Dalgalar; bitmek bilmeyen dalgalar...
Dalgaların sadece Ergenekon dalgaları olduğunu sananlar yanılıyor.
Bu dalga başka dalga...
Bu dalga "artçı dalga"...
Ancak bu dalgayı da yaratan kişi bir savcı.
* * *
Kısaca anlatıyorum.
Olay 12.01.2009 pazartesi günü bir ilçemizin ilköğretim okulunda meydana geliyor. Okulun fen bilgisi öğretmeni derse girdiği sekizinci sınıfta, öğrencilerin gürültü yapması üzerine öğrencilerle bir tartışma yaşıyor. Bu tartışmadan dolayı hayli üzülen öğretmen, okul içi prosedürü hiçe sayarak ilçenin Cumhuriyet Savcısı olan eşine üç öğrencisi tarafından tehdit edildiğini söylüyor. Savcı olan eşi de bu durum karşısında meslek gerekleri ile duygusallığı birbirine karıştırarak, okul yönetimi ile irtibata geçmeden ve gerçekleri anlamadan emniyeti harekete geçiriyor. "Savcılık talimatıyla" yedi polis, üç ilköğretim öğrencisini karakola götürmek için okula gidiyor. Okul müdür yardımcısı, üç öğrenciyi polise vermeyip söz konusu öğrencilerin velilerine haber veriyor. Okula gelen veliler ve öğretmenler çocukların gözaltına alınmasını engelleyemiyorlar ve 14.45'de derslerin sona ermesinin ardından polisler üç öğrenciyi karakola götürüyor. Karakolda ifadeleri alınan üç öğrenci, daha sonra savcılığa sevk ediliyor. Burada da ifadeleri alınan üç öğrenci hakkında hukuksal işlem başlatılıyor. Saat 14.45 de alınan öğrenciler saat 19.00 civarında salıveriliyor...
***
Değerli okurlarım, öğretmenlik kutsal bir meslektir. Bu kutsallık öğretmenin bilgi ve daha da önemlisi sevgi verme sorumluluğundan kaynaklanır. Her zorluğu sevgi ile aşma mücadelesidir öğretmenlerimizin yaptığı.
Bir öğretmenin, okul içinde, öncelikle okul idaresinin çözmesi gereken bir konuyu savcı eşine götürüp çözmeye çalışması doğru bir yol olabilir mi? Böyle bir davranış öğretmenliğin kutsallığıyla bağdaşır mı?
Öğretmenin bu davranışı sınıfındaki, okulundaki; hatta diğer okullardaki öğrenciler ve veliler üzerinde şüphesiz bir korku ortamı yaratmıştır. İstenilen bu olmasa bile, sonuç budur. Daha ilköğretim okulunda okuyan çocuklarımızı yaptıkları bir hatadan dolayı karakolla, savcıyla tanıştırıp onların o küçük yüreklerine korku salmak doğru bir davranış biçimi değildir. Onların geleceklerini korku üzerine kurmalarına yol açmak öğrencilerimize, çocuklarımıza; aslında ülkemize yapılacak en büyük kötülüktür.
Oysa öğretmenin görevi öğrencilerini kurallara bağlı olarak yetiştirmektir. Savcının görevi de hukuku eksiksiz uygulamaktır...
* * *
Değerli okurlarım, yeni bir dalgada sıranın kendisine gelebileceği endişesini taşıyan insanlarımız, ülkesinin sorunlarını bile tartışmaktan ürker duruma geldi.
Telefonda ya da tanımadığı kişilerin bulunduğu ortamlarda konuşmaktan çekinen; soluğu evinde ve televizyonun başında alan yurttaşlarımız tedirginlik içindedirler.
Bu tedirginliği az da olsa yaşayan ama o korkuyu içinde hissetmeyen; gençliğin vermiş olduğu cesaretle yoluna devam eden öğrencilerimizi etkiledi bu okulda yaşananlar.
Artçı dalga, "korku toplumunun" yaş ortalamasını düşürdü bir başka ifadeyle...
Onlar büyüklerden farklı suç iddialarıyla karşılaştılar. Ancak yargılanmadan aynı cezayı çektiler.
Aynı duyguları, aynı korkuları, aynı heyecanı ve endişeyi yaşadılar; hissettiler.
* * *
Cumhuriyetin okullarında, cumhuriyetin öğrencileri cumhuriyetin öğretmenleri tarafından özgür birey-yurttaşlık bilinci içinde yetiştirilmelidir. Öğretmenlerimiz, başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk'ün öğretmenleri oldukları bilincini yitirmemelidirler.
Çocuklarımızı Mustafa Kemal Atatürk'ün gençliği olarak görmek istiyorsak onları korkak değil cesur; ürkek değil atılgan; hakkını arayan ve kendine güvenen kişiler olarak yetiştirmemiz gerekir.
Türkiye'nin ilerlemesinin tek yolu budur!
(Haber Ekspres, 27 Ocak 2009)
28 Ocak 2009
20 Ocak 2009
ISINMAK İÇİN FINDIK, BESLENMEK İÇİN PASTA... - ZAFER YAPICI
* Asgari ücret, 16 yaşından büyükler için net 527; 16 yaşından küçükler için net 456 TL iken,
* Açlık sınırı 740, yoksulluk sınırı 2.409 TL iken,
* Açlık sınırı altında 10.9 milyon, yoksulluk sınırı altında 52.3 milyon kişi yaşamaktayken,
* Özelleştirme ve kriz nedeni ile fabrikalar kapanırken,
* 5 milyon 616 bin kişi olan işsizler ordusuna sadece bir yılda 385 bin kişi eklenirken,
* 2004 verilerine göre 8.5 milyon engelli yurttaşımız sosyal ve ekonomik birçok haktan yoksun olarak yaşamaktayken,
* Bir milyondan fazla kimsesiz ve bakıma muhtaç çocuğumuz varken,
* Bir buçuk milyon kimsesiz ve bakıma muhtaç yaşlımız yaşam mücadelesi verirken,
* İşçimizin, memurumuzun, esnafımızın, köylümüzün, çiftçimizin, sanayicimizin,
dulumuzun, yetimimizin, ve şehit ailelerimizin çektiği çileler ortadayken,
* Milyonlarca gencimiz gelecekten umudunu kesmek üzereyken,
* Her gün bir milyon kişi gece yatağa aç girerken,
* Eğitimden sağlığa kadar yaşamın her alanında olumsuzluklar yaşanmaktayken,
* Doğalgaza, elektriğe ve gıda maddelerine zamlar yapılırken,
* Isınmak için faturalarını ödeyemeyen, gıda alamayıp beslenemeyenler çoğunluktayken,
* Sosyal devlet bitirilip sadaka devleti yaratılırken,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler ısınmakta güçlük çeken, doğal gaz faturalarını ödeyemeyen, odun kömür alamayan yurttaşlarımıza bakın ne öneriyor:
Bir gazete haberinden aynen aktarıyorum...
"...özellikle rüzgar, su ve güneş gibi yenilenebilir kaynakların önemine deyinen Bakan Güler, sözü 'yenebilir kaynak' olarak fındığa getirdi. Güler, 'Yenilenebilir 11kaynak' tamam da bir de yenebilir kaynak var: fındık. Fındık yiyen ısınır, başka özellikleri de var ama onları söylemeyeyim! Suni gündemlerle birbirimizi yiyeceğimize fındık yiyelim. Fındık yerseniz üşümezsiniz."
Değerli okurlarım, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı'nın halka ısınmak için fındık yemesini önermesi, halk ile dalga geçmek değil midir?
Milletimizin durumu ortada iken böylesine bir söylem bir bakan'a yakışır mı?
* * *
Bakan demişken, Maliye Bakanı Unakıtan'ı anmamak olmaz.
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, geçtiğimiz günlerde kendisine yedirilen pastayla öyle bir poz verdi ki kameralara.
Tıpkı Hilmi Güler'in ısınmak için fındık yiyin demesi gibi Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin mi demek istedi acaba?...
* * *
Yukarıda bazılarını anlatmaya çalıştığım ekonomik ve toplumsal bunalım göstergelerini görmezlikten gelen Maliye Bakanı, batan battıktan, çalışanlar işsiz kaldıktan sonra bakın ne diyor: "küresel ekonomik krizin Türkiye'ye etkilerini azaltmaya yönelik yeni tedbirler alınacak."
Tedbirlerin bu ay içinde açıklanması bekleniyor... Seçimlere az kala...
Peki, şimdi sormamız gerekmez mi? Sayın bakan, bu kadar zaman niye beklediniz de yerel seçimlere az bir süre kala ekonomik tedbirler almaya başlıyorsunuz? Yoksa amacınız bu tedbirleri seçim yatırımı halinde mi sunmak?
* * *
Değerli okurlarım, işte milletimizin yaşadığı gerçekler ve AKP zihniyetinin bu yaşanan gerçekler konusundaki yaklaşımı...
Enerji Bakanı'nın "suni gündem" dediği şeyin yukarıda anlatılan gerçekler olduğu ortadadır. Maliye Bakanı'nın hasıraltı etmek istediği şey ise ekonomik yıkımdır.
Halkın gündemini türlü yöntemlerle değiştirmeden, yaklaşan yerel seçimlerde başarı elde edilemeyeceği, AKP tarafından anlaşılmıştır.
Bu nedenle siyasal iktidar,
* Kamu İhale Yasası'nda 17 kez yapılan değişiklikle yeni yolsuzluklara davetiye
çıkartılırken,
* Şaban Dişli, Deniz feneri, Dengir Mir Mehmet Fırat, Melih Gökçek ile ilgili belgeler unutturulmaya çalışılırken,
* Telekom satışı, Sabah-ATV satışı konularındaki şaibeli noktalar örtbas edilirken,
* Özel mali afların kimler için çıkarıldığı aydınlanmazken,
* Siyasi kadrolaşma tam hız sürerken,
* Yandaş medya yaratılırken,
* Cumhuriyete, laikliğe ve anayasanın 4. maddesine muhaliflik, "müesses nizam" haline getirilirken,
* AKP'li belediyeler yolsuzluğun odağı haline gelirken,
Ergenekon'u gündemde tutmaya çalışmaktadır. Ergenekon gündemden düştüğü anda, iktidarın unutturmaya çalıştığı yukarıda anlatılan tüm gerçekler iyot gibi açığa çıkacaktır.
* * *
Her şey böyle mi gidecek? Elbette hayır.
Yaklaşan yerel seçimler, bizlere "gündemi belirleme" ve kendi gündemimizi iktidara "hatırlatma" fırsatı sunuyor.
Bu nedenle mart ayında yapılacak yerel seçimlerin, yerel yöneticileri seçmekten çok daha büyük bir anlam taşıdığının; aynı zamanda bir yönetim anlayışı seçimi olduğunun bilincinde olmalıyız.
"Isınamıyoruz" diyene "fındık yeyin"; "açız" diyene "pasta yeyin" deme cesaretini gösteremeyecek; halkı soymayacak, aksine halkı soyanların üzerine gidecek; halkın sorunlarına zamanında çözüm üretme hedefine yönelecek yöneticilere sahip olmak için mart seçimleri önemli bir başlangıç noktası oluşturabilir.
* * *
Not: Kurtuluş ve kuruluş felsefesi doğrultusunda Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Başkanı olan Deniz Baykal'a ne olduğu belli olmayan bir kişi tarafından atılan bir iftirayı bilinçli olarak kamuoyu önünde sergileyen TRT'yi Türkiye Cumhuriyeti devletinin televizyonu olmaya çağırıyor, TRT'den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ı, TRT Genel Müdürü'nü ve tüm sorumluları taraflı, yanlış, ilkesiz tutum ve davranışlara olanak tanıyıp ses çıkarmadıkları için kınıyorum.
(Haber Ekspres, 20 Ocak 2009)
* Açlık sınırı 740, yoksulluk sınırı 2.409 TL iken,
* Açlık sınırı altında 10.9 milyon, yoksulluk sınırı altında 52.3 milyon kişi yaşamaktayken,
* Özelleştirme ve kriz nedeni ile fabrikalar kapanırken,
* 5 milyon 616 bin kişi olan işsizler ordusuna sadece bir yılda 385 bin kişi eklenirken,
* 2004 verilerine göre 8.5 milyon engelli yurttaşımız sosyal ve ekonomik birçok haktan yoksun olarak yaşamaktayken,
* Bir milyondan fazla kimsesiz ve bakıma muhtaç çocuğumuz varken,
* Bir buçuk milyon kimsesiz ve bakıma muhtaç yaşlımız yaşam mücadelesi verirken,
* İşçimizin, memurumuzun, esnafımızın, köylümüzün, çiftçimizin, sanayicimizin,
dulumuzun, yetimimizin, ve şehit ailelerimizin çektiği çileler ortadayken,
* Milyonlarca gencimiz gelecekten umudunu kesmek üzereyken,
* Her gün bir milyon kişi gece yatağa aç girerken,
* Eğitimden sağlığa kadar yaşamın her alanında olumsuzluklar yaşanmaktayken,
* Doğalgaza, elektriğe ve gıda maddelerine zamlar yapılırken,
* Isınmak için faturalarını ödeyemeyen, gıda alamayıp beslenemeyenler çoğunluktayken,
* Sosyal devlet bitirilip sadaka devleti yaratılırken,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler ısınmakta güçlük çeken, doğal gaz faturalarını ödeyemeyen, odun kömür alamayan yurttaşlarımıza bakın ne öneriyor:
Bir gazete haberinden aynen aktarıyorum...
"...özellikle rüzgar, su ve güneş gibi yenilenebilir kaynakların önemine deyinen Bakan Güler, sözü 'yenebilir kaynak' olarak fındığa getirdi. Güler, 'Yenilenebilir 11kaynak' tamam da bir de yenebilir kaynak var: fındık. Fındık yiyen ısınır, başka özellikleri de var ama onları söylemeyeyim! Suni gündemlerle birbirimizi yiyeceğimize fındık yiyelim. Fındık yerseniz üşümezsiniz."
Değerli okurlarım, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı'nın halka ısınmak için fındık yemesini önermesi, halk ile dalga geçmek değil midir?
Milletimizin durumu ortada iken böylesine bir söylem bir bakan'a yakışır mı?
* * *
Bakan demişken, Maliye Bakanı Unakıtan'ı anmamak olmaz.
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, geçtiğimiz günlerde kendisine yedirilen pastayla öyle bir poz verdi ki kameralara.
Tıpkı Hilmi Güler'in ısınmak için fındık yiyin demesi gibi Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin mi demek istedi acaba?...
* * *
Yukarıda bazılarını anlatmaya çalıştığım ekonomik ve toplumsal bunalım göstergelerini görmezlikten gelen Maliye Bakanı, batan battıktan, çalışanlar işsiz kaldıktan sonra bakın ne diyor: "küresel ekonomik krizin Türkiye'ye etkilerini azaltmaya yönelik yeni tedbirler alınacak."
Tedbirlerin bu ay içinde açıklanması bekleniyor... Seçimlere az kala...
Peki, şimdi sormamız gerekmez mi? Sayın bakan, bu kadar zaman niye beklediniz de yerel seçimlere az bir süre kala ekonomik tedbirler almaya başlıyorsunuz? Yoksa amacınız bu tedbirleri seçim yatırımı halinde mi sunmak?
* * *
Değerli okurlarım, işte milletimizin yaşadığı gerçekler ve AKP zihniyetinin bu yaşanan gerçekler konusundaki yaklaşımı...
Enerji Bakanı'nın "suni gündem" dediği şeyin yukarıda anlatılan gerçekler olduğu ortadadır. Maliye Bakanı'nın hasıraltı etmek istediği şey ise ekonomik yıkımdır.
Halkın gündemini türlü yöntemlerle değiştirmeden, yaklaşan yerel seçimlerde başarı elde edilemeyeceği, AKP tarafından anlaşılmıştır.
Bu nedenle siyasal iktidar,
* Kamu İhale Yasası'nda 17 kez yapılan değişiklikle yeni yolsuzluklara davetiye
çıkartılırken,
* Şaban Dişli, Deniz feneri, Dengir Mir Mehmet Fırat, Melih Gökçek ile ilgili belgeler unutturulmaya çalışılırken,
* Telekom satışı, Sabah-ATV satışı konularındaki şaibeli noktalar örtbas edilirken,
* Özel mali afların kimler için çıkarıldığı aydınlanmazken,
* Siyasi kadrolaşma tam hız sürerken,
* Yandaş medya yaratılırken,
* Cumhuriyete, laikliğe ve anayasanın 4. maddesine muhaliflik, "müesses nizam" haline getirilirken,
* AKP'li belediyeler yolsuzluğun odağı haline gelirken,
Ergenekon'u gündemde tutmaya çalışmaktadır. Ergenekon gündemden düştüğü anda, iktidarın unutturmaya çalıştığı yukarıda anlatılan tüm gerçekler iyot gibi açığa çıkacaktır.
* * *
Her şey böyle mi gidecek? Elbette hayır.
Yaklaşan yerel seçimler, bizlere "gündemi belirleme" ve kendi gündemimizi iktidara "hatırlatma" fırsatı sunuyor.
Bu nedenle mart ayında yapılacak yerel seçimlerin, yerel yöneticileri seçmekten çok daha büyük bir anlam taşıdığının; aynı zamanda bir yönetim anlayışı seçimi olduğunun bilincinde olmalıyız.
"Isınamıyoruz" diyene "fındık yeyin"; "açız" diyene "pasta yeyin" deme cesaretini gösteremeyecek; halkı soymayacak, aksine halkı soyanların üzerine gidecek; halkın sorunlarına zamanında çözüm üretme hedefine yönelecek yöneticilere sahip olmak için mart seçimleri önemli bir başlangıç noktası oluşturabilir.
* * *
Not: Kurtuluş ve kuruluş felsefesi doğrultusunda Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Başkanı olan Deniz Baykal'a ne olduğu belli olmayan bir kişi tarafından atılan bir iftirayı bilinçli olarak kamuoyu önünde sergileyen TRT'yi Türkiye Cumhuriyeti devletinin televizyonu olmaya çağırıyor, TRT'den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ı, TRT Genel Müdürü'nü ve tüm sorumluları taraflı, yanlış, ilkesiz tutum ve davranışlara olanak tanıyıp ses çıkarmadıkları için kınıyorum.
(Haber Ekspres, 20 Ocak 2009)
13 Ocak 2009
SESSİZ KALANLAR SORUMLULUĞUN PARÇASI HALİNE GELİRLER...- ZAFER YAPICI
2002 seçimlerinden önce AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, iktidara geldiklerinde önce milletvekili dokunulmazlıklarını kaldıracaklarını, milletvekili dokunulmazlıklarına "dokunacaklarını" söylemiş ve kamuoyu önünde söz vermişti.
Ana muhalefet partisi CHP'nin tüm uyarılarına rağmen AKP dokunulmazlıkları kaldırmama noktasında direniyor.
Ve yıl 2009...
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, Ergenekon Davası'nın en önemli faydasının "Türkiye'de hiç kimsenin bana dokunulamaz diyemeyeceği" olduğunu söylüyor.
Bir milletvekili olarak kendi dokunulmazlığını bir anda unutuveriyor...
Dokunulmazlığı olmamasına rağmen, "dokunulmaz muamelesi gören" yolsuzluğun odağı haline gelmiş AKP'li belediye başkanlarını bir anda unutuveriyor.
* * *
Değerli okurlarım, ülkemizde yürütmenin yani iktidarın aldığı tüm kararları, uygulamaları kabullenecek ve doğru bulacak bir yasama; yürütmenin yanlış ve hukuksuz uygulamalarına ses çıkaramayacak bir yargı ve sahibinin sesi olacak dördüncü güç bir medya yaratılmak isteniyor.
Dahası ülkemizde, "dokunulmaz" bir siyasal iktidarın, bireylerin tüm yaşam alanlarını kontrol altına aldığı bir sistemin dayatıldığı anlaşılıyor...
...Gün geçtikçe daha bir özgüvenle...
* * *
Ergenekon konusu bu noktada kilit önemde...
Ergenekon Davası, siyasal iktidar tarafından "demokrasinin gereği" olarak sunulmak isteniyor. Böylelikle demokrasi kavramı kullanılarak dava sürecindeki her siyasi uygulamayı haklı gösterecek bir meşrulaştırma zemini hazırlanıyor.
Sorun da burada ortaya çıkıyor.
Çetelerle mücadele, askeri darbelere karşıtlık, derin devletle mücadele gibi demokrasiye içkin süreçlerde hiçbir vatanseverin; hiçbir demokratın itirazının olması düşünülemez.
Sorun, sözkonusu kavramların aklayıcılığına sığınarak yeni çetelerin, yeni sivil darbelerin, yeni derin devlet ağlarının kolaylıkla yaratılabilmesidir.
Sorun, siyasal iktidar tarafından, ülkenin iktidara muhalif tüm kesimlerinin etkisizleştirilmesinde sözkonusu kavramların araçlaştırılabilmesidir.
Aslında böylelikle demokrasiye onarılmaz zarar verilmesidir.
* * *
Değerli okurlarım, CHP lideri Deniz Baykal'ın ifade ettiği gibi ülkemizde çeşitli alanlarda görev yapmış saygın isimler Ergenekon Davası kapsamında, çeşitli suç ilişkilerinin içinde yer almış olan insanlarla aynı potanın içine konularak bir siyasi kirlenme, siyasi mahkum etme, topyekün harcama kampanyasının parçası haline getiriliyorlar. Böylelikle hukukun icabı değil, siyasetin icabı yerine getiriliyor...
Hukukun siyasallaştığı bir noktada en büyük zarar demokrasiye veriliyor.
Karanlık geçmişe sahip kişilerle, Kemalist, cumhuriyetçi, laik, demokrat ve vatanseverlerin aynı bağlamda sunulmasına özel gayret gösterilmesi, olayın bireyleri aşan bir yönünün olduğunu da açıkça gösteriyor.
Bir başka ifadeyle, siyasal iktidarın hedefinin Türkiye Cumhuriyeti'nin kurtuluş ve kuruluş felsefesini devam ettiren demokratik, laik sosyal hukuk devletine ve anayasasına bağlılığını eriterek cumhuriyetle hesaplaşmak olduğu; cumhuriyete sahip çıkan kanaat önderlerinden hesap sorma yoluyla geniş halk kesimlerine gözdağı vermenin amaçlandığı tezi güçlenmiş oluyor.
CHP lideri Baykal'ın şu saptaması oldukça anlamlı: "Bu gidiş iyi bir gidiş değildir.
Bu gidişin sonu da iyi değildir. Bu projeyi yapanlar için iyi bir gidiş değildir. Bu projeyi uygulayanlar için iyi bir gidiş değildir. Bu projeyi köşesine çekilip sessizce seyredenler için, izleyenler için iyi bir gidiş değildir. Türkiye'ye, toplumumuza bir alarm vermek istiyorum. Herkes durumu yeniden değerlendirmelidir. Herkes kendisine sormalıdır. Bu durum karşısında ben acaba üzerime düşeni yapıyor muyum, yapmıyor muyum? Sessiz kalanlar sorumluluğun parçası haline gelirler..."
"...Bu davada yasanın uygulanmasının gerekleri değil, yasayı kullanarak belli bir siyasi hesaplaşmanın yöntemi uygulanmaktadır. Hukuka her zamankinden daha çok inanıyorum. Hukuk alanındaki zafiyetlerin çözüm yolu da hukukun kendisidir. Hukuka dayanmadan hukukun içine girdiği olumsuzluklardan kurtulamayız. Hukukla kurtulacağız. Umut hukuktur. Hukuk yaralı olabilir. Hukuk kanıyor olabilir. Ama hukuku hukukla tedavi edeceğiz. Hukukun sorunlarını çözeceğiz ve hukuk içinde Türkiye'yi yönetilir bir ülke haline getireceğiz..."
* * *
Değerli okurlarım, toplum düzleminde bir rahatlamanın sağlanabilmesi, demokrasinin kurumlarına güvenin yeniden tesis edilmesine bağlıdır. Bunun için de ilk yapılması gereken hukukun siyasallaşmasının önlenmesidir.
Hukukun siyasallaşmasının önlenmesi ise toplumun sessiz kalmamasıyla ve "hukuku hukukla tedavi edecek iradenin" bir bileşeni olmasıyla olanaklıdır.
Bu nedenle Deniz Baykal'ın söylediği gibi; sessiz kalanlar sorumluluğun parçası haline gelirler...
(Haber Ekspres, 13 Ocak 2009)
Ana muhalefet partisi CHP'nin tüm uyarılarına rağmen AKP dokunulmazlıkları kaldırmama noktasında direniyor.
Ve yıl 2009...
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, Ergenekon Davası'nın en önemli faydasının "Türkiye'de hiç kimsenin bana dokunulamaz diyemeyeceği" olduğunu söylüyor.
Bir milletvekili olarak kendi dokunulmazlığını bir anda unutuveriyor...
Dokunulmazlığı olmamasına rağmen, "dokunulmaz muamelesi gören" yolsuzluğun odağı haline gelmiş AKP'li belediye başkanlarını bir anda unutuveriyor.
* * *
Değerli okurlarım, ülkemizde yürütmenin yani iktidarın aldığı tüm kararları, uygulamaları kabullenecek ve doğru bulacak bir yasama; yürütmenin yanlış ve hukuksuz uygulamalarına ses çıkaramayacak bir yargı ve sahibinin sesi olacak dördüncü güç bir medya yaratılmak isteniyor.
Dahası ülkemizde, "dokunulmaz" bir siyasal iktidarın, bireylerin tüm yaşam alanlarını kontrol altına aldığı bir sistemin dayatıldığı anlaşılıyor...
...Gün geçtikçe daha bir özgüvenle...
* * *
Ergenekon konusu bu noktada kilit önemde...
Ergenekon Davası, siyasal iktidar tarafından "demokrasinin gereği" olarak sunulmak isteniyor. Böylelikle demokrasi kavramı kullanılarak dava sürecindeki her siyasi uygulamayı haklı gösterecek bir meşrulaştırma zemini hazırlanıyor.
Sorun da burada ortaya çıkıyor.
Çetelerle mücadele, askeri darbelere karşıtlık, derin devletle mücadele gibi demokrasiye içkin süreçlerde hiçbir vatanseverin; hiçbir demokratın itirazının olması düşünülemez.
Sorun, sözkonusu kavramların aklayıcılığına sığınarak yeni çetelerin, yeni sivil darbelerin, yeni derin devlet ağlarının kolaylıkla yaratılabilmesidir.
Sorun, siyasal iktidar tarafından, ülkenin iktidara muhalif tüm kesimlerinin etkisizleştirilmesinde sözkonusu kavramların araçlaştırılabilmesidir.
Aslında böylelikle demokrasiye onarılmaz zarar verilmesidir.
* * *
Değerli okurlarım, CHP lideri Deniz Baykal'ın ifade ettiği gibi ülkemizde çeşitli alanlarda görev yapmış saygın isimler Ergenekon Davası kapsamında, çeşitli suç ilişkilerinin içinde yer almış olan insanlarla aynı potanın içine konularak bir siyasi kirlenme, siyasi mahkum etme, topyekün harcama kampanyasının parçası haline getiriliyorlar. Böylelikle hukukun icabı değil, siyasetin icabı yerine getiriliyor...
Hukukun siyasallaştığı bir noktada en büyük zarar demokrasiye veriliyor.
Karanlık geçmişe sahip kişilerle, Kemalist, cumhuriyetçi, laik, demokrat ve vatanseverlerin aynı bağlamda sunulmasına özel gayret gösterilmesi, olayın bireyleri aşan bir yönünün olduğunu da açıkça gösteriyor.
Bir başka ifadeyle, siyasal iktidarın hedefinin Türkiye Cumhuriyeti'nin kurtuluş ve kuruluş felsefesini devam ettiren demokratik, laik sosyal hukuk devletine ve anayasasına bağlılığını eriterek cumhuriyetle hesaplaşmak olduğu; cumhuriyete sahip çıkan kanaat önderlerinden hesap sorma yoluyla geniş halk kesimlerine gözdağı vermenin amaçlandığı tezi güçlenmiş oluyor.
CHP lideri Baykal'ın şu saptaması oldukça anlamlı: "Bu gidiş iyi bir gidiş değildir.
Bu gidişin sonu da iyi değildir. Bu projeyi yapanlar için iyi bir gidiş değildir. Bu projeyi uygulayanlar için iyi bir gidiş değildir. Bu projeyi köşesine çekilip sessizce seyredenler için, izleyenler için iyi bir gidiş değildir. Türkiye'ye, toplumumuza bir alarm vermek istiyorum. Herkes durumu yeniden değerlendirmelidir. Herkes kendisine sormalıdır. Bu durum karşısında ben acaba üzerime düşeni yapıyor muyum, yapmıyor muyum? Sessiz kalanlar sorumluluğun parçası haline gelirler..."
"...Bu davada yasanın uygulanmasının gerekleri değil, yasayı kullanarak belli bir siyasi hesaplaşmanın yöntemi uygulanmaktadır. Hukuka her zamankinden daha çok inanıyorum. Hukuk alanındaki zafiyetlerin çözüm yolu da hukukun kendisidir. Hukuka dayanmadan hukukun içine girdiği olumsuzluklardan kurtulamayız. Hukukla kurtulacağız. Umut hukuktur. Hukuk yaralı olabilir. Hukuk kanıyor olabilir. Ama hukuku hukukla tedavi edeceğiz. Hukukun sorunlarını çözeceğiz ve hukuk içinde Türkiye'yi yönetilir bir ülke haline getireceğiz..."
* * *
Değerli okurlarım, toplum düzleminde bir rahatlamanın sağlanabilmesi, demokrasinin kurumlarına güvenin yeniden tesis edilmesine bağlıdır. Bunun için de ilk yapılması gereken hukukun siyasallaşmasının önlenmesidir.
Hukukun siyasallaşmasının önlenmesi ise toplumun sessiz kalmamasıyla ve "hukuku hukukla tedavi edecek iradenin" bir bileşeni olmasıyla olanaklıdır.
Bu nedenle Deniz Baykal'ın söylediği gibi; sessiz kalanlar sorumluluğun parçası haline gelirler...
(Haber Ekspres, 13 Ocak 2009)
06 Ocak 2009
SEVGİYLE DOKUNMANIN GÜCÜ - ZAFER YAPICI
3 Aralık 2008 Dünya Engelliler Günü'nde İzmir- Buca Halk Eğitim Merkezi'nde düzenlenen "Zihinsel Engelliler ve Sorunları" konulu panele konuşmacı olarak davet edilmiştim. Konuşmamın bir bölümünde "Sevgi her engeli ortadan kaldırır. Yeter ki sevgimizi yerinde ve zamanında kullanmasını bilelim" dedikten sonra Britanya'da dünyaya gelen ikizlerin inanılmaz hikayesini anlatmıştım.
Bu yaşanmış hikayeyi siz değerli okurlarımla da paylaşmak istedim.
Bir süre önce Britanya'da doğan ikizleri muayene eden doktorlar ikizlerden birinin çok sağlıklı olduğuna, ancak diğerinin yaşama şansının bulunmadığına karar verirler.
Doktorlar ikizlerin ayrı ayrı kuvözlere konulmasını hemşireye söylerler. Ancak hastanedeki kural tanımaz hemşire ikizleri ayrı ayrı kuvözlere değil aynı kuvöze koyar ve onları izlemeye koyulur. Aradan biraz zaman geçince yüzüstü yatmakta olan ikizlerden sağlıklı olanı içgüdüsel bir şekilde, ölümü bekleyen kardeşinin sırtına kolunu koyarak ona sarılır. Bu sarılışın etkisiyle hayatından ümit kesilen kardeşin kalp atışları ve vücut ısısı normale döner. Hemşire bu durum karşısında duygulu anlar yaşayarak doktorlara haber verir. Gelen doktorlar aynı kuvöze konulmuş ikizleri sarılmış bir halde bulurlar. Yaşamaz denilen bebeğin hayata döndüğünü fark edince şaşırırlar...
İşte değerli okurlarım, minik bir bebek, "yaşamaz" denilen ikizine sarılarak onun hayat fonksiyonlarının düzelmesini sağladı.
Sevgiyle dokunmanın gücü bu olsa gerek...
Sarılmanın; ancak sevgiyle sarılmanın ne kadar hayati önem taşıdığına bir örnektir Britanya'da yaşanan bu unutulmaz olay.
* * *
Ya biz sevgili okurlarım, etrafımızdaki hastalara, yaşlılara, kimsesiz çocuklara, engellilere, yoksullara, zor durumda olanlara sevgiyle dokunabiliyor muyuz? Onlara sevgiyle sarılabiliyor muyuz? Gelecek için umut olabiliyor muyuz? Onlara yaşam sevinci verebiliyor muyuz?...
Yoksa yaşadığımız şu süreçte karşılıksız sevmeyi ve sevilmeyi mi unuttuk?...
Altı yıldır yaşadığımız yoksulluk, işsizlik ve umutsuzluk bizlerin sevgi ve umutlarını kırmasın. Güzel günler görmek uzak değil; yakın. Yeter ki içinizdeki sevgiyi ve umudu yitirmeyelim.
İçimizde sonsuz bir hazine var. O hazinenin adı "sevgi". O hazineyi yaşanan türlü olumsuzluklara rağmen dışarı çıkarmalıyız; paylaşmaktan korkmamalı, sevgiye muhtaç olanlara dağıtmalıyız. İşte o zaman yaşamı ve umutları yeşertebiliriz.
Tıpkı ikiz bebekler gibi...
Haydi, vakit kaybetmeden umut ormanlarımıza sevgi fidanları dikelim. Tüm Türkiye'yi sevgi ormanları haline getirelim...
Sevgimizi, umudumuzu ve geleceğimizi paylaşalım.
Sevdiklerimize bol bol sarılmayı, umut olmayı ve çevremize yaşam sevinci vermeyi unutmayalım.
Ancak o zaman başka bir ülke olur burası...
Yeni yılın ilk günü yitirdiğimiz pırıl pırıl gençlerimizin üzerinden bile ahlak dersi vermeye kalkıp bir kez daha ahlaksızlığın odağı haline gelenlerin...
Yoksulu ya ölüme ya sadakaya terk edip şatafatlı bir yaşam sürenlerin...
Engellilere yeni engeller yaratanların...
İnsanlıklarını yitirmişlerin...
...yönetmediği bir ülke, ancak o zaman kurulur...
(Haber Ekspres, 6 Ocak 2009)
Bu yaşanmış hikayeyi siz değerli okurlarımla da paylaşmak istedim.
Bir süre önce Britanya'da doğan ikizleri muayene eden doktorlar ikizlerden birinin çok sağlıklı olduğuna, ancak diğerinin yaşama şansının bulunmadığına karar verirler.
Doktorlar ikizlerin ayrı ayrı kuvözlere konulmasını hemşireye söylerler. Ancak hastanedeki kural tanımaz hemşire ikizleri ayrı ayrı kuvözlere değil aynı kuvöze koyar ve onları izlemeye koyulur. Aradan biraz zaman geçince yüzüstü yatmakta olan ikizlerden sağlıklı olanı içgüdüsel bir şekilde, ölümü bekleyen kardeşinin sırtına kolunu koyarak ona sarılır. Bu sarılışın etkisiyle hayatından ümit kesilen kardeşin kalp atışları ve vücut ısısı normale döner. Hemşire bu durum karşısında duygulu anlar yaşayarak doktorlara haber verir. Gelen doktorlar aynı kuvöze konulmuş ikizleri sarılmış bir halde bulurlar. Yaşamaz denilen bebeğin hayata döndüğünü fark edince şaşırırlar...
İşte değerli okurlarım, minik bir bebek, "yaşamaz" denilen ikizine sarılarak onun hayat fonksiyonlarının düzelmesini sağladı.
Sevgiyle dokunmanın gücü bu olsa gerek...
Sarılmanın; ancak sevgiyle sarılmanın ne kadar hayati önem taşıdığına bir örnektir Britanya'da yaşanan bu unutulmaz olay.
* * *
Ya biz sevgili okurlarım, etrafımızdaki hastalara, yaşlılara, kimsesiz çocuklara, engellilere, yoksullara, zor durumda olanlara sevgiyle dokunabiliyor muyuz? Onlara sevgiyle sarılabiliyor muyuz? Gelecek için umut olabiliyor muyuz? Onlara yaşam sevinci verebiliyor muyuz?...
Yoksa yaşadığımız şu süreçte karşılıksız sevmeyi ve sevilmeyi mi unuttuk?...
Altı yıldır yaşadığımız yoksulluk, işsizlik ve umutsuzluk bizlerin sevgi ve umutlarını kırmasın. Güzel günler görmek uzak değil; yakın. Yeter ki içinizdeki sevgiyi ve umudu yitirmeyelim.
İçimizde sonsuz bir hazine var. O hazinenin adı "sevgi". O hazineyi yaşanan türlü olumsuzluklara rağmen dışarı çıkarmalıyız; paylaşmaktan korkmamalı, sevgiye muhtaç olanlara dağıtmalıyız. İşte o zaman yaşamı ve umutları yeşertebiliriz.
Tıpkı ikiz bebekler gibi...
Haydi, vakit kaybetmeden umut ormanlarımıza sevgi fidanları dikelim. Tüm Türkiye'yi sevgi ormanları haline getirelim...
Sevgimizi, umudumuzu ve geleceğimizi paylaşalım.
Sevdiklerimize bol bol sarılmayı, umut olmayı ve çevremize yaşam sevinci vermeyi unutmayalım.
Ancak o zaman başka bir ülke olur burası...
Yeni yılın ilk günü yitirdiğimiz pırıl pırıl gençlerimizin üzerinden bile ahlak dersi vermeye kalkıp bir kez daha ahlaksızlığın odağı haline gelenlerin...
Yoksulu ya ölüme ya sadakaya terk edip şatafatlı bir yaşam sürenlerin...
Engellilere yeni engeller yaratanların...
İnsanlıklarını yitirmişlerin...
...yönetmediği bir ülke, ancak o zaman kurulur...
(Haber Ekspres, 6 Ocak 2009)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)