel ısınmanın etkilerini de dikkatle değerlendirerek yaşam kaynağımız olan ormanlarımıza, sularımıza, topraklarımıza ve havamıza sahip çıkmalıyız. Onların yok olmasına ve kirlenmesine fırsat vermemeliyiz.
Geleceğimiz olan çocuklarımıza sağlıklı ve yeterli su bırakabilmek için kaynakların çok iyi korunup, akılcı kullanılması gerekir.
Su emektir, su ekmektir, su yaşamdır, su zenginliktir, su gelecektir...
(25 Aralık 2007 Haber Ekspres)
26 Aralık 2007
20 Aralık 2007
TAKIYYEYE GEREK KALDI MI? - ZAFER YAPICI
Bundan böyle AKP'nin üst yöneticilerinin söylem ve eylemlerinde takıyye yapmalarına gerek kalmamıştır...
Çünkü artık söyleyemediklerini söyleyecek, yapamadıklarını yapacak kişi ve kurumları; daha doğrusu kendi dar çıkarlarının ödünsüz savunucusu "kadrolarını" oluşturmuşlardır.
Başbakanın ve Cumhurbaşkanının vücut dilinden anlayan kadrolar "gereğini yapacak" duruma gelmişler, "gereğini yapacak" konumlara taşınmışlardır.
İşte birkaç örnek: Cumhurbaşkanı tarafından atanan yeni YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın ilk demeci "Bütün yasaklar üniversitelerden kalkacak" oldu. Özcan eğitimin ve bilimin sorunlarından ve eğitim ve bilim üzerindeki siyasal baskılardan söz etmek yerine göreve gelir gelmez açıkça "türban" serbestliğini savunan mesajlar vermekte...
Kocaeli'nin Karamürsel kaymakamı 11 Aralık 2007 tarihinde gönderdiği yazı ile ilçedeki protokolün ve kamu görevlilerinin kurban bayramında bayramlaşmak için ilçenin Merkez Camii'nde olmalarını istedi.
AKP'den milletvekili seçilen bir hukukçu(!) "Anayasa'da Atatürk milliyetçiliği, Atatürk ilke ve inkılapları kavramlarına gerek yok" diyerek anayasa tartışmalarını başlatma görevini üstlendi.
İktidara yakın olmasının dışında hiçbir özelliği olmayan bir kişi Türkiye'nin en büyük radyo ve televizyon kuruluşu olan TRT'nin Genel Müdürlüğüne getirildi.
Sadece devlet yönetimindeki kadrolar değil, sendikalar ve "sözde sivil toplum örgütleri" içindeki kadrolar da görevlerini yerine getiriyorlar...
Örneğin Eğitim-Bir-Sen'in 1-2 Aralık 2007 tarihlerinde Şanlıurfa'da yaptığı istişare toplantısı sonuç bildirgesinde:
* Okullarda İstiklal Marşı'nın da okunduğu törenlere son verilmesi;
* İlköğretim okullarında okutulan öğrenci andının yeniden gözden geçirilmesi, andın etnik farklılıklar ve evrensel değerler dikkate alınarak yeniden dizayn edilmesi;
* Bölgede sadece kız öğrencilerin devam edeceği pansiyonlu kız meslek liseleri açılması, kırsal kesimde ikamet eden kız öğrencilerin bu okullara devamının sağlanması;
* Yerel dil ve lehçelerin seçmeli ders olarak okutulmasının sağlanması, eğitimin tüm kademelerinde herhangi bir ideolojinin dayatılmasından vazgeçilmesi, ideolojik eğitimden demokratik eğitime geçilmesi öneriliyor...
* Özellikle yükseköğretimde kılık-kıyafet serbestliği getirilip, türban yasağının kaldırılması gerektiği şeklindeki ifadeler var...
Türk-İş gibi sendikal kuruluşların teker teker AKP kontrolüne girmesi için çalışmalar daha da yoğunlaştırılıyor. Tüm sendikalar güdümlüleştirilmeye çalışılıyor.
Sadece bunlar mı! Bilim ve eğitim sahasına sızmış alt kadrolar da işbaşında...
Hatırlarsınız; "İkinci Cumhuriyetçi" bir bilim adamı(!) İzmir'de "neden her yerde bu adamın (Atatürk) fotoğrafları var diye soracaklar" diyebilmişti.
Anayasanın sivilleştirilmesi tartışmaları "bilimsel kadrolara" (!) ısmarlanmıştı.
İstanbul Esenler'deki bir lisede edebiyat öğretmeni Z.Y'nin baskılarına Alevi öğrenciler maruz kaldı...
Ankara-Çankaya'daki Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulu'nun bahçesine " Hiç kimse başkasının öğrenme hakkını engelleyemez" yazılı afiş asıldı ya da astırıldı.
Kıbrıs'taki ilk Türk hava şehidi olarak tarihe geçen Cengiz Topel'in adının verildiği Antalya'daki okulun tabelası değiştirildi.
İstanbul Belediyesi'nin Bağcılar-Gaziosmanpaşa arasında sefere koyduğu otobüsün sadece Kazım Karabekir İmam Hatip Lisesi'nde okuyan türbanlı kız öğrencilere hizmet vermesi sağlandı.
Özellikle devlet hastanelerinde ve sağlık ocaklarında bayan doktor ve hemşirelerinin bazılarının türban takarak vazife yapmasına olanak tanındı...
Değerli okurlarım, bunlara benzer o kadar çok karanlık örnek var ki...Sizler bu örnekleri çok iyi biliyorsunuz, birçoğuyla da günlük yaşamlarınızda karşılaşıyorsunuz. Cumhuriyet devrimlerinin kuşatılmışlığına her an şahit oluyorsunuz.
Büyük Ortadoğu Projesi adım adım yaşama geçiriliyor! Cumhuriyet, laiklik, demokrasi yok edilmeye çalışılıyor. Cumhuriyet değerlerini örgütlü bir biçimde savunan tüm platformlar hedef alınıyor. En başta da CHP.
Bizi biz yapan değerlerimiz elimizden uçup gitmekte...Yavaş yavaş, adım adım...
Bunlar olurken; artık cumhuriyet değerlerinin içeriği takıyyeye başvurmaya gerek kalmadan boşaltılırken, edilgen durumda olmaya devam mı edeceğiz? Ne zaman kendimize gelip değerlerimize sahip çıkacağız?
Ne zaman?
Ne zaman?
Haber Ekspres, 18 Aralık 2007
Çünkü artık söyleyemediklerini söyleyecek, yapamadıklarını yapacak kişi ve kurumları; daha doğrusu kendi dar çıkarlarının ödünsüz savunucusu "kadrolarını" oluşturmuşlardır.
Başbakanın ve Cumhurbaşkanının vücut dilinden anlayan kadrolar "gereğini yapacak" duruma gelmişler, "gereğini yapacak" konumlara taşınmışlardır.
İşte birkaç örnek: Cumhurbaşkanı tarafından atanan yeni YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın ilk demeci "Bütün yasaklar üniversitelerden kalkacak" oldu. Özcan eğitimin ve bilimin sorunlarından ve eğitim ve bilim üzerindeki siyasal baskılardan söz etmek yerine göreve gelir gelmez açıkça "türban" serbestliğini savunan mesajlar vermekte...
Kocaeli'nin Karamürsel kaymakamı 11 Aralık 2007 tarihinde gönderdiği yazı ile ilçedeki protokolün ve kamu görevlilerinin kurban bayramında bayramlaşmak için ilçenin Merkez Camii'nde olmalarını istedi.
AKP'den milletvekili seçilen bir hukukçu(!) "Anayasa'da Atatürk milliyetçiliği, Atatürk ilke ve inkılapları kavramlarına gerek yok" diyerek anayasa tartışmalarını başlatma görevini üstlendi.
İktidara yakın olmasının dışında hiçbir özelliği olmayan bir kişi Türkiye'nin en büyük radyo ve televizyon kuruluşu olan TRT'nin Genel Müdürlüğüne getirildi.
Sadece devlet yönetimindeki kadrolar değil, sendikalar ve "sözde sivil toplum örgütleri" içindeki kadrolar da görevlerini yerine getiriyorlar...
Örneğin Eğitim-Bir-Sen'in 1-2 Aralık 2007 tarihlerinde Şanlıurfa'da yaptığı istişare toplantısı sonuç bildirgesinde:
* Okullarda İstiklal Marşı'nın da okunduğu törenlere son verilmesi;
* İlköğretim okullarında okutulan öğrenci andının yeniden gözden geçirilmesi, andın etnik farklılıklar ve evrensel değerler dikkate alınarak yeniden dizayn edilmesi;
* Bölgede sadece kız öğrencilerin devam edeceği pansiyonlu kız meslek liseleri açılması, kırsal kesimde ikamet eden kız öğrencilerin bu okullara devamının sağlanması;
* Yerel dil ve lehçelerin seçmeli ders olarak okutulmasının sağlanması, eğitimin tüm kademelerinde herhangi bir ideolojinin dayatılmasından vazgeçilmesi, ideolojik eğitimden demokratik eğitime geçilmesi öneriliyor...
* Özellikle yükseköğretimde kılık-kıyafet serbestliği getirilip, türban yasağının kaldırılması gerektiği şeklindeki ifadeler var...
Türk-İş gibi sendikal kuruluşların teker teker AKP kontrolüne girmesi için çalışmalar daha da yoğunlaştırılıyor. Tüm sendikalar güdümlüleştirilmeye çalışılıyor.
Sadece bunlar mı! Bilim ve eğitim sahasına sızmış alt kadrolar da işbaşında...
Hatırlarsınız; "İkinci Cumhuriyetçi" bir bilim adamı(!) İzmir'de "neden her yerde bu adamın (Atatürk) fotoğrafları var diye soracaklar" diyebilmişti.
Anayasanın sivilleştirilmesi tartışmaları "bilimsel kadrolara" (!) ısmarlanmıştı.
İstanbul Esenler'deki bir lisede edebiyat öğretmeni Z.Y'nin baskılarına Alevi öğrenciler maruz kaldı...
Ankara-Çankaya'daki Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulu'nun bahçesine " Hiç kimse başkasının öğrenme hakkını engelleyemez" yazılı afiş asıldı ya da astırıldı.
Kıbrıs'taki ilk Türk hava şehidi olarak tarihe geçen Cengiz Topel'in adının verildiği Antalya'daki okulun tabelası değiştirildi.
İstanbul Belediyesi'nin Bağcılar-Gaziosmanpaşa arasında sefere koyduğu otobüsün sadece Kazım Karabekir İmam Hatip Lisesi'nde okuyan türbanlı kız öğrencilere hizmet vermesi sağlandı.
Özellikle devlet hastanelerinde ve sağlık ocaklarında bayan doktor ve hemşirelerinin bazılarının türban takarak vazife yapmasına olanak tanındı...
Değerli okurlarım, bunlara benzer o kadar çok karanlık örnek var ki...Sizler bu örnekleri çok iyi biliyorsunuz, birçoğuyla da günlük yaşamlarınızda karşılaşıyorsunuz. Cumhuriyet devrimlerinin kuşatılmışlığına her an şahit oluyorsunuz.
Büyük Ortadoğu Projesi adım adım yaşama geçiriliyor! Cumhuriyet, laiklik, demokrasi yok edilmeye çalışılıyor. Cumhuriyet değerlerini örgütlü bir biçimde savunan tüm platformlar hedef alınıyor. En başta da CHP.
Bizi biz yapan değerlerimiz elimizden uçup gitmekte...Yavaş yavaş, adım adım...
Bunlar olurken; artık cumhuriyet değerlerinin içeriği takıyyeye başvurmaya gerek kalmadan boşaltılırken, edilgen durumda olmaya devam mı edeceğiz? Ne zaman kendimize gelip değerlerimize sahip çıkacağız?
Ne zaman?
Ne zaman?
Haber Ekspres, 18 Aralık 2007
12 Aralık 2007
PAYLAŞILACAK O KADAR ÇOK ŞEY VAR Kİ - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, uzun bir zaman önce gördüğüm; ilköğretim öğrencisi Ege Topçu'nun yapmış olduğu bir resim beni çok etkilemişti. Bugün bu resmin içeriğini sizlerle de paylaşmak istedim.
Minik Ege'nin söz konusu resminde denizin içinde tahtadan yapılmış bir tahterevalli ve tahterevallinin her iki ucunda dengeyi sağlayan iki kafes var. Birinci kafesin kapağı açık ve bir kuş kafesin üzerinde özgür bir biçimde duruyor. İkinci kafese baktığınızda ise diğer kuş kafesin içinde tutsak bir şekilde...
Resimde birinci kafesin üzerinde duran kuş özgürlüğünü kazanmasına rağmen uçmuyor ve hiç kımıldamadan öyle duruyor. Peki neden? Çünkü eğer kımıldar veya uçar giderse denge bozulacak ve kafes içindeki diğer kuş suların içine düşüp boğulacak. Birinci kafesteki kuş özgür olmasına rağmen arkadaşının yaşaması için, kendisini de tıpkı arkadaşı gibi tutsak görmekte.
Bu resmi günümüze; Türk siyasi yaşamına da aktarabiliriz aslında...
* Birinci kafesin üzerindeki tutsak olmayan özgür kuşun; Kemalistleri, demokratları, laikleri, CHP'yi ve tüm yurtseverleri,
* İkinci kafesin içinde tutsak olan kuşun; Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal, laik ve üniter yapısını,
* Kafeslerin altındaki denizin ve denizin içindeki köpekbalıklarının ise; emperyalistleri, gericileri, bölücüleri, Sorosçuları ve ayrıcalık sahiplerini ifade ettiğini düşününüz.
Değerli okurlarım, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti yapısını ve bölünmez bütünlüğünü; Mustafa Kemal Atatürk'ün iki eserim dediği "Cumhuriyeti ve CHP'yi" bölücüler ve rejim düşmanları Lozan'ı kaldırıp Sevr'i getirerek çökertmek istemektedirler.
Emperyalistler, gericiler, bölücüler, Sorosçular ve ayrıcalık sahipleri denizin içinde bir köpekbalığı sürüsü gibi ağızlarını açıp beklemekte, kafes üzerinde tutsak olmayanları (Kemalistleri, demokratları, laikleri, CHP'yi ve yurtseverleri) korkutarak, ürküterek onların kaçmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Böylece dengeyi bozarak kafes içindekileri (Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal, laik ve üniter yapısını) denize düşürmeyi ve yutmayı hedeflemektedirler. Ya da en azından dengenin aynen kalmasını; yani özgür olan kuşun edilgen durumda kalmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. Çünkü bu statüko onlara rollerinin gereğini yapmaları için bir fırsat sunabilmektedir.
İşte değerli okurlarım; tıpkı minik Ege'nin resmindeki kuşlar gibi, Türkiye Cumhuriyeti'ni elini kolunu bağlayıp hiçbir şey yapamaz duruma getirmek istemektedirler. Bizler bu oyunların farkına ne zaman varacağız?
Bizler ne dengeyi koruma kaygısıyla edilgen durumda kalmak ne de yok olmak istiyoruz. Bu edilgenlikten ve yok olmadan kurtulmanın tek yolu Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasını yaratan ve Cumhuriyeti kuran o ruhu; o birlikteliği ortaya çıkartmaktır. Türk milleti olarak Atatürk ilke ve devrimlerine; onun iki eserine ve bizi biz yapan tüm değerlerimize sahip çıkmalıyız. O ruh ve birliktelik aynı kaderi paylaşan iki kuşu da gerçek anlamda özgürleştirecektir. O ruh ve birliktelik, denizin içindeki aç köpekbalıklarını geldikleri yere gönderecektir. Yakın tarihimizde daha sağlam kafeslerden kurtulan bizler değil miydik? Daha aç ve daha büyük köpekbalıklarını yakın tarihimizde geldikleri yerlere göndermemiş miydiydik?
Artık tahterevallinin her iki tarafındaki kuşun özgür kalmasını sağlamalıyız.
İşte o zaman Türkiye Cumhuriyeti çağdaş medeniyet seviyesine ulaşılacaktır. İşte o zaman emperyalizme, gericiliğe, eşitsizliğe, bölücülüğe ve ayrıcalıklılara baş kaldıran, kendine güvenen Atatürk Türkiye'si yaratılmış olacaktır.
"Ben değil biz" olduğumuzda...Birlik olduğumuzda...
Paylaşılacak o kadar çok şey var ki! Yeter ki yaşamı hissedelim...
(Haber Ekspres, 11 Aralık 2007 Salı)
Minik Ege'nin söz konusu resminde denizin içinde tahtadan yapılmış bir tahterevalli ve tahterevallinin her iki ucunda dengeyi sağlayan iki kafes var. Birinci kafesin kapağı açık ve bir kuş kafesin üzerinde özgür bir biçimde duruyor. İkinci kafese baktığınızda ise diğer kuş kafesin içinde tutsak bir şekilde...
Resimde birinci kafesin üzerinde duran kuş özgürlüğünü kazanmasına rağmen uçmuyor ve hiç kımıldamadan öyle duruyor. Peki neden? Çünkü eğer kımıldar veya uçar giderse denge bozulacak ve kafes içindeki diğer kuş suların içine düşüp boğulacak. Birinci kafesteki kuş özgür olmasına rağmen arkadaşının yaşaması için, kendisini de tıpkı arkadaşı gibi tutsak görmekte.
Bu resmi günümüze; Türk siyasi yaşamına da aktarabiliriz aslında...
* Birinci kafesin üzerindeki tutsak olmayan özgür kuşun; Kemalistleri, demokratları, laikleri, CHP'yi ve tüm yurtseverleri,
* İkinci kafesin içinde tutsak olan kuşun; Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal, laik ve üniter yapısını,
* Kafeslerin altındaki denizin ve denizin içindeki köpekbalıklarının ise; emperyalistleri, gericileri, bölücüleri, Sorosçuları ve ayrıcalık sahiplerini ifade ettiğini düşününüz.
Değerli okurlarım, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti yapısını ve bölünmez bütünlüğünü; Mustafa Kemal Atatürk'ün iki eserim dediği "Cumhuriyeti ve CHP'yi" bölücüler ve rejim düşmanları Lozan'ı kaldırıp Sevr'i getirerek çökertmek istemektedirler.
Emperyalistler, gericiler, bölücüler, Sorosçular ve ayrıcalık sahipleri denizin içinde bir köpekbalığı sürüsü gibi ağızlarını açıp beklemekte, kafes üzerinde tutsak olmayanları (Kemalistleri, demokratları, laikleri, CHP'yi ve yurtseverleri) korkutarak, ürküterek onların kaçmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Böylece dengeyi bozarak kafes içindekileri (Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal, laik ve üniter yapısını) denize düşürmeyi ve yutmayı hedeflemektedirler. Ya da en azından dengenin aynen kalmasını; yani özgür olan kuşun edilgen durumda kalmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. Çünkü bu statüko onlara rollerinin gereğini yapmaları için bir fırsat sunabilmektedir.
İşte değerli okurlarım; tıpkı minik Ege'nin resmindeki kuşlar gibi, Türkiye Cumhuriyeti'ni elini kolunu bağlayıp hiçbir şey yapamaz duruma getirmek istemektedirler. Bizler bu oyunların farkına ne zaman varacağız?
Bizler ne dengeyi koruma kaygısıyla edilgen durumda kalmak ne de yok olmak istiyoruz. Bu edilgenlikten ve yok olmadan kurtulmanın tek yolu Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasını yaratan ve Cumhuriyeti kuran o ruhu; o birlikteliği ortaya çıkartmaktır. Türk milleti olarak Atatürk ilke ve devrimlerine; onun iki eserine ve bizi biz yapan tüm değerlerimize sahip çıkmalıyız. O ruh ve birliktelik aynı kaderi paylaşan iki kuşu da gerçek anlamda özgürleştirecektir. O ruh ve birliktelik, denizin içindeki aç köpekbalıklarını geldikleri yere gönderecektir. Yakın tarihimizde daha sağlam kafeslerden kurtulan bizler değil miydik? Daha aç ve daha büyük köpekbalıklarını yakın tarihimizde geldikleri yerlere göndermemiş miydiydik?
Artık tahterevallinin her iki tarafındaki kuşun özgür kalmasını sağlamalıyız.
İşte o zaman Türkiye Cumhuriyeti çağdaş medeniyet seviyesine ulaşılacaktır. İşte o zaman emperyalizme, gericiliğe, eşitsizliğe, bölücülüğe ve ayrıcalıklılara baş kaldıran, kendine güvenen Atatürk Türkiye'si yaratılmış olacaktır.
"Ben değil biz" olduğumuzda...Birlik olduğumuzda...
Paylaşılacak o kadar çok şey var ki! Yeter ki yaşamı hissedelim...
(Haber Ekspres, 11 Aralık 2007 Salı)
06 Aralık 2007
AKP İKTİDARI DENETİMİ İŞLEVSİZLEŞTİRİYOR - ZAFER YAPICI
Çağdaş demokrasilerde iktidarlar mutlak ve denetimsiz değillerdir. Kişi hak ve özgürlüklerini koruma adına iktidar gücü türlü biçimlerde sınırlandırılır.
Bu sınırlandırma ilk olarak iç hukuk düzenlemeleriyle sağlanır. Anayasalar vasıtasıyla devletin yönetim düzeni ve yurttaşların hak ve özgürlükleri yazılı güvencelere bağlanır. Böylelikle iktidarın keyfiliğine son vermek amaçlanır. Yargısal denetim yoluyla da yasama ve yürütme organlarının kendilerine Anayasa ve yasalarla tanınan yetkilerin sınırlarını aşıp, aşmadıkları yargı organlarınca (Anayasa Mahkemesi, Sayıştay, Danıştay, İdare Mahkeme) denetlenir. Cumhurbaşkanı'nın vetosu ile yine iktidar denetlenir.
İktidar gücünün denetiminin bir diğer yolu da kamuoyudur. Hak ve özgürlükleri koruma konusunda kamuoyu yaratılması, özgürlüklerin korunmasının en sağlam güvencesidir. Ayrıca medya, siyasal iktidarın kullanılışını sürekli olarak gözlemlemek, eleştirmek, gerekli durumlarda uyarmak ve yol göstermek gibi işlevleriyle iktidarın kötüye kullanılmasını önlemede son derece etkili olabilmektedir.
Medya dışında örgütlü toplum da iktidarın gücünün mutlaklığa erişmesini önlemede işlevseldir. Siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, dernekler ve diğer sivil toplum örgütleri yurttaş hak ve özgürlüklerini iktidara karşı korumada önemli roller üstlenebilmektedir.
Bu denetleme yollarını işlevsiz hale getirmeye çalışmak çağdaş demokrasiden ayrılmakla eşanlamdadır. AKP iktidarının yaptığı da tam olarak budur.
AKP iktidarı,
* Anayasayı kendi zihniyeti ve siyasal erekleri doğrultusunda biçimlendirip, anayasal denetimi işlevsizleştirme yönündeki gayretleriyle;
* Cumhurbaşkanını kendi zihniyetleri doğrultusunda seçerek veto yetkisini işlevsizleştirme yönündeki gayretleriyle;
* Yargının bağımsızlık, tarafsızlık ve güvenilirliğini ortadan kaldırma yönündeki uygulamaları ve yargıyı AKP'lileştirme hedefiyle; yargıdaki kadrolaşmaları ve yargıyı baskı altına alma girişimleriyle;
* Kendi zihniyetlerine karşıt kamuoyu oluştuğu durumlarda gücünü göstermekte hiç tereddüt etmemesiyle;
* Medyayı türlü yöntemlerle baskı altında tutup, basın organlarının gerçekleri yazmasını engelleme çabası ve iktidar güdümlü bir medya yaratma yönündeki gayretleriyle;
* Ana muhalefete ve diğer siyasi partilere, sendikalara, meslek örgütlerine, derneklere, sivil toplum örgütlerine gereken demokratik önemi vermemesiyle;
* Uluslararası hukuku kendi isteklerine cevap verdiğinde kabullenmesi, kendi isteklerine cevap vermediğinde ise "ulemaya sorulmalıdır" demesiyle, çağdaş demokratik çizginin karşısındadır.
AKP iktidarı açıkça kendini denetleyen tüm demokratik unsurları etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle demokrasinin geleceği son derece büyük bir tehlike altındadır. Bir o kadar da Türkiye'nin geleceği tehlike altındadır.
Recep Tayip Erdoğan'ın "Acele etmeyin, masayı devirmeyin, yavaş yavaş bu iş olacak. Kendiliğinden, bir şey yapmaya gerek yok. On; on beş yıl sonra bir bakacaksınız bir başka ortamda bulmuş herkes kendini" sözlerinin altında yatan amaç; demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti yerine, AKP zihniyetli bir devlet yapısını yaratmaktır. Bunun için de tüm demokratik denetim yollarını işlevsizleştirme durumu söz konusudur.
Eğer biz yurttaşlar olarak yukarıdaki denetleme görevini yerine getiren unsurlara destek olmazsak ve denetim sürecine doğrudan katılmazsak, anti-demokratik ve baskıcı yönetim anlayışına katkı sağlamış oluruz.
Demokrasi nereye gidiyor? Cumhuriyet nereye gidiyor? Laiklik nereye gidiyor? Türkiye nereye gidiyor? Bizler Mustafa Kemal Atatürk'ün çocukları olarak bunların farkında mıyız?
Peki ne zaman gereğini yapacağız?
Haber Ekspres, 4 Aralık 2007
Bu sınırlandırma ilk olarak iç hukuk düzenlemeleriyle sağlanır. Anayasalar vasıtasıyla devletin yönetim düzeni ve yurttaşların hak ve özgürlükleri yazılı güvencelere bağlanır. Böylelikle iktidarın keyfiliğine son vermek amaçlanır. Yargısal denetim yoluyla da yasama ve yürütme organlarının kendilerine Anayasa ve yasalarla tanınan yetkilerin sınırlarını aşıp, aşmadıkları yargı organlarınca (Anayasa Mahkemesi, Sayıştay, Danıştay, İdare Mahkeme) denetlenir. Cumhurbaşkanı'nın vetosu ile yine iktidar denetlenir.
İktidar gücünün denetiminin bir diğer yolu da kamuoyudur. Hak ve özgürlükleri koruma konusunda kamuoyu yaratılması, özgürlüklerin korunmasının en sağlam güvencesidir. Ayrıca medya, siyasal iktidarın kullanılışını sürekli olarak gözlemlemek, eleştirmek, gerekli durumlarda uyarmak ve yol göstermek gibi işlevleriyle iktidarın kötüye kullanılmasını önlemede son derece etkili olabilmektedir.
Medya dışında örgütlü toplum da iktidarın gücünün mutlaklığa erişmesini önlemede işlevseldir. Siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, dernekler ve diğer sivil toplum örgütleri yurttaş hak ve özgürlüklerini iktidara karşı korumada önemli roller üstlenebilmektedir.
Bu denetleme yollarını işlevsiz hale getirmeye çalışmak çağdaş demokrasiden ayrılmakla eşanlamdadır. AKP iktidarının yaptığı da tam olarak budur.
AKP iktidarı,
* Anayasayı kendi zihniyeti ve siyasal erekleri doğrultusunda biçimlendirip, anayasal denetimi işlevsizleştirme yönündeki gayretleriyle;
* Cumhurbaşkanını kendi zihniyetleri doğrultusunda seçerek veto yetkisini işlevsizleştirme yönündeki gayretleriyle;
* Yargının bağımsızlık, tarafsızlık ve güvenilirliğini ortadan kaldırma yönündeki uygulamaları ve yargıyı AKP'lileştirme hedefiyle; yargıdaki kadrolaşmaları ve yargıyı baskı altına alma girişimleriyle;
* Kendi zihniyetlerine karşıt kamuoyu oluştuğu durumlarda gücünü göstermekte hiç tereddüt etmemesiyle;
* Medyayı türlü yöntemlerle baskı altında tutup, basın organlarının gerçekleri yazmasını engelleme çabası ve iktidar güdümlü bir medya yaratma yönündeki gayretleriyle;
* Ana muhalefete ve diğer siyasi partilere, sendikalara, meslek örgütlerine, derneklere, sivil toplum örgütlerine gereken demokratik önemi vermemesiyle;
* Uluslararası hukuku kendi isteklerine cevap verdiğinde kabullenmesi, kendi isteklerine cevap vermediğinde ise "ulemaya sorulmalıdır" demesiyle, çağdaş demokratik çizginin karşısındadır.
AKP iktidarı açıkça kendini denetleyen tüm demokratik unsurları etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle demokrasinin geleceği son derece büyük bir tehlike altındadır. Bir o kadar da Türkiye'nin geleceği tehlike altındadır.
Recep Tayip Erdoğan'ın "Acele etmeyin, masayı devirmeyin, yavaş yavaş bu iş olacak. Kendiliğinden, bir şey yapmaya gerek yok. On; on beş yıl sonra bir bakacaksınız bir başka ortamda bulmuş herkes kendini" sözlerinin altında yatan amaç; demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti yerine, AKP zihniyetli bir devlet yapısını yaratmaktır. Bunun için de tüm demokratik denetim yollarını işlevsizleştirme durumu söz konusudur.
Eğer biz yurttaşlar olarak yukarıdaki denetleme görevini yerine getiren unsurlara destek olmazsak ve denetim sürecine doğrudan katılmazsak, anti-demokratik ve baskıcı yönetim anlayışına katkı sağlamış oluruz.
Demokrasi nereye gidiyor? Cumhuriyet nereye gidiyor? Laiklik nereye gidiyor? Türkiye nereye gidiyor? Bizler Mustafa Kemal Atatürk'ün çocukları olarak bunların farkında mıyız?
Peki ne zaman gereğini yapacağız?
Haber Ekspres, 4 Aralık 2007
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)