28 Kasım 2010

Nato'nun Füzeleri- ZAFER YAPICI


Beklenen oldu...

19-20 Kasım 2010 tarihinde Lizbon'da gerçekleşen NATO zirvesinde, ABD Ulusal Füze Savunma Sistemi'nin NATO bünyesine alınmasına karar verildi.

Ancak bu karar NATO'ya üye 28 ülke tarafından alınan bir ilke karar. Karar sadece füze savunma sisteminin NATO bünyesinde kurulacağını ifade ediyor.

Füze savunma sisteminin hangi NATO ülkesinde, hangi şartlarda kurulacağı, sistemin komutasının kimde olacağı, sistemin mali yükümlülüğünün hangi ülke ya da ülkeler grubu tarafından karşılanacağı gibi esas tartışmalı konuları erteliyor!

* * *

16 Kasım 2010 tarihinde, NATO Lizbon Zirvesi'nin hemen öncesinde Başbakan Tayyip Erdoğan ne demişti: "Topraklarımızın genelinde böyle bir şey düşünülüyorsa zaten kesinlikle komuta bize verilmeli, aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil..." ("Füze Kalkanı Kurulursa Komuta Türkiye'de Olacak", Star Gazetesi, 16 Kasım 2010).

Birkaç gün sonra Başbakan, bu sözlerinden çark etti. NATO Zirvesi'nin hemen ertesinde, 6 gün önce ısrarla söylediği komuta ile ilgili önemli sözleri unutuverdi. Füze kalkanı konusunda komutanın NATO'da olması gerektiğini ifade etti. (TGRT Haber, 22 Kasım 2010). Dahası, İsrail ordusuna ve gizli servisi MOSSAD'a yakınlığıyla bilinen 'debkafile' internet sitesinde ortaya atılan, "Füze savunma sisteminde komuta bir Türk komutanda olacak" iddiasını ısrarla yalanladı. Böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını "tutarlı bir biçimde" bildirdi! (Füze Kalkanında Komuta Kimde, Zaman, 23 Kasım 2010)

Tüm bu çelişkiler, her bir açıklama Türkiye için gerçek bir çözümmüş gibi AKP medyasında dillendirildi!

Başbakanın bu yazının kaleme alındığı tarihe kadarki kararı komutanın NATO'da olması gerektiği yönünde. Bu yazının kaleme alınış ve yayın tarihleri arasında geçen 24 saatlik zaman diliminde kararını yeniden değiştirmiş olması bile mümkün.

Başbakan bir gün çıkıp "Biz Türkiye olarak komutanın münhasıran ABD'de olması gerektiğini düşünüyoruz" derse kimse şaşmasın!!!

* * *

Değerli okurlarım, Türk yönetiminin füze kalkanının en temel konularındaki tutarsız tavrı, Türkiye'nin bu konudaki pazarlık gücünü zayıflatıyor.

AKP yönetimi Türkiye'yi büyük bir bilinmezliğe sürüklüyor!

Bilinmezlik şurada başlıyor: Türkiye, Lizbon NATO Zirvesi'nde NATO bünyesinde füze savunma sisteminin kurulması konusunda olumlu oy veriyor.
ABD'nin bu sistemin Türkiye'de kurulması gerektiğini açıkça ileri sürdüğü ve AB'nin kilit ülkelerinin bu tutumu desteklediği bir ortamda, Türkiye, kendisi için "özel sonuçlara yol açabilecek" bir süreci, bu sürecin başlangıcında kayıtsız şartsız kabul ediyor...

Şöyle ki, NATO Zirvelerinde kararlar oybirliği ile alınır. Bir başka ifadeyle bir ülkenin "hayır" dediği bir konu, diğer tüm NATO ülkeleri "evet" deseler bile karar haline dönüşemez!

Türkiye bu kritik toplantıda, "veto" gücünü kullanıp, daha işin başında NATO sistemi konusunda milli çıkarları çerçevesinde pazarlık ortamı yaratabileceği bir süreci elinin tersiyle itmiş oldu.

Kendisini, diğer NATO ülkelerinin birçoğunun aksine doğrudan ilgilendiren bir süreçte "pazarlık gücünü" ilk günden yitirdi...

* * *

Bu yanlışın sonu artık belli.

Bir oldubitti hepimizi bekliyor...

Şimdiden yazalım.

İlerleyen haftalarda, birinci aşama olarak NATO yetkilileri tarafından füze savunma sisteminin Türkiye'de kurulacağı açıklanacak.

Sonra komutanın NATO kapsamında olduğu ancak NATO adına ABD'li askeri yetkililer tarafından yürütüleceği söylenecek... Türkiye, bunu kabul etmeye çeşitli yöntemlerle zorlanacak.

Sonrasında ise füze savunma sisteminin üzerinde kurulduğu ülke yönetiminin bu sisteminin maliyetinin üstlenilmesi konusundaki sorumluluğu hatırlatılacak...

Böylelikle "eğer tutarsa" Türkiye'yi "hedef" haline getiren bir sürecin mali yükümlülüklerinin karşılanması sorumluluğu bile Türkiye'ye yüklenecek!!!

* * *

Hakkını yemeyelim. Cumhurbaşkanımızın ve "sıfır sorun" Dışişleri Bakanımızın NATO Zirvesi'nin içeriğinin belirlenmesi noktasında büyük katkıları oldu!

Onlar sayesinde NATO'nun tehdit algılamasını ve tehditle mücadele yöntemlerini ifade eden yeni Stratejik Konsept Belgesi'nde "sıfır sorunlu" komşumuz İran, füze sisteminin hedefi olarak gösterilmedi...

Bu durum medyada "iktidarın büyük pazarlık başarısı" olarak sunuldu...

Oysa NATO'nun hiçbir stratejik konsept belgesinde düşman, bir ülke olarak somutlandırılmamış, isimlendirilmemişti!

NATO, Sovyet dünyasına karşı olarak Batı tarafından kurulan bir savunma örgütüydü. Ancak açık tehdit kaynağı SSCB olmasına karşın Soğuk Savaş yıllarının Stratejik Konsept Belgelerinde SSCB tehdit olarak gösterilmemişti!

Ne 1991 ne 1999 ne de 2004 tarihli NATO stratejik konsept belgelerinde tehdit ülkeler isimlendirilerek sıralanmamıştı...

Yani, NATO geleneğinde olmayan ve olmayacağı açık olan bir şey, bu kez de olmadığı için AKP başarılıymış....

Buna ancak gülünür!

* * *

Bakalım İsrail'in korunması, Türkiye'nin iç politik dizaynı ve İran'a yönelik bir operasyon yürütmek amaçlarıyla Türkiye'ye yerleştirilecek kalkan, AKP tarafından seçmene nasıl yutturulacak?...

İsrail ile anlaşmalı yeni "one minute" çıkışları bizleri bekliyor gibi...

(Haber Ekspres Gazetesi- 29 Kasım 2010)

22 Kasım 2010

Vekilin "hac" gideri yoksul halkın rızkından... ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, hangi işçi veya memur, çalıştığı işyeri yönetimine "Bu yıl hacca gitmek istiyorum. Beni idare edin. Burada çalışıyor görüneyim ama hacca gideyim. Dönüşte de maaşımı tam alayım" diyebilir?
Ve hangi işveren bunu kabul edip maaşı tam ödeyebilir?
Böyle bir uygulama olabilir mi?...

* * *
Belki çalışanlarda olmuyor ama gelin görün ki vekiller, yani aralarında işçi ve memurların da olduğu seçmenin seçtiği kişiler, asli görevlerini bırakıp kişisel dini görevlerini yerine getirmek için hacca gidiyorlar.
Hacca gitmelerine tabii ki karşı değiliz ama...
Milletin aslı bu yolla hacca gidemezken nasıl oluyor da vekiller görevlerini bırakarak gidebiliyor? Böyle bir yasa var da biz mi bilmiyoruz? İşçi, memur mu bilmiyor?...

* * *
Değerli okurlarım, gelelim işin özüne.
Hz. Ömer devlet işini yaparken devletin mumunu, kendi işini yaparken kendi mumunu kullanıyordu...
Ya hacca giden AKP milletvekilleri hangi mumu kullanıyor dersiniz?
Hem de manevi duyguların en yoğun olduğu anlarda...
* * *
Gelin bu işin maddi yönüne bir bakalım...
Bugün milletvekili maaşlarının aylık ortalama 10.000 TL olduğunu varsayalım. Günlük 330 TL'ye denk geliyor. 100 AKP'li milletvekillerinin hacda 15 gün kaldığını düşünürsek 330x100x15= 493.000 TL gibi bir rakam ortaya çıkıyor...
Bu rakam sekiz yılın değil, sadece 2010 yılın rakamıdır...
Değerli okurlarım, bu rakam, milletvekillerine "çalışmaları karşılığında" (!) vergilerimizden sağlanan ödeneklerle verilen maaş...
Peki, 493.000 TL ile neler alınır?
Kilosu 30 TL'den yaklaşık 16.500 kilo et.
Tanesi 2.000 TL'den 247 kurbanlık dana.
Tanesi 500 TL'den 986 kurbanlık koç.
Ve hiç et yüzü görmemiş yoksullar!...

* * *
Şimdi sormamız gerekmez mi?
Çalışmadan, alın teri akıtmadan bu parayı almak sizce helal mi?
Bu parayı alıp da hacca gitmek sizce ne kadar ahlakidir?
Kul hakkıyla; yani Türk milletinin katkılarıyla oluşan bütçeden aldığınız bu paralarla hacca gitmek nasıl sevap sayılıyor?
Sizler oraya giderken Türk milletinden helallik aldınız mı?
Belki de şunu diyeceksiniz. Ben kendi paramla gittim.
Doğrudur. Tabii ki kendi paranızla; yani milletvekili maaşınızla gittiniz.
Parlamentoda çalışmanız karşılığında ya da görevli olduğunuz yerlerde gösterdiğiniz çaba için aldığınız maaşlara ve o maaşların nerede, nasıl kullanacağınıza bizim itirazımız yok.
Bizim itirazımız şahsi olan; kendi maneviyatınızı rahatlatmak için hacda bulunduğunuz sürede aldığınız veya alacağınız ücretedir.
Lütfen hac'da geçirdiğiniz günlerin karşılığı olan maaşı almayınız. Aç, işsiz ve yoksul kimseleri düşününüz!...
Onların rızkı ile manevi dünyanızı güçlendirmeye ve kendinizi avutmaya çalışmayınız.
Hani bir söz vardır. Bunu sizin lideriniz de hep söyler, "Halka hizmet Hakka hizmettir" diye...
Siz isterseniz yine kendinize hizmet etmeyi sürdürünüz.
Ama yetimler, öksüzler, kimsesizler, işsizler...
...Kısacası yoksul halk sizi affetmeyecektir...

(Haber Ekspres Gazetesi- 22 Kasım 2010)

15 Kasım 2010

Ya demokrasinin ekonomik boyutu Sayın Başbakan? - ZAFER YAPICI


Demokrasinin üç boyutundan birisi olan ekonomik boyutu yani ekonomik demokrasi, ülkede yaratılan değerlerden adil bir biçimde yararlanmak olarak tanımlanabilir. Ekonomik demokrasi sayesinde:
- Gelir dağılımındaki adaletsizlikler giderilebilir,
- Sömürünün yarattığı eşitsizlikler ortadan kaldırılabilir.

Değerli okurlarım, eğer bugün ülkemizde gerçek bir demokratik düzen kurulamıyorsa, bu durumun en önemli nedenlerinden biri ekonomik yapıdaki çarpıklıklardır.

Örneğin asgari ücretin 599 TL olduğu bir ülkede açlık sınırı 860 TL, yoksulluk sınırı 2.801 TL ise,16 milyon kişi yoksulluk sınırının, 550 bin kişi açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyorsa,2011'in ocağında en düşük BAĞ-KUR tarım emeklisinin aylığı ancak 434 liraya, en düşük BAĞ-KUR esnaf emeklisinin aylığı 574 liraya, en düşük SSK işçi emeklisinin aylığı 710 liraya ve en düşük SSK tarım emeklisinin aylığı 555 liraya yükselecek ise, 4,5 Milyon kişinin kart batağında, 4 milyon gencin de evde oturuyor olması,Ve 4.7 milyon kişi de işsiz konumundaysa... ...Bu ülkede demokratik düzenden söz edilebilir mi?....


* * *


Değerli okurlarım, burada bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Ekonomik demokrasi olmaksızın siyasal ve hukuksal demokrasiden söz etmek aldatmacadan başka bir şey değildir. Bir ülkede demokrasi var deniliyor ise o ülkede siyasal, ekonomik ve hukuksal (hak ve özgürlükler-insan hakları konularında) demokrasinin eksiksiz uygulandığı anlaşılmalıdır. Peki neden demokrasinin ekonomik boyutu bu denli önemli? Çok basite indirgeyerek izah edelim: Ekonomik özgürlüğü olmayan insanlar uygulamada diğer özgürlükleri kullanamazlar. Diğer özgürlükleri kullananlar ekonomik özgürlükleri olanlardır. Daha doğrusu, cebi dolu olanlardır. Örnek mi istiyorsunuz; hemen vereyim: · İnsanların yaşam hakkı var ancak en basit hastalıklar için bile çaresiz durumdalar. Toplumumuzun önemli bir kısmının ne doktora gidecek, ne de ilaç alacak parası var.

İnsanların eğitim hakkı var ama parasızlık yüzünden milyonlarca genç okuma zorluğu içinde; ne yapacaklarını bilemiyor.
- Konut edinme hakkı var ancak milyonlarca insanın parasızlık yüzünden başlarını sokacak bir konutu yok.
- Çalışma hakkı var ama çalışacak iş alanları yaratılamıyor, yok...

* * *

Değerli okurlarım, ekonomik demokrasi konusunda anahtar konuma sahip olabilecek bir kurum olan Ekonomik ve Sosyal Konsey de ne yazık ki hükümet tarafından işlevsizleştiriliyor.
Başbakanın başkanlığını yaptığı ve sendika-sivil toplum örgütü temsilcilerine de yer verilen ve üç ayda bir toplanması gereken Ekonomik Sosyal Konsey üç yıldır toplanamıyor!Bir türlü toplanamayan Ekonomik ve Sosyal Konsey'in görevleri nelerdir?
Toplumdaki ekonomik ve sosyal birimlerin, hükümetin ekonomik ve sosyal politikalarının oluşturulmasına katılımlarını sağlamak, hükümet ile toplumsal kesimler arasında ve toplumsal kesimlerin kendi aralarındaki uzlaşma ve işbirliğini güçlendirecek çalışmalar yapmak...
Oluşturduğu görüş, öneri ve raporları hükümete, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne, Cumhurbaşkanı'na ve kamuoyuna sunmak, görüş bildirilirken uzlaşılan ve uzlaşılamayan hususları ayrı ayrı belirtmek...
O zaman Sayın Başbakan'a şu soruyu sormamız gerekmez mi?
Neden bu konseyi toplayıp ekonomik ve sosyal konularda kararlar almıyorsunuz?...
Eğer bu konseye gerek yoksa o zaman siz hükümet olarak ekonomik ve sosyal konulara eğilip milletimizi neden rahatlatmıyorsunuz?... Ekonomik ve sosyal yapıdaki bu çarpıklığın sorumlusu kim?...

* * *

Değerli okurlarım, ekonomik demokrasinin yerleşebilmesi için sosyal-devlet anlayışının kurumsallaşması kaçınılmazdır. Sosyal devletin her alanda fırsat eşitliği sağlaması, anayasal hak ve özgürlüklerden her bireyin yararlanması için devletin tüm olanaklarını seferber etmesiyle mümkündür. Neo-liberal iktisat politikalarını baş tacı yapıp, iktidarlarında devlet yapılanmasını bu yönde dönüştürenler, her yurttaşımızın ekonomik özgürlüğünün olmamasını bir avantaj olarak görmüşler, siyaseti oy verme sürecine indirgeyerek topluma kapatmışlar, seçimlerde oy satın alma alışkanlıklarını sürdüregelmişlerdir. Bu davranış biçimi başarılı sonuçlar verince, sosyal devlet anlayışını dışlayan iktidarlar, alt gelir gruplarının ekonomik özgürlüklerini kazanabilmeleri için gerekli desteği vermemişler; halkımızın ekonomik sorunlarını görmezlikten gelmişlerdir. Hala da bu anlayışı sürdürüp gitmektedirler. Bundan dolayı siyasette aşırı profesyonelleşme, şirketleşmeye (parasal baskı gücü) doğru gitmektedir. Oysa, devlet yönetimi, şirket yönetimi değildir. Devlet yönetiminde yahut siyasi düzlemde kullanılan yöntemler, şirket yönetimi yöntemlerine indirgenemez, indirgenmemelidir! "Ekonomik demokrasi"yi dışlamayan gerçek bir demokrasi (!) gereği, sosyal devlet anlayışı kurumsallaşmalıdır. Bir hikaye ile anlatmak istediğimizi daha da somutlaştıralım: Padişah bir gün büyük gürültü ile yatağından fırlar. Pencereden bakar. Bir çocuk avazı çıktığı kadar "gevrek, gevrek..." diye bağırmaktadır. Padişah saraydakilere gevrekçi çocuğun sesinin kesilmesini emreder. İkinci gün, üçüncü gün aynı şekilde çocuk bağırmakta, padişah onun sesiyle uyanmaktadır. Padişah en sonunda vezirini çağırtır ve durumu ona anlatır. Padişah ertesi günü iple çeker ve sabah erkenden pencerenin önünde çocuğu beklemeye koyulur. Bir süre sonra çocuk, çok kısık bir sesle "gevrek" diyerek görünür. Padişah merakla vezirini çağırtıp, vezire: "Ne yaptın da çocuğun sesini kıstın?" deyince, vezir: "Padişahım, cebinde ne kadar parası varsa aldım. Onun için sesi çıkmıyor" der.
İşte benim söylemek istediğim! Ekonomik özgürlüğü şu veya bu şekilde elinden alınan insanların sesi kısılır. Sosyal yaşantıları, toplumsal tepkileri yok olur. Bunu avantaj bilen siyasi çıkarcı gruplar, çoğu zaman kendilerinin değil, devletin olanaklarının seferber edildiği sözüm ona sosyal yardımlaşma girişimleriyle, bir koli yiyeceğe olabildiğince çok oy satın almak için uygun toplumsal koşulları bulurlar. Vatandaşlar, hizmet edilecek insan kategorileri değildir onlara göre. Tebaadırlar! Yardım dilenenler; karşılığında oy ve hayır duası verenlerdir!
Bu fırsatçılardan kurtulmanın tek yolu Atatürk ilke ve devrimlerini; bu devrimlerin iç bağlantılarının doğal sonucu olan "sosyal devlet" anlayışını savunan, "Türkiye'nin terörden barış, yolsuzluktan dürüstlük, yozlaşmadan gerçek değerler, işsizlikten kalkınma ve yoksulluktan refah üretmek zorunda olduğunun" bilincinde olan ve bu düşüncelerin kurumsallaşması için çaba sarf eden siyasi yapılanmayı kucaklamaktır. Halk olarak siyasetin "nesnesi" değil, "öznesi" olmak için gayret etmektir. Fırsatçıların tuzaklarına düşmemek umuduyla...

( Hber Ekspres Gazetesi- 15 Kasım 2010)

09 Kasım 2010

CUMHURİYET İLE Mİ YAŞIYORUZ, CUMHURİYETSİZ Mİ?- ZAFER YAPICI


Cumhuriyet ile iç içe mi yaşıyoruz?
Yoksa cumhuriyet içinde yaşıyor görünüp, cumhuriyetsiz mi yaşıyoruz?
* * *
Örneğin sağlıkta...
Cumhuriyeti görebiliyor, cumhuriyetin varlığını hissedebiliyor muyuz?
Onun güvence mekanizmalarına şahit olabiliyor muyuz?
Ya hukukta?
Toplumsal hayatta?
Eğitimde?...
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye'yi yönetenlerin Atatürk'ün cumhuriyetiyle tüm bağlantı noktalarını koparmakta olduklarının en önemli kanıtlarından biri eğitim alanında gözlemleniyor...
Geçtiğimiz günlerde "Milli" Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'nun başkanlığında 18. "Milli" Eğitim Şurası toplandı.
Şura kararları tavsiye niteliğinde. Yani bu kararlar, bağlayıcı olmamakla birlikte eğitim politikaları uygulanırken göz önüne alınıyor...
Bu kararlar, görüntüde eğitim konusundaki meslek örgütlerinin ve kamuoyunun katılımıyla alınmakla birlikte, uygulamada siyasal iktidarın eğitim politikasını yansıtan bir mekanizmadan ibaret...
Bir başka ifadeyle siyasal iktidarların eğitime bakış açılarını sergiliyorlar...
Bakın 18. Milli Eğitim Şurası'nda ne kararlar alındı:
Zorunlu Eğitim Konusu
Öncelikle 8 yıllık zorunlu eğitimin 13 yıla çıkarılması öngörüldü. Eğitim Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu'nun eğitim sürelerine ilişkin "1 yıl okul öncesi eğitim, 4 yıl temel eğitim, 4 yıl yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi, 4 yıl ortaöğretim olmak üzere zorunlu eğitim 13 yıl olsun" önerisi alkışlar ile genel kuruldan geçti. Kabul gören öneriye göre aileler, ilköğretim 5. sınıftan mezun olan öğrenciyi ister meslek lisesine, ister genel liseye, ister imam hatip lisesine gönderebilecek.
Bu demek oluyor ki, öğrencilere ana sınıfı ve 4 yıllık temel eğitimden sonra yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi alternatifli bir biçimde sunulacak. Böylelikle görünürde 13 yıllık zorunlu eğitim olacak, ancak beş yıllık bir temel eğitim döneminin ardından dileyen aileye çocuğunu imam hatipli yapma hakkı tanınacak.
11 yaşındaki bir çocuk, ailesi isterse imam hatipli yapılabilecek!
Zorunlu Din Dersi
Eğitim Şurası'nın en tartışmalı konu başlıklarından biri de zorunlu din dersi oldu. Eğitim Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu'nun "din dersinin ilk ve ortaöğretimin tüm sınıflarında daha etkin olarak okutulması" önerisi kabul gördü. Böylece ilköğretim 4. sınıfta okutulmaya başlanan din dersinin birinci sınıfa kadar indirilmesi gündemde.
İstiklal Marşı ve Andımız
"Törenler ve toplantılar; paylaşma, bütünleşme, denetim ve kontrol mekanizmaları olup okul yönetimi tarafından kültürü etkileme, değiştirme ve yeni değerlerin paylaşılması amacıyla rutin ve zoraki katılıma dayalı etkinlikler olmaktan çıkarılıp yoğun olarak ortak duygu ve değerlerin paylaşımını sağlayacak şekilde düzenlenmelidir." şeklinde bir karar alındı.
Böylelikle İstiklal Marşı ve Andımız'ın zorunlu olmaktan çıkarılmasının altyapısı oluşturulabilir.
* * *
Değerli okurlarım, herhalde bundan sonraki aşama Milli Eğitim Bakanlığı'nın adındaki "Milli" sözcüğünün kaldırılması!
* * *
Bakınız Mustafa Kemal Atatürk, "Milli" Eğitim'in amacının ne olması gerektiğini nasıl izah etmiş:
"Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Milli Eğitim'in gayesi yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlaklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılapçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de öğretim programları ve sistemleri ona göre düzenlenmelidir. (1923)
Günümüzde öğretim programları ve sistemleri hangi amaçlar için düzenleniyor dersiniz?
Peki ya bugün cumhuriyet ile mi yaşıyoruz, cumhuriyetsiz mi?

(Haber Ekspres Gazzetesi- 8 Kasım 2010)

06 Kasım 2010

Bir "iletişimcinin" iletişim kur-ma becerisi ! - ZAFER YAPICI

"Baykal belasını buldu, ekibi de bulur inşallah!"

Bu sözler kime ait?...

Bu sözler Zonguldak Karaelmas Üniversitesi (ZKÜ) ve Atatürk Düşünce Derneği (ADD) Zonguldak Şubesi işbirliğiyle Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) salonunda düzenlenen, "Cumhuriyet - Demokrasi İlişkileri" konulu konferansta konuşan Prof. Dr. Nurşen Mazıcı'ya ait...

Peki sayın profesör, bu sözleri söyleme gerekçesini nasıl açıklıyor?

"...Geçtiğimiz yerel seçimler öncesi CNN Türk'ten programa davet edildim. Konu, partilerin oy potansiyeliyle ilgiliydi. Besiktas'tan geçerken MHP'ye uğradım, 'Bana parti programınızı verir misiniz?' dedim, verdiler. AKP'ye girdim, soğuk sular koymuşlar kapının önüne. 'Soğuk gazoz da ikram edelim' dediler. Programı da verdiler. CHP'ye gittim, 'bizim seçim programımız yok' dediler. 'Siz bilirsiniz. Ben siyaset bilimcisiyim. CNN Türk'te akşam program var, anlatacağım bunu' dedim. Adam masanın altından çıkardı verdi seçim programını. Ben profesör olduğum halde, 30 yıldır CHP üyesi olduğum halde böyle bir olayla karşılaştım. Baykal belasını buldu, ekibi de bulur inşallah."

Kısacası seçim programını almanın zorluğunu (iletişim kur-ma becerisini) yaşayan Sayın Mazıcı bu öfkesini, olaydan haberleri bile olmayan Baykal'a ve çalışma arkadaşlarına yüklemeye çalışırken beddua etmeyi de ihmal etmediğini kamuoyu önünde dile getiriyor.

* * *

Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde, "belasını bulmak", hak ettiği cezayı görmek anlamındadır.

* * *

Değerli okurlarım,

Adam...

Bela...

Bu sözcükleri kullanan kişi bir bilim insanı. Üstelik profesör. Üstelik bayan. Üstelik İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi. Üstelik siyaset bilimci!...

* * *

İletişim, insanların karşılıklı olarak kendilerini başkalarına anlatmalarını ve başkalarını da anlamalarını sağlayan duygu-düşünce alışverişidir.

Şimdi sormak istiyorum İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mazıcı'ya...

Siz duygu ve düşüncelerinizi başkalarına böyle mi anlatırsınız?

Siz sözkonusu olaydan haberi bile olmayan bir lidere ve onu seven; onunla yıllarca kader birliği yapmış binlerce insana nasıl olur da "Baykal belasını buldu, ekibi de bulur inşallah" dersiniz?

Siz, hakim misiniz?...

Siz, savcı mısınız?...

Siz, kamuoyu önünde nasıl olur da bu şekilde konuşur, egonuzu tatmin edercesine Baykal'ı ve onun politik çizgisine destek olmuş insanları çok talihsiz bir üslupla suçlarsınız? Onların cezalandırılmasını arzu edersiniz?...

Sayın Mazıcı, siz kendinizi politik anlamda birilerine beğendirmeyi ve kamuoyunda isim yapmayı amaçlıyor ve bu yolla bir yerlere gelmek istiyor olabilirsiniz. Ancak bir bilim insanına yakışan, politik rakip olarak tanımladığı kişilere beddua ederek eleştiride bulunmak değil, eleştirilerini bilimsel argümanlarla sunmak, tezlerini bilimsel yöntemlerle kanıtlamaktır.

Şimdi lütfen kamuoyu önünde yaptığınız bu yakışıksız ve son derece çirkin sözlerinizden dolayı yeniden kamuoyu önünde CHP eski lideri Sayın Deniz Baykal ve onunla birlikte ülkenin geleceği için mücadele vermiş ve vermekte olan insanlardan özür dileyiniz...

Özür dilemek bir erdemdir.

Hele hele İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi ve bilim insanı olan bir kimse için...