28 Ocak 2013

GOEBBELS’İN BÜYÜK YALAN TAKTİĞİ - ZAFER YAPICI

Geçtiğimiz günlerde CHP İzmir milletvekili Birgül Ayman Güler, Meclis kürsüsünde yaptığı “Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz” şeklindeki açıklama ile tüm dikkatleri üzerine çekti. Türkiye’nin çok seyredilen televizyon kanallarının birçoğu haberi “Türklerle Kürtleri eşit görmeyen vekil” notuyla verdi. Kimi gazeteler onu ırkçı ilan etti. Nazilerle kıyaslayan yorumlar bile görüldü. Oysa işlemeye başlayan Goebbels’in propaganda makinesi idi. Yöneten ideoloji kendi karşıtlarına kara çalmak için her kanaldan ilerliyor, her imkanı değerlendiriyordu. * * * Oysa Güler çok önemli bir tespit yapmıştı. Yaptığı tespit, söylenenlerin tam aksine ırkçılık, etnikçilik karşıtı bir siyasi anlayışın ipuçlarını bize gösteriyordu. İşte bu nedenle belki de ırkçıları, etnik siyasetin girdabında savrulanları açıklama çok kızdırmıştı… Birgül Ayman Güler bakın yaklaşımını nasıl anlatmış. Noktasına, virgülüne dokunmadan, söylendiği biçimiyle aktarıyorum: “Türk kavramı bir ırkı ya da etnisiteyi anlatmaz. Yüz yıla yakın zamandır Türk kavramı anayasada yazılı olan ulusal vatandaşlığın adıdır. Öyle ki bizde Musevi inancına sahip, Süryani inancına sahip, Boşnak ya da Kırmançe, Zaza çok farklı etnik kökenlerden ve hatta Müslüman, gayrimüslim insan Türk vatandaşı kimliğiyle yaşar ve yüz yıla yakın süredir şunu ararız, ’devlet etnik ve inanç bakımından kör olsun.’ Böylece etnik elbiselere sıkışmayalım, özgürleşelim. Ne yazık ki Diyanet İşleri Başkanlığı itibariyle bakın belli bir mezhebe sıkıştı. Bazı uygulamalar itibariyle bakın orada burada hemşericilik, etnikçilik, ırkçılık bence bu. Türk vatandaşlığı kavramı bütün bu farklılıklara karşı körleşmek, özgürleşmek anlamına gelir. O nedenle ’Türk ulusu, Kürt milliyeti’ diye bilimsel kavramları kullandım. Biraz soğukkanlı düşünmek ve gerçekten bilimsel kavramlarla düşünmek zorundayız. Yaşamımız biçimleniyor, kimin ne yaptığı belli değil. Irkçılık biçimindeki o değerlendirmeyi iki tür nitelendirebilirim ya cahildirler ya da kötü niyetli.” Değerli okurlarım, ben de Türk milletini etnik hatlardan bağımsız bir biçimde tanımlayan, etnik açıdan kör bir yurttaşlık düşüncesini içselleştiren bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım. Yani benim zihnimdeki kavramsallaştırmaya göre Türk, Türk kanından gelen değildir. Atatürk’ün Yurttaşlık Bilgisi kitabına yazdığı önsözde belirtmiş olduğu gibi “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkıdır.” Bu bağlamda düşünülürse Türk kavramsallaştırmasının Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmiş etnik dışı bir kavramsallaştırma olduğu görülür. Birgül Ayman Güler’in tespiti böyle değerlendirilmelidir. Onu eleştirenlere bir bakınız. Bu eleştirilerin kimlik siyasetini kalemşoru kişilerden yahut kurumlardan geldiğini göreceksiniz. Eleştirilerin kimlerden geldiği bile Güler’in ırkçılık karşıtı bir biçimde bu sözleri söylediğini kanıtlamaya yeter… * * * İşin ilginç kısmı CHP içinde Güler’in açıklamalarının yarattığı sonuçlar… CHP Adıyaman milletvekili Salih Fırat partisinden istifa etti. Fırat, Güler hakkında “MHP’lilerin bile söylemediği sözleri gözlerimizin içine baka baka dile getirdi. Bu faşizmden başka bir şey değildir” dedi. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ise bu olaylar karşısında şu yorumda bulundu: “Hepimiz bu coğrafyada bu topraklarda beraber yaşayacağız, birbirimizi seveceğiz, birbirimize saygı göstereceğiz, birbirimizi kucaklayacağız. Düşüncelerimiz ayrı olabilir, farklı düşünebiliriz ama bir ortak paydamız, ortak söylemimiz olmalı. Bu ülkenin çıkarları, insanımızın çıkarı eğer biz bu bağlamda siyaset yaparsak bu ülkeye katkı vermiş oluruz. Etnik kimlik üzerinden siyaset yapılmasına parti olarak karşıyız. Bu ülkede yaşayan her yurttaşın başımızın üstünde yeri vardır. Kimsenin şu veya bu şekilde etnik kimlik üzerinden siyaset yapması, bir etnik kimliği dışlaması, onu ikinci sınıf yurttaş olarak görmesi bizim kabul edebileceğimiz bir olay değildir.” Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamayı yapmasının ardından aynı bağlamda bir açıklamada bulunan Güler’i tebrik etmesi gerekirdi. Oysa Kılıçdaroğlu anlaşılıyor ki partisi içindeki etnik ve mezhepsel siyaset yapanların sırtını sıvalamak ve Güler gibi yurttaşlığa dayalı bir milliyetçilik fikrini benimseyenleri ötekileştirmek ya da gözden düşürmek için bu açıklamayı yapmış. Etnik siyaset yapmayanları ötekileştirirsen etnik siyasete daha fazla yol açarsın. Demokrasi düşmanlığını demokrasi örneği olarak sunarsın… * * * Değerli okurlarım, Kılıçdaroğlu’nun direktifiyle harekete geçen CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, Fırat’ın grup yönetimine ulaşan istifasını işleme koydurtmadı. Bazı genel başkan yardımcıları da Fırat’a ulaşarak, “İstifan gereken duyarlılığı yarattı. İstifanı geri al. Bir milletvekilinin konuşmasına bakarak istifa edilmez” diyerek, Fırat’ı ikna etmeyi başardı. Kılıçdaroğlu, 6 saatlik ikna sürecini Kayseri’de “Arkadaşlarımla görüştüm, istifa yok” sözleriyle özetledi. Haberler bu doğrultuda… Görülüyor ki, Kılıçdaroğlu bir CHP milletvekilinin istifasını geri aldırmak için CHP ilkelerini ayaklar altına aldı. Partinin gerçek hakiminin hangi zihniyet olduğunu açıklıkla ilan etmeye çalıştı… * * * Goebbels, NAZİ Almanyası’nın propaganda bakanıydı. “Büyük Yalan” taktiğiyle toplumsal hafızayı biçimlendirme konusunda ustaydı. Bu taktik bir yalanın, birçok kanaldan fazlaca bir biçimde tekrarının, yalanın gerçek olarak algılanması için yeterli olacağı tezine dayalıydı. Goebbels’in makinesi Hitler’i önce ezilen olarak sundu. Bir işçi lideri gibi gösterdi. Sonra Hitler’den tüm milleti için çalışan bir fedai yarattı makine… Oysa Hitler, Hitlerdi… * * * Goebbels’in makinesi CHP’de de toplumsal hafızayı dönüştürmeye yetecek mi?... Yoksa CHP’nin tarihsel birikimi, küresel çağın Goebbelslerinin büyük yalanlarına son mu verecek? Çok yakında göreceğiz… (Haber Ekspres Gazetesi- 28.01.2013)

21 Ocak 2013

ATATÜRK’ÜN PARTİSİ İLKELERLE YÖNETİLİR, GÜFTELERLE DEĞİL!- Zafer Yapıcı

“CHP Milletvekili” sıfatı taşıyan Hüseyin Aygün’ün eylem ve söylemleri CHP içinde oldukça büyük tartışmalar yaratıyor. Nasıl yaratmasın ki? Aygün CHP’nin ideolojisiyle taban tabana zıt bir yaklaşımı CHP adına ısrarla gündemde tutuyor… Son dönemde Aygün’ün bazı söylemlerini ve eylemlerini gelin hep birlikte hatırlayalım… - Aygün Dersim tartışmasının yoğunlaştığı sırada “Dersim katliamının sorumlusu devlet ve CHP’dir. Atatürk’ün de bu olaylardan haberi vardı” demişti. - PKK tarafından kaçırılan Aygün, PKK militanları için “Beni kaçıran arkadaşlar ülkenin genç evlatları, iyi çocuklar” demişti. - Aygün Kemalistler hakkında “onlar kafasızlar, anlamazlar” demişti. - Yunanistan’ın Altın Şafak Partisi’nin faşist söylemlerini paylaşan Aygün, Kurtuluş Savaşı mücadelesini, “Ege’de Rumlara uygulanan etnik temizlik” olarak nitelemişti. - Paris’te öldürülen üç kadın PKK’lının ailelerini ziyaret edip, başsağlığı dilemişti. - Seyit Rıza’ya iade-i itibar verilmesi için kanun teklifi hazırlamış ve bunu kamuoyuna duyurmuştu. Aygün CHP içinde yanlışlıkla bir yere taşınmış bir kişi mi? Yoksa CHP’nin ideolojik dönüşümünün Truva atlarından biri mi? CHP, bu parti ile hiçbir bağlantısı olmayan “atanmış yeni CHP’liler” tarafından bilinçli bir biçimde dönüştürülüyor mu? Hafızamızı yenilemekte fayda var. CHP’de Kılıçdaroğlu yönetiminde “yukarılarına taşınan” bazı isimlerin söylemlerini bir kez daha hatırlatalım. Sena Kaleli: “Cemaatleri yok saymak sivil toplum anlayışına uygun değildir”. Bülent Kuşoğlu: “Tekke ve zaviyeler yeniden açılmalı. 'Bunlar irtica yuvaları!'. Yok öyle bir şey. Tam tersine kültür yuvaları. Tekke ve zaviyeler birer üretim yeridir. Bunun çok iyi anlaşılması lazım. Oralarda insan yetiştirilirdi, oralar eğitim ve kültür kurumlarıydı. Onun için de bu tür kurumlara ihtiyaç var. Bu kurumların yeniden kurulması için gerekli hazırlıkların yapılması gerekir”. Dr. Muhammet Çakmak: “Fethullah Hoca Türkiye’de bir fenomendir, kimsenin görmezden gelemeyeceği bilge bir adamdır. Fethullah Hoca’yı saygıyla selamlıyorum”. “Tarikatlara ve cemaatlere yönelik bir ayrım yapmayacağız. Topluma bütün olarak bakacağız”. Binnaz Toprak, “Heybeliada Ruhban Okulu açılmalı. Ekümenlik tanınmalı. İki dile sıcak bakıyorum. AKP ekonomiyi iyi yönetti, gelir ve zenginlik arttı”. Gürsel Tekin, Meclis’e başörtülü bir adayın girmesi durumunda Merve Kavakçı’ya yapılanı yapmayacaklarını söyleyerek, “AKP bu şansını deneyebilir, biz de zorluk çıkarmayız”. “Zaman Gazetesi vicdandır”. Aydın Ayaydın ise MHP’nin kaset skandalıyla ilgili açıklamalarını eleştirmişti. Ayaydın, “Bu tür olayların içine Fethullah Gülen Hoca’nın karıştırılması yanlıştır. Gülen Hareketi’nin varlığı sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da bilinen bir gerçektir”. * * * CHP sadece yukarıda sözlerini aktardığımız kişilerin partisi değil. CHP’li CHP’liler de var. Ancak anlaşılan onların sesleri kesilmeye çalışılıyor. Örneğin resmi dil tartışmasının ikinci bir resmi dil yaratma ve yargılamada da bu dili hakim kılma çabasının ürünü olduğunu söyleyen ve yasanın üniter devletin parçalanması sonucunu doğuracağına dikkat çeken Adalet Komisyonu’nun CHP’li üyeleri Dilek Akagün Yılmaz ve Ömer Süha Aldan “Anadilde savunma” ile ilgili tasarıya muhalefet şerhi koydular… Ancak Komisyon üyesi olmayan CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu ile Milletvekili Binnaz Toprak komisyona gelerek Dilek Akagün Yılmaz ve Ömer Süha Aldan’ın yaptığı konuşmanın tam karşıtı olan bir görüşü savundular. Sezgin Tanrıkulu anadilde savunmanın, savunma hakkı çerçevesinde değerlendirilmesini istedi. Kişinin Türkçe bilip bilmemesinin önemli olmadığını, Türkçe bilmemesinin başka dide savunma yapmasına engel olmaması gerektiğini söyledi. Binnaz Toprak da Yılmaz ve Aldan’ın komisyonda savunduğu görüşlerin tam tersi şeyler söyledi. *** CHP’nin ilkeleriyle bir türlü barışamayan ve bu keyfi davranışları tutarlılıkla sergileyenler CHP’nin yöneticisi, milletvekili olabilirler mi?... Bu davranışları gösterenlere ve “CHP bana müdahale edemez” diyenlere; “kişisel yapılmış bir söylemdir. CHP’yi bağlamaz” gibi sözler söylenmeye devam mı edecek? Yoksa CHP o söylemlerin partisine dönüştürülüp CHP’nin ideolojisi CHP’den mi atılacak? Disiplin kuralları CHP’yi dönüştürmek isteyenler için mi CHP’yi savunanlar için mi işletilecek? Parti ilkelerini hiçe sayıp partinin yapısı değiştirmeye kalkışanlar ve bu cesareti “CHP bana müdahale edemez“ sözleriyle dışavuranlar daha da mı cesaretlendirilecek? Şimdi sormak istiyorum. Onlara bu cesareti veren Genel Başkan mı?... Anlamayanlar için bir kez daha tekrarlıyoruz. CHP PM Üyesi, MYK Üyesi, Genel Başkan Yardımcısı, milletvekili ve en önemlisi de CHP Genel Başkanı.... Bu gibi makamlarda bulunanlar Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bir partide görev yapıyorlarsa, cumhuriyet bilinciyle onun ilke ve devrimleri ışığında Türk milletinin geleceği için görev yapmalıdırlar. CHP’nin yönetim kadrosu 1 Mart teskeresini reddeden Genel Başkan Deniz Baykal ve o dönemde görev yapan milletvekilleri gibi emperyalizme karşı bilinç sahibi olmalıdır. CHP’nin yönetim kadrosu Milletvekili Hüseyin Aygün’ün, “Seyit Rıza’ya iade-i itibar” teklifini ve taşıdığı zihniyeti parti grubunda reddeden yürekli gerçek CHP’liler gibi tarih bilincine sahip olmalıdır. CHP’de yöneten kadro “anadilde savunma” ile ilgili tasarıya muhalefet şerhi koyan Dilek Akgün Yılmaz ve Ömer Süha Aldan gibi Türkiye üzerinde oynanan oyunların farkında olmalıdır. CHP’de yöneten kadro yurdun dört bir yanında CHP ideolojisine sahip çıkan gerçek CHP’liler gibi halkçı olmalıdır, vatansever olmalıdır. (Haber Ekspres Gazetesi- 21.01.2013)

14 Ocak 2013

AFRİKA’DAKİ HEYKEL - ZAFER YAPICI

Başbakan Erdoğan, Afrika ziyareti kapsamında geçtiğimiz günlerde Senegal’deydi. Başbakan ziyaret sırasında Senegal’in başkenti Dakar’ın yakınlarında olan Goree adasına da gitti. Ada çok küçük. Ancak Afrika tarihi açısından değerlendirildiğinde büyük öneme sahip… Adanın önemi Batılı ülkelerin Afrika’da gerçekleştirdiği köle ticaretinin merkezinin burası olmasından kaynaklanıyor. Ada Afrika'nın içlerine kadar uzanan yolların ve nehirlerin kesişim noktasında yer alıyor. Bu nedenle de Afrika içlerinden toplanan kölelerin Batılı gemilere aktarıldığı liman olma özelliği taşıyordu. Batılı devletler için bir utanç müzesi bu ada. Bu nedenle bir ibret merkezi olarak ziyaretçilere açılıyor… Adanın sembolü 2006 yılında yapılan “Kölelik Anısına Anıt”… Başbakan Goree ziyaretinde bu anıtı da gördü. Giyotine gönderilen bir kölenin eşiyle vedalaşmasını sembolleştiren bu anıtı fazla “açık” bulmuş olacak ki gelenekselleşmiş tepkisini verdi. - Bu heykeli aslında Fransa’ya geri göndermek lazım… Erdoğan’ın gönderilmesini istediği heykelin bulunduğu Köleler Evi müzesi, UNESCO Dünya Mirasları listesinde yer alıyor... Heykel gerek Senegal’de mili kimliğin gerekse ortak bir Kara Afrika kimliğinin emperyalizm karşıtı bir biçimde oluşturulmasında büyük bir görsel malzeme niteliğinde. Afrika’nın tarihini sembolleştirirken, Senegal’in ve tüm Kara Afrika’nın bağımsız geleceğine ışık tutuyor… Başbakan işte bu heykelin taşınmasını istiyor… * * * Erdoğan, 8 Ocak 2011'de Kars'ta 'İnsanlık Anıtı' heykeli için de “ucube” demişti. Ardından heykel yıkılmıştı. Senegalliler Erdoğan’ı dinler mi? Goree’deki “Kölelik Anısına Anıt” Fransa’ya gidecek mi, ya da yıkılacak mı? Bilmiyoruz. Ancak AKP hükümetinin Afrika açılımının sanat boyutu dahil tüm boyutlarının içeriği netleşmiş oldu. Yeni bir şey olmadığını görüyoruz. (Haber Ekspres. Gazetesi- 14.01.2013)

09 Ocak 2013

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ - ZAFER YAPICI

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de basın özgürlüğünün geldiği nokta ile ilgili iki önemli uluslararası doküman yayınlandı. Birinci dokümanı yayınlayan kuruluş Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü. Örgüt 1980 yılında Fransa’da kurulan bir hükümet dışı kuruluş. Sözünü ettiğimiz doküman ise örgütün 2012 Yılı Küresel Basın Özgürlüğü Raporu. Rapora göre 2012 yılında Türkiye hapisteki 42 gazeteci ve 4 çalışanıyla dünyanın en büyük gazeteci cezaevi… Rapora göre halen dünyada tutuklu 193 gazeteci varken bu gazetecilerin 42’sinin Türkiye’de olması ülkemizde basın özgürlüğü ile ilgili karanlık bir tablo ortaya koyuyor. İkinci doküman ise Uluslararası Basın Enstitüsü tarafından yayınlandı. Bu örgüt, dünyada basın özgürlüğü için mücadele eden en eski küresel örgüt olma sıfatını taşıyor. Uluslararası Basın Enstitüsü’nün değerlendirmesinde Türkiye’de 70 gazetecinin hapiste olduğu belirtiliyor. 2012’nin başında bu rakamın 100 olduğuna dikkat çekiliyor. Uzun tutukluluk sürelerine vurgu yapılıyor. * * * Değerli okurlarım, bir rejimi demokrasi olarak tanımlayabilmemiz için o rejimin asgari bazı standartlara sahip olması gerekir. Demokrasi kuramı üzerine yazan akademisyenler, bu asgari standartlar konusunda aşağı yukarı hemfikir olmuşlardır. Özgür genel seçimlerin olmadığı bir rejim demokrasi olarak kabul edilemez. Ancak sadece özgür genel seçimlerin varlığı, bir rejimi demokrasi olarak nitelemek için yetmez. Siyasal iktidarın karar ve uygulamalarını denetleyebilen bağımsız yargının varlığı demokrasinin olmazsa olmaz ikinci koşuludur. Farklı toplumsal çıkarları yansıtan siyasal partilerin bulunmadığı siyasal sistemler demokrasi sıfatını taşıyamazlar. Özgür seçimler, bağımsız yargı ve birçok siyasal parti var olsa da siyasal katılımı kolaylaştıran dernek ve sendikaların özgür olmadığı bir sistemde demokrasi güdük kalır. Ve bunlar kadar önemlisi özgür kitle iletişim araçlarının varlığıdır. Düşünce özgürlüğü, bu özgürlüğü aktaran araçların yokluğunda soyut bir hak olarak kalır. Bu hakkı görünür kılan ise kitle iletişim özgürlüğüdür. Burada bir noktanın üzerinde durmakta fayda var. Farklı kitle iletişim araçlarının varlığı demokrasi için gereklidir ancak yeterli değildir. Bir ülkede yüzlerce dergi, gazete çıkabilir. Onlarca televizyon kanalı bulunabilir. Ancak tüm bunlar iktidar güdümünde olabilir. Kimi iktidara koşulsuz destek veriyormuş gibi görünür, kimi ise muhalefet yapıyormuş gibi. Muhalefet yapıyormuş gibi görünenler toplumsal tepkiyi emerek veya iktidarın istediği biçimde yönlendirerek son tahlilde iktidarın çıkarına hizmet ediyor olabilirler. Ancak kitle iletişim araçlarının gerçek bir özgürlüğe sahip olduğu siyasal sistemler demokrasidirler… * * * Peki Türkiye bir demokrasi midir?... (Haber Ekspres Gazetesi- 07.01.2013)

02 Ocak 2013

ÜNİVERSİTE - ZAFER YAPICI

ODTÜ’de gerçekleşen öğrenci protestolarının ardından “kraldan çok kralcı” rektörlerin açıklamaları çok tartışıldı. Aslında bu açıklamaları pek fazla yadırgamamak gerek. O rektörlerin atanma sürecini bilen herkes bunun fazla yadırganmaması gerektiğini bilir. * * * Bir kişi nasıl rektör olur? Önce üniversitede göstermelik bir seçim yapılır. Bu seçimlerde sadece öğretim üyeleri yani Yardımcı Doçent, Doçent ve Profesörler oy kullanır. Üniversitenin esas yükünü çeken araştırma görevlilerinin ve üniversitenin hizmet alıcıları olan öğrencilerin bir söz hakkı bulunmaz. En yüksek oyu alan altı aday belirlenir. Bu kişiler Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığına bildirilir. Birinci müdahale YÖK’te gerçekleşir. Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı kendisine bildirilen adaylardan üçünü yeniden sıralayarak Cumhurbaşkanına sunar. Canının istediği gibi… Öyle ki seçimde en çok oy alan adaylar kendilerini bir anda liste dışı bulabilirler. Cumhurbaşkanı bu üç adaydan istediği birini rektör olarak atar. Yani uygulamada Cumhurbaşkanının iradesini sadece Cumhurbaşkanı tarafından öznel bir biçimde atanan YÖK Başkanı sınırlar. Körler sağırlar birbirini ağırlar. Bu nedenle bazı adaylar, projelerden bahsetme gereği bile hissetmeden ‘yahu zaten cumhurbaşkanı benim arkamda’ diyerek seçime “hazırlanırlar”… Böylelikle daha adayken, seçim sonrası ile ilgili gözdağı verme imkanına kavuşurlar. Görüldüğü gibi rektörlük aslında seçimle değil atama ile yapılmaktadır. Siyasal iktidar üniversiteleri dilediği gibi kontrol etmektedir. * * * Hatırlarsınız 2011 yılında Giresun Üniversitesi rektörlük seçimleri bu atama sisteminin “ileri demokratik” boyutunu büyük bir açıklıkla ortaya koymuştu. 31 oyla birinci ve 29 oyla ikinci olan adayları eleyen YÖK, sadece 1 oy olan kişiyi rektörlüğe aday göstermişti. Yani teorik olarak sadece kendine oy veren bir kişi (ya da öylesine aday olmuş, kendini oy vermeye bile layık bulmamış, başka birinin yanlışlıkla attığı oy ile 1 oy sayısına ulaşmış bir kişi) YÖK’ü ve Cumhurbaşkanını arkasına aldığında rektör olabiliyor. Bu sistemde kişisel çıkarı bağlamında rasyonel karar verme eğilimi olan her rektörün siyasal iktidara sadakatini ifade etme ihtiyacı içinde olması gayet doğaldır. Aynı durum, siyasal iktidarın baskısını üzerinde hisseden tüm üniversite personeli ve öğrencileri için de geçerlidir. Sonuçta üniversite kadrolaşmalarla dönüştürülen, baskılarla susturulan, iktidarı bilimsel açıdan meşrulaştırma işleviyle yetinen edilgen bir kuruma dönüşür. * * * Ancak edilgenlikten rahatsız olan, suskunluğa tepki veren, halkının çıkarları doğrultusunda rasyonel karar verme eğilimi olan “üniversiteliler” de vardır. Bu üniversiteliler, bir daha atanmayacağını bile bile doğruyu savunmakta direnen rektörler, akademik geleceğinin önünde konacak engellerin farkında olan profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, öğretim görevlileri, uzmanlar, araştırma görevlileri, yerlerinden edilecek idari üniversite personeli ve ablukaya alınacak üniversite gençliğinden oluşur. Rahatsın olunanlar bunlardır. Üniversite adı verilen tabelanın altında gerçek üniversiteyi ise bu insanlar yaratır. Üniversiteden bu insanları çıkarın, kalan şey binalardır, sıralardır, kalaslardır! Üniversitenin kalaslardan ibaret olmaması yolunda ODTÜ’nün; üniversitelilerin direnişi bir özgürlük mücadelesinin; bir bilim mücadelesinin işaret fişeğidir… (Haber Ekspres Gazetesi- 31.12.2012)