Değerli okurlarım, son birkaç günde Türk dış-iç politikası ve ekonomisi için önemli sonuçlar doğuracak iki önemli gelişme yaşandı.
Birincisi Şubat 2008'de bağımsızlık ilanında bulunan Kosova'nın bu kararı Uluslararası Adalet Divanı (UAD) tarafından meşru kabul edildi.
İkincisi, Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında Türkiye'de nükleer santral yapımı ile ilgili yapılmış olan anlaşma TBMM'den geçti...
* * *
İlkinden başlayalım. Kosova'nın bağımsızlık ilanının ardından tüm dünyada bu durumun bağımsızlık arayışındaki ayrılıkçı hareketler için hukuksal bir dayanak oluşturup oluşturmayacağı tartışıldı.
Bu konuyu Sırbistan yönetimi Birleşmiş Milletlerin başlıca yargı organı olan UAD'a getirdi. UAD da geçtiğimiz günlerde tavsiye niteliğine sahip, bir başka ifadeyle bağlayıcılığı olmayan görüşünü açıkladı.
UAD'a göre Kosova'nın bir başka devletin (Sırbistan) toprak bütünlüğünün sona ermesi anlamına gelen bağımsızlık ilanı kararı meşru.
Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşa giden sürecin yanlışlarından ders çıkarılarak temel ilkeleri ortaya konulan uluslararası hukuk, sınırların değişmezliğini merkeze alan bir anlayışa göre şekillenmiş, uluslararası düzeni devletleri toprak bütünlüğü neredeyse kutsayarak korumayı öngörmüştü...
Bu demek oluyor ki, UAD'ın uluslararası sistemin niteliği ile ilgili görüşlerinde ilkesel bir sapma var.
UAD başkanı Owada bu sapmayı "uluslararası hukukun bağımsızlık ilan edilmesine yönelik bir yasak içermediği" argümanıyla meşrulaştırmaya çalışıyor.
Kosova'nın çok özel şartlara sahip olduğunu ifade ediyor. Bu nedenle diğer bağımsızlık arayışındaki ayrılıkçı hareketler için doğrudan bir emsal olarak sunulamayacağını söylüyor.
Owada'nın görüşleri eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın görüşleriyle paralel. Rice, Kosova'nın bağımsızlığının diğer çok etnikli devletlerde bağımsızlık ilanlarına emsal teşkil edemeyeceğini "Kosova'nın özel durumu" ve "alışılmadık tarihsel faktörler" kavramlarına yer vererek açıklamıştı. UAD da – ne tesadüf – aynı argümanları dile getiriyor... Büyük güçlerin istediği durumlarda ayrılıkçılığın hoş görüldüğü, istemediği durumlarda meşru kabul edilmediği bir düzen böylece yaratılmak isteniyor...
* * *
Peki, UAD'ın tavsiye niteliğindeki bu kararı Türkiye için ne anlam ifade ediyor? Türkiye için bu karar olumlu sonuçlar mı doğurabilir, olumsuz mu?...
Türkiye'deki ayrılıkçılar için kararın sevindirici olduğu bir gerçek. "Demokratik özerklik" kavramsallaştırmasıyla ve Batı desteğiyle ayrılıkçılığa adım adım ilerleme anlayışını benimseyen kesimlerde bu karar sevinçle karşılandı.
Kararın ikinci etkisinin KKTC üzerinde olabileceği tartışılıyor. Kararın KKTC'nin bağımsızlığına uluslararası meşruiyet katabileceği söyleniyor.
Ancak bu görüş oldukça hatalı. Çünkü Kosova ile KKTC'nin durumu hiçbir benzerlik taşımıyor.
Kosova, ABD ve AB ülkelerinin stratejik hesaplarının sonucunda bağımsızlık ilan ederken, KKTC bu hesaplara meydan okumanın neticesinde bağımsızlık ilan etmişti.
Dolayısıyla KKTC'nin bağımsızlığına batı desteği hiç bulunmazken, Kosova'yı başta ABD'nin olduğu çoğu batılı 69 ülke tanıdı.
* * *
Sonuçta Kosova'nın bağımsızlığı Türkiye gibi ayrılıkçı hareketlerin bulunduğu ve bu hareketlerin öyle ya da böyle Batı desteğine sahip olduğu ülkeler için hayırlı sonuçlar doğurmuyor.
Üstelik KKTC gibi konularda bu karardan fayda sağlama ihtimali de neredeyse yok!
Tüm bunlara rağmen AKP yönetimindeki Türkiye Kosova'yı tanıyan ilk ülkeler arasında yer aldı. Sonuçları Türkiye'ye dokunabilecek büyük bir hata yapıldı... UAD'ın kararı ayrılıkçıları yüreklendirdi, AKP'nin Kosova'yı tanırken yaptığı yanlışı perçinledi.
* * *
Gelelim ikinci önemli gelişmeye. Rusya ile yapılan nükleer işbirliği antlaşmasını konu edindiğimiz 13 Temmuz 2010 tarihli köşe yazımızı bakın hangi cümlelerle bitirmişiz...
"...Değerli okurlarım, söz konusu antlaşma TBMM'de Enerji Komisyonu atlanarak Dışişleri Komisyonu'ndan jet hızıyla geçirildi. Komisyondan geçen antlaşma Meclis Genel Kurulu'na gelecek. Meclis'in gerçeklerin farkına vararak antlaşmayı onaylamaması tek temennimiz... Peki, AKP'nin hakim olduğu bir meclis bunu yapabilecek iradeye sahip mi?
Ne dersiniz?"
Evet, AKP'nin hakim olduğu meclisin bunu yapabilecek iradeye sahip olmadığı ortaya çıktı. Antlaşma gecenin iki buçuğunda TBMM'den jet hızıyla geçirildi.
Değerli okurlarım, bütün dünyada nükleer santralden elde edilen elektriğin fiyatı 6-7 cent iken Türk halkı Rus şirkete 15 yıl boyunca kilovat saati 12 dolar 35 centten ödeme yapacak.
Antlaşma akla ve mantığa böyle aykırı işte.
Böyle mantıksız bir antlaşmanın Rusya'nın Başbakan'ın damadının şirketi Çalık'ın aldığı Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı'na petrol akıtma sözü vermesinin karşılığı olarak gerçekleştiği iddiaları var...
* * *
Son bir haftada yaşanan iki önemli gelişmeyi tartıştık bugünkü yazımızda.
Ne yazık ki ikisi de AKP yönetiminin dar çıkarlarından beslenen yanlış kararlarının neticesinde oluşan ve Türkiye için oldukça olumsuz sonuçlara yol açabilecek potansiyele sahip gelişmeler...
(Haber Ekspres, 27 Temmuz 2010)
27 Temmuz 2010
20 Temmuz 2010
ALİ KEMAL'İ ŞİMDİ OKUMAK - ZAFER YAPICI
Ali Kemal'i bilenler bilir.
Mütareke Dönemi'nin "işbirlikçi aydın" tipinin en belirgin örneklerden biridir Ali Kemal.
Ali Kemal Mondros Mütarekesi'nden sonra Sabah gazetesinde başyazarlık yapmaya başlamıştır. Siyasetin de içinde olmuştur. Dönemin işbirlikçi partisi Hürriyet ve İtilaf'ın önde gelen üyelerinden biridir. 1919 yılında Damat Ferit Paşa hükümetlerinde Maarif ve Dahiliye nazırlıklarında bulunmuştur.
Ali Kemal, padişahların, sadrazamlardan şeyhülislama bütün devlet ileri gelenlerinin fikirlerini alarak hareket ettiklerini ileri sürer. Bir anlamda padişahları "demokratik" bulur.
Padişahlara eşlik eden parlamentoların var olduğu sistem anlamına gelen meşrutiyeti ise eleştirir. Osmanlı'da meşrutiyet dönemini istibdat ve keyfi idarenin başladığı dönem olarak yorumlar. II. Abdülhamit'in istibdatını, sansürünü, baskısını unutuverir. Hatta II. Abdülhamit'e övgüde sınır tanımaz. Ona göre Abdülhamit dönemi kalkınma dönemidir. II. Abdülhamit, İttihat ve Terakki'nin hatta Ankara Hükümeti'nin yapmadığını yaparak çevresindekilerin fikirlerini almıştır!
* * *
Ali Kemal'in Büyük Taarruz'un başladığı gün kaleme aldığı "Düşmandan Düşmana" başlıklı makalesi bir ibret belgesidir.
Ali Kemal bu makalesinde Kuva-yı Milliye'nin yaptıklarıyla dışarıda dost kaybettiğimizi ifade eder. Siyaseten hiçbir kazancımızın olmadığını savunur.
Günümüzde geçerli olan "ver kurtulcu" zihniyetin prototipi haline dönüşür.
Ona göre milli mücadele Avrupa'yı düşman haline getirdiği için gereksizdir, hatta hatalıdır. Avrupa hoşnut edilmeli, ne pahasına olursa olsun hiç değilse Avrupa'nın yaralanmamasına çalışılmalıdır.
Yani, Türk ulusunun yaralanması önemli değildir Ali Kemal'e göre. Avrupa'yı yönetenler yaralanmasınlar yeter!
Ona göre zaten Kurtuluş Savaşı'nı doğuran süreç de aslında Türkler ile Yunanlılar arasındaki bir sorundan kaynaklanmaktadır. Bu sorun, Ankara'nın yanlış politikaları nedeniyle tüm Batılı devletlere yayılmıştır.
Bu demek oluyor ki, Ali Kemal'e göre gizli anlaşmalarla Osmanlı topraklarını paylaşan Batı değildir sorunun kaynağı. Ona karşı vatanını savunan Kuva-yı Milliyecilerdir. Müdafaa-i Hukukçulardır.
* * *
Değerli okurlarım, Ali Kemal'in Mütareke Dönemi'nde yazdıklarını bugün okurken hiç yadırgamıyorsunuzdur sanırım.
Lakin her gün hemen her gazetenin köşelerinde ve hemen her televizyon kanalının tartışma programlarında bu görüşleri dile getirenlere rastlamıyor musunuz? Aynı argümanları kullanan yazılara alışık değil misiniz?
* * *
Ali Kemal Mütareke Basını'nın yıldızıydı. Ali Kemal'in parıltısı Kuvayi Milliye ile azaldı. Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı'yla cılızlaştı. Cumhuriyet'in aydınlanma devrimiyle söndü...
Bugün ne oldu?...
Bugün Mustafa Kemal'in Türkiyesinde mi yaşıyoruz? Yoksa Ali Kemal'in "Yeni Osmanlısında" mı?
* * *
Ali Kemal'in yıldızı yaklaşık bir asır sonra yine mi parlıyor dersiniz? Yoksa parıltının azalacağı, cılızlaşacağı ve söneceği günler mi yaklaşıyor?
(Haber Ekspres, 20 Temmuz 2010)
Mütareke Dönemi'nin "işbirlikçi aydın" tipinin en belirgin örneklerden biridir Ali Kemal.
Ali Kemal Mondros Mütarekesi'nden sonra Sabah gazetesinde başyazarlık yapmaya başlamıştır. Siyasetin de içinde olmuştur. Dönemin işbirlikçi partisi Hürriyet ve İtilaf'ın önde gelen üyelerinden biridir. 1919 yılında Damat Ferit Paşa hükümetlerinde Maarif ve Dahiliye nazırlıklarında bulunmuştur.
Ali Kemal, padişahların, sadrazamlardan şeyhülislama bütün devlet ileri gelenlerinin fikirlerini alarak hareket ettiklerini ileri sürer. Bir anlamda padişahları "demokratik" bulur.
Padişahlara eşlik eden parlamentoların var olduğu sistem anlamına gelen meşrutiyeti ise eleştirir. Osmanlı'da meşrutiyet dönemini istibdat ve keyfi idarenin başladığı dönem olarak yorumlar. II. Abdülhamit'in istibdatını, sansürünü, baskısını unutuverir. Hatta II. Abdülhamit'e övgüde sınır tanımaz. Ona göre Abdülhamit dönemi kalkınma dönemidir. II. Abdülhamit, İttihat ve Terakki'nin hatta Ankara Hükümeti'nin yapmadığını yaparak çevresindekilerin fikirlerini almıştır!
* * *
Ali Kemal'in Büyük Taarruz'un başladığı gün kaleme aldığı "Düşmandan Düşmana" başlıklı makalesi bir ibret belgesidir.
Ali Kemal bu makalesinde Kuva-yı Milliye'nin yaptıklarıyla dışarıda dost kaybettiğimizi ifade eder. Siyaseten hiçbir kazancımızın olmadığını savunur.
Günümüzde geçerli olan "ver kurtulcu" zihniyetin prototipi haline dönüşür.
Ona göre milli mücadele Avrupa'yı düşman haline getirdiği için gereksizdir, hatta hatalıdır. Avrupa hoşnut edilmeli, ne pahasına olursa olsun hiç değilse Avrupa'nın yaralanmamasına çalışılmalıdır.
Yani, Türk ulusunun yaralanması önemli değildir Ali Kemal'e göre. Avrupa'yı yönetenler yaralanmasınlar yeter!
Ona göre zaten Kurtuluş Savaşı'nı doğuran süreç de aslında Türkler ile Yunanlılar arasındaki bir sorundan kaynaklanmaktadır. Bu sorun, Ankara'nın yanlış politikaları nedeniyle tüm Batılı devletlere yayılmıştır.
Bu demek oluyor ki, Ali Kemal'e göre gizli anlaşmalarla Osmanlı topraklarını paylaşan Batı değildir sorunun kaynağı. Ona karşı vatanını savunan Kuva-yı Milliyecilerdir. Müdafaa-i Hukukçulardır.
* * *
Değerli okurlarım, Ali Kemal'in Mütareke Dönemi'nde yazdıklarını bugün okurken hiç yadırgamıyorsunuzdur sanırım.
Lakin her gün hemen her gazetenin köşelerinde ve hemen her televizyon kanalının tartışma programlarında bu görüşleri dile getirenlere rastlamıyor musunuz? Aynı argümanları kullanan yazılara alışık değil misiniz?
* * *
Ali Kemal Mütareke Basını'nın yıldızıydı. Ali Kemal'in parıltısı Kuvayi Milliye ile azaldı. Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı'yla cılızlaştı. Cumhuriyet'in aydınlanma devrimiyle söndü...
Bugün ne oldu?...
Bugün Mustafa Kemal'in Türkiyesinde mi yaşıyoruz? Yoksa Ali Kemal'in "Yeni Osmanlısında" mı?
* * *
Ali Kemal'in yıldızı yaklaşık bir asır sonra yine mi parlıyor dersiniz? Yoksa parıltının azalacağı, cılızlaşacağı ve söneceği günler mi yaklaşıyor?
(Haber Ekspres, 20 Temmuz 2010)
15 Temmuz 2010
DIŞ POLİTİKADA HATA ÜSTÜNE HATA - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, birkaç haftadır bu köşede AKP'nin dış politikada yaptığı büyük hataları tartışıyoruz.
Bu hatalar genellikle ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkiler çerçevesinde ve/veya bu ilişkilerin uzantısı olarak atılmış adımlardı.
AKP'nin Kuzey Irak konusundaki politikasızlığı, Kafkasya'daki büyük başarısızlığı, Kıbrıs sorununu çözeceğim derken yarattığı çözümsüzlük bu düzlemde değerlendirilebilir.
AKP, dış politikadaki yanlışlıklarını bir başka ülkeyle ilişkilerinde de sürdürüyor...
AKP iktidarı döneminde Türkiye – Rusya Federasyonu ilişkileri de Türkiye-Batı dünyası ilişkilerinde sahip olduğumuz plansızlık, vizyonsuzluk ve bu durumun bir sonucu olarak teslimiyetin bir başka göstergesi olma yolunda ilerliyor.
* * *
Geçtiğimiz günlerde Rusya Federasyonu ile Türkiye arasında nükleer alanda işbirliğini düzenleyen bir antlaşma imzalandı.
Antlaşmada bakın neler öngörülmüş:
- Mersin Akkuyu'da Rusya tarafından nükleer santral kurulacak ve işletilecek.
- Rus yetkili kuruluşların proje şirketindeki toplam payları hiçbir zaman yüzde 51'den az olmayacak. Bir başka ifadeyle, projede karar verme yetkisi Rusya'da olacak.
- Türk tarafı nükleer tesis kurulacak sahayı mevcut lisans ve altyapısı ile birlikte bedelsiz olarak nükleer güç santralinin sökümüne kadar proje şirketine tahsis edecek.
- Rusya, Türkiye'de kullandığı nükleer yakıtları ülkesine ya da başka ülkelere göndererek nükleer silah yapabilme hakkına sahip olacak.
- Santralin yardımcı tesisleriyle üreteceği elektriğin sahibi Rus şirketi olacak.
- Santralin inşasında Rusya'dan kalifiye işçiler ve personel çalıştırılacak.
- Proje başarısızlığa uğrarsa Rusya için herhangi bir yükümlülük doğmayacak.
* * *
Değerli okurlarım, Akkuyu santrali bir ülke sınırları içinde bulunup da sahibi bir başka ülke olan dünyadaki ilk nükleer santral olacak...
Böylesine tek yanlı yükümlülükler içeren antlaşmalar geçmişte ancak sömürge ülkelerinde görülürdü.
Öyle bir uluslararası antlaşma yapılmış ki, bu antlaşma ile taraflarından birine (Türkiye'ye) ağır yükümlülükler getirilip hiçbir hak tanınmazken, diğerine (Rusya'ya) büyük haklar tanınıp hiçbir yükümlülük getirilmemiş.
Oysa dış politikayı ve enerji politikasını yönetenler ülke çıkarlarını ve her türlü ihtimali düşünerek karar almalılar. Garip bir antlaşma neticesinde oluşturulacak nükleer tesiste Çernobil benzeri bir facianın yaşanmayacağını kim garanti edebilir?
Böyle bir facia yaşanırsa Rusya antlaşma gereği hiçbir sorumluluk taşımayacak!
* * *
Değerli okurlarım, söz konusu antlaşma TBMM'de Enerji Komisyonu atlanarak Dışişleri Komisyonu'ndan jet hızıyla geçirildi.
Komisyondan geçen antlaşma Meclis Genel Kurulu'na gelecek.
Meclis'in gerçeklerin farkına vararak antlaşmayı onaylamaması tek temennimiz...
* * *
Peki, AKP'nin hakim olduğu bir meclis bunu yapabilecek iradeye sahip mi?
Ne dersiniz?
(Haber Ekspres,13 Temmuz 2010 Salı)
Bu hatalar genellikle ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkiler çerçevesinde ve/veya bu ilişkilerin uzantısı olarak atılmış adımlardı.
AKP'nin Kuzey Irak konusundaki politikasızlığı, Kafkasya'daki büyük başarısızlığı, Kıbrıs sorununu çözeceğim derken yarattığı çözümsüzlük bu düzlemde değerlendirilebilir.
AKP, dış politikadaki yanlışlıklarını bir başka ülkeyle ilişkilerinde de sürdürüyor...
AKP iktidarı döneminde Türkiye – Rusya Federasyonu ilişkileri de Türkiye-Batı dünyası ilişkilerinde sahip olduğumuz plansızlık, vizyonsuzluk ve bu durumun bir sonucu olarak teslimiyetin bir başka göstergesi olma yolunda ilerliyor.
* * *
Geçtiğimiz günlerde Rusya Federasyonu ile Türkiye arasında nükleer alanda işbirliğini düzenleyen bir antlaşma imzalandı.
Antlaşmada bakın neler öngörülmüş:
- Mersin Akkuyu'da Rusya tarafından nükleer santral kurulacak ve işletilecek.
- Rus yetkili kuruluşların proje şirketindeki toplam payları hiçbir zaman yüzde 51'den az olmayacak. Bir başka ifadeyle, projede karar verme yetkisi Rusya'da olacak.
- Türk tarafı nükleer tesis kurulacak sahayı mevcut lisans ve altyapısı ile birlikte bedelsiz olarak nükleer güç santralinin sökümüne kadar proje şirketine tahsis edecek.
- Rusya, Türkiye'de kullandığı nükleer yakıtları ülkesine ya da başka ülkelere göndererek nükleer silah yapabilme hakkına sahip olacak.
- Santralin yardımcı tesisleriyle üreteceği elektriğin sahibi Rus şirketi olacak.
- Santralin inşasında Rusya'dan kalifiye işçiler ve personel çalıştırılacak.
- Proje başarısızlığa uğrarsa Rusya için herhangi bir yükümlülük doğmayacak.
* * *
Değerli okurlarım, Akkuyu santrali bir ülke sınırları içinde bulunup da sahibi bir başka ülke olan dünyadaki ilk nükleer santral olacak...
Böylesine tek yanlı yükümlülükler içeren antlaşmalar geçmişte ancak sömürge ülkelerinde görülürdü.
Öyle bir uluslararası antlaşma yapılmış ki, bu antlaşma ile taraflarından birine (Türkiye'ye) ağır yükümlülükler getirilip hiçbir hak tanınmazken, diğerine (Rusya'ya) büyük haklar tanınıp hiçbir yükümlülük getirilmemiş.
Oysa dış politikayı ve enerji politikasını yönetenler ülke çıkarlarını ve her türlü ihtimali düşünerek karar almalılar. Garip bir antlaşma neticesinde oluşturulacak nükleer tesiste Çernobil benzeri bir facianın yaşanmayacağını kim garanti edebilir?
Böyle bir facia yaşanırsa Rusya antlaşma gereği hiçbir sorumluluk taşımayacak!
* * *
Değerli okurlarım, söz konusu antlaşma TBMM'de Enerji Komisyonu atlanarak Dışişleri Komisyonu'ndan jet hızıyla geçirildi.
Komisyondan geçen antlaşma Meclis Genel Kurulu'na gelecek.
Meclis'in gerçeklerin farkına vararak antlaşmayı onaylamaması tek temennimiz...
* * *
Peki, AKP'nin hakim olduğu bir meclis bunu yapabilecek iradeye sahip mi?
Ne dersiniz?
(Haber Ekspres,13 Temmuz 2010 Salı)
08 Temmuz 2010
EKSEN KAYMASI MI? - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, AKP’nin Ortadoğu politikasını ele aldığımız 14 Haziran 2010 tarihli köşe yazımızda bakın hangi soruları sormuşuz…
“…Türkiye-İsrail karşıtlığı imajı, ABD dışındaki kimi küresel/bölgesel aktörlerin Türkiye'nin yakın çevresindeki etkisini sınırlandırmak için kullanılıyor olabilir mi?
ABD, AKP ile ilişkilerini gergin göstererek, Ortadoğu'daki radikal unsurların ABD çıkarlarına uyumlu hale getirilmesi konusunda yeni bir strateji mi uyguluyor?
AKP, bu kez ABD karşıtı görünerek, ABD'nin bölgesel çıkarlarının destekçisi mi oluyor?!...”
* * *
Yukarıdaki sorular, geçtiğimiz günlerde açığa çıkan bir gizli görüşme ile daha fazla anlam kazandı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan açıklamalarında İsrail’e esip gürlerken Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail Savunma, Ticaret ve Çalışma Bakanı Ben Eliezer ile başka bir şahıs adına tutulan Brüksel’deki bir otel odasında gizli bir görüşmede bulundu.
Görüşmenin açığa çıkmasının ardından İsrail’li yetkililer görüşme talebinin Türkiye’den geldiğini öne sürdüler. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Burak Özügergin ise söz konusu talebin İsrail’den geldiğinde ısrarcı.
İki taraf, inisiyatifi alan tarafın diğeri olduğunu vurgulamakta kararlı olurken İsrail’in Haaretz gazetesinde yer alan bir haber olaya bir başka boyut kattı!
Haaretz’in haberine göre bu görüşme İsrailli bir işadamı ile Ankara’daki ABD büyükelçiliği aracılığıyla ayarlanmış.
Bir başka ifadeyle, gizli görüşme ABD tarafından teşvik ve koordine edilmiş. (Bkz. “Gizli Görüşmeyi Obama Ayarladı”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2010, s. 14)
Bu durum Dov Zakheim’in geçtiğimiz günlerde Foreign Policy dergisinde yayınlanan Türk-İsrail ilişkilerinde ABD’nin yapıcı bir rol üstlenmesini öneren makalesi ile de uyumlu. ABD iktidar çevrelerinde hatırı sayılır bir danışman olarak kabul edilen Zakheim’a göre Türkiye-İsrail ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturtulması için Obama yönetimi bu konuyu öncelikleri arasına almalı. Türk-İsrail ilişkilerin stratejik boyutunun sürmesi için farklı yöntemler geliştirmeli….
* * *
Değerli okurlarım, tüm bu veriler AKP’nin yarattığı eksen kaymasına ABD’nin aldığı bir önlem olarak değerlendirilebilir ilk bakışta.
Ancak AKP iktidarının tüm dönemlerindeki dış politik eylemlerinin sonuçlarına dayanan daha detaylı bir analiz, AKP’nin hiçbir eyleminin bir eksen kaymasına yol açacak politik sonuçlar doğurmadığı, hatta son tahlilde ABD’nin Ortadoğu ve Kafkasya’da etkisini kuvvetlendirdiğini ortaya koyuyor.
AKP iktidarının, PKK terörüne rağmen Kuzey Irak’a yönelik bir operasyona giriş(e)memesi, İsrail ile ilişkilerini gergin gösterip Hamas gibi Arap radikal grupları-ABD arasında arabuluculuğa soyunurken diğer taraftan İsrail ile gizli gizli görüşmesi, Kafkasya’da ABD’nin dayattığı çözüm önerilerini istisnasız kabul etmesi başka nasıl izah edilebilir?
* * *
Tüm bu değerlendirmeler üzerine akla yeni sorular geliyor!
Acaba ABD’nin hazırladığı iddia edilen Davutoğlu-Eliezer gizli görüşmesinde Türk-İsrail ilişkilerini gergin göstermek için bundan sonra nasıl bir yöntem izleneceği de tartışılmış olabilir mi?
AKP, İsrail ile ilişkilerini gergin göstererek ABD ekseninden kayıyor mu, yoksa bu “danışıklı dövüş” ile ABD eksenine göbekten mi bağlanıyor?
AKP’yi Türkiye’yi eksen kaydırmakla eleştirenler aslında AKP’nin ve ABD’nin ekmeğine yağ mı sürüyor?
Dış politikada gerçek sorun Türkiye’nin “eksen kayması” mı, Türkiye’ye “eksen kaydırabilecek” ve Türkiye’yi yeniden Mustafa Kemal Atatürk’ün eksenine taşıyacak bir hükümetin bir türlü bulunamaması mı?
Ne dersiniz?....
(Haber Ekspres Gazetesi- 6 Temmuz 2010- İZMİR)
“…Türkiye-İsrail karşıtlığı imajı, ABD dışındaki kimi küresel/bölgesel aktörlerin Türkiye'nin yakın çevresindeki etkisini sınırlandırmak için kullanılıyor olabilir mi?
ABD, AKP ile ilişkilerini gergin göstererek, Ortadoğu'daki radikal unsurların ABD çıkarlarına uyumlu hale getirilmesi konusunda yeni bir strateji mi uyguluyor?
AKP, bu kez ABD karşıtı görünerek, ABD'nin bölgesel çıkarlarının destekçisi mi oluyor?!...”
* * *
Yukarıdaki sorular, geçtiğimiz günlerde açığa çıkan bir gizli görüşme ile daha fazla anlam kazandı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan açıklamalarında İsrail’e esip gürlerken Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail Savunma, Ticaret ve Çalışma Bakanı Ben Eliezer ile başka bir şahıs adına tutulan Brüksel’deki bir otel odasında gizli bir görüşmede bulundu.
Görüşmenin açığa çıkmasının ardından İsrail’li yetkililer görüşme talebinin Türkiye’den geldiğini öne sürdüler. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Burak Özügergin ise söz konusu talebin İsrail’den geldiğinde ısrarcı.
İki taraf, inisiyatifi alan tarafın diğeri olduğunu vurgulamakta kararlı olurken İsrail’in Haaretz gazetesinde yer alan bir haber olaya bir başka boyut kattı!
Haaretz’in haberine göre bu görüşme İsrailli bir işadamı ile Ankara’daki ABD büyükelçiliği aracılığıyla ayarlanmış.
Bir başka ifadeyle, gizli görüşme ABD tarafından teşvik ve koordine edilmiş. (Bkz. “Gizli Görüşmeyi Obama Ayarladı”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2010, s. 14)
Bu durum Dov Zakheim’in geçtiğimiz günlerde Foreign Policy dergisinde yayınlanan Türk-İsrail ilişkilerinde ABD’nin yapıcı bir rol üstlenmesini öneren makalesi ile de uyumlu. ABD iktidar çevrelerinde hatırı sayılır bir danışman olarak kabul edilen Zakheim’a göre Türkiye-İsrail ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturtulması için Obama yönetimi bu konuyu öncelikleri arasına almalı. Türk-İsrail ilişkilerin stratejik boyutunun sürmesi için farklı yöntemler geliştirmeli….
* * *
Değerli okurlarım, tüm bu veriler AKP’nin yarattığı eksen kaymasına ABD’nin aldığı bir önlem olarak değerlendirilebilir ilk bakışta.
Ancak AKP iktidarının tüm dönemlerindeki dış politik eylemlerinin sonuçlarına dayanan daha detaylı bir analiz, AKP’nin hiçbir eyleminin bir eksen kaymasına yol açacak politik sonuçlar doğurmadığı, hatta son tahlilde ABD’nin Ortadoğu ve Kafkasya’da etkisini kuvvetlendirdiğini ortaya koyuyor.
AKP iktidarının, PKK terörüne rağmen Kuzey Irak’a yönelik bir operasyona giriş(e)memesi, İsrail ile ilişkilerini gergin gösterip Hamas gibi Arap radikal grupları-ABD arasında arabuluculuğa soyunurken diğer taraftan İsrail ile gizli gizli görüşmesi, Kafkasya’da ABD’nin dayattığı çözüm önerilerini istisnasız kabul etmesi başka nasıl izah edilebilir?
* * *
Tüm bu değerlendirmeler üzerine akla yeni sorular geliyor!
Acaba ABD’nin hazırladığı iddia edilen Davutoğlu-Eliezer gizli görüşmesinde Türk-İsrail ilişkilerini gergin göstermek için bundan sonra nasıl bir yöntem izleneceği de tartışılmış olabilir mi?
AKP, İsrail ile ilişkilerini gergin göstererek ABD ekseninden kayıyor mu, yoksa bu “danışıklı dövüş” ile ABD eksenine göbekten mi bağlanıyor?
AKP’yi Türkiye’yi eksen kaydırmakla eleştirenler aslında AKP’nin ve ABD’nin ekmeğine yağ mı sürüyor?
Dış politikada gerçek sorun Türkiye’nin “eksen kayması” mı, Türkiye’ye “eksen kaydırabilecek” ve Türkiye’yi yeniden Mustafa Kemal Atatürk’ün eksenine taşıyacak bir hükümetin bir türlü bulunamaması mı?
Ne dersiniz?....
(Haber Ekspres Gazetesi- 6 Temmuz 2010- İZMİR)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)