29 Haziran 2010

SIFIR SORUN - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, temel dış politika stratejisini Türkiye'yi komşularıyla "sıfır sorunlu" bir ülke konumuna getirmek hedefine vurgu yaparak açıklamıştı.
Ermenistan ile ilişkilerin geliştirilmesi, Kıbrıs konusunda taviz üzerine taviz verilmesi, uluslararası alanda İran'ın sözcülüğüne girişilmesi, Hamas gibi Arap ülkelerinin bile temkinli yaklaştığı siyasi güçlerle yakın ilişkiler kurulması, PKK terörünün ana destekçilerinden Talabani ve Barzani ile dostluk fotoğraflarının çektirilmesi hep bu hedefe ulaşmanın gereği olarak sunuldu.
Başbakan "sıfır sorun" diye diye ABD'nin Büyük Ortadoğu Politikası'nın eş başkanlığına soyundu.
Bugün Davutoğlu'nun "sıfır sorun" politikasının hem içeriği hem de sonuçları gerek ülkemizde, gerekse komşu ülkelerde ve Batı dünyasında tartışılıyor.
* * *
Batı'dan gelen eleştiriler, "sıfır sorun" politikasının yeterince uygulamaya aktarılmadığı ve bu nedenle de Batı açısından yeni sorunlar yarattığı konusunda yoğunlaşıyor.
Örneğin geçtiğimiz günlerde İngiliz The Guardian gazetesinin tanınmış köşe yazarı Simon Tisdall, AKP'nin "komşularıyla sıfır sorun" politikası için "fiyasko" tabirini kullandı. Türkiye'nin Ermeni açılımını başarılı bir biçimde yönetemediğini, bu nedenle bölgedeki gerilimleri azaltmak yerine arttırdığını ifade etti. Tisdall, aslında Türkiye'nin ABD-AB güdümünde bir bölgesel aktör olmasından rahatsız değil. Tisdall'ın rahatsızlığı, AKP'nin bunu yaparkenki beceriksizliği. Nitekim Tisdall, "sorun AKP'nin daha büyük bir rol istemesi değil. Sorun AKP'nin işi eline yüzüne bulaştırması" diyor... (Cumhuriyet, 23 Haziran 2010, s.1).
The Independent gazetesinden Patrick Cockburn'ün yazısı da ilginç. Cockburn terör sorununu kastederek bakın neler diyor: "Türkiye'de iktidardaki siyasetçiler Ortadoğu'daki diğer herkese uzlaşı telkininde bulunuyorlardı. Ancak tavsiyelerini kendi evlerinde dikkate almadılar... Son çatışmalar Türkiye'yi Irak'taki Kürtler üzerinde etkili olma hedefinden uzaklaştırdı..." (Cumhuriyet, 24 Haziran 2010, s. 15)
Bu eleştiriler Yunanistan ve Ermenistan gibi ülkelerinin devlet yönetimlerinin açıklamalarıyla kesişiyor.
Yunanistan yönetimi, KKTC'de Batı çıkarlarına karşı ılımlı bir iktidarın seçimler sonucunda devrilmesini Türkiye'nin "sıfır sorun" politikasına yeterince sahip çıkmamasına bağlıyor. Türkiye'yi Kıbrıs sorununda yeterince taviz vermemesi nedeniyle eleştiriyor!
Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan ise bakınız neler diyor: "Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde normalleşme sürecinin başarısızlığından Türk siyasi liderliğinin isteksizliği ve muhtemelen Azerbaycan'ın baskıları sorumlu... Türkiye'nin komşularıyla sıfır sorun politikası sıfır sonuç verdi..."
* * *
Değerli okurlarım, bizler başından beri AKP'nin dış politikasını Türkiye'nin milli çıkarlarını yeterince savunmadığı gerekçesiyle eleştiriyoruz.
Eleştiri gerekçelerimiz, Batı'daki ya da Irak, Ermenistan veya Yunanistan'dan gelen eleştirilerden oldukça farklı.
* * *
Aktif dış politika her zaman olumlu sonuç vermiyor.
AKP'nin içerideki ve dışarıdaki "açılımları", gerek Türkiye'yi gerekse Ortadoğu'yu bir bunalıma doğru sürüklüyor.
Bölünme sürecine katkı sunulan Irak bugün tam bir kan gölü.
Destek verilen İran, radikal ideolojisiyle kontrol edilemez bir güç olma yolunda ilerliyor.
AKP'nin temel dış politik ortaklarından Hamas, Filistin'in temel politik aktörü El-Fetih tarafından bile dışlanıyor.
Kıbrıs sorununda verilen tavizler, çözümü değil çözümsüzlüğü dayatıyor.
Sıfır noktasına getirilen PKK terörü ne yazık ki yeniden artıyor.
Ermenistan ile geliştirilen ilişkiler bölgedeki en önemli ortağımız Azerbaycan ile ilişkilerimizi olumsuz yönde etkiledi...
* * *
Sayın Başbakan, Sayın Dışişleri Bakanı; tüm bunlar üzerine siz hala AKP'nin dış politikasını "sıfır sorun" kavramına vurgu yaparak değerlendirebiliyor musunuz?!

(Haber Ekspres Gazetesi- 28.Haziran 2010/ İZMİR)

23 Haziran 2010

KİMLİK ÜZERİNE- ZAFER YAPICI


Son dönemin temel tartışmalarından biri kimlik-siyaset ilişkisi üzerinedir.
Kimliklere vurgu yapan siyaset kuramları, kültürel kimlik temsilini bireyin özgürleşmesinin belirleyeni olarak sunmaktadır. Bu kuramlara göre birey, ancak etnik, dinsel, dilsel vb. kimlik tercihleri yaptığı anda özgür kabul edilir...
Sonuç olarak bu kuramlar demokrasinin gerçekleştirebilmesinin önkoşulu olarak kimlik düzlemindeki "özgürleşmeyi" almaktadır.

* * *

Bu görüşlerden yola çıkarak geliştirilen politikaya biz "kimlik politikası" diyoruz.
Kimlik politikası hangi "kutsal" amaca dayandırılarak yapılırsa yapılsın bu politikanın temel işlevi, ekonomi düzleminde yapılan siyaseti gölgelemesidir.
Bir başka ifadeyle siyasetin konusu, kimlik vurgusuyla öylesine doldurulmaktadır ki, bu alana ekonomik taleplerin ve sınıfsal argümanların sızması imkansızlaşmaktadır.
Böylece politikanın merkezine sınıfları kesen, kendilerini sınıflarına göre tanımlamayan ve politik istemlerine ekonomik kodları yerleştirmeyen gruplar oturmaktadır.

* * *

Bu noktada temel sorularımız şunlar olmalıdır?
Siyasetin temel konusunun kimliğe dönüşmüş olması, ekonomik düzlemli bir adaletin kurulmuş olduğunun ve böylece daha farklı konulara siyaset sahnesinde yer açılabilmiş olmasının mı bir sonucudur? Yoksa ekonomik eşitsizlikler sürmesine rağmen, siyaset sahnesi bu eşitsizliği giderme yönündeki taleplerden bilinçli bir biçimde kimlik politikası aracılığıyla uzak mı tutulmaktadır?
Kimlik merkezli bir siyaset anlayışının veri olduğu bir düzen kimlerin çıkarlarına hizmet etmektedir? Bir başka deyişle, kimler böyle bir düzenden yarar sağlamaktadır?
Bu soruların cevapları, aynı zamanda kimlik tartışmalarını kimlerin, hangi amaçla başlattığı sorusunun da cevabını oluşturur.

* * *

Değerli okurlarım, ekonomik adaletsizliklerin giderek yaygınlaştığı bir süreçteyiz. Neoliberalizm aracılığıyla, ülkelerin üretim güçleri kontrol altına alınırken, sosyal-devlet anlayışına dayanarak geçmişte alınmış her önlem aşındırılıyor.
Yani uluslararası sermayenin hükümdarlığını, çalışanların, emekçilerin, emeklilerin, işsizlerin, kimsesizlerin çıkarları aleyhine güçlendirecek bir sistem adım adım inşa ediliyor.
Bu demek oluyor ki ekonomik eşitsizlikler sadece sürmüyor. Derinleşiyor da.
Böyle bir ortamda, ekonomik talepleri siyaset sahnesinden uzak tutan her süreç, neoliberal ekonomi modelinin arzu ettiği süreç oluyor...
Kimlik de tam bu noktada neoliberal patronlar tarafından araçlaştırılıyor...
Bir gün Kürt milliyetçiliği ön plana çıkarılacak. Bir gün türban tartışması...
Ve neoliberal düzen böylece sürüp gidecek.

* * *

Bu düzenden fayda sağlayanlar için arzu edilen budur!
Peki olacak olan bu mudur?...
Siz karar vereceksiniz!

(Haber Ekspres Gazetesi- 22 Haziran 2010- İZMİR)

15 Haziran 2010

AKP'NİN ORTADOĞU POLİTİKASINI BİR DE BÖYLE DEĞERLENDİRELİM!- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, AKP'nin Ortadoğu politikası konusunda Türkiye, ABD ve Avrupa'da önemli tartışmalar yürütülmekte.

Bu tartışmalarda işlenen tezlerin büyük bir kısmı, AKP'nin Batı merkezli bir dış politika anlayışından Doğu/Arap dünyası ağırlıklı bir politik yaklaşıma döndüğü fikrini merkeze alıyorlar.

Hatta bir kısmı AKP'nin "bağımsız" ve "aktif" bir dış politika ile Türkiye'nin milli çıkarlarını savunma noktasında olduğunu ve bunun için gerektiğinde ABD'yi ve AB'yi bile karşısına almaktan çekinmediğini iddia ediyorlar.

Ayrıca söz konusu durumun Türkiye'nin ABD ile ilişkilerini bozacağı iddia ediliyor. Örneğin Jashua Teitelbaum, The Guardian gazetesinde yayımlanan yorum yazısında, Türkiye'nin şu an için ABD'nin ne dostu ne de düşmanı olduğu, ancak dost ile düşman arasında bir yerde konumlandığını söylüyor! (Cumhuriyet, 11 Haziran 2010, s. 11)
ABD'deki resmi kaynaklardan da Türkiye'nin özellikle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde İran yaptırımları için red oyu kullanmasını eleştiren bazı görüşler sıklıkla dile getiriliyor. Örneğin ABD'nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Susan Rice Türkiye'nin BM'deki tavrını "talihsiz" olarak değerlendirdi. (Cumhuriyet, 11 Haziran 2010, s. 11) ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Türkiye'ye eleştirilerini türlü kanallardan iletmeye devam ediyor...

Peki, gerçek bu mu? ABD'nin bu tavrı, ABD'nin AKP konusundaki gerçek fikirlerini mi yansıtıyor? AKP, gerçekten Batı çıkarını savunmaktan uzaklaşan bir dış politikaya mı yöneliyor? Türkiye'nin ABD ile ilişkileri bozuluyor mu? Tayyip Erdoğan, Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanlığını terk mi ediyor?

* * *

Bakın Sabancı Üniversitesi'nin ev sahipliğinde düzenlenen "Türkiye'nin Komşuları ile İlişkilerinin Atlantik Ötesi Etkileri" konferansında konuşan Transatlantic Academy Direktörü Stephen Szabo neler demiş: "Türkiye'nin Batı'ya sırtını dönerek Doğu'ya yöneldiği görüşünün öne çıkarılmasına karşın Washington'daki uzman ve yetkililer Türkiye'nin dış politikasında bir kırılma veya sapma tespit etmediklerini söylüyorlar." (Cumhuriyet, 11 Haziran 2010, s. 11).

Değerli okurlarım, Szabo'nun söylediklerini doğru kabul edersek hemen akla şu soru geliyor? Acaba son zamanlarda görülen Türkiye-İsrail karşıtlığı bir yanılsama mı?
Türkiye-İsrail karşıtlığı, ABD dışındaki kimi küresel/bölgesel aktörlerin Türkiye'nin yakın çevresindeki etkisini sınırlandırmak için kullanılıyor olabilir mi?

* * *

Kuşkusuz günümüzün verileriyle bu sorulara net yanıtlar verebilmek olanaksız. Ancak bazı gelişmeler bu soruları anlamlı kılır nitelikte.

Örneğin Türkiye, geçtiğimiz günlerde Mavi Akım II doğalgaz boru hattının İsrail ile ilişkiler normalleşene kadar bu ülkeye uzatılmayacağı konusunda açıklamalarda bulundu!

Acaba, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gerginleştirilmesinin bir amacı da Rusya'yı Ortadoğu'da doğalgaz konusunda önemli bir aktör konumuna taşıyacak bir projenin işlevsizleştirilmesi miydi?

* * *

Bu konuda, Atlantic Council'in enerji politikaları danışmanı Ross Wilson bakın neler diyor: "Ben her zaman Mavi Akım II'nin geleceği konusunda biraz şüpheci oldum. Uluslararası gündemde daha çok Hazar kaynaklarını Avrupa'ya taşıyacak projeler var ki Türkiye'nin hafta başında Azerbaycan ile imzaladığı anlaşma olumlu bir adım gibi gözüküyor..." (Milliyet 12 Haziran 2010, s. 7)

Ross Wilson sıradan bir yorumcu değil. ABD'nin Ankara eski büyükelçisi!

* * *

Tüm bu yazılanlardan çıkan sonuç şu olabilir mi? ABD, AKP ile ilişkilerini gergin göstererek, Ortadoğu'daki radikal unsurların ABD çıkarlarına uyumlu hale getirilmesi konusunda yeni bir strateji mi uyguluyor?

AKP, bu kez ABD karşıtı görünerek, ABD'nin bölgesel çıkarlarının destekçisi mi oluyor?!

Ne dersiniz?...

(HABER EKSPRES GAZETESİ- 14 HAZİRAN 2010/ İZMİR)

08 Haziran 2010

MÜTAREKE DÖNEMİ- ZAFER YAPICI

Birinci Dünya Savaşı'nın Osmanlı açısından neticesinin az çok belli olduğu günlerde, 8 Ekim 1918'de İttihat ve Terakki'nin Talat Paşa liderliğindeki kabinesi istifa eder.

14 Ekim 1918'de içinde birkaç İttihatçı bakanın yer aldığı İzzet Paşa Hükümeti kurulur.

30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalanır.

Dönemin padişahı Vahdettin, İzzet Paşa'dan kabinedeki İttihatçıları temizlemesini ister.

Bu süreçte Kasım 1918'de İzzet Paşa hükümeti de çekilmek zorunda kalır.

Vahdettin önce hükümeti kurma görevini Tevfik Paşa'ya verir. 13 Kasım 1918'de Tevfik Paşa hükümeti kurar.

Artık liberal-dinci ittifak partisi Hürriyet ve İtilafçılar, devlet yönetimine hakim olmaya başlamıştır...

* * *

Mütareke Dönemi'nde; yani Hürriyet ve İtilafçıların politikanın merkezinde olduğu dönemde tam bir karşı devrim süreci yaşanır.

Batı, dost ve müttefik olarak yorumlanır. Batı'yla işbirliği halinde, düşman olarak tanımlanan İttihat ve Terakki ile hesaplaşma sürecine girişilir.

Öyle ki, İngiliz mandası taraftarı bir politika izleyen Hürriyet ve İtilafçılar, İngilizlerin gözüne girebilmek için İttihatçıların cezalandırılması için müthiş bir gayret gösterirler.

Bu konuda en önemli bahane de, İttihat ve Terakki yönetiminde 1915 yılında gerçekleştirilen Ermeni Tehciri olur.

Ülkenin doğu sınırını güvence altına almak için bir önceki hükümetin yaptığı girişim, yeni hükümet tarafından, Batı'ya hoş görünmek adına neredeyse bir soykırım olarak tanımlanır.

Sonranın hükümet başkanı olacak Damat Ferit Paşa, 23 Kasım 1918'de İngiliz Daily Mail gazetesi muhabirine bakınız neler demektedir: "Türkiye'de bazı siyasi komiteler tarafından Ermenilere yapılan muameleyi büyük bir üzüntüyle öğrendim. Bu olaylara yol açanların son derece şiddetle cezaya çarptırılmaları için derhal soruşturma açılmasını buyurdum."

Damat Ferit'in bu sözlerinden sonra 8 Ocak 1919 tarihinde Vahdettin, tehcir suçlularını yargılamak için özel mahkemeler kurdurtmuştur.

İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe'un 10 Ocak 1919 tarihli raporunda Padişahın İngilizlerin istediği her kişiyi cezalandıracağına yönelik sözleri Vahdettin'in anlayışını netlikle ortaya koymaktadır.

* * *

4 Mart 1919'da Damat Ferit Paşa başkanlığında yeni hükümet kurulur. Bu sağcı hükümete İngiliz ajanı Hüseyin Hilmi'nin gazeteci arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Sosyalist Fırka da açık destek verir.

Damat Ferit Paşa hükümetinin ilk icraatı oldukça manidardır. Damat Ferit, bugünün kavramsallaştırmasıyla ulusalcı olarak tanımlanabilecek kişileri yargılayan Divan-ı Harp mensuplarına yüksek maaşlar ödemeye başlar.

Bu arada "yandaş medya" yaratılır. Güçlendirilir. Bu basın kuruluşlarında "tutuklayın", "kapatın", "neden cezalandırmayın" yazıları artar.

* * *

Dahası "darbe" söylentileri yaygınlaşır.

Vahdettin'in has paşası Ömer Yaver Paşa, İstanbul'da görevli İngiliz Yarbay Murphy'ye giderek İttihatçıların darbe yapabileceklerini, bu nedenle İstanbul'dan ayrılmamalarını rica eder.

Oysa darbe söylentilerini ortaya atılmasını sağlayanlar İngilizlerdir.

Bu iddialar karşısında bir tutuklanma dalgası başlar.

30 kişi sorgusuz sualsiz cezaevine konur.

Sonra mektepli subaylar hedef alınır. Hukuk-u Beşer gazetesi, mektepli subaylar için "Haydut Başları" başlığını atar örneğin...

İngilizler, Tetkik-i Hesabat ve Seyyiat Komisyonu kurdururlar. Harbiye Nezareti'nin kozmik odalarına girerler. Tüm belgelerine el koyarlar.

Amaç orduyu küçültmektir kısacası.

Hatta Vahdettin ve Damat Ferit Paşa, ordu komutasını İngiliz subaylarına verme talebinde bile bulunurlar.

Bu talebi İngilizler reddederler.

* * *

Dahası mı?

Sürgünler yaşanır. Dönemin aydınları, dönemin İngiliz sömürgesi Malta'ya sürülür.

Yargılanır.
* * *
Bu dönem Mütareke Dönemi'dir.

Peki ya bugün; hangi dönemdir?

(8 HAZİRAN 2010- HABER EKSPRES GAZETESİ/İZMİR)

02 Haziran 2010

MALTA SÜRGÜNÜ VE BUGÜN- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Osmanlı tarihi büyük zaferlerle dolu.

Ancak Osmanlı'nın son dönemleri daha çok büyük trajedilerle özdeşleşmiş bir dönem.
1453 yılında İstanbul'un fethi de yaşanmıştır Osmanlı tarihinde. 1918'de İstanbul'un fiili işgali de...

Osmanlı'nın trajedilerle özdeşleşen son döneminin sembol olaylarından biri de Malta Sürgünü'dür.

Bugünkü yazımızda bu tarihi olayı irdeleyeceğiz. Malta Sürgünü'nün bugüne ışık tutan yönlerini sorgulayacağız.

* * *

Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) I. Dünya Savaşı'nın bu ülkeler arasında bittiğini ilan etti.

Ardından 13 Kasım 1918'de Osmanlı'nın başkenti İstanbul'un işgali başladı.

Müttefiklerin 55 parçalık gemilerinden İstanbul'a 3500 asker çıkarıldı. Mart 1920'de İtilaf Devletleri İstanbul'u ablukaya aldı.

İstanbul'un işgali sonrasında, 1919- 1920 yıllarında işgal kuvvetlerince tutuklanan bir grup asker, idareci ve aydın İngiliz sömürgesi olan Malta'ya sürüldü.

Malta'ya sürülenlerin 145 kişi oldukları söylenir.

Sürgün edilenler arasında eski Dahiliye Nazırı Ali Fethi Okyar, gazeteci Yunus Nadi, İstanbul mebusu ve gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın, Darülfünun hocası, yazar Ahmet Ağaoğlu, eski sadrazam Sait Halim Paşa sayılabilir.

Seçilen isimler, işgale karşı direnişi organize edilebilecek kadronun içindedirler ve liderlik potansiyeli gösterebilecek olanlar arasında değerlendirilmektedirler.

Malta Sürgünü ile potansiyel muhaliflerin siyaset zemininden uzaklaştırılmasıyla, siyasetin işgal ortaklarına bırakılması amaçlanmıştır kısacası...

* * *

Değerli okurlarım, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 23 Şubat 2010 tarihli CHP Meclis Grup Toplantısı'nda Malta Sürgünü'nü bizlere hatırlattı.

Bakın Sayın Baykal neler söylemiş: "Türkiye'yi dönüştürmek için, Türkiye'yi kendi amaçlarına hizmet eder noktaya sürükleyebilmek için, uydurma suçlar dolayısıyla hesap sorabilmek için yargılayacağız diye geçmişte İstanbul'u işgal eden yabancı gücün girişimiyle bu memleketin evlatları toplanmış, Malta'ya sürgüne gönderilmişti. En ağır suçlamalar ortaya atılmıştı. Daha sonra yargılamalardan hiçbir şey çıkmadı ve hepsi şerefli, vatansever insanlar olarak topluma döndüler. Şimdi Türkiye tekrar böyle bir tabloya sürüklenmek isteniyor. Bu manzara başka türlü izah edilemez."

* * *

Evet, Sayın Deniz Baykal'ın ifade ettiği gibi 2010'un Türkiye'si, 1918'in işgal altındaki Osmanlısına şaşırtıcı bir biçimde benziyor.

1918 İstanbul'unun makus talihini Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkarak değiştirmişti.

2010 Türkiyesi'nin makus talihini yine Atatürk'ün anlayışını sahiplenenler değiştirebilir mi?

2011 Seçimleri bu konuda bir milat oluşturabilir mi dersiniz?...


(Haber Ekspres Gazetesi- 1 Haziran 2010- İzmir)