Önce emekleri sömürüldü ilkel şartlar altında çalıştırılarak. Daha sonra yaşamları ellerinden alındı birer birer... İşte buz dağının görünen yüzü: Tuzla'da tersaneler bölgesinde toplam 99 canı yitirdik. Binlerce yaralı ve sakat ise kaderlerine terk edildi...
Ya buz dağının görünmeyen yüzünde yitirdiklerimiz ve kaderlerine terk ettiklerimiz?...
Manisa Soma'da yaşananlar sadece bir örnek buz dağının görünmeyen yüzüne.
Soma'da iş kazası sayısı 2002 yılında 3 bin 193 iken, 2006 yılında 6 bin 623 olmuş. İş kazalarında 2002 yılında 10 kişi ölürken, 2006 yılında bu sayı 26'ya yükselmiş.
Tuzla'da "kazalar" ve "ölümler" sürüyor. Tersane sahipleri ve bürokratlara göre kazaların nedeni deneyimsiz, Anadolu'dan gelen ve hatta denizi ilk kez gören işçiler. İş Sağlığı ve Güvenliği (İSGÜM) Genel Müdürü Kasım Özer, Mayıs ayında TBMM Tuzla Araştırma Komisyonu'na bir ifade vermişti. Özer'in ifadesindeki sözler yaşam hakkı konusunda hakim bakış açısını özetliyor. Şöyle diyor Özer: "Köyden hiç ayrılmamış insanlar, sanayi işlerine girdiğinde üzüntü verici kazalar oluyor. Yeraltı maden ocağında gaz patlamasında 250 insan ölüyor. Tersanelerde sanki 'facialar varmış' gibi gösteriliyor. Ama oranlara baktığımızda o kadar büyük değil."
Bu sözler her şeyi özetliyor. İşte insan yaşamını hiçe sayan anlayış...
* * *
Değerli okurlarım, bu bakış açısı beni dehşete düşürdü; ya sizi?... Kendi ağızlarıyla vasıfsız işçilerin düşük ücretle kötü koşullarda çalıştırıldıklarını itiraf ediyorlar. Hatta bu ölümlerin olağan ve makul sayıda olduğunu söyleyecek kadar zavallılar!...
Açıkça amaç kötü çalışma ortamında ucuz emeğin sömürülmesi. Can kaybını önemseyen kim? Hani nerede yaşam hakkı? Hani nerede insana verilen değer?...
Bu zihniyete bir dur demek için bir günlük grev yapılmadı mı? Bu yüzden emekçiler ve onlara destek veren emekçi dostları meydanlara dökülmedi mi?... Bir günlük uyarı grevi insanca yaşama talebi yönünde bir haykırış değildi de neydi?...
* * *
Tuzla emekçilerinin istemleri şunlar:
* Tersanelerde " Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği" uygulansın.
* Günlük çalışma saati 7,5 saat; haftalık çalışma saati 37,5 saat olsun.
* Cumartesi ve pazar günleri ücretli izin günü olsun.
* İş cinayetlerinin sorumluları yargılansın.
* Tersanelerde eksiksiz revir, doktor ve cankurtaran bulundurulsun.
* Sigortalar, alınan ücretler üzerinden ana firmalar tarafından ödensin.
* Ücretler arttırılsın, ödemeler güvence altına alınsın.
* Sağlıklı barınma evleri, soyunma odaları kurulsun ve iş koluna uygun kaliteli ve sağlıklı yemekler verilsin.
* Günde iki kez dinlenme molası verilsin.
* Taşeronluk kaldırılsın.
* Semtlere servis konulsun.
* Tersaneleri incelemek için bağımsız bir komisyon kurulsun.
Bu istemler Tuzla'da emekçilerin hangi şartlar altında çalıştıklarının da bir ispatı değil mi?...
* * *
Türkiye'mizin her köşesinde boğaz tokluğuna çok zor şartlar altında yaşam savaşı veren milyonlarca insanımızın emeklerinin sömürülmesine seyirci kalan iktidar; söz konusu türban olunca demokrasi, insan hak ve özgürlüklerinden söz etmeye ve Türkiye'nin gündemini değiştirmeye çalışıyor. Bir lokma ekmek kazanabilmek için ölümle burun buruna kalan, evden işe her çıkışta "bu kez sıra bende mi" sorusuyla yüzleşip; eşiyle, çocuklarıyla vedalaşan insanların dramlarını görmezlikten geliyor.
Sayın Başbakan, siz yetmiş milyon Türk milletinin Başbakanısınız. Bir kişinin dahi burnu kanasa bundan siz sorumlusunuz. Kaldı ki insanlarımız, çalışma şartlarının çok kötü olduğu bir ortamda hayatlarını kaybetmekteler, sakat kalmaktalar. Bu durum sizi rahatsız etmiyor mu?...
Neden müdahale edip bu sorunları çözmüyorsunuz? Neden göstermelik açıklamalarla, sorunu geçiştirme söylemleriyle yetiniyorsunuz? Neden Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı'nı harekete geçirmiyorsunuz? Neden komisyonlarda ve mecliste bu yönde kararlar aldırtmıyorsunuz? Sizce türban insan hayatından; yaşam hakkının göz göre göre ortadan kaldırılmasından daha mı önemli?...
İşte emperyalizmin, sömürünün, "bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler" felsefesinin Türkiye şubesinin vurdumduymaz yöneticileri. İşte fütursuz kadrolaşmanın iş bitirmez bürokratları. İşte yandaş, çıkarcı patronlar ve onların taşeronları... İşte siyaset-iş dünyası çarpık ilişkisinin acı sonuçları...
Hani insan hakları, hani demokrasi, hani garip gureba? Bu söylemleri ağzına alanlar, meydanlarda esip gürleyenler, bu canlar birer birer yaşamlarını bir lokma ekmek uğruna feda ederken niye seslerini çıkarmıyorlar?
Onlar kötü şartlar altında bir lokma ekmek kazanmak için canlarından oldular, sakat kaldılar. Peki, onları sömürenler ne oldu? Saygı gördüler, zengin oldular. Belki ödül bile alırlar. Hani o "değerli" insanlara verilen üstün hizmet ödüllerinden örneğin...
* * *
"Emek en yüce değerdir" diyen tüm demokratik kitle örgütlerini ve duyarlı yurttaşları emeği sömüren anlayışa karşı birlik ve beraberlik içinde tavır almaya çağırıyorum.
İnsana verilen değer, en başta onun yaşamına ve emeğine verilen değerle ölçülür çünkü...
...Ve her insan değerlidir...
...İstisnasız her insan...
Kimileri unutturmaya çalışsa da,
İstisnasız her insan...
(Haber Ekspres, 24 Haziran 2008)
24 Haziran 2008
18 Haziran 2008
GÖZLER İSTERSE GERÇEKLERİ GÖRÜR!...-ZAFER YAPICI
Kalabalık bir caddede etrafıma bakarak ilerliyordum. Bir an karşımdan gelip yanımdan geçen insanların yüzlerinin gülmediğini fark ettim. Bu durum beni son derece rahatsız etti. Hemen o anda yol üzerinde bulunan bir kahveye oturdum. Oturduğum yerin yanındaki pencere camında kendimi gördüm bu kez. Yüz ifadem, yolda yürüyen insanların yüz ifadelerinden farklı değildi...
Not defterimi ve kalemimi çıkarıp önce kendimden başlayarak, karşıdan gelenlerin yüz ifadelerini onları bay, bayan, yaşlı, genç olarak tasnif ederek yazmaya koyuldum. Tam gözlemlerimi tamamlayacaktım ki yoldan geçen orta boylu elli yaşlarında bir bey benim oturduğum masaya yöneldi ve bana: "-Oturabilir miyim" diye sordu. Ben de: "-Buyurun" dedim. Kendine bir çay söyledi. O arada ne yazdığımı sordu. Ben de anlattım. Birden sandalyesini daha da yanıma yaklaştırarak konuşmaya başladı:
"-Ben 56 yaşındayım. Emekliyim. 550 YTL emekli maaşı alıyorum. Üç çocuğum var. Biri okuyor, diğer ikisi evde. İş yok, güç yok. Ekmek çıktı 75 yeni kuruşa. Diğerlerini saymıyorum. Gelin geçinin bakalım. Bak beyim yüzüme. Gözüme iyi bak. Bu görüntüm aslında sessiz bir protestodur. Bu hayat şartları içinde milletin yüzü nasıl gülsün. Ekonomi, yandaşların yaşadığı rahatlık değil, asıl ekonomi benim yaşadığım sıkıntıdır... Bizler isyanımızı istesek de istemesek de yüz ifademizle gösteriyoruz. Milletvekilleri, Bakanlar.... Başbakan'ın yüzüne baktığında Başbakan'ın ne demek istediğini anlıyorlar, ona göre hareket ediyorlar da niçin milletin yüzüne bakıp bizim ne demek istediğimizi anlamıyorlar veya anlamak istemiyorlar!... Çünkü onların milletin yüzüne bakacak halleri kalmadı!..."
İşte vatandaşın anlattıkları; işte gözlemlerim:
* Yaşları 75'in üzerinde olan on iki dedenin üçü bastonla yürüyordu. Bunların sadece biri hafif tebessüm ederek yoluna devam ediyordu. Diğer on bir kişi yürümekte zorluk çekip kimi zaman biraz dinlenerek yollarına devam ederken yüzlerinde hüzün, ümitsizlik, bezginlik ve bir o kadar da acı çeker bir ifade vardı.
* Yaşları 75'in üzerinde yirmi kişi olan nineler ise yürümekte dedelere göre daha az zorluk çekiyorlardı. Ninelerin sadece dördünün yüzü biraz gülüyordu. Diğer on altı kişinin yüzlerindeki ifade ise bıkkınlığı, yorgunluğu ve çaresizliği çağrıştırıyordu. Hem ninelerin hem de dedelerin gülümseyenlerinin yanlarında yakınlarının olması dikkat çekiciydi.
* Yaşları 50-75 arası kırk beş kişinin yirmi beşi bay, yirmisi bayandı. Yirmi beş bayın sadece üçünün; yirmi bayanın sadece yedisinin yüzlerinde tebessüm vardı.
* Yaşları 25-50 arasında altmış kişi gözlemledim. Bu grubun yirmi üçü bay, otuz yedisi bayandı. Yirmi üç bayın sadece yedisinin; otuz yedi bayanın da sadece dokuzunun yüzlerinde tebessüm vardı.
* Gözlem yaptığım süre zarfında yaşları 5- 25 arasında kırk kişi geçti caddeden. Bu grubun yirmi beşi bay, on beşi bayandı. Kırk kişinin içinde sadece yaşları 10-18 aralığındaki dördü kız olmak üzere dokuz kişinin şakalaşıp güldüklerini, üç bayan ve beş bayın da hafif tebessümle yolda yürüdüklerini gözledim.
Sonuçta 177 kişi içinde sadece 32 kişinin gülümsediği ve 9 gencimizin de çok neşeli bir şekilde yolda yürüdüğünü gözlemledim. İşte size küçük bir kamuoyu araştırması!
Sizce de bu görüntüyü yaratan sebeplerin ortaya konulması gerekmez mi?...
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye'nin gerçeklerini görmek için halkın içinde yaşamak; halkın içinde olmak gerekir. Halkın çektiği sıkıntılar, mutsuzluklar, çaresizlikler ve umutsuzluklar ancak bu şekilde anlaşılır. Halkla beraber, halkla iç içe yaşayarak; onlarla iletişim kurarak; onların sorunlarını dinleyerek, yüz ifadelerine bakarak, ne söylemek istediklerini algılayarak onların sorunlarına doğru çözümler bulunabilir ancak...
Sıkıntılar karşısında milyonlarca insanımız seslerini yükseltmiyor susuyorsa; bu suskunluğun ne anlama geldiğini çok iyi değerlendirmemiz gerekir.
Çünkü yaşanılan sıkıntılar sadece sözcüklerle ifade edilmez. Gündelik yaşama aktarılan görsel kodlar, kimi zaman toplum psikolojisinin en belirgin işaretleridir. Ve bu kodlar, sessiz gözükseler de kimi zaman büyük çığlıklarla eşanlamlı olabilirler...
Konuşamayan milyonlarca yoksul kesim aslında şunu söylüyor: "Bizim gözümüze ve yüzümüze bakanlar bizim ne demek istediğimizi anlarlar. Yeter ki bize bakacak yüze sahip olsunlar. Gözler isterse gerçekleri görür..."
İnsanlar söylemek istedikleri şeyi sözcüklerle tam olarak ifade edemeyebilir; kimi zaman da etmek istemeyebilir. Ama beden dili onların ne söylemek istediğini tam olarak anlatır.
Yeter ki beden dilini doğru okumasını bilelim. Beden dili yalan söylemez...
(Haber Ekspres, 17 Haziran 2008)
Not defterimi ve kalemimi çıkarıp önce kendimden başlayarak, karşıdan gelenlerin yüz ifadelerini onları bay, bayan, yaşlı, genç olarak tasnif ederek yazmaya koyuldum. Tam gözlemlerimi tamamlayacaktım ki yoldan geçen orta boylu elli yaşlarında bir bey benim oturduğum masaya yöneldi ve bana: "-Oturabilir miyim" diye sordu. Ben de: "-Buyurun" dedim. Kendine bir çay söyledi. O arada ne yazdığımı sordu. Ben de anlattım. Birden sandalyesini daha da yanıma yaklaştırarak konuşmaya başladı:
"-Ben 56 yaşındayım. Emekliyim. 550 YTL emekli maaşı alıyorum. Üç çocuğum var. Biri okuyor, diğer ikisi evde. İş yok, güç yok. Ekmek çıktı 75 yeni kuruşa. Diğerlerini saymıyorum. Gelin geçinin bakalım. Bak beyim yüzüme. Gözüme iyi bak. Bu görüntüm aslında sessiz bir protestodur. Bu hayat şartları içinde milletin yüzü nasıl gülsün. Ekonomi, yandaşların yaşadığı rahatlık değil, asıl ekonomi benim yaşadığım sıkıntıdır... Bizler isyanımızı istesek de istemesek de yüz ifademizle gösteriyoruz. Milletvekilleri, Bakanlar.... Başbakan'ın yüzüne baktığında Başbakan'ın ne demek istediğini anlıyorlar, ona göre hareket ediyorlar da niçin milletin yüzüne bakıp bizim ne demek istediğimizi anlamıyorlar veya anlamak istemiyorlar!... Çünkü onların milletin yüzüne bakacak halleri kalmadı!..."
İşte vatandaşın anlattıkları; işte gözlemlerim:
* Yaşları 75'in üzerinde olan on iki dedenin üçü bastonla yürüyordu. Bunların sadece biri hafif tebessüm ederek yoluna devam ediyordu. Diğer on bir kişi yürümekte zorluk çekip kimi zaman biraz dinlenerek yollarına devam ederken yüzlerinde hüzün, ümitsizlik, bezginlik ve bir o kadar da acı çeker bir ifade vardı.
* Yaşları 75'in üzerinde yirmi kişi olan nineler ise yürümekte dedelere göre daha az zorluk çekiyorlardı. Ninelerin sadece dördünün yüzü biraz gülüyordu. Diğer on altı kişinin yüzlerindeki ifade ise bıkkınlığı, yorgunluğu ve çaresizliği çağrıştırıyordu. Hem ninelerin hem de dedelerin gülümseyenlerinin yanlarında yakınlarının olması dikkat çekiciydi.
* Yaşları 50-75 arası kırk beş kişinin yirmi beşi bay, yirmisi bayandı. Yirmi beş bayın sadece üçünün; yirmi bayanın sadece yedisinin yüzlerinde tebessüm vardı.
* Yaşları 25-50 arasında altmış kişi gözlemledim. Bu grubun yirmi üçü bay, otuz yedisi bayandı. Yirmi üç bayın sadece yedisinin; otuz yedi bayanın da sadece dokuzunun yüzlerinde tebessüm vardı.
* Gözlem yaptığım süre zarfında yaşları 5- 25 arasında kırk kişi geçti caddeden. Bu grubun yirmi beşi bay, on beşi bayandı. Kırk kişinin içinde sadece yaşları 10-18 aralığındaki dördü kız olmak üzere dokuz kişinin şakalaşıp güldüklerini, üç bayan ve beş bayın da hafif tebessümle yolda yürüdüklerini gözledim.
Sonuçta 177 kişi içinde sadece 32 kişinin gülümsediği ve 9 gencimizin de çok neşeli bir şekilde yolda yürüdüğünü gözlemledim. İşte size küçük bir kamuoyu araştırması!
Sizce de bu görüntüyü yaratan sebeplerin ortaya konulması gerekmez mi?...
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye'nin gerçeklerini görmek için halkın içinde yaşamak; halkın içinde olmak gerekir. Halkın çektiği sıkıntılar, mutsuzluklar, çaresizlikler ve umutsuzluklar ancak bu şekilde anlaşılır. Halkla beraber, halkla iç içe yaşayarak; onlarla iletişim kurarak; onların sorunlarını dinleyerek, yüz ifadelerine bakarak, ne söylemek istediklerini algılayarak onların sorunlarına doğru çözümler bulunabilir ancak...
Sıkıntılar karşısında milyonlarca insanımız seslerini yükseltmiyor susuyorsa; bu suskunluğun ne anlama geldiğini çok iyi değerlendirmemiz gerekir.
Çünkü yaşanılan sıkıntılar sadece sözcüklerle ifade edilmez. Gündelik yaşama aktarılan görsel kodlar, kimi zaman toplum psikolojisinin en belirgin işaretleridir. Ve bu kodlar, sessiz gözükseler de kimi zaman büyük çığlıklarla eşanlamlı olabilirler...
Konuşamayan milyonlarca yoksul kesim aslında şunu söylüyor: "Bizim gözümüze ve yüzümüze bakanlar bizim ne demek istediğimizi anlarlar. Yeter ki bize bakacak yüze sahip olsunlar. Gözler isterse gerçekleri görür..."
İnsanlar söylemek istedikleri şeyi sözcüklerle tam olarak ifade edemeyebilir; kimi zaman da etmek istemeyebilir. Ama beden dili onların ne söylemek istediğini tam olarak anlatır.
Yeter ki beden dilini doğru okumasını bilelim. Beden dili yalan söylemez...
(Haber Ekspres, 17 Haziran 2008)
10 Haziran 2008
YARGIYI YOK SAYAN ANLAYIŞ!... - ZAFER YAPICI
CHP ve DSP milletvekillerinin türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğinin "iptali veya yok hükmünde kabul edilmesi ve yürürlüğünün durdurulması" istemiyle açtığı davayı Anayasa mahkemesi 2'ye karşı 9 oyla iptal etti ve yürürlüğünü durdurdu.
Bu kararın ardından AKP'li siyasetçiler tarafından çeşitli yorumlar yapıldı. Bu yorumların en ilgici ise (pek şaşırtıcı olmasa gerek) TBMM eski Başkanı Bülent Arınç'tan geldi.
"Anayasa Mahkemesi nasıl böyle bir karar verebilir ki yasama yetkisini Türk milletinden alan Meclisimizi yok sayabilir" diyen Arınç şöyle devam etti: "Yargı bir karar veriyor, yasamayı hiçe sayıyor. Kala kala bir yürütme kalıyor. Yürütmenin tüm eylem ve işlemleri yargı denetimine tabidir. Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararlar, yürütmeyi de tasarruf altına alıyor. Danıştay'ın kurumsal muhalefeti de ortada. Yürütme de elden gitti...Böyle bir rejime, böyle bir sisteme cumhuriyet denilebilir mi?"
Değerli okurlarım, bu sözler yasama ve yürütme kararlarının yargısal denetime tabi tutulmasından duyulan rahatsızlığı ve endişeyi açığa çıkarmaktadır. Oysa Arınç'ın neredeyse savunur hale geldiği yasama ve yürütme kararlarının yargısal denetim dışı tutulması konusu çağdaş demokrasinin en net ihlallerindendir.
Gelin Arınç'ın sözlerini irdelemeye devam edelim. Bülent Arınç Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu kararının hukuka ve Anayasa kurallarına uygun olmadığı görüşünü de şu şekilde savundu: "Sonuçları itibariyle çok vahim bir karar. Vahameti de şurada; sadece başörtüsüyle ilgili bundan sonra ne olacağına dair bir işaret vermiyor. Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı, kendisine Anayasa tarafından tanınmış olan hak ve yetkilerin tamamen kötüye kullanılmasıdır".
Bu sözler bir hırçınlığın ifadesi. İşte hırçınlığın altında yatan zihniyete birkaç örnek: Seçim kampanyası döneminde "türban sorunu çözmek namus borcumuzdur" diyen Arınç daha önce de "başörtüsü bayrağımızdır" sözleriyle dikkat çekmişti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yurtdışı gezisine eşiyle beraber gidince protokol gereği Meclis Başkanı olarak türbanlı eşiyle birlikte Cumhurbaşkanı'nı uğurlamıştı. Böylece yeni bir gerginliğe sebep olmuş ve bu gerginlikle türban tartışmalarını yeniden alevlendirmişti...
* * *
Değerli okurlarım bu davranışları sergileyip, bu sözleri söyleyen zihniyetin mensupları yetmiş milyonun önünde milletvekilliği andı içmişlerdir. Ve bu and, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı kalmayı da içeren bir "namus" sözüdür.
Hukukun üstünlüğüne bağlı kalmak, hukukun yıpratılması girişimlerini örgütlemekle mümkün olabilir mi? Demokrasiye, demokrasiyi yeşereceği yegâne bağlam olan laiklikten ayırarak bağlı kalmak hiç olası mıdır? Laikliğe bağlı kalmak, Türkiye'yi Ilımlı İslam devleti haline getirmekle nasıl bağdaşır? Cumhuriyete sahip çıkmak, dinsel bağnazlığı cumhuriyetin kurumlarını yıpratmak için araçlaştırmakla nasıl gerçekleşir? Atatürk ilke ve devrimlerine, Atatürk'ü bu milletin zihninden kazımaya çalışarak, ona fütursuzca saldırarak sahip çıkılabilir mi?
O zaman sormak gerekmez mi; Anayasa Mahkemesi'nin aldığı karar hakkında Bülent Arınç'ın "Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı kendisine Anayasa tarafından tanınmış olan hak ve yetkilerin tamamen kötüye kullanılmasıdır" demesi ettiği yeminle ters düşmüyor mu? Tıpkı önceki eylemlerinin, yemin ettiği diğer ilkelerle ters düşmesi gibi...
Bu sözleri söyleyen kişi, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olduğunu; anayasaya sadık kaldığını yetmiş milyonun önünde iddia edebilir mi?...
O zaman görevini gerçekte kötüye kim kullandı? Bu zihniyeti yürütme ve yasama kararlarına aktaranlar mı, Anayasa Mahkemesi mi?...
* * *
Değerli okurlarım, milletvekili sıfatını taşıyan bu kişiler sizce dokunulmazlık zırhının arkasına sığınıp görev ve yetkilerini kötüye kullanarak cumhuriyete, cumhuriyetin kurumlarına ve laikliğe çatarak sadakat duydukları "alternatif" rejimi kurumsallaşmaya çalışmıyorlar mı?
Bu zihniyetin ne istediğini, neye karşı olduğunu ve nereye gitmek istediğini artık Türk milleti biliyor, cumhuriyetin tüm kurumları biliyor ve cumhuriyet bilinciyle cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye sahip çıkıyor...
Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti ulusal, laik ve üniter yapısıyla sonsuza değin yaşayacaktır...
* * *
(CHP Gençlik Kolları Genel Sekreteri Ersin Çıldır'ı; Tarım ve Çiftçi Kurultayı çalışmaları esnasında, Şanlıurfa'da meydana gelen talihsiz bir kaza sonucu yitirdik. Ruhun şad olsun ERSİN... Ersin'in kederli ailesine, CHP Geçlik kolları Başkanı Fatih Pala'ya, tüm CHP gençlik kollarına, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'a ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin tüm örgütlerine başsağlığı dileklerimi iletiyorum.)
Haber Ekspres, 10 Haziran 2008
Bu kararın ardından AKP'li siyasetçiler tarafından çeşitli yorumlar yapıldı. Bu yorumların en ilgici ise (pek şaşırtıcı olmasa gerek) TBMM eski Başkanı Bülent Arınç'tan geldi.
"Anayasa Mahkemesi nasıl böyle bir karar verebilir ki yasama yetkisini Türk milletinden alan Meclisimizi yok sayabilir" diyen Arınç şöyle devam etti: "Yargı bir karar veriyor, yasamayı hiçe sayıyor. Kala kala bir yürütme kalıyor. Yürütmenin tüm eylem ve işlemleri yargı denetimine tabidir. Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararlar, yürütmeyi de tasarruf altına alıyor. Danıştay'ın kurumsal muhalefeti de ortada. Yürütme de elden gitti...Böyle bir rejime, böyle bir sisteme cumhuriyet denilebilir mi?"
Değerli okurlarım, bu sözler yasama ve yürütme kararlarının yargısal denetime tabi tutulmasından duyulan rahatsızlığı ve endişeyi açığa çıkarmaktadır. Oysa Arınç'ın neredeyse savunur hale geldiği yasama ve yürütme kararlarının yargısal denetim dışı tutulması konusu çağdaş demokrasinin en net ihlallerindendir.
Gelin Arınç'ın sözlerini irdelemeye devam edelim. Bülent Arınç Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu kararının hukuka ve Anayasa kurallarına uygun olmadığı görüşünü de şu şekilde savundu: "Sonuçları itibariyle çok vahim bir karar. Vahameti de şurada; sadece başörtüsüyle ilgili bundan sonra ne olacağına dair bir işaret vermiyor. Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı, kendisine Anayasa tarafından tanınmış olan hak ve yetkilerin tamamen kötüye kullanılmasıdır".
Bu sözler bir hırçınlığın ifadesi. İşte hırçınlığın altında yatan zihniyete birkaç örnek: Seçim kampanyası döneminde "türban sorunu çözmek namus borcumuzdur" diyen Arınç daha önce de "başörtüsü bayrağımızdır" sözleriyle dikkat çekmişti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yurtdışı gezisine eşiyle beraber gidince protokol gereği Meclis Başkanı olarak türbanlı eşiyle birlikte Cumhurbaşkanı'nı uğurlamıştı. Böylece yeni bir gerginliğe sebep olmuş ve bu gerginlikle türban tartışmalarını yeniden alevlendirmişti...
* * *
Değerli okurlarım bu davranışları sergileyip, bu sözleri söyleyen zihniyetin mensupları yetmiş milyonun önünde milletvekilliği andı içmişlerdir. Ve bu and, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı kalmayı da içeren bir "namus" sözüdür.
Hukukun üstünlüğüne bağlı kalmak, hukukun yıpratılması girişimlerini örgütlemekle mümkün olabilir mi? Demokrasiye, demokrasiyi yeşereceği yegâne bağlam olan laiklikten ayırarak bağlı kalmak hiç olası mıdır? Laikliğe bağlı kalmak, Türkiye'yi Ilımlı İslam devleti haline getirmekle nasıl bağdaşır? Cumhuriyete sahip çıkmak, dinsel bağnazlığı cumhuriyetin kurumlarını yıpratmak için araçlaştırmakla nasıl gerçekleşir? Atatürk ilke ve devrimlerine, Atatürk'ü bu milletin zihninden kazımaya çalışarak, ona fütursuzca saldırarak sahip çıkılabilir mi?
O zaman sormak gerekmez mi; Anayasa Mahkemesi'nin aldığı karar hakkında Bülent Arınç'ın "Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı kendisine Anayasa tarafından tanınmış olan hak ve yetkilerin tamamen kötüye kullanılmasıdır" demesi ettiği yeminle ters düşmüyor mu? Tıpkı önceki eylemlerinin, yemin ettiği diğer ilkelerle ters düşmesi gibi...
Bu sözleri söyleyen kişi, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olduğunu; anayasaya sadık kaldığını yetmiş milyonun önünde iddia edebilir mi?...
O zaman görevini gerçekte kötüye kim kullandı? Bu zihniyeti yürütme ve yasama kararlarına aktaranlar mı, Anayasa Mahkemesi mi?...
* * *
Değerli okurlarım, milletvekili sıfatını taşıyan bu kişiler sizce dokunulmazlık zırhının arkasına sığınıp görev ve yetkilerini kötüye kullanarak cumhuriyete, cumhuriyetin kurumlarına ve laikliğe çatarak sadakat duydukları "alternatif" rejimi kurumsallaşmaya çalışmıyorlar mı?
Bu zihniyetin ne istediğini, neye karşı olduğunu ve nereye gitmek istediğini artık Türk milleti biliyor, cumhuriyetin tüm kurumları biliyor ve cumhuriyet bilinciyle cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye sahip çıkıyor...
Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti ulusal, laik ve üniter yapısıyla sonsuza değin yaşayacaktır...
* * *
(CHP Gençlik Kolları Genel Sekreteri Ersin Çıldır'ı; Tarım ve Çiftçi Kurultayı çalışmaları esnasında, Şanlıurfa'da meydana gelen talihsiz bir kaza sonucu yitirdik. Ruhun şad olsun ERSİN... Ersin'in kederli ailesine, CHP Geçlik kolları Başkanı Fatih Pala'ya, tüm CHP gençlik kollarına, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'a ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin tüm örgütlerine başsağlığı dileklerimi iletiyorum.)
Haber Ekspres, 10 Haziran 2008
03 Haziran 2008
HABERLEŞME ÖZGÜRLÜĞÜ AYAKLAR ALTINA ALINDI!... - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, bir süre önce Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt'ün otomobilinin izlenmesinin ardından bu kez de CHP Genel Sekreteri Önder Sav'ın CHP Genel Merkezi'ndeki odasında, merkeze alınan bir valiyle yaptığı konuşma en ileri teknoloji kullanılarak "ortam dinlemesi" yöntemiyle kayda alındı ve Vakit gazetesinde yayınlandı.
Bu dinlemeler, eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın ifade ettiği gibi Telekomünikasyon Merkezi tarafından gerçekleştiriliyor. Merkez hangi kuruma bağlı? Başbakanlığa. Dolayısıyla devletin teknolojik gücünü siyasi güç olarak kullanmak için her yol zaten baştan açılmış...
Dinleme olayının ardından, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, yaşanan olayların Türkiye'de anayasal hak ve özgürlüklerin, hukuk ilkelerinin iktidar tarafından kolayca çiğnenmesinin bir örneği olduğunu belirten bir açıklama yaptı. ABD'de yaşanan benzer bir skandal (Watergate) sonrasında devlet başkanının istifa ettiğini hatırlattı. Sav'ın dinlenmesi olayının Watergate skandalından daha ağır bir ihlal olduğunu vurgulayıp "Devletin güvenlik güçlerinin kimlerle, nasıl irtibat içinde olduğu, kimlere servis yaptığı, devletin onlara emanet ettiği yetkiyi; teknolojiyi nasıl özel amaçlar için kullandığı da böylece ortaya çıkmıştır" dedi.
Bu skandalın doğal sonucu, haberleşme özgürlüğünün siyasal gayelerle ayaklar altına alınmasından sorumlu tüm yetkililerin istifası ya da görevden alınması ve haberleşme özgürlüğünü yeniden güvence altına alacak yasal girişimlerin başlatılmasıydı.
Ama olmadı...
* * *
Değerli okurlarım, AKP iktidarı bu yaşanan vahim olay karşısında köşeye sıkıştı. Olayı örtbas etme çabası içinde olan AKP Grup Başkan Vekili Nihat Ergün de, "Gerçekten böyle bir şey olmuşsa bunu yapanların yargılanması boynumuzun borcudur. TBMM, ana muhalefet partimizle ilgili iddialar konusunda bir çaba içinde olmak durumundadır" dedi. Aynı zamanda da gülünç açıklamalarla bir dinleme skandalının aslında hiç yaşanmadığı AKP tarafından iddia edilmeye başlandı...
AKP zihniyetinin "takiye" mantığı tekrar ortaya konuldu...
Türkiye ilk kez böyle bir olaya tanık oluyor. Daha doğrusu Türkiye'de ilk kez böylesine vahim bir olay böylesine belirgin bir biçimde "açığa çıkıyor".
Hukukun, insan haklarının, demokratik hak özgürlüklerin özünü, devletin teknolojik gücünü kendi siyasi amaçları için kullanarak çökerten bir siyasal iktidar var ortada...
İnsan hakları evrensel bildirisinin 7. maddesi " Hiç kimse özel yaşamı, ailesi, konutu ya da yazışmaları konusunda keyfi müdahalelere, onur ve şöhretine karşı saldırıya uğrayamaz. Herkes bu müdahale ve saldırılara karşı yasaca korunma hakkına sahiptir" der.
Anayasamızın 20. maddesi "Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz", 22. maddesi de, "Herkes haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır" der.
Demokrasinin özü insan hak ve özgürlüklerine duyarlılıktır. Demokratikleşme ise hak ve özgürlüklerin korunmasının güvencesidir. Ama nerede duyarlılık; nerede korunmanın güvencesi?
Demokrasi içinde kalarak iktidarını sürdüremeyeceğini anlayan AKP zihniyeti demokrasi dışı uygulamalara zemin hazırlayarak varlığı sürdürme peşinde...
Bir de "demokrat" ve "masum" rolleri oynamaya başlıyor. Bu kez Türk (!) Telekom'dan servis edilen dokümanlarla, dinleme skandalının gerçekte hiç yaşanmadığını belgeleyerek, CHP'yi köşeye sıkıştırmayı umuyor.
* * *
Oysa Türk Telekom'un satışının, günün birinde hangi amaçlara hizmet etmek için yapıldığının ilk örneği böylece verilmiş oluyor... Deşifre olan AKP'nin planları oluyor...
Değerli okurlarım aşağıdaki sözler CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın 13 Mayıs 2008 tarihli Grup Toplantısı'nda, yani dinleme skandalı öncesinde söylediği sözler. Aynen aktarıyorum:
"...Bakınız bu AKP hükümetinin konuşulacak çok politikası var tabii ama... bir uygulama var ki sadece bugün değil, gelecekte de çok konuşulacak... Bunu unutturmaları mümkün değildir, hiç kimsenin unutmaması lazımdır. Bu, fevkalade önemli bir olaydır, Türkiye'nin geleceğinde de çok konuşulacak bir konudur. Nedir bu konu? Bu konu Telekom'un satılışıdır. Değerli arkadaşlarım, bu satış bir büyük olaydır. Olay olmanın ötesinde bir faciadır, Telekom'un satılışı bugün ortaya çıkmıştır ki, gerçekten bir faciadır... Türkiye'deki Telekom satışını ne özelleştirme politikasının bir gereği olarak sunmanız mümkündür ne herhangi bir şekilde ülke yararına bunu temellendirmeniz mümkündür... Neyi satıyorsunuz? Telekom'u. En önemli, en stratejik alanlardan birisi. Bakınız, Putin giderayak bir kanun çıkardı, dedi ki: 'Telekom'da yabancı sermayeye kesin izin veremezsiniz.' Bu duyarlılığı Fransa uyguluyor, İngiltere uyguluyor. Özelleştirme yaptı ama nerede yaptı? Kendi içinde yaptı, yabancı sermayeye teslim etmedi. Şimdi, Telekom'u biz sattık... Bu satışla Türkiye'de devlet tekelinin yerine özel tekel getirildi...Çok kârlı bir özel tekel oluşturuldu, hem de başbakan ile yakın ilişkileri olan bir ailenin bu sektörle herhangi bir iddiası olmayan bir firması tarafından Türkiye'de Telekom alanında bir tekel oluşturuldu."
Türkiye'de, iletişim gibi stratejik bir sahada özel bir tekel olarak faaliyet gösteren, başbakan ile yakın bağlantısı olan, dahası bugün Türkiye'de elde ettiği serveti hükümetin uygulamalarına borçlu olan Lübnanlı bir ailenin kurumunca verilen bir belgeyi gönül rahatlığıyla hanginiz doğru kabul edebilirsiniz?
Peki, yine aynı bağlantıya sahip olan yahut siyasal baskılarla ürkütülecek diğer kurumların verebileceği diğer belgeleri?
* * *
İşte değerli okurlarım, bu olayların özü, Atatürk ilke ve devrimlerini savunan CHP'ye ve bu siyasal bilinçle hareket eden her konumdaki insanlarımıza yönelik korku, baskı ve yıldırma harekâtıdır.
Yırdırılmak istenenler, korku ve yağma düzenini ilerde yok etmesinden korkulanlardır...
Mahalleye, üniversiteye, hukuka, savcıya, siyasetçiye.....korku, baskı, sindirme, yıldırma girişimleri aslında Türk milletine yönelik korku, baskı, sindirme, yıldırma ve tedirgin etme girişimleridir. Anayasa Mahkemesi'nin vereceği karara, yaklaşan yerel ve genel seçimlerde oy kullanacak seçmenlere verilmiş bir mesajdır. Bu mesajı doğru okursak demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin nereye götürülmek istendiğini görebiliriz...
* * *
"Vatandaş olan kişiler kendi hürriyetlerinin bir kısmını seve seve gerekli görerek devlete zaten devretmişlerdir. Devlet kendine özgü iradesi ile kişisel hürriyetlerin bir kısmına gene o hürriyetlerin sağlanması için sahip olur. Yeter ki devlet hâkimiyeti, milletin refahına, genel mutluluğuna ve vatandaş hürriyetlerinin sağlanmasına kullanılsın." (1931-Mustafa Kemal Atatürk)
Yorum sizin...
(Haber Ekspres, 03 Haziran 2008)
Bu dinlemeler, eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın ifade ettiği gibi Telekomünikasyon Merkezi tarafından gerçekleştiriliyor. Merkez hangi kuruma bağlı? Başbakanlığa. Dolayısıyla devletin teknolojik gücünü siyasi güç olarak kullanmak için her yol zaten baştan açılmış...
Dinleme olayının ardından, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, yaşanan olayların Türkiye'de anayasal hak ve özgürlüklerin, hukuk ilkelerinin iktidar tarafından kolayca çiğnenmesinin bir örneği olduğunu belirten bir açıklama yaptı. ABD'de yaşanan benzer bir skandal (Watergate) sonrasında devlet başkanının istifa ettiğini hatırlattı. Sav'ın dinlenmesi olayının Watergate skandalından daha ağır bir ihlal olduğunu vurgulayıp "Devletin güvenlik güçlerinin kimlerle, nasıl irtibat içinde olduğu, kimlere servis yaptığı, devletin onlara emanet ettiği yetkiyi; teknolojiyi nasıl özel amaçlar için kullandığı da böylece ortaya çıkmıştır" dedi.
Bu skandalın doğal sonucu, haberleşme özgürlüğünün siyasal gayelerle ayaklar altına alınmasından sorumlu tüm yetkililerin istifası ya da görevden alınması ve haberleşme özgürlüğünü yeniden güvence altına alacak yasal girişimlerin başlatılmasıydı.
Ama olmadı...
* * *
Değerli okurlarım, AKP iktidarı bu yaşanan vahim olay karşısında köşeye sıkıştı. Olayı örtbas etme çabası içinde olan AKP Grup Başkan Vekili Nihat Ergün de, "Gerçekten böyle bir şey olmuşsa bunu yapanların yargılanması boynumuzun borcudur. TBMM, ana muhalefet partimizle ilgili iddialar konusunda bir çaba içinde olmak durumundadır" dedi. Aynı zamanda da gülünç açıklamalarla bir dinleme skandalının aslında hiç yaşanmadığı AKP tarafından iddia edilmeye başlandı...
AKP zihniyetinin "takiye" mantığı tekrar ortaya konuldu...
Türkiye ilk kez böyle bir olaya tanık oluyor. Daha doğrusu Türkiye'de ilk kez böylesine vahim bir olay böylesine belirgin bir biçimde "açığa çıkıyor".
Hukukun, insan haklarının, demokratik hak özgürlüklerin özünü, devletin teknolojik gücünü kendi siyasi amaçları için kullanarak çökerten bir siyasal iktidar var ortada...
İnsan hakları evrensel bildirisinin 7. maddesi " Hiç kimse özel yaşamı, ailesi, konutu ya da yazışmaları konusunda keyfi müdahalelere, onur ve şöhretine karşı saldırıya uğrayamaz. Herkes bu müdahale ve saldırılara karşı yasaca korunma hakkına sahiptir" der.
Anayasamızın 20. maddesi "Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz", 22. maddesi de, "Herkes haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır" der.
Demokrasinin özü insan hak ve özgürlüklerine duyarlılıktır. Demokratikleşme ise hak ve özgürlüklerin korunmasının güvencesidir. Ama nerede duyarlılık; nerede korunmanın güvencesi?
Demokrasi içinde kalarak iktidarını sürdüremeyeceğini anlayan AKP zihniyeti demokrasi dışı uygulamalara zemin hazırlayarak varlığı sürdürme peşinde...
Bir de "demokrat" ve "masum" rolleri oynamaya başlıyor. Bu kez Türk (!) Telekom'dan servis edilen dokümanlarla, dinleme skandalının gerçekte hiç yaşanmadığını belgeleyerek, CHP'yi köşeye sıkıştırmayı umuyor.
* * *
Oysa Türk Telekom'un satışının, günün birinde hangi amaçlara hizmet etmek için yapıldığının ilk örneği böylece verilmiş oluyor... Deşifre olan AKP'nin planları oluyor...
Değerli okurlarım aşağıdaki sözler CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın 13 Mayıs 2008 tarihli Grup Toplantısı'nda, yani dinleme skandalı öncesinde söylediği sözler. Aynen aktarıyorum:
"...Bakınız bu AKP hükümetinin konuşulacak çok politikası var tabii ama... bir uygulama var ki sadece bugün değil, gelecekte de çok konuşulacak... Bunu unutturmaları mümkün değildir, hiç kimsenin unutmaması lazımdır. Bu, fevkalade önemli bir olaydır, Türkiye'nin geleceğinde de çok konuşulacak bir konudur. Nedir bu konu? Bu konu Telekom'un satılışıdır. Değerli arkadaşlarım, bu satış bir büyük olaydır. Olay olmanın ötesinde bir faciadır, Telekom'un satılışı bugün ortaya çıkmıştır ki, gerçekten bir faciadır... Türkiye'deki Telekom satışını ne özelleştirme politikasının bir gereği olarak sunmanız mümkündür ne herhangi bir şekilde ülke yararına bunu temellendirmeniz mümkündür... Neyi satıyorsunuz? Telekom'u. En önemli, en stratejik alanlardan birisi. Bakınız, Putin giderayak bir kanun çıkardı, dedi ki: 'Telekom'da yabancı sermayeye kesin izin veremezsiniz.' Bu duyarlılığı Fransa uyguluyor, İngiltere uyguluyor. Özelleştirme yaptı ama nerede yaptı? Kendi içinde yaptı, yabancı sermayeye teslim etmedi. Şimdi, Telekom'u biz sattık... Bu satışla Türkiye'de devlet tekelinin yerine özel tekel getirildi...Çok kârlı bir özel tekel oluşturuldu, hem de başbakan ile yakın ilişkileri olan bir ailenin bu sektörle herhangi bir iddiası olmayan bir firması tarafından Türkiye'de Telekom alanında bir tekel oluşturuldu."
Türkiye'de, iletişim gibi stratejik bir sahada özel bir tekel olarak faaliyet gösteren, başbakan ile yakın bağlantısı olan, dahası bugün Türkiye'de elde ettiği serveti hükümetin uygulamalarına borçlu olan Lübnanlı bir ailenin kurumunca verilen bir belgeyi gönül rahatlığıyla hanginiz doğru kabul edebilirsiniz?
Peki, yine aynı bağlantıya sahip olan yahut siyasal baskılarla ürkütülecek diğer kurumların verebileceği diğer belgeleri?
* * *
İşte değerli okurlarım, bu olayların özü, Atatürk ilke ve devrimlerini savunan CHP'ye ve bu siyasal bilinçle hareket eden her konumdaki insanlarımıza yönelik korku, baskı ve yıldırma harekâtıdır.
Yırdırılmak istenenler, korku ve yağma düzenini ilerde yok etmesinden korkulanlardır...
Mahalleye, üniversiteye, hukuka, savcıya, siyasetçiye.....korku, baskı, sindirme, yıldırma girişimleri aslında Türk milletine yönelik korku, baskı, sindirme, yıldırma ve tedirgin etme girişimleridir. Anayasa Mahkemesi'nin vereceği karara, yaklaşan yerel ve genel seçimlerde oy kullanacak seçmenlere verilmiş bir mesajdır. Bu mesajı doğru okursak demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin nereye götürülmek istendiğini görebiliriz...
* * *
"Vatandaş olan kişiler kendi hürriyetlerinin bir kısmını seve seve gerekli görerek devlete zaten devretmişlerdir. Devlet kendine özgü iradesi ile kişisel hürriyetlerin bir kısmına gene o hürriyetlerin sağlanması için sahip olur. Yeter ki devlet hâkimiyeti, milletin refahına, genel mutluluğuna ve vatandaş hürriyetlerinin sağlanmasına kullanılsın." (1931-Mustafa Kemal Atatürk)
Yorum sizin...
(Haber Ekspres, 03 Haziran 2008)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)