Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal TBMM grup toplantısında Türkiye'nin önemli sorunlarını dile getirirken Deniz Feneri e.V davasına da değindi ve bu konuyla ilgili Başbakan Erdoğan'a şu soruları yöneltti:
1- Deniz Feneri kapsamında Almanya'da mahkum edilen, Türkiye'de aranan, takip edilmesi gerektiğini Alman mahkemesinin karara bağladığı kişileri Başbakan tanıyor mu, tanımıyor mu? O kişilerle yakınlığı var mı, yok mu? O kişilerle yakınlığı hangi düzeydedir? Akrabalık düzeyinde, çocuklarının bacanak ilişkisi biçiminde bir durum söz konusu mudur, değil midir? Bu kişilerle sınıf arkadaşlığı var mıdır, yok mudur?
2- Bu derneği kamuya yararlı dernek olarak ilan ettin mi, etmedin mi? Almanya'daki uzantısı Alman Mahkemesi tarafından çağın en büyük yolsuzluğunu gerçekleştirmekle suçlanan, parmak izleri istenen bu kadroya, o kadronun buradaki parçasına siz kamuya yararlı dernek dediniz mi, demediniz mi?
3- AKP'li Meclis Başkanı bu derneğe Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin mutfak malzemelerini bağışladı mı, bağışlamadı mı? Bu derneğe vergi bağışıklığı getirdiniz mi, getirmediniz mi? Bu derneğin paraları sizin yakın dostlarınız tarafından kurye sıfatıyla Türkiye'ye taşındı mı, taşınmadı mı?
4- Türkiye'ye gelen bu paralarla Kanal 7 televizyonu kuruldu mu, kurulmadı mı? Kanal 7 televizyonu size siyasi destek veriyor mu, vermiyor mu? Alman mahkemelerinin açık talebine rağmen Türkiye'de bu kişiler hakkında istenen bilgiler gönderildi mi, yoksa hala gönderilmedi mi? Bu şirketlerin ve şahısların soruşturulmasına ilişkin talep yerine getirildi mi, getirilmedi mi?
5- Deniz Feneri'nin Almanya'daki bürosuna AKP'li bazı önemli kişiler ya da onların çocukları hiç gittiler mi, gitmediler mi? Almanların mahkum ettiği Almanya'daki o şirketin merkez binasına AKP'li yöneticiler ve onların çocukları gittiler mi, gitmediler mi? Girdiler mi, girmediler mi?
CHP Genel Başkanı Baykal bu soruları Başbakan'a yönelttikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü: "Bunların hepsi belli bir istikamette ortaya çıkıyorsa, bu kadar açık, net bir tavrın bu insanlara yönelik bir himaye anlamına geldiği tartışma konusu yapılabilir mi? Çok açık bir himayenin, kol kanat germenin bunlara yönelik olarak söz konusu olduğu net bir gerçek değil midir? Bu niye böyle oluyor? AKP'nin içinde bir sürü insan itiraz ediyor, aklı başında herkes itiraz ediyor ama malesef Sayın Başbakan buna sahip çıkmaya devam ediyor. Kısacası değerli arkadaşlarım, AKP Deniz Feneri bataklığında çırpınıyor..."
* * *
Deniz Feneri e.V konusunda kritik önemdeki bir başka nokta da bu derneğin Türkiye'de yardımda bulunduğu derneklerin neler olduğu konusu.
Çünkü maddi bağlantılar, ilişki ağlarının açığa çıkarılmasında oldukça önemli bir göstergeyi oluşturuyor.
Bu nedenle CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'e "Deniz Feneri e.V'nin Türkiye'de yardım yaptığı derneklerin açıklanması" konusunda bir soru önergesi vermişti.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ise bu soru önergesine verdiği yanıtta Deniz Feneri'nin, Türkiye'de 9 derneğe yardımda bulunduğunu belirtmiş ancak bu derneklerin adlarını vermemişti.
* * *
CHP Milletvekili Atilla Kart aynı soru önergesini bu kez yeni Adalet Bakanı Sadullah Ergin'e iletti. Deniz Feneri'nin yardım yaptığı 9 derneğin isimlerini istedi.
Yeni Adalet Bakanı Sadullah Ergin de yazılı bir açıklamayla "Almanya'da kurulu bulunan Deniz Feneri e.V isimli derneğin Türkiye'de yardımda bulunduğu dernek sayısının dokuz olarak bildirildiği; ancak kayıtların tetkikinden üç dernek ve bir federasyona yardımda bulunulduğunun anlaşıldığını ifade etti. Bakan Ergin, bu dernekleri Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Sofular Alaaddin Camii ve Çevre Koruma Derneği, Türkiye İlahiyat Tedrisatına Yardım Eden Dernekler Federasyonu ve İlim Yayma Cemiyeti Konya Şubesi olarak açıkladı.
* * *
İlim Yayma Cemiyeti Konya Şubesi ilginç bir bağlantıyı da ortaya koydu. Çumra Belediye Başkanlığı da yapan ve son seçimde AKP'den yeniden aday olan Nasır Ersöz, derneğin yönetiminde yer aldı. 14 yıl Niğde ve Konya'da imamlık yapan Ersöz, Kanal 7 TV'nin bölge koordinatörlüğünü yaptı.
* * *
Deniz Feneri e.V'nin yardımda bulunduğu Türkiye İlahiyat Tedrisatına Yardım eden Dernekler Federasyonu ise, Başbakan Erdoğan, Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu'nun da kurucuları arasında bulunduğu Birlik Vakfı içinde yer alıyor. Bu federasyon Bakanlar Kurulu kararı ile "kamu yararına faaliyet gösteren dernek" statüsü kazandı. Halen federasyona bağlı olarak hizmet veren Saadet Narin Din Öğretimine Yardım Vakfı ise Ankara Gençlik Caddesi'ndeki dört dükkanının gelirini İmam-Hatip liselerinden seçilen öğrencilere burs olarak veriyor.
* * *
Değerli okurlarım, CHP Genel Başkanı Baykal'ın Başbakan'a yönelik olarak yukarıda sorduğu sorulara kamuoyu önünde net bir şekilde cevap verilmeli ve gerçekler ortaya çıkmalıdır.
Bir tarafta yolsuzlukla mücadele eden; Deniz Feneri e.V'nin Türkiye ayağının ortaya çıkmasını isteyen ve bu konuda uğraş veren CHP Genel Başkanı Baykal ve CHP'li milletvekilleri diğer tarafta ise çelişkiler içerisinde ve Deniz Feneri bataklığında çırpınan AKP...
* * *
...Peki, sizce fenerin sonu görünüyor mu?
(Haber Ekspres, 23 Haziran 2009)
29 Haziran 2009
18 Haziran 2009
ŞU KISALTMA KONUSU... - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, Türkiye'de sanki bütün sorunlar halledilmiş de, sıra parti adının söyleniş ve yazılışına gelmiş gibi...
Başbakan Recep Tayip Erdoğan (RTE) kurduğu partinin adının söyleniş ve yazılış biçiminden rahatsızlık duyduğunu şu cümlelerle kamuoyuna duyurdu: "AKP diyenler ne yazık ki demokratik noktadaki etik kurallara uymadan, siyasi etiği hiçe sayarak bunu edep dışı söylemektedirler. Herkes bunu böyle yazmaya mecburdur. Böyle yazmıyorsa bu edebe, adaba sığmaz."
Eyvah!...
Yedi yıldır milyonlarca kişi RTE'nin partisini nitelemede AKP sözcüğünü kullandı.
Ayrıca AKP'liler de AKP sözcüğünü kullandı.
Şimdi milyonlarca kişi ve AKP diyen AKP'liler edepsiz mi oldu?...
* * *
RTE yedi yıldır partisinin adını "AKP" olarak söyleyen ve yazanlara bir şey söylemedi de neden şimdi "edebe, adaba sığmaz" sözlerini söylemeye başladı. Hem de sert bir şekilde...
RTE bu tepkisinin nedenini şöyle açıklıyor, "...Bizi olmadığımız şekilde gösteriyorsun. Olmadığımız bir isimle anmaya çalışıyorsun. Şüphesiz ki tabii bizim onlara saygımız olmaz. AK Parti derken oradaki AK, aynı zamanda temizliği ifade etmektir. Adalet ve Kalkınma'nın baş harfleri ile ülkemizin siyasetine AK temizliği getirme budur."
Değerli okurlarım, AKP kısaltmasından rahatsız olan Adalet ve Kalkınma Partililer, bir taraftan AK Parti adı ile bütünleşmek istiyorlar. Diğer taraftan da adaletin yalnızca "A"sını, kalkınmanın da sadece "K"asını alarak ülkenin siyasetine "AK Temizliği" getirdiklerini söylüyorlar...
Şimdi RTE'ye şu soruları sormamız gerekmez mi?...
1. Edep dışı söylenen ne?...
2. Ülkemizin siyasetine "AK temizliği" getirmek demekle neyi ifade etmek istiyorsunuz?...
3. Neden AKP kısaltması sizi rahatsız ediyor?...
4. Yoksa AKP sözcüğünün kullanımı sizin AK olmanızı mı önlüyor?... Ya da AK diyerek ak olunur da biz mi bilmiyoruz?
5. Yoksa Türkiye'nin gündemini değiştirmek için mi böyle bir söyleme yöneldiniz?
* * *
Değerli okurlarım, kafam karıştı bu yazıyı yazarken. Edebiyat mı, matematik mi, felsefe mi, mantık mı çalışıyorum; içinden çıkamadım bir türlü. Ama en sonunda Recep Tayip Erdoğan'ın kurduğu partinin adını "AKP" olarak yazıp söyleyerek stresten kurtuldum vallahi...
* * *
Küçükken mahallemizde sadece bir tane kasap dükkanı vardı. Kasabın adı da Hasan Hüseyin idi. Biz arkadaşlarımıza, misafirlerimize ve yabancılara yol tariflerini köşedeki kasaba göre anlatırdık. Kasabın adına göre değil...
Dükkana gittiğimizde de ona kasap amca diye hitap ederdik. Hasan Hüseyin amcanın adı böylece kasap amca olarak kaldı. Kasap amca bir günden bir güne bana ismimle hitap edin demedi. Çünkü ha kasap amca demişsin ha Hasan Hüseyin; ha kasap Hasan Hüseyin demişsin ne fark eder? Önemli olan o mahallede bir kasabın olması ve et satmasıdır...
Başında Recep Tayip Erdoğan'ın bulunduğu bir partiye ister "AK Parti", ister "Adalet ve Kalkınma Partisi" ister "AK temizliği" isterse "AKP" densin akla gelen tek şey o partinin Recep Tayip Erdoğan'ın partisi olduğudur...
Önemli olan, bir partinin halkın refahına yönelik hizmet sunup sunmaması, halkının çıkarını savunup savunmamasıdır.
Kısaltılmış isminin o veya şu olduğu değil...
* * *
Not: İnternette herhangi bir arama motorundan "AKP" sözcüğü girerek bir arama yapın. Listelenmiş ilk arama sonucu "Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)" çıkıyor. Peki, bu veri hangi internet sitesinde kayıtlı? Adalet ve Kalkınma Partisi'nin resmi internet sitesinde. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi resmi internet sitesinde hem AK Parti hem de AKP kısaltmasını kullanıyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!
(Haber Ekspres, 16 Haziran 2009)
Başbakan Recep Tayip Erdoğan (RTE) kurduğu partinin adının söyleniş ve yazılış biçiminden rahatsızlık duyduğunu şu cümlelerle kamuoyuna duyurdu: "AKP diyenler ne yazık ki demokratik noktadaki etik kurallara uymadan, siyasi etiği hiçe sayarak bunu edep dışı söylemektedirler. Herkes bunu böyle yazmaya mecburdur. Böyle yazmıyorsa bu edebe, adaba sığmaz."
Eyvah!...
Yedi yıldır milyonlarca kişi RTE'nin partisini nitelemede AKP sözcüğünü kullandı.
Ayrıca AKP'liler de AKP sözcüğünü kullandı.
Şimdi milyonlarca kişi ve AKP diyen AKP'liler edepsiz mi oldu?...
* * *
RTE yedi yıldır partisinin adını "AKP" olarak söyleyen ve yazanlara bir şey söylemedi de neden şimdi "edebe, adaba sığmaz" sözlerini söylemeye başladı. Hem de sert bir şekilde...
RTE bu tepkisinin nedenini şöyle açıklıyor, "...Bizi olmadığımız şekilde gösteriyorsun. Olmadığımız bir isimle anmaya çalışıyorsun. Şüphesiz ki tabii bizim onlara saygımız olmaz. AK Parti derken oradaki AK, aynı zamanda temizliği ifade etmektir. Adalet ve Kalkınma'nın baş harfleri ile ülkemizin siyasetine AK temizliği getirme budur."
Değerli okurlarım, AKP kısaltmasından rahatsız olan Adalet ve Kalkınma Partililer, bir taraftan AK Parti adı ile bütünleşmek istiyorlar. Diğer taraftan da adaletin yalnızca "A"sını, kalkınmanın da sadece "K"asını alarak ülkenin siyasetine "AK Temizliği" getirdiklerini söylüyorlar...
Şimdi RTE'ye şu soruları sormamız gerekmez mi?...
1. Edep dışı söylenen ne?...
2. Ülkemizin siyasetine "AK temizliği" getirmek demekle neyi ifade etmek istiyorsunuz?...
3. Neden AKP kısaltması sizi rahatsız ediyor?...
4. Yoksa AKP sözcüğünün kullanımı sizin AK olmanızı mı önlüyor?... Ya da AK diyerek ak olunur da biz mi bilmiyoruz?
5. Yoksa Türkiye'nin gündemini değiştirmek için mi böyle bir söyleme yöneldiniz?
* * *
Değerli okurlarım, kafam karıştı bu yazıyı yazarken. Edebiyat mı, matematik mi, felsefe mi, mantık mı çalışıyorum; içinden çıkamadım bir türlü. Ama en sonunda Recep Tayip Erdoğan'ın kurduğu partinin adını "AKP" olarak yazıp söyleyerek stresten kurtuldum vallahi...
* * *
Küçükken mahallemizde sadece bir tane kasap dükkanı vardı. Kasabın adı da Hasan Hüseyin idi. Biz arkadaşlarımıza, misafirlerimize ve yabancılara yol tariflerini köşedeki kasaba göre anlatırdık. Kasabın adına göre değil...
Dükkana gittiğimizde de ona kasap amca diye hitap ederdik. Hasan Hüseyin amcanın adı böylece kasap amca olarak kaldı. Kasap amca bir günden bir güne bana ismimle hitap edin demedi. Çünkü ha kasap amca demişsin ha Hasan Hüseyin; ha kasap Hasan Hüseyin demişsin ne fark eder? Önemli olan o mahallede bir kasabın olması ve et satmasıdır...
Başında Recep Tayip Erdoğan'ın bulunduğu bir partiye ister "AK Parti", ister "Adalet ve Kalkınma Partisi" ister "AK temizliği" isterse "AKP" densin akla gelen tek şey o partinin Recep Tayip Erdoğan'ın partisi olduğudur...
Önemli olan, bir partinin halkın refahına yönelik hizmet sunup sunmaması, halkının çıkarını savunup savunmamasıdır.
Kısaltılmış isminin o veya şu olduğu değil...
* * *
Not: İnternette herhangi bir arama motorundan "AKP" sözcüğü girerek bir arama yapın. Listelenmiş ilk arama sonucu "Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)" çıkıyor. Peki, bu veri hangi internet sitesinde kayıtlı? Adalet ve Kalkınma Partisi'nin resmi internet sitesinde. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi resmi internet sitesinde hem AK Parti hem de AKP kısaltmasını kullanıyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!
(Haber Ekspres, 16 Haziran 2009)
OTTAWA SÖZLEŞMESİ'Nİ YORUMLAMAK... - ZAFER YAPICI
Ottawa Sözleşmesi olarak da bilinen "Anti-Personel Mayınların Kullanımının, Depolanmasının, Üretiminin ve Devredilmesinin Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme", 4 Aralık 1997 tarihinde Ottawa'da (Kanada) imzaya açıldı. 1 Mart 1999'da yürürlüğe girdi. Eylül 2008 itibariyle sözleşmeye 156 ülke taraf oldu.
Türkiye bu sözleşmeyi 2003 yılında imzaladı. 1 Mart 2004 tarihinde sözleşme Türkiye için yürürlüğe girdi.
Sözleşme, taraf devletlere, stoklarındaki mayınların dört yıl, döşenmiş mayınların da en geç on yıl içerisinde sökülerek imha edilmesi yükümlülüğünü getiriyor.
Bu yükümlülük, AKP iktidarı tarafından mayın temizleme konusunda atılan adımların temel gerekçesi olarak sunuluyor.
Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde hükümetin hazırladığı "Suriye Sınırındaki Mayınlı Arazilerin Temizlenmesini Öngören Yasa Tasarısı" bu çerçevede değerlendirilebilir.
* * *
Söz konusu tasarı, TBMM Genel Kurulu'nda ana muhalefet CHP ve diğer muhalefet partilerinden MHP'nin tüm karşı çıkmalarına rağmen 255 oyla alelacele kabul edildi.
* * *
Şimdi Ottawa Sözleşmesi'nin maddelerini biraz daha derinlemesine inceleyelim. Bakalım, sözleşmeye göre taraf devletler, sözleşmece saptanan yükümlülüklere hangi koşullarda sahipler...
Sözleşmenin 5. maddesinin 1. fıkrası, "Taraf devletlerden her biri, yetkisi ya da denetimi altında olan mayınlı alanlardaki bütün anti-personel mayınları bu sözleşmenin söz konusu taraf devlet için yürürlüğe girmesinden sonra on yıldan daha geç olmamak şartıyla mümkün olan en kısa zamanda imha etmek ya da imha edilmesini sağlamakla yükümlüdür" diyor.
Türkiye için sözleşme 1 Mart 2004 tarihinde yürürlüğe girdiğinden, 1 Mart 2014 tarihi Türkiye sınırlarındaki mayınlı alanların temizlenmesi için son tarih olarak öngörülmüş oluyor.
Ancak sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrası, "Bir taraf devlet, 1. fıkrada söz konusu anti-personel mayınların hepsini belirtilen zaman zarfında imha edemeyeceği veya imha edilmesini sağlayamayacağı kanaatine varırsa, Taraf Devletler Toplantısı'na veya Gözden Geçirme Konferansı'na, bu tür anti-personel mayınların imhasını tamamlamak için son mühletin 10 yıla kadar uzatılması talebinde bulunabilir" diyor.
Yani, sadece bir bildirim yoluyla Türkiye'nin mayın temizleme süreci 2024 yılına kadar ertelenebilir gözüküyor. Bir başka ifadeyle, Türkiye'nin anlaşmalar hukukundan kaynaklanan bir uluslararası sorumluluğunun doğması ve bu nedenle uluslararası alanda zor duruma düşmesinin kısa ve orta vadede imkansız olacağı anlaşılıyor.
* * *
Değerli okurlarım CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın ifade ettiği gibi, Türkiye sınırlarının 510 kilometre gibi önemli bir bölümünün, alelacele ne idüğü belirsiz birilerine teslim edilmesine çalışılıyor...
Üstelik CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in de söylediği gibi, hükümet tarafından mayın temizleme konusunun aceleye getirilmesinin gerekçesi olarak sunulan Ottawa Sözleşmesi'nin maddeleri Türkiye için uluslararası hukuk düzleminde bir yaptırım ileri sürmezken...
Çünkü Ottawa Sözleşmesi'nin 5. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, mayın imha süresinin uzatılmasını talep edip, bu talebi anlaşma ile yetkili kılınan kurumlara kabul ettiren devletler var.
* * *
Dolayısıyla hükümetin niyetinin Öymen'in belirttiği gibi, sınırdaki toprağımızı mayından arındırmak değil, temizlenecek verimli toprağımız yabancılara 44 yıllığına vermek olduğu ortaya çıkıyor.
Ne gariptir ki, hükümet, "beş yıl kaldı" deyip mayınlı arazilerin temizlenmesini oldubittiye getirmek isterken, Ottawa Sözleşmesi'nin Türkiye'nin elini rahatlatacak maddelerini görmezlikten geliyor.
* * *
Değerli okurlarım, CHP lideri Baykal, CHP'nin bu oldubittiye izin vermeyeceğini açıkça ifade etti.
CHP, Cumhurbaşkanı'nın ilgili yasanın 510 kilometre boyundaki sınır arazisinin mayından temizlenmesi karşılığı yabancı firmalar ve ülkeler tarafından kullanılmasına izin veren maddesini veto etmemesi halinde, konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürmeye hazırlanıyor...
* * *
İşin özü; CHP dün 1 Mart teskeresinde olduğu gibi bugün de Türkiyemiz için onurlu bir mücadele veriyor...
(Haber Ekspres, 9 Haziran 2009)
Türkiye bu sözleşmeyi 2003 yılında imzaladı. 1 Mart 2004 tarihinde sözleşme Türkiye için yürürlüğe girdi.
Sözleşme, taraf devletlere, stoklarındaki mayınların dört yıl, döşenmiş mayınların da en geç on yıl içerisinde sökülerek imha edilmesi yükümlülüğünü getiriyor.
Bu yükümlülük, AKP iktidarı tarafından mayın temizleme konusunda atılan adımların temel gerekçesi olarak sunuluyor.
Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde hükümetin hazırladığı "Suriye Sınırındaki Mayınlı Arazilerin Temizlenmesini Öngören Yasa Tasarısı" bu çerçevede değerlendirilebilir.
* * *
Söz konusu tasarı, TBMM Genel Kurulu'nda ana muhalefet CHP ve diğer muhalefet partilerinden MHP'nin tüm karşı çıkmalarına rağmen 255 oyla alelacele kabul edildi.
* * *
Şimdi Ottawa Sözleşmesi'nin maddelerini biraz daha derinlemesine inceleyelim. Bakalım, sözleşmeye göre taraf devletler, sözleşmece saptanan yükümlülüklere hangi koşullarda sahipler...
Sözleşmenin 5. maddesinin 1. fıkrası, "Taraf devletlerden her biri, yetkisi ya da denetimi altında olan mayınlı alanlardaki bütün anti-personel mayınları bu sözleşmenin söz konusu taraf devlet için yürürlüğe girmesinden sonra on yıldan daha geç olmamak şartıyla mümkün olan en kısa zamanda imha etmek ya da imha edilmesini sağlamakla yükümlüdür" diyor.
Türkiye için sözleşme 1 Mart 2004 tarihinde yürürlüğe girdiğinden, 1 Mart 2014 tarihi Türkiye sınırlarındaki mayınlı alanların temizlenmesi için son tarih olarak öngörülmüş oluyor.
Ancak sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrası, "Bir taraf devlet, 1. fıkrada söz konusu anti-personel mayınların hepsini belirtilen zaman zarfında imha edemeyeceği veya imha edilmesini sağlayamayacağı kanaatine varırsa, Taraf Devletler Toplantısı'na veya Gözden Geçirme Konferansı'na, bu tür anti-personel mayınların imhasını tamamlamak için son mühletin 10 yıla kadar uzatılması talebinde bulunabilir" diyor.
Yani, sadece bir bildirim yoluyla Türkiye'nin mayın temizleme süreci 2024 yılına kadar ertelenebilir gözüküyor. Bir başka ifadeyle, Türkiye'nin anlaşmalar hukukundan kaynaklanan bir uluslararası sorumluluğunun doğması ve bu nedenle uluslararası alanda zor duruma düşmesinin kısa ve orta vadede imkansız olacağı anlaşılıyor.
* * *
Değerli okurlarım CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın ifade ettiği gibi, Türkiye sınırlarının 510 kilometre gibi önemli bir bölümünün, alelacele ne idüğü belirsiz birilerine teslim edilmesine çalışılıyor...
Üstelik CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in de söylediği gibi, hükümet tarafından mayın temizleme konusunun aceleye getirilmesinin gerekçesi olarak sunulan Ottawa Sözleşmesi'nin maddeleri Türkiye için uluslararası hukuk düzleminde bir yaptırım ileri sürmezken...
Çünkü Ottawa Sözleşmesi'nin 5. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, mayın imha süresinin uzatılmasını talep edip, bu talebi anlaşma ile yetkili kılınan kurumlara kabul ettiren devletler var.
* * *
Dolayısıyla hükümetin niyetinin Öymen'in belirttiği gibi, sınırdaki toprağımızı mayından arındırmak değil, temizlenecek verimli toprağımız yabancılara 44 yıllığına vermek olduğu ortaya çıkıyor.
Ne gariptir ki, hükümet, "beş yıl kaldı" deyip mayınlı arazilerin temizlenmesini oldubittiye getirmek isterken, Ottawa Sözleşmesi'nin Türkiye'nin elini rahatlatacak maddelerini görmezlikten geliyor.
* * *
Değerli okurlarım, CHP lideri Baykal, CHP'nin bu oldubittiye izin vermeyeceğini açıkça ifade etti.
CHP, Cumhurbaşkanı'nın ilgili yasanın 510 kilometre boyundaki sınır arazisinin mayından temizlenmesi karşılığı yabancı firmalar ve ülkeler tarafından kullanılmasına izin veren maddesini veto etmemesi halinde, konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürmeye hazırlanıyor...
* * *
İşin özü; CHP dün 1 Mart teskeresinde olduğu gibi bugün de Türkiyemiz için onurlu bir mücadele veriyor...
(Haber Ekspres, 9 Haziran 2009)
02 Haziran 2009
TUTUCULUK VE BASIN - ZAFER YAPICI
Geçtiğimiz günlerde Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Yılmaz Esmer tarafından "Radikalizm ve Aşırılık" başlığıyla bir kamuoyu araştırması yayınlandı.
34 ilde yapılan araştırma, Türkiye'de tutuculuğun geldiği nokta konusunda oldukça önemli göstergeler ortaya koyuyor.
Örneğin katılımcıların yüzde 65'i kadının her zaman kocasına itaat etmesi gerektiğini düşünüyor. Yüzde 58'i ise kadınların plajda mayo ile dolaşmasını günah sayıyor.
Yine katılımcıların yüzde 85'i kadınların tek başına bir yere giderken kocalarından izin alması gerektiğini düşünüyor.
Araştırmanın en ilginç sonuçlarından biri komşu tercihi konusunda ortaya çıkıyor. Araştırmaya katılanların yüzde 72'si içki içen bir komşu istemiyor. Yüzde 26'lık bir kesim ise başka bir ırk veya renkten komşuya karşı...
Yüzde 36'sı şort giyen, yüzde 66'sı dinsel inancı olmayan komşu istemediğini belirtiyor.
Kısaca araştırma Türkiye'de artan muhafazakarlaşmaya paralel bir biçimde tutuculuk yönünde gelişen toplumsal değişime ışık tutuyor. Tutuculuğun içinde barındırdığı hoşgörüsüzlüğü açığa çıkartıyor.
* * *
Tutuculuğun gelmiş olduğu noktayı ortaya koyan bu çalışma basında da önemli bir yer edindi. Ulusal yayın yapan iki gazete araştırmayı manşetten "Hoşgörü Çok Uzakta" ve "Farklılıklara Kapalı Toplum" başlıklarıyla verdi.
Bir diğer gazete ise, araştırma tarafından saptanan tüm tutuculuk ve hoşgörüsüzlük göstergelerini göz ardı ederek araştırmayı "Türkiye'de Mahalle Baskısı Yok" sözüyle manşetleştirdi.
Gazetenin bu çıkarımı katılımcıların büyük kısmının "dinsel inancınız nedeniyle toplumdan baskı görüyor musunuz?" sorusuna "hayır" cevabını vermelerinden kaynaklanıyor.
Yani çoğunluk baskı yok derse, baskı yokmuş gibi saçma bir mantıksal çıkarım oluşturuluyor ve "zoraki çıkarım" manşete taşınıyor.
Dinsel baskı yapanların, "dinsel inancınız nedeniyle toplumdan baskı görüyor musunuz" sorusuna hayır yanıtı vermesinin doğal olduğu, bu sorunun baskıya uğrayanın verdiği cevaba göre anlam kazanacağı göz ardı ediliyor.
Tüm bunlar yapılırken, bir de araştırmada sunulan diğer hoşgörüsüzlük göstergeleri gazete sayfalarına yansıtılmıyor.
Böylelikle haberle haber kaynağının bağlantısı kesiliyor. Verilmek istenen mesaj, veri çarpıtma yoluyla topluma ulaştırılıyor.
* * *
Değerli okurlarım, "tutuculuk" konusunda söz konusu araştırma ve araştırmanın "tutucu basın" tarafından ele alınış biçimi, hem tutuculuğun eriştiği nokta hem de bu noktaya ulaşmada kullanılan araçlar konusunda bizlere önemli ipuçları veriyor.
(Haber Ekspres, 2 Haziran 2009)
34 ilde yapılan araştırma, Türkiye'de tutuculuğun geldiği nokta konusunda oldukça önemli göstergeler ortaya koyuyor.
Örneğin katılımcıların yüzde 65'i kadının her zaman kocasına itaat etmesi gerektiğini düşünüyor. Yüzde 58'i ise kadınların plajda mayo ile dolaşmasını günah sayıyor.
Yine katılımcıların yüzde 85'i kadınların tek başına bir yere giderken kocalarından izin alması gerektiğini düşünüyor.
Araştırmanın en ilginç sonuçlarından biri komşu tercihi konusunda ortaya çıkıyor. Araştırmaya katılanların yüzde 72'si içki içen bir komşu istemiyor. Yüzde 26'lık bir kesim ise başka bir ırk veya renkten komşuya karşı...
Yüzde 36'sı şort giyen, yüzde 66'sı dinsel inancı olmayan komşu istemediğini belirtiyor.
Kısaca araştırma Türkiye'de artan muhafazakarlaşmaya paralel bir biçimde tutuculuk yönünde gelişen toplumsal değişime ışık tutuyor. Tutuculuğun içinde barındırdığı hoşgörüsüzlüğü açığa çıkartıyor.
* * *
Tutuculuğun gelmiş olduğu noktayı ortaya koyan bu çalışma basında da önemli bir yer edindi. Ulusal yayın yapan iki gazete araştırmayı manşetten "Hoşgörü Çok Uzakta" ve "Farklılıklara Kapalı Toplum" başlıklarıyla verdi.
Bir diğer gazete ise, araştırma tarafından saptanan tüm tutuculuk ve hoşgörüsüzlük göstergelerini göz ardı ederek araştırmayı "Türkiye'de Mahalle Baskısı Yok" sözüyle manşetleştirdi.
Gazetenin bu çıkarımı katılımcıların büyük kısmının "dinsel inancınız nedeniyle toplumdan baskı görüyor musunuz?" sorusuna "hayır" cevabını vermelerinden kaynaklanıyor.
Yani çoğunluk baskı yok derse, baskı yokmuş gibi saçma bir mantıksal çıkarım oluşturuluyor ve "zoraki çıkarım" manşete taşınıyor.
Dinsel baskı yapanların, "dinsel inancınız nedeniyle toplumdan baskı görüyor musunuz" sorusuna hayır yanıtı vermesinin doğal olduğu, bu sorunun baskıya uğrayanın verdiği cevaba göre anlam kazanacağı göz ardı ediliyor.
Tüm bunlar yapılırken, bir de araştırmada sunulan diğer hoşgörüsüzlük göstergeleri gazete sayfalarına yansıtılmıyor.
Böylelikle haberle haber kaynağının bağlantısı kesiliyor. Verilmek istenen mesaj, veri çarpıtma yoluyla topluma ulaştırılıyor.
* * *
Değerli okurlarım, "tutuculuk" konusunda söz konusu araştırma ve araştırmanın "tutucu basın" tarafından ele alınış biçimi, hem tutuculuğun eriştiği nokta hem de bu noktaya ulaşmada kullanılan araçlar konusunda bizlere önemli ipuçları veriyor.
(Haber Ekspres, 2 Haziran 2009)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)