AKP uzun zamandır iki kutsal kavram üzerinden siyaset yapıyor. Birincisi din, ikincisi demokrasi.
Açıkça görülüyor ki, AKP siyasi geleceğini de bu kutsal kavramları kullanarak şekillendirme yolunu seçmiş. Yani, demokrasi söylemini araçlaştırmaktan ve dinsel kimlik siyasetini ön plana almaktan vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yok!
Kuşkusuz böyle yapmak zorunda bir taraftan.
Çünkü AKP= neo-liberal ekonominin Türkiye'deki partisi.
Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi politikalarının yükünü geniş halk kitleleri (orta ve alt gelir grupları) çeker.
Her yerde ve her zaman.
Ufak bir örnek: IMF komut verir, sosyal harcamalar kısılır. Kimin boğazından kesilir? Öksüzün, yetimin, garibanın... Kimin sağlık hizmeti kısıtlanır? Memurun, işçinin, emeklinin, işsizin.
* * *
Hep böyledir. Örneğin, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenme sürecinin yaşandığı Sovyet sonrası ülkelerde sıkıntılar kayıtsız şartsız yoksul kesimlere yüklenmişti. İktidara yakın olanlar ise özelleştirmelerle, ihalelerle, yolsuzluklarla zenginleştirilmişti. Ancak kitlelerin fedakârlıklarının sürmesi gerekiyordu. Çünkü onların oyu olmazsa, zenginleştirilen ufak bir kesimin desteğiyle neo-liberalizm nasıl seçim kazanabilirdi?
Neo-liberalizmin fakirleştirdiği kitlelerin, neo-liberalizme yeniden oy vermeleri ise yönetimlerine sadakatlerinin sürdürülmesine bağlıydı.
Ezilenler (eğer mazoşist değillerse), ezene nasıl sadık kalabilirlerdi? Yolsuzluktan canı yanan, yolsuzluk yapana karşı nasıl sessizleşebilirdi? Sovyet sonrası ülkelerde bu noktada etnik milliyetçilik kullanıldı. Fedakârlık, kutsal bir amaca hizmete bağlandı. Neo-liberalizm kazandı. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Boris Kagarlitski'nin Türkçe'ye çevrilen Bugünkü Rusya adlı kitabını önerebilirim.)
* * *
Türkiye'de ise AKP'nin yönlendirmesiyle din ve demokrasi kavramları aynı işlevi yerine getiriyor. (Bir de sizin vergilerinizle alınan erzak kolilerinin ve kömür torbalarının başbakanlık etiketleriyle seçim zamanlarında 'babalık yapılarak' oy karşılığı dağıtılıp sosyal devletçilik oynanmasıyla!)
Neo-liberalizmin baskısından bunalan, yolsuzluk batağından canı yanan halkın, CHP gibi sosyal adalet ilkesinin sözcüsü bir partiye yönelişi, kimlik politikasıyla engellenmeye çalışılıyor anlayacağınız.
Kimin çıkarı için? Neo-liberalizmin kazananlarının!
* * *
Biraz hatırlatma yapalım.
Son on yılda dinsel istismar yapanlar, halkın maddi ve manevi duygularını nasıl sömürmeye başlamıştı Türkiye'de?
Demokrasi adı altında, insan hak ve özgürlükleri kavramsallaştırmasını kullanıp, kadınlarımızın taktığı başörtüsünü siyasal bir simge olan türban şekline dönüştürmeye çalışarak.
Tüm başını örten kadınları, partilileri olarak kendilerine ve topluma kabul ettirmeye çabalayarak.
Dindar olarak kabul ettikleri kesimlere "biz sizdeniz" mesajını her yoldan ulaştırarak ve onların temiz duygularla, hayır amacıyla verdikleri paraları iç ederek.
Kendi ekonomi politikalarının doğal bir sonucu olarak, ekonomik çöküntünün altında kalan yoksul ve işsiz kesimlere devlet olanaklarıyla sadaka dağıtarak...
* * *
Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi politikasının sürdürülebilirliği için AKP, kimlik politikasını kullanıp, tüm bu kesimlere AKP'li damgasını vurmaya çalışmıştır.
Başları örtülü tüm kadınlarımıza, kent içinde ve kent dışında oturan yoksul ve işsizlerimize, birikimleri ellerinden alınarak kandırılmış insanlarımıza AKP, "artık toplum da sizi AKP'li olarak görüyor. Artık sizin gidecek bir yeriniz yok. Eliniz mahkum hep AKP'li kalacaksınız ve AKP'ye oy vereceksizin. Sizin kaderiniz bu, kadere razı olun" demektedir.
Ancak bu damgalama, bir sorgulamayı da beraberinde getirmiştir. İşte kırılma noktası bu aşamada başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin bir yurttaşı olarak AKP tarafından yaftalanan bu insanlarımız "artık yeter" demeye başlamışlardır.
Olan budur.
...Ve bu süreci hızlandıran gelişme, CHP'nin etkili muhalefetiyle, AKP'nin yolsuzluklarının (şimdilik sadece ufak bir bölümünün açığa çıktığı anlaşılıyor) en küçük bir şüpheye meydan vermeyecek bir biçimde ortaya çıkmasıdır.
* * *
Her başı örtülünün, her yardım alanın, her kandırılanın AKP'li olmadığını ve AKP'nin izlediği politikanın yanlış olduğunu söyleyenler artık seslerini yükseltmeye başlamışlardır...
AKP'nin gerçek yüzünü gören kesimler, AKP gibi düşünenlerin dışında ve karşısında bir partiye, Cumhuriyet Halk Partisi'ne yöneliyorlar.
* * *
Değerli okurlarım, bu yönelimin CHP'nin ideolojisi olan Kemalizm ve sosyal demokrasi ile çelişir hiçbir yanı yoktur. Çünkü CHP dönüşmemektedir. CHP dönüştürmektedir.
CHP kimlik siyasetine yönelmemektedir. Din sömürüsü vasıtasıyla susturulan, korkutulan, sindirilen insanları özgürleştirmenin yolunu açmaktadır.
* * *
Kısacası bir kırılma noktasındayız.
1- AKP'nin uyguladığı dinsel kimlik siyasetine dayalı proje çöküş trendine girmiştir. Gerçekler ortaya çıkmaya başlamış ve ortaya çıkan gerçekler AKP'nin "doğal seçmen kitlesi" zannedilen kişiler tarafından fark edilme noktasına gelmiştir.
2- Dahası, dinsel kimlik siyasetinin çöküşü, neo-liberalizmin; yolsuzluk, yoksulluk ve yandaşlık ekonomisinin çöküşünü müjdelemektedir.
3- Bu kırılmanın anahtar gücü Cumhuriyet Halk Partisi olmaktadır. CHP, dönüşen değil dönüştüren parti oldukça da, kırılma sürecinin dinamiğini elinde tutacaktır.
(Haber Ekspres 25 Kasım 2008)
25 Kasım 2008
20 Kasım 2008
2008 İZMİR MİLLİ İKTİSAT KURULTAYI 2
Değerli okurlarım, 15 Kasım 2008 tarihinde gerçekleşen İzmir Milli İktisat Kurultayı'nın sonuç bildirgesini aktarmaya devam ediyorum:
1- Üretim, dolaşım, (dış ticaret, borçlanma, finansal akımlar), dağıtım ve fikir alanına topyekun sahip" bağımsızlıkçı kadroların ortak bir amaç fonksiyonu / ulusal bir strateji etrafındaki "netlik ve kararlılığına" günümüzde çokça ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç "özel önem" arz etmektedir.
2- Ulusal sınai tasarımı / kalkınma stratejisi geliştirilme çabalarına büyük bir önem ve hız verilmelidir.
3- Türkiye'nin, uzun vadeli ve dengeli bir sanayileşme / kalkınma vizyonunu, kısa / orta vadeli ama ardı arkası kesilmeyen istikrar programlarına terk etme zihniyetinden vazgeçmesi gerekmektedir. Sektörler ve bölgelerarası kaynak tahsislerini uzun vadeli bir iktisadi kalkınma stratejisi doğrultusunda yönlendiremeyen hiçbir ülkenin özellikle de Türkiye gibi görece geri bir ekonomik yapılanmanın gelişmiş ülkeler arasına girmesi ve orada varlığını korumaya devam etmesi olasılığı bulunmamaktadır.
4- Günümüz Türkiye'sinde üretim faaliyetlerinin mekansal dağılımı, ülkeyi sanayisizleşmeye götüren kaynak tahsisi politikaları doğrultusunda çarpık bir görünüm almıştır. Bu politikalar, çoğu deniz kıyısındaki büyük kentlerimizde önemli yığılmalar yaratmış, zaten çok zayıf olan arazi kullanım ve imar disiplini hemen tümüyle ortadan kalkmış ve bu çarpık ve yetersiz sanayileşmeyle birlikte ülkemiz, oldukça derin çevre yozlaşmaları ile karşı karşıya kalmıştır. Anlamlı bir bölgesel gelişme programının uygulanabilmesi / sanayinin yaygınlaştırılması için, çok daha basit ve köklü başlangıç şartlarının oluşması, yani arazi kullanımı, kentleşme ve imar disiplinini sağlayacak mevzuatın da elden geçirilmesi ve tavizsiz uygulanması gerekmektedir.
5- Yakın tarihin başarılı sanayileşmiş ülke deneyimlerinin öğrettiği, belirli sektörler üzerine yoğunlaşan ve bir liberasyon takvimine bağlı olarak uygulanan "selaktif korumacılık" temelinde kurgulanan/ tasarlanan " sektör- proje hedefli sanayileşme politikaları" uygulanmalıdır.
6- Sektör / proje hedeflemesinden anlaşılması gereken, dinamik karşılaştırmalı üstünlükler yaratılmasına yönelik olarak belirli sektörlerin saptanıp, bu sektörlerde planlı, programlı bir gelişme stratejisinin uygulanmasıdır. Kalkınmışlık düzeylerindeki başarıları hakkında tartışmasız ortak mutabakat sağlanmış ülke örnekleri "objektif" olarak incelendiğinde, bu başarıların hiçbir biçimde "piyasa mucizesine" dayanmadığını görmek mümkündür.
7- Günümüz itibariyle uygulanmakta olan Devlet Yardımları Sistemi'nin (teşvik sisteminin) seçicilik ve yönlendiricilik özelliği kalmamıştır. Bununla birlikte, ülkemiz uzun dönem sağlıklı büyüme rotasını da kaybetmiştir. Dolayısıyla da yeni bir sistemin oluşturulması gereği açıktır ve bu nokta bir tutku haline gelmiş bulunan Avrupa Birliği'ne giriş sürecinin de olmazsa olmazlarındandır. Bu çerçevede öncelikle ülkemiz için yukarıda hareket noktası üzerine değinmede bulunduğum yeni bir kalkınma / büyüme stratejisi hazırlanmalı ve devlet yardımları sistemi bu stratejiye dayandırılmalıdır.
8- Ülkenin reel sektör envanteri ve buna bağlı gelişmişlik haritası çıkarılmalı ve Devlet Yardımları Sistemi'nde gerek 4325 sayılı yasa gibi vergisel teşviklerde gerek KOBİ kredileri v.b. gibi teşvik politikalarında yer alan aynı illeri kapsayacak şekilde yeniden belirlenmeli ve gerekirse 2002/4720 Sayılı BKK "İstatistikî Bölge Birimleri Sınıflandırması" da dahil (ya da paralelinde) yeniden gözden geçirilmelidir. Örneğin mevcut teşvik sistemi anlamında 4325 sayılı Yasa kapsamında 22 il, KOBİ'leri desteklemede 33 il, Acil Destek Programları'nda 26 il ve Kalkınmada Öncelikli Yöreler kapsamında da 50 il (2 ilçe) bulunmaktadır. Öncelikle gelişmişlik haritası bir temele bağlanmalı, adı koyulmalı ve ortak bir zemin yaratılmalıdır. Böylece, ülkemizde genellikle il / ilçe düzeyinde ele alınmakta olan bölgesel gelişme farklılıklarını gidermeye dönük karar ve uygulamaların (özellikle Kalkınmada Öncelikli Yöreler ve Doğu-Güneydoğu Anadolu bölgeleri) iller düzeyinde değil bir gelişme havzası / cazibe merkezi mantığıyla ele alınmasının da yolu açılmış olacaktır.
9- İktisadi büyümenin kaynakları arasında Toplam Faktör Verimliliği'nin payını artırabilmek için beşeri sermayenin gelişmesine katkı sağlamak amacıyla eğitim ve sağlık harcamalarına ilişkin kaynak tahsisinde; sosyo-ekonomik ve / veya insani gelişme düzeylerini esas alan bir yaklaşımla bölgesel kaynak tahsis modelleri geliştirilmelidir.
10- İktisadi kalkınma (sanayileşme) / büyüme için; mali kesimin (özellikle bankacılık kesiminin) ekonominin reel kesimiyle paralel bir gelişme göstermesi zorunludur. Kullanılabilir fonların yatırımcılara kısa ve dolaysız yoldan ve de asgari kaynak maliyetiyle aktarılabilmesi mali piyasaların / bankacılık sektörünün sağlıklı çalışmasına bağlıdır.
11- Bankaların temel iktisadi fonksiyonu, ülkenin iktisadi büyümesinin sağlanarak refah düzeyinin yükseltilebilmesi için tasarruf - yatırım ilişkisini düzenlemek ve ödünç verilebilir nitelikteki fonları verimlilik düzeyi yüksek yatırım projeleri arasında tayınlamak / dağıtmaktır. Bu bağlamda, genel olarak finansal piyasalar ve özel olarak da bankacılık kesimi ile iktisat politikaları arasında tutarlı organik bağlar yeniden tesis edilmelidir. Ayrıca, hazırlanacak yasal düzenlemelerde de bu birliktelik kesinlikle ihmal edilmemelidir.
12- Ve son olarak, bir gün ülkemiz, bankacılık sektörüne kalkınma ve sanayileşmenin motoru olma işlevini kazandırmayı hedefleyen bir iktidara kavuşursa, yabancı bankaların egemen olduğu bir durumla uğraşmak ve ulusal finansal mimariyi yeniden inşa etmek çok daha güç ve belki de imkansız olacaktır.
Değerli okurlarım, İzmir'de yapılan bu panelin ortaya koyduğu görüş, düşünce ve kurultay bildirgesini hem izleyen hem de benimseyen bir köşe yazarı olarak sizlere ulaştırmak istedim.
Bu vesile ile demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısına sahip çıkan ve İzmir'den Türkiye'ye bir uyanışın, bir dirilişin sesini duyuran Ulusal Uyanış Platformu'na; panele katılanlara; panele görüşleriyle ışık tutan cumhuriyetçi, laik ve demokratlara, siz değerli okurlarım ve kendi adıma teşekkür etmek istiyorum.
İyi ki varsınız...
İyi ki İzmir var...
İyi ki Türkiye Cumhuriyeti var...
(Haber Ekspres, 20 Kasım 2008)
1- Üretim, dolaşım, (dış ticaret, borçlanma, finansal akımlar), dağıtım ve fikir alanına topyekun sahip" bağımsızlıkçı kadroların ortak bir amaç fonksiyonu / ulusal bir strateji etrafındaki "netlik ve kararlılığına" günümüzde çokça ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç "özel önem" arz etmektedir.
2- Ulusal sınai tasarımı / kalkınma stratejisi geliştirilme çabalarına büyük bir önem ve hız verilmelidir.
3- Türkiye'nin, uzun vadeli ve dengeli bir sanayileşme / kalkınma vizyonunu, kısa / orta vadeli ama ardı arkası kesilmeyen istikrar programlarına terk etme zihniyetinden vazgeçmesi gerekmektedir. Sektörler ve bölgelerarası kaynak tahsislerini uzun vadeli bir iktisadi kalkınma stratejisi doğrultusunda yönlendiremeyen hiçbir ülkenin özellikle de Türkiye gibi görece geri bir ekonomik yapılanmanın gelişmiş ülkeler arasına girmesi ve orada varlığını korumaya devam etmesi olasılığı bulunmamaktadır.
4- Günümüz Türkiye'sinde üretim faaliyetlerinin mekansal dağılımı, ülkeyi sanayisizleşmeye götüren kaynak tahsisi politikaları doğrultusunda çarpık bir görünüm almıştır. Bu politikalar, çoğu deniz kıyısındaki büyük kentlerimizde önemli yığılmalar yaratmış, zaten çok zayıf olan arazi kullanım ve imar disiplini hemen tümüyle ortadan kalkmış ve bu çarpık ve yetersiz sanayileşmeyle birlikte ülkemiz, oldukça derin çevre yozlaşmaları ile karşı karşıya kalmıştır. Anlamlı bir bölgesel gelişme programının uygulanabilmesi / sanayinin yaygınlaştırılması için, çok daha basit ve köklü başlangıç şartlarının oluşması, yani arazi kullanımı, kentleşme ve imar disiplinini sağlayacak mevzuatın da elden geçirilmesi ve tavizsiz uygulanması gerekmektedir.
5- Yakın tarihin başarılı sanayileşmiş ülke deneyimlerinin öğrettiği, belirli sektörler üzerine yoğunlaşan ve bir liberasyon takvimine bağlı olarak uygulanan "selaktif korumacılık" temelinde kurgulanan/ tasarlanan " sektör- proje hedefli sanayileşme politikaları" uygulanmalıdır.
6- Sektör / proje hedeflemesinden anlaşılması gereken, dinamik karşılaştırmalı üstünlükler yaratılmasına yönelik olarak belirli sektörlerin saptanıp, bu sektörlerde planlı, programlı bir gelişme stratejisinin uygulanmasıdır. Kalkınmışlık düzeylerindeki başarıları hakkında tartışmasız ortak mutabakat sağlanmış ülke örnekleri "objektif" olarak incelendiğinde, bu başarıların hiçbir biçimde "piyasa mucizesine" dayanmadığını görmek mümkündür.
7- Günümüz itibariyle uygulanmakta olan Devlet Yardımları Sistemi'nin (teşvik sisteminin) seçicilik ve yönlendiricilik özelliği kalmamıştır. Bununla birlikte, ülkemiz uzun dönem sağlıklı büyüme rotasını da kaybetmiştir. Dolayısıyla da yeni bir sistemin oluşturulması gereği açıktır ve bu nokta bir tutku haline gelmiş bulunan Avrupa Birliği'ne giriş sürecinin de olmazsa olmazlarındandır. Bu çerçevede öncelikle ülkemiz için yukarıda hareket noktası üzerine değinmede bulunduğum yeni bir kalkınma / büyüme stratejisi hazırlanmalı ve devlet yardımları sistemi bu stratejiye dayandırılmalıdır.
8- Ülkenin reel sektör envanteri ve buna bağlı gelişmişlik haritası çıkarılmalı ve Devlet Yardımları Sistemi'nde gerek 4325 sayılı yasa gibi vergisel teşviklerde gerek KOBİ kredileri v.b. gibi teşvik politikalarında yer alan aynı illeri kapsayacak şekilde yeniden belirlenmeli ve gerekirse 2002/4720 Sayılı BKK "İstatistikî Bölge Birimleri Sınıflandırması" da dahil (ya da paralelinde) yeniden gözden geçirilmelidir. Örneğin mevcut teşvik sistemi anlamında 4325 sayılı Yasa kapsamında 22 il, KOBİ'leri desteklemede 33 il, Acil Destek Programları'nda 26 il ve Kalkınmada Öncelikli Yöreler kapsamında da 50 il (2 ilçe) bulunmaktadır. Öncelikle gelişmişlik haritası bir temele bağlanmalı, adı koyulmalı ve ortak bir zemin yaratılmalıdır. Böylece, ülkemizde genellikle il / ilçe düzeyinde ele alınmakta olan bölgesel gelişme farklılıklarını gidermeye dönük karar ve uygulamaların (özellikle Kalkınmada Öncelikli Yöreler ve Doğu-Güneydoğu Anadolu bölgeleri) iller düzeyinde değil bir gelişme havzası / cazibe merkezi mantığıyla ele alınmasının da yolu açılmış olacaktır.
9- İktisadi büyümenin kaynakları arasında Toplam Faktör Verimliliği'nin payını artırabilmek için beşeri sermayenin gelişmesine katkı sağlamak amacıyla eğitim ve sağlık harcamalarına ilişkin kaynak tahsisinde; sosyo-ekonomik ve / veya insani gelişme düzeylerini esas alan bir yaklaşımla bölgesel kaynak tahsis modelleri geliştirilmelidir.
10- İktisadi kalkınma (sanayileşme) / büyüme için; mali kesimin (özellikle bankacılık kesiminin) ekonominin reel kesimiyle paralel bir gelişme göstermesi zorunludur. Kullanılabilir fonların yatırımcılara kısa ve dolaysız yoldan ve de asgari kaynak maliyetiyle aktarılabilmesi mali piyasaların / bankacılık sektörünün sağlıklı çalışmasına bağlıdır.
11- Bankaların temel iktisadi fonksiyonu, ülkenin iktisadi büyümesinin sağlanarak refah düzeyinin yükseltilebilmesi için tasarruf - yatırım ilişkisini düzenlemek ve ödünç verilebilir nitelikteki fonları verimlilik düzeyi yüksek yatırım projeleri arasında tayınlamak / dağıtmaktır. Bu bağlamda, genel olarak finansal piyasalar ve özel olarak da bankacılık kesimi ile iktisat politikaları arasında tutarlı organik bağlar yeniden tesis edilmelidir. Ayrıca, hazırlanacak yasal düzenlemelerde de bu birliktelik kesinlikle ihmal edilmemelidir.
12- Ve son olarak, bir gün ülkemiz, bankacılık sektörüne kalkınma ve sanayileşmenin motoru olma işlevini kazandırmayı hedefleyen bir iktidara kavuşursa, yabancı bankaların egemen olduğu bir durumla uğraşmak ve ulusal finansal mimariyi yeniden inşa etmek çok daha güç ve belki de imkansız olacaktır.
Değerli okurlarım, İzmir'de yapılan bu panelin ortaya koyduğu görüş, düşünce ve kurultay bildirgesini hem izleyen hem de benimseyen bir köşe yazarı olarak sizlere ulaştırmak istedim.
Bu vesile ile demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısına sahip çıkan ve İzmir'den Türkiye'ye bir uyanışın, bir dirilişin sesini duyuran Ulusal Uyanış Platformu'na; panele katılanlara; panele görüşleriyle ışık tutan cumhuriyetçi, laik ve demokratlara, siz değerli okurlarım ve kendi adıma teşekkür etmek istiyorum.
İyi ki varsınız...
İyi ki İzmir var...
İyi ki Türkiye Cumhuriyeti var...
(Haber Ekspres, 20 Kasım 2008)
19 Kasım 2008
2008 İZMİR MİLLİ İKTİSAT KURULTAYI 1
Değerli okurlarım, İzmir Ulusal Uyanış Platformu Dönem Başkanı Sancar Maruflu tarafından organize edilen 2008 İzmir Milli İktisat Kurultayı, 15 Kasım 2008 tarihinde İzmir İsmet İnönü Kültür Merkezi'nde gerçekleşti.
Kurultayın oturum başkanlığını Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Tülay Özüerman yaptı. Kurultaya konuşmacı olarak Prof. Dr. Erinç Yeldan, gazeteci Ergin Yıldızoğlu, Ankara Üniversitesi SBF Öğretim üyesi Dr. Serdar Şahinkaya ve Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yaşar Uysal katıldılar.
Kurultayda konuşmacıların ortaya koydukları gerçeklerin, gelecek için yol gösterici olduğuna inancım tam.
İşte bu nedenle, söz konusu kurultayın sonuç bildirgesini sizlerle paylaşıyorum.
* * *
Nazım Hikmet'in söyleyişi ile;
(...)
Demir, kömür/ Ve şeker, ve kırmızı bakır/ Ve mensucat/ Ve sevda ve zulüm ve hayat/ Ve bilcümle sanayi kollarının/ Ve gökyüzü/ Ve sahra, ve mavi okyanus/ Ve kederli nehir yollarının/ Sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı('nın)/ Bir şafak vakti" değişebilmesi için;
"Artık yeter!.. Çökmekte olan neo-liberal dünyaya hayır!" demek ilk işimiz olmalıdır.
Mustafa Kemal'in 1923 İzmir İktisat Kongresi'ndeki deyişiyle; Türkiye'nin yeniden "çalışkanlar diyarı" olabilmesi için; antiemperyalist, ulusal bağımsızlık hedefini ve bu ulusal bağımsızlık içinde toplumsal özgürlükleri öne çıkaran, emekten yana, geniş halk kesimlerinin arzu ve çıkarlarını gözeten, aydınlanmacı hareketi başlatmak artık zorunluluktan öte bir durumdur.
"Yeniden Aydınlanma Devrimi"; günümüzde yaşanan çok boyutlu krizden çıkış yollarının, toplumsal kesitlerin talepleri doğrultusunda bilim insanlarının düşünsel katkıları ile kolektif bir çaba ile yaratılabilecektir.
IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların ve onların arkasındaki ABD ve AB gibi güçlerin, Yeni Dünya Düzeni'ne teslim olmaya eğilimlilerin yarattığı düşünsel karartmalara ve küresel sermayenin ideolojik saldırılarına karşı; bağımsızlıkçı, eşitlikçi ve özgürlükçü çıkış yollarını ortaya koyma hedefi ile toplanan kurultayımız tespitlerini iki ana eksende toplamaktadır: Gözlemlerimiz ve İlkelerimiz.
1- Gözlemlerimiz:
Yön duygusu yitirilmiş, ortak coşku yok olmuştur. Umutlar boşa çıkarılmış, tutulan dallar kırılmıştır. Çılgınca tüketme rüzgarı estirilmiş, üreterek kazanma hevesi söndürülmüştür.
Yatırımdan uzaklaşılmış, ülkemiz yurt dışında üretilen malların pazarı haline dönüştürülmüştür.
İnsanca değerlerin yerini para motifli çıkarlar almaya başlamıştır.
Aşılmış olması gereken ikilemler aşılamamış, kutuplaşmalar keskinleştirilmiş, yeni karşıtlıklar icat edilerek toplumsal çatışma başlıkları arttırılmıştır.
Kamuya hizmet anlayışı aşınmış, kamu yönetimi yozlaştırılmış; kamusal alan tahrip edilerek yoz değerlerin istilasına uğramış özel alana yer açılmıştır.
Sosyal güvenlik sistemi, dengesiz ve plansız politikalarla içi boşaltılarak tasfiye edilme sürecine girilmiştir.
Dıştan ekonomik model dayatılırken, içte düşünce terörü estirilmiştir.
Türkiye, dünyadaki yeri bakımından şaşkına çevrilmiştir.
Zayıflatılan ekonomik, sosyal ve siyasal bünyeye paralel olarak Cumhuriyet ve onu var eden değerler ve demokrasi kemirilmektedir.
2- Cumhuriyetin yeniden inşası için yirmi ilke:
Cumhuriyetin devrimciliğine inanmak. Evrensel değerlere bağlı kalmak. Küreselleşmeye teslim olmak yerine, sorgulamak. Düşünceyi özgür kılacak ortamı yaratmak. Ulusal devlete sahip çıkmak. Ulusal bütünlüğü yeniden inşa etmek. Eğitimi en sağlam bütünleştirici unsur saymak. Nitelikli ve parasız eğitimi temel amaç saymak. Planlamaya geri dönmek. Kamu yönetiminin güçlendirilmesine öncelik tanımak. Ekonomiyi, yatırımcılığa ve üretime yöneltmek. Karma ekonomi modelini ehlileştirmek. Kamunun ekonomik gücüyle bireyi özgürleştirmek. Sağlık hizmetinin ticarete dönüşmesini önlemek. Bütün ulusu sosyal güvenliğe kavuşturmak. Polise ve adalete güveni arttırmak. Ulusal çıkarları korurken uluslararası saygınlığı arttırmak. Devlete, demokrasiyi güçlendirerek sahip çıkmak. Alaşağı edilen demokrasiyi ayakları üzerine oturtmak. Partileşmeyi "ortak aklın örgütlenmesi" olarak görmek.
Değerli okurlarım, İzmir Milli İktisat Kurultayı Bildirgesi'nin devamını, yarın bu köşeden okuyabilirsiniz.
(Haber Ekspres, 19 Kasım 2008)
Kurultayın oturum başkanlığını Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Tülay Özüerman yaptı. Kurultaya konuşmacı olarak Prof. Dr. Erinç Yeldan, gazeteci Ergin Yıldızoğlu, Ankara Üniversitesi SBF Öğretim üyesi Dr. Serdar Şahinkaya ve Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yaşar Uysal katıldılar.
Kurultayda konuşmacıların ortaya koydukları gerçeklerin, gelecek için yol gösterici olduğuna inancım tam.
İşte bu nedenle, söz konusu kurultayın sonuç bildirgesini sizlerle paylaşıyorum.
* * *
Nazım Hikmet'in söyleyişi ile;
(...)
Demir, kömür/ Ve şeker, ve kırmızı bakır/ Ve mensucat/ Ve sevda ve zulüm ve hayat/ Ve bilcümle sanayi kollarının/ Ve gökyüzü/ Ve sahra, ve mavi okyanus/ Ve kederli nehir yollarının/ Sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı('nın)/ Bir şafak vakti" değişebilmesi için;
"Artık yeter!.. Çökmekte olan neo-liberal dünyaya hayır!" demek ilk işimiz olmalıdır.
Mustafa Kemal'in 1923 İzmir İktisat Kongresi'ndeki deyişiyle; Türkiye'nin yeniden "çalışkanlar diyarı" olabilmesi için; antiemperyalist, ulusal bağımsızlık hedefini ve bu ulusal bağımsızlık içinde toplumsal özgürlükleri öne çıkaran, emekten yana, geniş halk kesimlerinin arzu ve çıkarlarını gözeten, aydınlanmacı hareketi başlatmak artık zorunluluktan öte bir durumdur.
"Yeniden Aydınlanma Devrimi"; günümüzde yaşanan çok boyutlu krizden çıkış yollarının, toplumsal kesitlerin talepleri doğrultusunda bilim insanlarının düşünsel katkıları ile kolektif bir çaba ile yaratılabilecektir.
IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların ve onların arkasındaki ABD ve AB gibi güçlerin, Yeni Dünya Düzeni'ne teslim olmaya eğilimlilerin yarattığı düşünsel karartmalara ve küresel sermayenin ideolojik saldırılarına karşı; bağımsızlıkçı, eşitlikçi ve özgürlükçü çıkış yollarını ortaya koyma hedefi ile toplanan kurultayımız tespitlerini iki ana eksende toplamaktadır: Gözlemlerimiz ve İlkelerimiz.
1- Gözlemlerimiz:
Yön duygusu yitirilmiş, ortak coşku yok olmuştur. Umutlar boşa çıkarılmış, tutulan dallar kırılmıştır. Çılgınca tüketme rüzgarı estirilmiş, üreterek kazanma hevesi söndürülmüştür.
Yatırımdan uzaklaşılmış, ülkemiz yurt dışında üretilen malların pazarı haline dönüştürülmüştür.
İnsanca değerlerin yerini para motifli çıkarlar almaya başlamıştır.
Aşılmış olması gereken ikilemler aşılamamış, kutuplaşmalar keskinleştirilmiş, yeni karşıtlıklar icat edilerek toplumsal çatışma başlıkları arttırılmıştır.
Kamuya hizmet anlayışı aşınmış, kamu yönetimi yozlaştırılmış; kamusal alan tahrip edilerek yoz değerlerin istilasına uğramış özel alana yer açılmıştır.
Sosyal güvenlik sistemi, dengesiz ve plansız politikalarla içi boşaltılarak tasfiye edilme sürecine girilmiştir.
Dıştan ekonomik model dayatılırken, içte düşünce terörü estirilmiştir.
Türkiye, dünyadaki yeri bakımından şaşkına çevrilmiştir.
Zayıflatılan ekonomik, sosyal ve siyasal bünyeye paralel olarak Cumhuriyet ve onu var eden değerler ve demokrasi kemirilmektedir.
2- Cumhuriyetin yeniden inşası için yirmi ilke:
Cumhuriyetin devrimciliğine inanmak. Evrensel değerlere bağlı kalmak. Küreselleşmeye teslim olmak yerine, sorgulamak. Düşünceyi özgür kılacak ortamı yaratmak. Ulusal devlete sahip çıkmak. Ulusal bütünlüğü yeniden inşa etmek. Eğitimi en sağlam bütünleştirici unsur saymak. Nitelikli ve parasız eğitimi temel amaç saymak. Planlamaya geri dönmek. Kamu yönetiminin güçlendirilmesine öncelik tanımak. Ekonomiyi, yatırımcılığa ve üretime yöneltmek. Karma ekonomi modelini ehlileştirmek. Kamunun ekonomik gücüyle bireyi özgürleştirmek. Sağlık hizmetinin ticarete dönüşmesini önlemek. Bütün ulusu sosyal güvenliğe kavuşturmak. Polise ve adalete güveni arttırmak. Ulusal çıkarları korurken uluslararası saygınlığı arttırmak. Devlete, demokrasiyi güçlendirerek sahip çıkmak. Alaşağı edilen demokrasiyi ayakları üzerine oturtmak. Partileşmeyi "ortak aklın örgütlenmesi" olarak görmek.
Değerli okurlarım, İzmir Milli İktisat Kurultayı Bildirgesi'nin devamını, yarın bu köşeden okuyabilirsiniz.
(Haber Ekspres, 19 Kasım 2008)
18 Kasım 2008
TEPE NOKTASINA TEĞET GEÇEN KRİZ, NASIL İNİŞE GEÇER? - ZAFER YAPICI
ABD'de başlayan Avrupa ve Asya'da devam eden küresel kredi krizi Türkiye'yi de etkiliyor.
Krizin Türkiye'deki etkileri ilk olarak bankacılık sektöründe ve borsada görüldü.
Şimdi de reel sektörde dengeler bozuluyor. Siparişler ve üretim düşmeye, pazar payı azalmaya, fabrikalar kapanmaya başlandı. İşten çıkarmalar hızlandı.
Kriz ortamını ciddiye alan ülkeler, hiç vakit kaybetmeden acil önlem planları oluşturdular.
Ya Türkiye'yi yönetenler?
Geometrinin teğetiyle, coğrafyanın tepesiyle ve hamdolsun sözleriyle krizi aşmaya çalıştılar...
Aşamadılar.
* * *
Peki, Türkiye bu krizden nasıl etkileniyor? İşte buzdağının görünen yüzü:
Çorlu'da elektronik ve beyaz eşya alanında üretim % 30 oranında azaldı, 130 fabrikadan 100'ü kapandı. Adıyaman'da bir iplik fabrikasında 1050 kişi, İstanbul Büyükçekmece'de bir tekstil fabrikasında 700 kişi işten çıkartıldı. Gaziantep'te 31 işletme kapandı. Erzurum'daki Özçakmak Tekstil A.Ş adlı bir tekstil fabrikası, ekonomik kriz nedeniyle yurtdışından gelen siparişlerin iptali sonrasında, hazırlanan ürünler elde kalınca iflasın eşiğine geldi.
Denizli'de sanayi üretimi % 5.5 oranında düştü. 15 büyük şirket kapandı. 10 şirket de kapanma noktasında. Tekstil sektöründe kriz derinleşirse, Denizli büyük bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalabilir. Çünkü Denizli'de 150 bin işçinin yarısı tekstil sektöründe çalışıyor. Trakya'daki tekstil fabrikalarından son bir ayda 700 kişi işten çıkartıldı. Bursa'da Sönmez Filament, enerji maliyetlerindeki anormal artışlar nedeniyle üretim faaliyetine son verdi.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), kurulan-kapanan şirket ve kooperatifler ile ticaret unvanlı işyerlerine ilişkin ekim ayı istatistiklerini açıkladı. Buna göre, ekim ayında geçen yılın aynı ayına göre kurulan şirket ve işyeri sayısı yüzde 19 azalarak 6 bin 20'ye inerken, kapanan şirket ve işyeri sayısı yüzde 40.3 artarak 2 bin 498'e ulaştı.
Oto kredisi başvurularının % 75'ini reddeden bankalar daha önce verdikleri kredileri de yakın takibe aldılar. Özellikle taşrada bankaların otoparkları dolarken, yedieminlere gelen araç sayısı % 60-70 arttı. Son üç ay içinde sadece Adıyaman'da 400araç bankalar tarafından haczedilirken yedieminler günde 10 aracı borçlarından dolayı otoparklarına çekti
Son bir yıl içinde sanayide % 5.8, otomotivde % 39, hazır giyimde
% 15.6 oranında gerileme yaşanırken inşaat sektörü de kırmızı alarm vermeye başladı.
Türkiye'nin bu gelişmeler karşısında, büyüme hızının % 2'lere düşeceği tahmin ediliyor.
Yıl 1923. Cumhuriyetin ilanında Türkiye'de üretim yapan fabrika sayısı 143...
Yıl 1933. Cumhuriyetin kuruluşunun 10'uncu yıldönümünde üretim yapan fabrika sayısı 2317...
Ve yıl 2008. Üretimimiz duruyor, fabrikalarımız kapanıyor, insanlarımız işsiz kalıyor...
* * *
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalı, "kriz sizi ne derece etkiledi" başlıklı bir anket yaptı. Alınan sonuçlar şöyle: İşsiz kaldım: % 15, bütçemde daralma oldu: % 62, endişeliyim: % 15, beni etkilemedi: % 8. Bu sonuca göre halkın % 92'sinin krizden etkilendiği, sadece % 8'inin etkilenmediği görülüyor.
Kriz nedeniyle alım gücü zayıflayan, alışveriş yapamaz duruma gelen %77'lik halk kesimi, iç piyasalarda arz-talep dengesinin bozulmasına yol açacak. Dolayısıyla daha çok fabrika kapanacak. Bir fabrikanın kapanması diğer fabrikaları da kapanma noktasını daha çabuk getirecek. Çünkü her fabrika kapanmasında işsizlerin ve alım gücü zayıflayanların oranı daha da yükselecek. Eğer önlem alınmazsa sonucun ne olacağını düşünmek bile istemiyorum...
* * *
Değerli okurlarım, 24 Ekim 2008 tarihinde CHP Lideri Deniz Baykal 24 Ekim 1929 Dünya Ekonomik Buhranı'nın 79'uncu yılında İzmir'de düzenlediği ekonomi konulu basın toplantısında krizle ilgili hükümet düzleminde alınması gereken tedbirleri açıklamıştı. Haber Ekspres köşe yazarı olarak bu görüşleri ve 1929'da yaşananları "24Ekim, Deniz Baykal ve İzmir" başlıklı yazımda yazmıştım.
CHP Lideri Deniz Baykal, krizden kurtulma konusundaki çözüm yollarını geçtiğimiz günlerde bir kez daha şöyle ifade etti:
"...Şimdi karşı karşıya kaldığımız krizin bir üretim yönü, bir de tüketim yönü var. Yani bir takım büyük fabrikalar, bankalar iflas ettiği ya da sıkıntıyı girdiği için dünyada finansman olanaklarını kıstılar, üretim yapamaz hale geldiler. Şimdi bizde de otomotiv sektörü, tekstil sektörü ciddi bir daralma içine girdi. Onları rahatlatıp üretim yapar hale getirme ihtiyacı var. Kriz, Türkiye'deki finans sisteminin kredi imkanlarının, KOBİ'lere, tarıma ve üretim yapan fabrikalara yönelik olarak arttırılması zorunluluğunu ortaya koyuyor. Ama sadece böyle bir yaklaşımla bu krizin çözülmesi mümkün değil. Çünkü krizin bir de tüketim ayağı var. Yani üretilen malı kim alacak, o beyaz eşyayı kim alacak, o otomobili kim alacak? Üretilen tesisleri kime satacaksınız? İnsanlar cebindeki parayı harcayamaz hale gelmiş. Bir korku, bir kaygı içinde. Onları para harcar, talep üretir, ekonomiyi aşağıdan yukarıya doğru çarkları çevirir hale getirmek lazım".
Deniz Baykal'ın sunduğu çözüm yolu da oldukça net:
"Krizden çıkış yolu, bir sosyal demokrat reçetedir ve bütün dünya şimdi oraya gidiyor... Vatandaşın alışveriş yapmasını mümkün kılacak desteği, katkıyı vermek lazım. Bunun yolları, yöntemleri var. Bu konuda bizim ciddi bir hazırlığımız var. Mesela memurların ve emeklilerin ücretlerine ciddi zam yapmanın zamanıdır... Ekonominin çarklarının döndürülebilmesini sağlamak için buna ihtiyaç vardır. Çünkü o insanlar o paraları derhal ekonomiye aktaracaklardır. Uzmanlarımız çalışıyorlar bu doğrultuda. Aynı şekilde mesela işçi çıkartmayacak olan işletmelerdeki işçinin cebine girecek parayı arttırmak üzere devletin prim ve vergi yükünden vazgeçmesini sağlamak lazımdır. Bu çok anlamlı, çok önemli bir öneri. Mesela konutlarda doğalgaza %22,5 zam yapıldı. %10 elektriğe zam geliyor. Bunlar, bütün aileleri alışveriş yapamaz hale getirdiler. Tükendi, bitti aileler. Onlara bir nefes alma imkanı getirmek lazım. Doğalgazdan ve elektrikten alınan ÖTV ve KDV'yi kaldırmak lazım. Kaldırın, bir ferahlık getirin."
İşte CHP Lideri Deniz Baykal'ın krizi aşma konusunda ikinci grup önerileri bunlar.
Umarız iktidar, Baykal'ın yaptığı bu ikinci tarihi uyarıyı dikkate alır.
...Ya bu öneriler de dikkate alınmayıp, "iktidara teğet geçerse?"...
(Haber Ekspres, 18 Kasım 2008)
Krizin Türkiye'deki etkileri ilk olarak bankacılık sektöründe ve borsada görüldü.
Şimdi de reel sektörde dengeler bozuluyor. Siparişler ve üretim düşmeye, pazar payı azalmaya, fabrikalar kapanmaya başlandı. İşten çıkarmalar hızlandı.
Kriz ortamını ciddiye alan ülkeler, hiç vakit kaybetmeden acil önlem planları oluşturdular.
Ya Türkiye'yi yönetenler?
Geometrinin teğetiyle, coğrafyanın tepesiyle ve hamdolsun sözleriyle krizi aşmaya çalıştılar...
Aşamadılar.
* * *
Peki, Türkiye bu krizden nasıl etkileniyor? İşte buzdağının görünen yüzü:
Çorlu'da elektronik ve beyaz eşya alanında üretim % 30 oranında azaldı, 130 fabrikadan 100'ü kapandı. Adıyaman'da bir iplik fabrikasında 1050 kişi, İstanbul Büyükçekmece'de bir tekstil fabrikasında 700 kişi işten çıkartıldı. Gaziantep'te 31 işletme kapandı. Erzurum'daki Özçakmak Tekstil A.Ş adlı bir tekstil fabrikası, ekonomik kriz nedeniyle yurtdışından gelen siparişlerin iptali sonrasında, hazırlanan ürünler elde kalınca iflasın eşiğine geldi.
Denizli'de sanayi üretimi % 5.5 oranında düştü. 15 büyük şirket kapandı. 10 şirket de kapanma noktasında. Tekstil sektöründe kriz derinleşirse, Denizli büyük bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalabilir. Çünkü Denizli'de 150 bin işçinin yarısı tekstil sektöründe çalışıyor. Trakya'daki tekstil fabrikalarından son bir ayda 700 kişi işten çıkartıldı. Bursa'da Sönmez Filament, enerji maliyetlerindeki anormal artışlar nedeniyle üretim faaliyetine son verdi.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), kurulan-kapanan şirket ve kooperatifler ile ticaret unvanlı işyerlerine ilişkin ekim ayı istatistiklerini açıkladı. Buna göre, ekim ayında geçen yılın aynı ayına göre kurulan şirket ve işyeri sayısı yüzde 19 azalarak 6 bin 20'ye inerken, kapanan şirket ve işyeri sayısı yüzde 40.3 artarak 2 bin 498'e ulaştı.
Oto kredisi başvurularının % 75'ini reddeden bankalar daha önce verdikleri kredileri de yakın takibe aldılar. Özellikle taşrada bankaların otoparkları dolarken, yedieminlere gelen araç sayısı % 60-70 arttı. Son üç ay içinde sadece Adıyaman'da 400araç bankalar tarafından haczedilirken yedieminler günde 10 aracı borçlarından dolayı otoparklarına çekti
Son bir yıl içinde sanayide % 5.8, otomotivde % 39, hazır giyimde
% 15.6 oranında gerileme yaşanırken inşaat sektörü de kırmızı alarm vermeye başladı.
Türkiye'nin bu gelişmeler karşısında, büyüme hızının % 2'lere düşeceği tahmin ediliyor.
Yıl 1923. Cumhuriyetin ilanında Türkiye'de üretim yapan fabrika sayısı 143...
Yıl 1933. Cumhuriyetin kuruluşunun 10'uncu yıldönümünde üretim yapan fabrika sayısı 2317...
Ve yıl 2008. Üretimimiz duruyor, fabrikalarımız kapanıyor, insanlarımız işsiz kalıyor...
* * *
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalı, "kriz sizi ne derece etkiledi" başlıklı bir anket yaptı. Alınan sonuçlar şöyle: İşsiz kaldım: % 15, bütçemde daralma oldu: % 62, endişeliyim: % 15, beni etkilemedi: % 8. Bu sonuca göre halkın % 92'sinin krizden etkilendiği, sadece % 8'inin etkilenmediği görülüyor.
Kriz nedeniyle alım gücü zayıflayan, alışveriş yapamaz duruma gelen %77'lik halk kesimi, iç piyasalarda arz-talep dengesinin bozulmasına yol açacak. Dolayısıyla daha çok fabrika kapanacak. Bir fabrikanın kapanması diğer fabrikaları da kapanma noktasını daha çabuk getirecek. Çünkü her fabrika kapanmasında işsizlerin ve alım gücü zayıflayanların oranı daha da yükselecek. Eğer önlem alınmazsa sonucun ne olacağını düşünmek bile istemiyorum...
* * *
Değerli okurlarım, 24 Ekim 2008 tarihinde CHP Lideri Deniz Baykal 24 Ekim 1929 Dünya Ekonomik Buhranı'nın 79'uncu yılında İzmir'de düzenlediği ekonomi konulu basın toplantısında krizle ilgili hükümet düzleminde alınması gereken tedbirleri açıklamıştı. Haber Ekspres köşe yazarı olarak bu görüşleri ve 1929'da yaşananları "24Ekim, Deniz Baykal ve İzmir" başlıklı yazımda yazmıştım.
CHP Lideri Deniz Baykal, krizden kurtulma konusundaki çözüm yollarını geçtiğimiz günlerde bir kez daha şöyle ifade etti:
"...Şimdi karşı karşıya kaldığımız krizin bir üretim yönü, bir de tüketim yönü var. Yani bir takım büyük fabrikalar, bankalar iflas ettiği ya da sıkıntıyı girdiği için dünyada finansman olanaklarını kıstılar, üretim yapamaz hale geldiler. Şimdi bizde de otomotiv sektörü, tekstil sektörü ciddi bir daralma içine girdi. Onları rahatlatıp üretim yapar hale getirme ihtiyacı var. Kriz, Türkiye'deki finans sisteminin kredi imkanlarının, KOBİ'lere, tarıma ve üretim yapan fabrikalara yönelik olarak arttırılması zorunluluğunu ortaya koyuyor. Ama sadece böyle bir yaklaşımla bu krizin çözülmesi mümkün değil. Çünkü krizin bir de tüketim ayağı var. Yani üretilen malı kim alacak, o beyaz eşyayı kim alacak, o otomobili kim alacak? Üretilen tesisleri kime satacaksınız? İnsanlar cebindeki parayı harcayamaz hale gelmiş. Bir korku, bir kaygı içinde. Onları para harcar, talep üretir, ekonomiyi aşağıdan yukarıya doğru çarkları çevirir hale getirmek lazım".
Deniz Baykal'ın sunduğu çözüm yolu da oldukça net:
"Krizden çıkış yolu, bir sosyal demokrat reçetedir ve bütün dünya şimdi oraya gidiyor... Vatandaşın alışveriş yapmasını mümkün kılacak desteği, katkıyı vermek lazım. Bunun yolları, yöntemleri var. Bu konuda bizim ciddi bir hazırlığımız var. Mesela memurların ve emeklilerin ücretlerine ciddi zam yapmanın zamanıdır... Ekonominin çarklarının döndürülebilmesini sağlamak için buna ihtiyaç vardır. Çünkü o insanlar o paraları derhal ekonomiye aktaracaklardır. Uzmanlarımız çalışıyorlar bu doğrultuda. Aynı şekilde mesela işçi çıkartmayacak olan işletmelerdeki işçinin cebine girecek parayı arttırmak üzere devletin prim ve vergi yükünden vazgeçmesini sağlamak lazımdır. Bu çok anlamlı, çok önemli bir öneri. Mesela konutlarda doğalgaza %22,5 zam yapıldı. %10 elektriğe zam geliyor. Bunlar, bütün aileleri alışveriş yapamaz hale getirdiler. Tükendi, bitti aileler. Onlara bir nefes alma imkanı getirmek lazım. Doğalgazdan ve elektrikten alınan ÖTV ve KDV'yi kaldırmak lazım. Kaldırın, bir ferahlık getirin."
İşte CHP Lideri Deniz Baykal'ın krizi aşma konusunda ikinci grup önerileri bunlar.
Umarız iktidar, Baykal'ın yaptığı bu ikinci tarihi uyarıyı dikkate alır.
...Ya bu öneriler de dikkate alınmayıp, "iktidara teğet geçerse?"...
(Haber Ekspres, 18 Kasım 2008)
10 Kasım 2008
ATATÜRK'Ü ANLAMAK VE ANMAK...- ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, 29 Temmuz 2008 tarihinde Haber Ekspres'te yayınlanan "Mustafa Kemal'i Anlamak ve Anlatmak" başlıklı köşe yazımda aynen şunları yazmıştım:
Mustafa Kemal Atatürk'ün tüm dünyada hayranlık uyandıran devrimi iki aşamalıdır...
1- Kurtuluş: Türk milleti Kurtuluş Savaşı sayesinde esaretten kurtuldu.
2- Kuruluş: Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal'in ilke ve devrimleri sayesinde çağdaş bir devlet konumuna taşındı.
Kurtuluş yaşanmasaydı, kuruluş hiçbir zaman gerçekleşemezdi.
Kuruluş olmasaydı, kurtuluş kısa sürede anlamsızlaşırdı.
I. İnönü, II. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar Meydan Muharebeleri'nde şehit kanlarıyla elde edilen bağımsızlık, Atatürk'ün ilke ve devrimleriyle kalıcı hale getirildi.
Emperyalizme karşı mücadele ile Türkiye'nin çağdaşlaşması arasında bir iç bağlantı vardı kısacası...
Emperyalizme karşı mücadele etmeden çağdaşlaşılamıyor, çağdaşlaşmadan da emperyalizme karşı yeterince mücadele edilemiyordu.
Mustafa Kemal bu tarihsel gerçeği kavradı. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirdi. "Türkiye mucizesini" yarattı.
Tarih yazdı...
* * *
Değerli okurlarım, yazılan tarih, Türkiye Cumhuriyeti Devrim Tarihidir!
Atatürk devrimini büyük kılan şey yöntemidir. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirmesi, çağdaşlaşmanın yolunu tam bağımsızlıkta görmesidir.
Büyük Millet Meclisi'nin 19 Eylül 1921'de Mustafa Kemal'e "Mareşal ve Gazi" unvanlarını, 24 Kasım 1934'de "ATATÜRK" soyadını vermesi, bu tarihin nasıl yaşanarak yazıldığının sembolleridir.
Mareşal ve Gazi, kurtuluşun lideri Mustafa Kemal'e verilmiş ünvanlardır. Halk adına, halk tarafından...
Atatürk ise kuruluşu, kurtuluşa ekleyen lidere halkının verdiği addır. Büyük bir toplumsal bilincin yarattığı bir sembolleştirmedir.
Mareşallik, gazilik sıfatları ve Atatürk soyadı işte bu yüzden anlamlıdır; işte bu yüzden önemlidir...
* * *
Günümüzde, büyük bir kampanyayla Mustafa Kemal'in mareşalliği, gaziliği, Atatürklüğü sırayla tartışmalı hale getirilmeye çalışılıyor.
Yaşanarak yazılan bir tarih, "bölgesel tahribatlara" olanak tanıyabilmek için "belgesel tahribatlarla" yeniden yazılıyor.
Bir ayağı ayrılıkçılıkta, bir ayağı ikinci cumhuriyetçilikte olanlar; bir ayağı Ilımlı İslam'da, bir ayağı ABD'de olanlardan fonlanıp, Atatürk'ü yeniden yorumluyorlar!
Savaşlarından ve devrimlerinden soyutlanmış hayali bir Mustafa Kemal yaratılmaya; Atatürk, Mustafalığa sıkıştırılmaya çalışılıyor...
Türkiye'nin bölünmeye, sömürülmeye, soyulmaya, dönüştürülmeye çalışılmasıyla eşzamanlı olarak.
Türkiye'nin köşeye sıkıştırılmaya çalışılmasıyla eşzamanlı olarak...
* * *
Değerli okurlarım, cumhuriyetin onurlu tarihini yaşayarak yazan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları ve Türk ulusudur...
Onlara şükran borçluyuz...
Şimdi Atamızın düşüncelerini ve devrimlerini ve kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmak için dün olduğu gibi bugün de iç ve dış güçler iş başındalar...
Eğer başarıya ulaşırlarsa o zaman Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk gerçekten ölmüş ve 10 Kasımların anlamı ortadan kalkmış olacak.
Türk ulusu olarak bu gerçekleri bilerek; onun ilkelerine, devrimlerine ve kurduğu cumhuriyete sahip çıkarak Atatürk'ümüzü yaşatabiliriz.
Yaşatmak, anlamak ve anlatmaktır...
"Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü yaşatmak demek, eserlerini ve mirasını
yaşatmak demektir" sözü bugün o kadar anlamlı ki...
"Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir." diyor Atatürk...
...."Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." diyor Atatürk...
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk ulusundan tek isteği; kurtuluş ve kuruluşu yaşayarak yazdığı Türkiye Cumhuriyeti Devrim Tarihi'ni özümsemesi ve cumhuriyete sahip çıkmasıdır...
* * *
Atatürk'ü anlamak, bugünü doğru anlamaktır çünkü.
Bugünü doğru anlamak da yarını düzgün temeller üzerinde kurmanın ilk adımı değil midir?
Bugün, neden Atatürk'ü bizlere doğru anlatmamak için büyük kampanyalar birbirini izliyor sanıyorsunuz?
...Ruhun şad olsun Atam...
(10 Kasım 2008, Haber Ekspres)
Mustafa Kemal Atatürk'ün tüm dünyada hayranlık uyandıran devrimi iki aşamalıdır...
1- Kurtuluş: Türk milleti Kurtuluş Savaşı sayesinde esaretten kurtuldu.
2- Kuruluş: Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal'in ilke ve devrimleri sayesinde çağdaş bir devlet konumuna taşındı.
Kurtuluş yaşanmasaydı, kuruluş hiçbir zaman gerçekleşemezdi.
Kuruluş olmasaydı, kurtuluş kısa sürede anlamsızlaşırdı.
I. İnönü, II. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar Meydan Muharebeleri'nde şehit kanlarıyla elde edilen bağımsızlık, Atatürk'ün ilke ve devrimleriyle kalıcı hale getirildi.
Emperyalizme karşı mücadele ile Türkiye'nin çağdaşlaşması arasında bir iç bağlantı vardı kısacası...
Emperyalizme karşı mücadele etmeden çağdaşlaşılamıyor, çağdaşlaşmadan da emperyalizme karşı yeterince mücadele edilemiyordu.
Mustafa Kemal bu tarihsel gerçeği kavradı. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirdi. "Türkiye mucizesini" yarattı.
Tarih yazdı...
* * *
Değerli okurlarım, yazılan tarih, Türkiye Cumhuriyeti Devrim Tarihidir!
Atatürk devrimini büyük kılan şey yöntemidir. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirmesi, çağdaşlaşmanın yolunu tam bağımsızlıkta görmesidir.
Büyük Millet Meclisi'nin 19 Eylül 1921'de Mustafa Kemal'e "Mareşal ve Gazi" unvanlarını, 24 Kasım 1934'de "ATATÜRK" soyadını vermesi, bu tarihin nasıl yaşanarak yazıldığının sembolleridir.
Mareşal ve Gazi, kurtuluşun lideri Mustafa Kemal'e verilmiş ünvanlardır. Halk adına, halk tarafından...
Atatürk ise kuruluşu, kurtuluşa ekleyen lidere halkının verdiği addır. Büyük bir toplumsal bilincin yarattığı bir sembolleştirmedir.
Mareşallik, gazilik sıfatları ve Atatürk soyadı işte bu yüzden anlamlıdır; işte bu yüzden önemlidir...
* * *
Günümüzde, büyük bir kampanyayla Mustafa Kemal'in mareşalliği, gaziliği, Atatürklüğü sırayla tartışmalı hale getirilmeye çalışılıyor.
Yaşanarak yazılan bir tarih, "bölgesel tahribatlara" olanak tanıyabilmek için "belgesel tahribatlarla" yeniden yazılıyor.
Bir ayağı ayrılıkçılıkta, bir ayağı ikinci cumhuriyetçilikte olanlar; bir ayağı Ilımlı İslam'da, bir ayağı ABD'de olanlardan fonlanıp, Atatürk'ü yeniden yorumluyorlar!
Savaşlarından ve devrimlerinden soyutlanmış hayali bir Mustafa Kemal yaratılmaya; Atatürk, Mustafalığa sıkıştırılmaya çalışılıyor...
Türkiye'nin bölünmeye, sömürülmeye, soyulmaya, dönüştürülmeye çalışılmasıyla eşzamanlı olarak.
Türkiye'nin köşeye sıkıştırılmaya çalışılmasıyla eşzamanlı olarak...
* * *
Değerli okurlarım, cumhuriyetin onurlu tarihini yaşayarak yazan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları ve Türk ulusudur...
Onlara şükran borçluyuz...
Şimdi Atamızın düşüncelerini ve devrimlerini ve kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmak için dün olduğu gibi bugün de iç ve dış güçler iş başındalar...
Eğer başarıya ulaşırlarsa o zaman Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk gerçekten ölmüş ve 10 Kasımların anlamı ortadan kalkmış olacak.
Türk ulusu olarak bu gerçekleri bilerek; onun ilkelerine, devrimlerine ve kurduğu cumhuriyete sahip çıkarak Atatürk'ümüzü yaşatabiliriz.
Yaşatmak, anlamak ve anlatmaktır...
"Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü yaşatmak demek, eserlerini ve mirasını
yaşatmak demektir" sözü bugün o kadar anlamlı ki...
"Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir." diyor Atatürk...
...."Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." diyor Atatürk...
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk ulusundan tek isteği; kurtuluş ve kuruluşu yaşayarak yazdığı Türkiye Cumhuriyeti Devrim Tarihi'ni özümsemesi ve cumhuriyete sahip çıkmasıdır...
* * *
Atatürk'ü anlamak, bugünü doğru anlamaktır çünkü.
Bugünü doğru anlamak da yarını düzgün temeller üzerinde kurmanın ilk adımı değil midir?
Bugün, neden Atatürk'ü bizlere doğru anlatmamak için büyük kampanyalar birbirini izliyor sanıyorsunuz?
...Ruhun şad olsun Atam...
(10 Kasım 2008, Haber Ekspres)
04 Kasım 2008
KRİZLER VE SEÇİMLER - ZAFER YAPICI
AKP, altı yıllık iktidarında, rejim, terör, anayasa, laiklik, türban, eğitim, yolsuzluk, yoksulluk, kadrolaşma, üniversite, geçim, 2 B arazileri, işsizlik, yatırım, üretim, tarım, sanayi, çevre, su, ekonomi gibi başlıklarla aktarılabilecek çok sayıda sorun yarattı.
Ülkeyi sorunlar yumağı haline getirerek, ekonomik kriz ortamına zemin hazırladı...
ABD'de çıkan ekonomik krizin tüm dünyayı etkisi altına almasının ardından hemen harekete geçen birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke hükümeti acil önlemler aldılar.
Oysa Türkiye'de hiçbir hükümet yetkilisi, kriz konusunda önlem almak için çaba harcamadı. Üstelik krizi bizzat başbakan, "hamdolsun iyiyiz, bu kriz Türkiye'ye teğet geçti" gibi yüzeysel değerlendirmelerle hasıraltı etmeye çalıştı.
* * *
Değerli okurlarım, AKP hükümetinin yaptığı şey, "Türkiye böyle krize alışık, bizi etkilemez" diyerek, küresel krizi psikolojik güvenle gizleyerek geçiştirmeye çalışmaktan ibarettir.
Bir başka ifadeyle yapılan takiyedir. Bir ülkenin siyasi rejimi takiye yapılarak zayıflatılabilir. Ancak takiye yapmak küresel ekonomik krizlere işlemez!
Krizi hasarsız atlatabilmek için, krizin adını koymak ve krizle mücadele konusunda önlem almak şarttır.
* * *
ABD'nin ekonomik kriz ortamından çıkmak için önünde bir fırsat var. O da yaklaşan seçimler. ABD halkının krize neden olan yönetime karşı, krize çare projeler üretecek yeni bir yönetimi seçme şansı var...
Peki ya Türkiye'nin böyle bir şansı var mı?
Görünürde genel seçimler yok, ancak bir yerel seçim var...
Bu seçim bile Türk milletinin önünde duran bir şanstır. Yerelden başlayarak, kriz üreten anlayışları tasfiye edebilmek için...
İşte size kriz üreten AKP'li bir yerel yönetim örneği... Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Başkent Dağıtım Şirketi'nin Botaş'a 700 milyon YTL'ye yakın borcu var. AKP'li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek bu borcu ödememekte direndi. Sonuçta Botaş, doğal gaza % 22 zam yaptı. Ve olayda hiçbir sorumluluğu olmayan sizler, sorumsuz yerel yönetimlerin faturalarını ödemeyi üstleniyorsunuz...
Açıkça Melih Gökçek sorun üretiyor. Ekonomik kriz böylece daha çok büyüyor...
* * *
Görünen o ki ekonomik kriz, neo-liberal ekonomi politikalarının sorgulanacağı bir süreci başlatacak.
Dünyada ve Türkiye'de...
Ve görünen o ki, Türkiye için küresel krizi aşmak, yeni krizler üretmeyen bir anlayışı iktidar yapmaktan geçiyor.
Yerelde ve genelde...
Yani, cumhuriyetle hesaplaşarak, etnik siyasete pirim vererek, laikliği tartışmaya açarak, çalarak, sorumluluklarını yerine getirmeyerek, kadrolaşarak... ekonomik krizle mücadele mümkün olmuyor...
* * *
Krizleri aşmak, altı yıldan beri ülkeyi yöneten AKP iktidarının kriz üreten politikalarından kurtulmakla mümkün.
Krizleri aşmak, halktan yana ekonomik politikalar üreten bir anlayışa destek olmakla mümkün.
Krizleri aşmak, demokratik, laik sosyal hukuk devletini savunan, yolsuzluğa prim vermeyen zihniyette birleşmekle mümkün...
Ve ilk aşamada yerel seçimler çok önemli...
Çünkü kriz üreten anlayışın yerelde silinmesi, onu genelde de başarısız kılacak...
(Haber Ekspres, 4 Kasım 2008)
Ülkeyi sorunlar yumağı haline getirerek, ekonomik kriz ortamına zemin hazırladı...
ABD'de çıkan ekonomik krizin tüm dünyayı etkisi altına almasının ardından hemen harekete geçen birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke hükümeti acil önlemler aldılar.
Oysa Türkiye'de hiçbir hükümet yetkilisi, kriz konusunda önlem almak için çaba harcamadı. Üstelik krizi bizzat başbakan, "hamdolsun iyiyiz, bu kriz Türkiye'ye teğet geçti" gibi yüzeysel değerlendirmelerle hasıraltı etmeye çalıştı.
* * *
Değerli okurlarım, AKP hükümetinin yaptığı şey, "Türkiye böyle krize alışık, bizi etkilemez" diyerek, küresel krizi psikolojik güvenle gizleyerek geçiştirmeye çalışmaktan ibarettir.
Bir başka ifadeyle yapılan takiyedir. Bir ülkenin siyasi rejimi takiye yapılarak zayıflatılabilir. Ancak takiye yapmak küresel ekonomik krizlere işlemez!
Krizi hasarsız atlatabilmek için, krizin adını koymak ve krizle mücadele konusunda önlem almak şarttır.
* * *
ABD'nin ekonomik kriz ortamından çıkmak için önünde bir fırsat var. O da yaklaşan seçimler. ABD halkının krize neden olan yönetime karşı, krize çare projeler üretecek yeni bir yönetimi seçme şansı var...
Peki ya Türkiye'nin böyle bir şansı var mı?
Görünürde genel seçimler yok, ancak bir yerel seçim var...
Bu seçim bile Türk milletinin önünde duran bir şanstır. Yerelden başlayarak, kriz üreten anlayışları tasfiye edebilmek için...
İşte size kriz üreten AKP'li bir yerel yönetim örneği... Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Başkent Dağıtım Şirketi'nin Botaş'a 700 milyon YTL'ye yakın borcu var. AKP'li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek bu borcu ödememekte direndi. Sonuçta Botaş, doğal gaza % 22 zam yaptı. Ve olayda hiçbir sorumluluğu olmayan sizler, sorumsuz yerel yönetimlerin faturalarını ödemeyi üstleniyorsunuz...
Açıkça Melih Gökçek sorun üretiyor. Ekonomik kriz böylece daha çok büyüyor...
* * *
Görünen o ki ekonomik kriz, neo-liberal ekonomi politikalarının sorgulanacağı bir süreci başlatacak.
Dünyada ve Türkiye'de...
Ve görünen o ki, Türkiye için küresel krizi aşmak, yeni krizler üretmeyen bir anlayışı iktidar yapmaktan geçiyor.
Yerelde ve genelde...
Yani, cumhuriyetle hesaplaşarak, etnik siyasete pirim vererek, laikliği tartışmaya açarak, çalarak, sorumluluklarını yerine getirmeyerek, kadrolaşarak... ekonomik krizle mücadele mümkün olmuyor...
* * *
Krizleri aşmak, altı yıldan beri ülkeyi yöneten AKP iktidarının kriz üreten politikalarından kurtulmakla mümkün.
Krizleri aşmak, halktan yana ekonomik politikalar üreten bir anlayışa destek olmakla mümkün.
Krizleri aşmak, demokratik, laik sosyal hukuk devletini savunan, yolsuzluğa prim vermeyen zihniyette birleşmekle mümkün...
Ve ilk aşamada yerel seçimler çok önemli...
Çünkü kriz üreten anlayışın yerelde silinmesi, onu genelde de başarısız kılacak...
(Haber Ekspres, 4 Kasım 2008)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)