29 Aralık 2014

SES BAYRAĞINIZA SAHİP ÇIKMAK SİZİN GÖREVİNİZ...- ZAFER YAPICI

Tarih 24 Nisan 2012... Türkiye Yazarlar Birliği, Türk Dil ve Edebiyat Derneği ve Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “Anayasa'nın Dili” sempozyumunda Başbakan R.T. Erdoğan bakın ne demişti: “...Türkçe ile felsefe, bilim yapılmaz, bilim dili kurulmaz deniyor. Bunların tamamı ırkçılık kokan açıklamalardır. Irkçılık ihtiva eden bir düşünüş biçimidir. Dünyadaki tüm diller gibi Türkçe de zengin kelime hazinesiyle, bu dili açıklama yapan herkese sonsuz, sınırsız, engin bir muhayyile sunabilecek güce sahiptir..." Tarih 24 Aralık 2014... 49. TUBİTAK Bilim ve Teşvik Ödülleri törenine katılan Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan bakınız bu kez ne diyor: “En büyük sıkıntılardan birini de maalesef dilde yaşadık. Bizim son derece zengin; bilim yapmaya, üretmeye son derece müsait bir dilimiz varken, bir gece yattık sabah kalktık baktık ki o dil yok. İşte şimdi yabancı dillerle, kelimelerle bilim öğrenen ve öğreten bir ülke derecesine getirildik. Binlerce kelime ve kavram unutturuldu. Sözlüklerden çıkarıldı. Kelime ve kavram üretmeye son derece elverişli olan dil yapısı adeta törpülendi. Şu anda Türkçe'nin olağan kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca ya da İngilizce, Almanca, Fransızca kelime ve kavramlara başvuracaksınız. Bu sorunlar devlet eliyle değil bilim insanları eliyle aşılacak sorunlardır". Değerli okurlarım, 24 Nisan 2012 tarihinde R.T. Erdoğan başbakan iken “Türkçe ile felsefe, bilim yapılmaz, bilim dili kurulmaz” diyenleri ırkçılık yapmakla eleştirip, Türkçe'nin zengin bir kelime hazinesine sahip olduğunu dile getirmiştir. 24 Aralık 2014 tarihinde ise R.T. Erdoğan Cumhurbaşkanı iken, kendi söylediğini kendisi yalanlamıştır. Kendi kendini ırkçılıkla itham etmiştir. * * * Aradan sadece 2 yıl 8 ay geçti… Bu ne yaman çelişkidir? Bu çelişkinin kaynağı sakın Eğitim-Bir-Sen ile Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun, “Latin harfler kaldırılsın” teklifi olmasın?... Gündoğdu, “Osmanlı bizim ecdadımız. Osmanlı bizim dedelerimiz. Biz dedelerimizle gurur duyuyoruz. Harf inkılabı ile koparılmış olan köprünün yeniden kurulmasını istiyoruz” sözleri ile iktidarın Osmanlı değirmenine Osmanlıca'yı taşımıştı... * * * Bu tartışmada bakıyorum başbakandan ses yok. Bakanlar... Sadece bakıyorlar. AKP vekilleri seçim telaşına erken girmişler. YCHP ve MHP desen... *** Rıfat Ilgaz ne güzel söylemişti oysa: "Bak, devrim ne güzel! /Barış ne güzel!/ Dayanışma, özgürlük,/ Hele bağımsızlık.../ En güzeli sevgi./ Sev Türkçeni çocuğum./ Dilini sevenleri sev... *** Peki ya Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk? “…Arkadaşlar bizim ahenktar zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz…” Mustafa Kemal Atatürk (9 Ağustos 1928). * * * Sessizlik var. Kimseden ses yoksa, ses bayrağımıza; Türkçemize sahip çıkmak sizin görevinizdir. Ses olsaydı da sizin; bu toprağın insanlarının görevi olacaktı. Yanılıyor muyum? (HABER EKSPRES GAZETESİ-29 12-2014) ZAFER YAPICI

22 Aralık 2014

BU MUYDU GAZETECİLİK?- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, "paralel yapı"ya yönelik olarak yapılan operasyonlar son bir haftada yeni bir boyut kazandı. Operasyonların medya ayağı, demokrasi bağlamında yeni bir tartışma başlattı. Tartışma temelde üç taraflı. AKP'nin yönetim çevreleri, operasyonu, terör eylemlerinde de bulunan, devletin içine sızmış bir yapı ile mücadele çerçevesinde tanımlıyorlar. "Üst akıl" kavramına da sıklıkla yer vererek, mücadele ettiklerini iddia ettikleri yapının ulus ötesi bağlantılarının varlığını ifade ediyorlar. Tartışmanın ikinci tarafı bizzat "paralel yapı" olarak tanımlanan grubun kendisi. Yabancı dilde hazırlanmış dövizlerin ağırlıkta olduğu bir propaganda ile soruşturmayı "özgür basına" karşı baskıcı devlet müdahalesi biçiminde sunmaya çalışıyorlar. YCHP ve MHP'de yönetim çevrelerinden bu yaklaşımı destekleyen açıklamalar, YCHP ve MHP yönetimlerini bu tarafa yaklaştırıyor. Tartışmada bir de üçüncü taraf var. Hem birinci, hem de ikinci tarafların samimiyetini sorgulayanlar. Bu görüştekiler, geçmişte AKP yönetiminin bir hukuk katliamının yaratıcısı olan cemaatle aynı çizgide yer aldığını, aynı hedeflere birlikte yürüdüğünü ifade ediyorlar. AKP yönetiminin Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde yaşanan tüm hukuk dışılıklardaki sorumluluğunun en azından vicdanlarda bir zaman aşımına uğramayacağını ifade ediyorlar. Eşzamanlı olarak da bugün kendini otoriterlik mağduru biçiminde sunan kitleden bir özgürlük savaşçısı çıkamayacağını tarihsel verilerle örneklendiriyorlar. İki gücü de yönetmiş olan "üst akıla" karşı direniyorlar. Türkiye, bu süreçte büyük bir demokrasi imtihanından geçiyor. İdeolojik mücadele içinde olduğunuz kişilerin haksız soruşturmalar geçirmesi karşısında onların da haklarını savunmak elbette erdemliliktir. Kimsenin düşüncelerinden ötürü susturulmamasının mücadelesini vermek demokratik olmanın olmazsa olmazıdır. Görüşleriyle uzaktan yakından alakalı olmasak da bir grubun otoriter yönetim karşısında ezilmesi karşısında ezilenden yana olmamak düşünülemez. O halde demokrat olmak AKP-paralel savaşında paraleli desteklemeyi gerektirir mi? Bu grubun kumpaslarıyla otoriterliğin hizmetinde bir yapı olduğuna yakın geçmişte bin bir örnekle şahit olmasaydık, hiç tartışmasız hemen soruya "gerektirirdi" cevabını verebilirdik. Oysa, bugün basın özgürlüğü vurgusunu yapanlar, basının örgütlü bir komplo ile susturulması sürecinin esas aktörleriydiler. Ne çabuk unuttuk? Türkiye'nin onurlu gazetecileri tek tek içeriye alınırken, Dumanlı, Zaman Gazetesi'nde bakınız neler yazıyordu? "O cuntaların iş dünyasında, siyaset aleminde, üniversite camiasında şakşakçıları ve yoldaşları vardı. En büyük desteği medyadan aldıklarında şüphe yok. Hatta şu ana kadar Türkiye'nin başına gelen darbelerin tamamına bakarak şu hükme rahatlıkla varabiliriz: Darbeye stratejik destek veren bir medya olmasaydı bu ülkede asla darbe yapılamazdı." O günkü Zaman Gazetesi'nin başlığı "Bu mu Gazetecilik?" idi... Türk demokrasi tarihinin en kara lekelerinden birini oluşturan manşetle hukuk katliamını meşrulaştırmaya çalışmak mıydı gazetecilik? Bu manşeti atarak yargısız infaz yapanlar gerçekten gazeteci olabilirler miydi?(HABER EKSPRES GAZETESİ-22.12.2014) Zafer YAPICI

17 Aralık 2014

12-18 ARALIK “YERLİ MALLAR HAFTASI” - ZAFER YAPICI

Yıl 1929… Genç Cumhuriyet, bütün dünyada yaşanan ekonomik bunalımın etkilerinden uzak kalamadı. İhracatın düşmesi, Türk lirasının yabancı paralar karşısında değer kaybetmesi ve Osmanlı borçlarına ek olarak devletleştirilen demiryollarının ödemeleri döviz sıkıntısını da beraberinde getirdi. Bu durum hükümeti yeni arayışlara itti. Öncelikle 4 Nisan 1929 tarihinde yabancı mallar yerine Türk mallarının kullanılmasını teşvik etmek için “ Yerli Mallar Haftası” ilan edildi. Bu bağlamda örneğin İstanbul’da üniversiteli öğrenciler “Yerli Malı Kullanma ve Koruma” mitingi düzenledi. 11 Ağustos 1929 tarihinde İstanbul Milli Sanayi Birliği’nin düzenlediği “Türk Yerli Malları Sergisi” Galatasaray Lisesi’nde açıldı. 1 Ekim 1929’da hükümet, ithalatı azaltmak üzere lüks tüketim maddelerinin gümrük tarifelerini yükseltti. * * * 24 Ekim 1929’da dünya ekonomisinde yaşanan durgunluk New York borsasında hisse senetlerinin hızla düşmesine yol açmış, panik havası diğer ülkelere de sıçramıştı. 24 Kasım 1929’da 1 sterlin 1046 kuruşa yükselmişti. Bu gelişmeler üzerine 4 Aralık 1929 günü Bakanlar Kurulu, Türk parasının değerini yükseltmek ve yerli mallarının kullanılmasını teşvik etmek için alınacak önlemlere ilişkin bir kararname yayımladı. 17 Aralık 1929 günü Bakanlar Kurulu, İş Bankası’nın kuruluş günü olan 25 Aralık tarihini “Tasarruf Günü” ilan etti. 18 Aralık 1929 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleriyle “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti” kuruldu. Gazeteler toplumu tutumlu olmaya ve yerli malı kullanmaya teşvik eden kampanyalar başlattı. * * * “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin” amaçları, Hakimiyet-i Milliye’de şu şekilde yayınlanmıştır: a- Halkı israfla mücadeleye, hesaplı, tutumlu yapmaya ve tasarrufa alıştırmak, b- Yerli mallarımızı tanıtmak, sevdirmek, kullandırmak, c- Yerli mallarımızın miktarını yükseltmeye, metanet (dayanıklılık) ve zerafet itibariyle hariçteki mümasil (benzeri) mallar derecesine getirmeye ve fiyatlarını ucuzlatmaya çalışmak, d- Yerli malların sürümünü artırmak. Cemiyet, bu amaçlara ulaşabilmek için üyeler bulacak, konferanslar verecek, yerli malların üretim ve tüketimini teşvik edecek, sergiler ve büyük satış mağazalarının açılması için talep yaratacaktır. Milli İktisat Cemiyeti’nin tasarruf anonsu da şu şekilde belirlendi: “Vatandaş! Bugünü değil yarını düşün. Onun için ayağını yorganına göre uzat! Hesaplı yaşa! Az da olsa para biriktir!” Bu bildiri o dönemde, caddelerde ve kalabalık yerlerde afiş olarak da sergilenmiştir. * * * Ve yıl 2014… Bugün yurdumda satılan tüm malların içinde yerli malını bulmak, mercekle aramayı gerektiren aşamaya gelmişse… Ve her geçen gün üretim gücümüzün her alanda azaldığı, iş yerlerinin birer birer kapandığı, işsizler ordusunun ve yoksulların çığ gibi büyüdüğü ve cumhuriyetin tüm kazanımlarının ortadan kaldırıldığı net bir biçimde görülüyorsa… Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Bakanlar, milletvekilleri, üniversiteler, medya, demokratik kitle örgütleri… Gerçekten görevlerini yapıyor, yerli malına önem veriyor diyebilir miyiz? * * * İşte 1929 yılında görülen cumhuriyet bilincinin sonuçları… İşte 2014 yılında yitirilen cumhuriyet bilincinin sonuçları…. Bugün daha bilinçli olmamız gerekirken 85 yıl öncesinin bakış açısını ve bilinç düzeyini bile yakalayamıyoruz!.. Sahi biz nereye gidiyoruz?... * * * “…Bundan sonra önder olarak benim de yerli malı kullanmam gerek. Gardroptaki elbiselerimi getirin. Köşkün önünde yakın…" “ Türkler Türk malı alınız. Türk malı kullanınız. Türk parası Türk toprağında kalsın” Mustafa Kemal Atatürk (HABER EKSPRES GAZETESİ- 17.12.2014) * * * ZAFER YAPICI

15 Aralık 2014

LAİKLİK VE OSMANLICILIK - ZAFER YAPICI

Laiklik; din ve devlet işlerinin ayrılması, dinin bir vicdan işi olduğunun kabul edilmesi, devletin ve toplumun dini kurallara göre yapılandırılmaması, yönlendirilmemesi, yönetilmemesi demektir. Devletin din kurallarına göre değil, toplumun ihtiyaçlarına, akla, bilime ve hayatın gerçeklerine göre yönetilmesidir. Asırlardır dinin “akılcı, bilimci ve toplumcu” özelliğini yozlaştırmaya çalışan yobazlar bugün de çıkar peşinde koşarak aynı şeyi yapmaktalar. Atatürk bu tarihsel süreci zamanında çok iyi görmüştü. Önlemlerini de ona göre almıştı. TBMM’yi kurdu. 1921 Anayasası ile egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesini sağladı. Saltanatın kaldırılmasını, cumhuriyetin ilan edilmesini, halifeliği kaldırılarak dinin devlet üzerindeki etkisinin kırılmasını, anayasadaki “devletin dini İSLAMDIR” maddesinin kaldırılmasını gerçekleştirdi. Şeriye ve Evkaf Vekaleti'ni kaldırdı. Şeriye Mahkemeleri'ni kapattı. Ankara Hukuk Mektebi'ni açtı. Çağdaş normlarla bezenmiş Medeni Kanun'un, Ceza Kanunu'nun, Borçlar Kanunu'nun ve İdare Hukuku'nun kabul edilmesini sağladı. Kadınlara siyasal hakların tanınmasını, Atatürk ilkelerinin anayasaya eklenmesini gerçekleştirdi. 1924 yılında medreseler kapatıldı, öğretimin birleştirilmesi sağlandı. 1925 yılında Şapka ve Kıyafet Devrimi yapıldı. Tekke, Zaviye ve Türbeler kapatıldı. 1926 yılında Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun çıkarıldı. 1928 yılında Millet Mektepleri açıldı, laiklik ilkesi kabul edildi. Harf Devrimi yapıldı. Güzel sanatlar alanında reformlar yapıldı. 1931-1932 yıllarında Türk Tarih ve Dil Kurumu kuruldu. 1932 yılında Dil Devrimi yapıldı. 1933 yılında üniversite reformu çıkarıldı. 1934 yılında Lakap ve Unvanlar kaldırıldı. 1934 yılında Soyadı Kanunu çıkarıldı. Takvim, saat ve ölçülerde değişiklik yapıldı. Kültür, hukuk ve eğitim laikleştirildi. Devlet laikleştirildi. Anayasa laikleştirildi. *** Yıllarca laikliği içine sindiremeyen ve onu bir engel gibi gören AKP hükümeti ve zihniyeti 12 yıl boyunca sayısal gücüne dayanarak devletin, hukukun, eğitimin, kültürün ve anayasanın laik yapısını değiştirmeye, işlevsizleştirmeye ve dinsel içerik kazandırmaya var güçleri ile çalışıyor. Değerli okurlarım, son zamanlarda eğitimi dinselleştirmek için "şura" adı altında oynanan oyunların farkındasınız. Eğitimin laik, milli, çağdaş, bilimsel, uygulamalı ve karma yapısını ortadan kaldırmak en büyük arzularıdır. Çakma eğitim şuraları ile, Atatürk’ün çağdaş cumhuriyeti kurmak için yaptığı tüm devrimlerin içi boşaltılıyor. Cumhuriyet içinde Osmanlı inşa ediliyor... *** “Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz. En gerçek ve doğru tarikat uygarlık tarikatıdır”, “Ben, manevi miras olarak hiçbir donmuş ve kalıplaşmış düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım; ilim ve akıldır.” Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği bu altın değerindeki sözler bugün de önemini korumuyor mu?... Osmanlıca ve Osmanlıcılık tartışmasına bir de buradan bakmak gerekmez mi?(haber ekspres gazetesi-15.12.2014) ZAFER YAPICI

08 Aralık 2014

ATTİLA İLHAN ÇOK ŞEY ANLATIYOR - ZAFER YAPICI

Üstad Attila İlhan’ın tanımayanınız yoktur. O, usta bir edebiyatçıdır. Güçlü bir şairdir. Müthiş bir hatiptir. Ancak sadece bunlar değildir. Attila İlhan, bu toprakların yetiştirdiği en büyük değerlerden biridir benim gözümde. Onu esas büyük yapan ne şairliğidir, ne edebiyatçılığıdır ne hatipliğidir. Yazdığı ve söylediği her şeye anlam katan vatan sevgisidir. Toplumcu-gerçekçi çizgiyle sanatına kattığı anlamdır. Onun söyleşilerinden birinde izlemiştim. Kadirşinaslıktan bahsediyordu. Ve birkaç isim üzerinde durarak Atatürk Türkiyesi’nin milliyetçilik düşüncesini çözümlemişti. Ben bugünkü yazımda sadece iki örnek üzerinden yola çıkacağım. Bu iki örnek üzerinden hem Türkiye’yi kuran insanların mantıklarını hem de Attila İlhan’ın millet fikrinin içeriğini çözümleyeceğim. Rıfat Börekçi Hocaefendi’ydi Attila İlhan’ın aktardığı ilk kahramandı. Rıfat Börekçi Ankara müftüsü idi. Milli mücadele yıllarında Ankara Hükümeti büyük bir maddi imkansızlık içindeyken Hocaefendi Ankaralıları milli mücadele yolunda seferber eden kişilerin başında yer almıştı. Cumhuriyet yolunda yaptığı hizmetler saymakla bitmezdi. Sonra Yozgatlı bir Anadolu Rumu’ydu Attila İlhan’ın saydığı kahraman. Pontus Rum Devleti kurulması yolundaki çaba ve kışkırtmalara karşı çıkan, işgal destekçisi Fener Patrikhanesi’ni tanımadığını ilan eden bir kahramandan söz etmişti İlhan. Adı Papa Eftim’di. Papa Eftim, Fener’in entrikalarına karşı bağımsız Türk Patrikhanesi’ni kuran kişiydi. Milli mücadeleye adanmış bir ömürdü Papa Eftim’inki. Eftim İstiklal Madalyası sahibiydi. Muharip gaziydi. Mustafa Kemal Türkiyesi’nde Türk milleti tasavvurunun bir etnik, dinsel ve mezhepsel bir kimlik olmadığını, bir ideal birlikteliği anlamına geldiği konusunda Papa Eftim’in görüşleri oldukça önemli kanıtlar taşır. Şöyle diyor bir konuşmasında Papa Eftim: “Bazı gazeteciler beni Türk dostu Eftim olarak tanıtmak istediler. Kendilerine bunun yanlışlığını birçok defa izaha çalıştım. Bir yabancı Türk dostu olabilir ama benim gibi halis bir Türkün yabancı bir Türk dostu gibi gösterilmek istenmesinden incinmemek elde değildir. Ben Türk dostu Eftim değil, Türk oğlu Türk Eftimim. Biz Hıristiyan Türkler de bütün Türklerle beraber milletimizle istiklalimize kavuştuk ve şimdi övünüyoruz. Ne mutlu Türküm diyene!” Attila İlhan kimdi? Attila İlhan Rıfat Börekçiydi. Papa Eftim’di. Attila İlhan, Cebbar Oğlu Mehemmed’di. Mustafa Kemal’di. Gençleri, Atatürk’ü anlamaya, Atatürk Türkiyesi’ni araştırmaya, bugün Attila İlhan okumaya çağırıyorum. Açık davetimdir. (HABER EKSPRES GAZETESİ- 08.12.2014) Zafer YAPICI

01 Aralık 2014

BİZANS’IN PATRONU - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Osmanlı İmparatorluğu ile Bizans arasında yönetim bağlamında bir süreklilik olduğu tezi yeni değil. Bizans’ın yönetim metotlarının, onu yıkan devlet olan Osmanlı İmparatorluğu tarafından içselleştirildiği; Bizans’ın bir devlet olarak yok olduğu fakat sonrasında Osmanlı içinde yaşamaya devam ettiği tezine birçok kaynakta rastlayabilirsiniz. Bildiğim kadarıyla bu bağlantıyı ilk vurgulayan kişi ünlü Romen tarihçi ve devlet adamı Nicolae Iorga. Nicolae Iorga, “Bizans’tan Sonra Bizans” ya da “Müslüman Roma İmparatorluğu” vurgusuyla Bizans-Osmanlı sürekliliğini ifade etmiş. Bu tezi savunanlar genelde Bizans ile karşılaşmadan önce Osmanlı’nın mutlak bir gerilik içinde oldukları fikrinden besleniyorlar. Osmanlı Devleti ve uygarlığının basit bir Bizans uyarlaması olduğu ve özgün bir yanının bulunmadığı sonucuna erişen tarihçiler de var. Aynı tez siyasete de konu olmuş. Örneğin yıllar önce Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, “Bizler de Türkler de Bizans’ın çocuklarıyız” diyerek büyük bir tartışmayı alevlendirmişti. * * * Geçtiğimiz günlerde bu konuda ilginç bir açıklama TİKA Başkanı’ndan geldi. TİKA’nın açılımı Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı. Türk dünyasında yapılacak faaliyetleri ve dış politika önceliklerini uygulayıp, koordine etmekle görevli bir teşkilat TİKA. Başbakanlığa bağlı, tüzel kişiliğe haiz, vergilerinizle faaliyetlerini yürüten bir devlet kuruluşu… TİKA’nın Başkanı Serdar Çam’ın, Papa-Erdoğan görüşmesi ile ilgili twitter üzerinden yaptığı açıklama aynen şöyle: “Doğu Roma'nın Patronu, Batı Roma'nın patronunu ağırlıyor. Mazlumların Babası, Katoliklerin Babası Francis'i ağırlıyor.” Böylelikle Erdoğan’ın sıfatlarına bir yenisi daha ekleniyor. Erdoğan, Doğu Roma’nın patronluğuna layık görülüyor. * * * TİKA Başkanı’nın sözlerini okurken, onun Iorga’yı, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’yı, Fuat Köprülü’yü, İlber Ortaylı’yı okuyarak yahut bilerek böyle bir görüş ortaya atamayacağını düşündüm hemen. O “patron” yakıştırması, olsa olsa devleti bir şirket gibi yönetenlerin kullanabileceği bir yakıştırmaydı çünkü. Bu yakıştırmayı kullananlardan entelektüel bir açılım beklemek fazla saflık olurdu. Oysa sonra yakıştırmanın nedenini oluşturabilecek olguyu TİKA Başkanı’nın diğer bir yazısında gördüm. TİKA Başkanı, Ak Saray ile ilgili yazıyordu… “Abarta abarta eleştirilen binayı görmüş olduk. Az bile. Cumhurbaşkanlığı sarayı medeniyetimizin mesajını temsil etmesi adına önemli”… * * * Diplomasi kitaplarında Bizans nasıl anlatılır? İki kavramla… 1. Entrika merkezi. 2. Şaşaa. Bizans, başka devletlerden gelen elçileri şaşaalı saraylarında ağırlardı. Böylelikle sarayın ihtişamından etkilenen elçilerin Bizans’ı gerçekten güçlüymüş sanması hedeflenirdi. Bizans, diplomasisini şaşaa üzerine kurmuştu. Bizans aynı zamanda bir entrika merkezi idi. Savaş dışı yollarla, ajanlık gibi faaliyetlerle düşmanını dize getirmeye çalışırdı. Cüneyt Arkın filmlerinde karşımıza çok çıkan “Kahpe Bizans” repliklerinin arkasında aslında bir tarihsel gerçek vardı… * * * Netice itibarıyla ne mi diyorum? TİKA Başkanı haklı. Tayyip Erdoğan, Doğu Roma’nın (Bizans’ın) patronudur… Hayırlı olsun… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 01.12.2014) Zafer YAPICI

24 Kasım 2014

KILIÇDAROĞLU'NUN MİTİ - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, 21 Kasım 2014 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde Kemal Kılıçdaroğlu'nun çok ilginç bir röportajı yayınlandı. Röportajı ilginç kılan şey, Kılıçdaroğlu'nun devlet mekanizmasının işleyişi ile ilgili kritik bir iddiada bulunmasıydı. Gelin röportajda yer alan kilit cümleleri aynen aktaralım... "...MİT'in içindeki bir kanatla beraber CHP içinde operasyon yapmaya çalışıyorlar. Bu tuzağa da hiçbir CHP'linin düşmemesi lazım. Başta da kendini 'Ulusalcı' olarak tanımlayan arkadaşların düşmemesi lazım. O tezgah kuruluyor AKP'nin derin devleti tarafından..." "...CHP ile ilgili verilen talimatlardan biri şöyle: 'CHP Alevilerin ve Kürtlerin partisidir' algısını yerleştirmek için mücadele edecekler, bu çabayı gösterecekler. Önümüzdeki günlerde bu çok yoğun olarak gündeme getirilecek, AKP'nin derin devletinin izlediği politika bu..." * * * Haydi Kılıçdaroğlu'nun sözlerinin yapıçözümünü yapalım. Kılıçdaroğlu açıkça bir komplo teorisini seslendiriyor. Bu teoriye göre Ulusalcılar, hükümetin bir uzantısıymış gibi sunulan devletin istihbarat teşkilatı ile işbirliği halinde partiyi dinamitleme potansiyeline sahip tehlikeli mahlukatlar... Her türlü derin ve pis işin içinde bu Ulusalcılar var. Dersim de Dersim deyip Atatürk ile hesaplaşanlar hep Ulusalcılar. Mezhepçilik yapanlar hep onlar. ABD'nin her projesinin içinde yer alanlar. Türkiye'nin Avrupa Birliği'nin kölesi haline getirilmesine yol açanlar. Atatürk'ün millet düşüncesini yerle bir edenler. Devletçiliğe en fazla karşı çıkanlar. Devrimciliği yok edenler. Halkçılığın sözünü bile etmeyenler. Neoliberal ekonomiyi savunan adamları baştacı yapanlar. Milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği olarak yeniden yorumlayanlar. Cumhuriyetin İkinci Cumhuriyet'e dönüştürülmesine hiç ses çıkartmayanlar, meydanlara inmeyenler. Atatürk geçmişte kalmıştır, bugünün değerleri farklıdır diyerek onu dimağlardan silmeye çalışanlar. Altı ok çağdışıdır diyenler. Hep o kahrolası Ulusalcılar. Oysa Atatürk ilke ve devrimlerinden asla ayrılmayan, günümüzde bu ilkeler üzerine siyaset yapan kutsi bir yönetim var CHP'de. Kendini AKP ve HDP kalıntılarına teslim etmeyen, onlarla hesaplaşan bir yönetim var CHP'de. AKP'ye karşı Cumhuriyet değerlerini içselleştirmiş bir Cumhurbaşkanı adayı çıkaran bir CHP. Ah şu Ulusalcılar, bu zemzem suyu ile yıkanmış yönetimi, sanki ülkenin etnik ve mezhepsel hatlar boyunca bölünmesine destek veriyormuş gibi sunuyorlar. * * * İki soruyla yol alalım. Soru bir: Açılımın büyük mimarları kimlerdi? Oslo görüşmeleri kim tarafından gerçekleştirildi? Soru iki: (Y)CHP yönetimi söz konusu açılımın neresindeydi? YCHP'nin CHP'den farkı neydi? MİT'in başkanının mimarı olduğu açılımın muhalefetteki en büyük destekçilerinden biri (Y)CHP yönetimi olmamış mıydı? (Y)CHP'de dışlanan CHP ideolojisini sahiplenenler, yönetimlerini "açılıma" doğrudan ya da dolaylı desteklerinden dolayı eleştirmemişler miydi? O halde CHP'nin Aleviler ve Kürtlerin partisi olduğuna yönelik bir imaja sahip olmasında en büyük katkı şimdiki (Y)CHP yönetiminde değildi de kimdeydi? * * * Ortada bir sorun vardır. CHP, CHP olmaktan çıkmaktadır. CHP, CHP olmaktan çıkarılmaktadır. Ve CHP'yi CHP olmaktan çıkaranlar CHP'liler değildir. Bu durumda Kılıçdaroğlu, partisinin altı ilkesinden de biri olan Ulusalcılığı ötekileştirmek hedefiyle, Atatürkçü yazarlarını bir bir tasfiye etmesiyle ünlü bir gazete aracılığıyla yeni bir mit yaratmaya çalışırken, CHP'deki olası Mitlerin kimler olabileceği açığa çıkmıyor mu dersiniz?(HABER EKSPRES GAZETESİ-24.11.2014) Zafer YAPICI

17 Kasım 2014

ASGARİ ÜCRETLİNİN 2015 YILI ÇAY- SİMİT HESABI…ZAFER YAPICI

2015 yılının asgari ücret rakamları belli oldu… İlk 6 ayında asgari ücret brüt 1168 lira, net 922 lira, İkinci 6 ayında brüt 1203 lira, net 947 lira olacak. 2015 yılının ortalaması 922+947=1869/2=937 TL… Ekim 2014’te yoksulluk sınırı 3.926 TL. 3.926-937=2989TL. Yani, askeri ücretli yoksulluk sınırının çok gerisinde yaşamaya mahkum ediliyor. Ekim 2014’ün açlık sınırı 1.205 TL. 1.205-937=268 TL. Bu demek oluyor ki asgari ücret ortalaması açlık sınırının bile gerisinde… * * * Şimdi gelelim asgari ücretlinin çay-simit hesabına. Bugün en düşük fiyatla bir bardak çay 75 kuruş. Bir simit 75 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün sadece çay ve simitle karınlarını doyurmaya kalksa bakın ayda kaç lira ödemesi gerekecek… (0.75+0.75)=1.50x3= 4.5 TL. Bir kişinin 3 öğün (1 gün) çay-simit tutarı. (4.5x5) = 22.5 TL. Beş kişinin 3 öğün (1 gün) çay-simit tutarı. (22.5x30)= 675 TL. Beş kişinin bir aylık çay-simit hesabı… Değerli okurlarım, sadece bir simit ve bir bardak çayla dengesiz beslenen beş kişilik bir ailenin karınlarını doyurmaları için bile ayda 675 TL gerekiyor. Bu hesaba göre 937-675=262 TL geriye kalıyor. Geriye kalan bu 262 TL ile dengeli beslenme, eğitim, sağlık, giyinme, su, elektrik, barınma, hayal olan doğal gazla ısınma, sosyal vb. giderler nasıl karşılanacak?... Açlık sınırının 1.205, yoksulluk sınırının 3.926 TL olduğu bir yerde beş milyonu aşan asgari ücretlinin alacağı ücretin açlık sınırının bile altında olması vicdanları hiç mi rahatsız etmiyor?... Bir gece yarısında yangından mal kaçırırcasına kendi menfaatleri için maaşlarına zam yapmayı düşünenler, Ak saraylarda yaşayıp lüks uçaklarla ve şatafatlı yaşam tarzlarıyla devletin hazinesini sorumsuzca harcıyorlar da … Sıra halkın ihtiyaçlarına gelince yukarıdaki tabloyu görmezden gelip asgari ücreti açlık sınırının üstüne çıkarmayı bile düşünemiyorlar… Sonra da “milli iradeyi temsil ediyoruz” diyorlar… Ne dersiniz? Bu işte bir tuhaflık yok mu?... * * * Değerli okurlarım, Recep Tayip Erdoğan, 2002 Milletvekili Genel Seçimi sürecinde halkın alım gücünün nasıl zayıfladığını çay-simit örneği ile meydanlarda çok yalın bir biçimde anlatmış; çok alkış almış ve belki de bu sayede iktidara gelmişti... Bakın Erdoğan, Türkiye 2002 Seçimleri’ne giderken neler söylemiş: “…Bir bardak çay 20 kuruş, bir simit 20 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün çayla ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 180 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 184 lira. Bu insanlar kalan 4 lira ile diğer ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar? Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?” Şimdi eski Başbakan olan yeni Cumhurbaşkanı’na sormak istiyorum. Yıl 2014. Aradan on iki yıl geçti. Bir bardak çay en iyimser rakamlarla 75 kuruş, bir simit 75 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün çayla ve simitle karınlarını doyurmaları halinde ayda 675 TL ödemek zorunda. Asgari ücret 937 TL. Bu insanlar kalan 262 lira ile diğer ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar? * * * Evine ekmek dahi götüremeyen; sayıları 5 milyonu aşan işsiz, Her gün yatağa aç giren 400 bin yoksul, Ürününü ekemeyen, ekse de değerini alamayan köylü, çiftçi, Gelecek kaygısıyla yaşayan gençler ve onların gelecek kaygısını paylaşan anne ve babalar, Sokaklarda yaşayanlar kimsesizler, Evden dışarıya çıkıp üretmek isteyen; ama çıkamayan engelliler, Siftah yapmadan dükkanlarında bekleyen ve sonunda kepenklerini kapatmak zorunda kalan esnaflar, Her geçen gün çarklarının dişleri teker teker duran sanayiciler, Haklarını alamayıp sokağa dökülen, biber gazlarıyla, coplarla susturulmaya çalışılan işçiler, memurlar, öğretmenler, öğrenciler, emekliler, şehit aileleri, Bir lokma ekmek için kömür madenlerinde göçük altında kalan madenciler, Bir hiç uğruna geçim kaynakları olan altı bin zeytin ağacı katledilenler varken… Nasıl bu kadar rahat uyuyabiliyorsunuz? Sizler saraylara layık yaşamınızı sürdürürken… Sizin milli irade dediğiniz bu insanlara bu yaşam tarzını nasıl reva görebilirsiniz? Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?...(17 KASIM 2014 HABER EKSPRES GAZETESİ) ZAFER YAPICI

10 Kasım 2014

ÇINARI YIKMAK İÇİN BALTAYI KÖKÜNE VURDULAR - ZAFER YAPICI

Yaşadığımız çevresel nitelikteki tüm sıkıntıların ana nedenlerinden biri de ormanlarımızın katledilmesidir. Ormanlarımız, havanın tozlarını süzerek hava kirliliğini azaltır (doğal filtre görevi görür). Karbondioksiti alarak oksijen verir. Kara bitkilerinin havadan aldığı tek besin maddesidir karbondioksit. Bitki yapısının % 40’ını havanın içindeki karbondioksit oluşturur. Ağaç ve ormanlar oksijenimizin 2/3’sini üretir (yani oksijen fabrikasıdır). Çam ormanlarının oksijen üretimi yılda hektar başına 30 ton, yapraklı ormanların oksijen üretimi 16 ton, tarım bitkilerinin oksijen üretimi 3-10 tondur. Değerli okurlarım, havamızın, suyumuzun ve toprağımızı kirlenmesini istemiyorsak yeşile önem vermemiz ve ormanlarımızı korumamız, çoğaltmamız gerekir. Oysa ülkeyi yönetenler ne yapıyor?... Yol yapımı için ODTÜ yerleşkesinde on bin ağaç kesildi. Bin odalı Ak Saray için Atatürk Orman Çiftliği içinde üç bin ağaç yok edildi. Termik santral yapımı için Manisa’nın Soma ilçesinin Yırca köyünde altı bin ağaç katledildi. Sondajla altın madeni aramak için Kaz dağlarında, HES yapımı için Karadeniz’de, sözde turizm için deniz kenarlarında, özel villalar için "özel" yerlerde binlerce ağaç kesildi. Ağaç katliamları on iki yıldır iktidarda bulunan AKP zihniyetinin simgesi haline geldi… Doğayı seyrekleştirme ve ayrıştırma siyaseti toplumsal yaşama da sirayet etti. AKP iktidarında hem doğamız hem de toplumsal yaşamımız seyrekleştirildi. Ayrıştırıldı. Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamamızı engellediler. Hayallerimizi, özgürlümüzü, kardeşliğimizi, geleceğimizi, umudumuzu, emeğimizi, alın terimizi, ekmeğimizi, suyumuzu, havamızı, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Milletine bıraktığı AOÇ mirasımızı, Cumhuriyetimizin tüm yapıtlarını, emanetlerini çaldılar, sattılar… Bizi bizden; cumhuriyeti bizden çalmak istediler… Her sökülen üç koca çınarın yerine bir oda yaptılar. 1000 oda oluşturdular. Simgelerini kazıdılar sarayın adına… Yeşilin tüm tonlarını feda ettiler HES için Karadeniz'de… 6000 zeytin ağacına kıydılar Termik santral için Yılca Köyü'nde… Altın için ekolojik dengeyi, ekosistemi, yaban hayatını, bitki ve ağaç türlerinden oluşan eşsiz hazineyi ve o hazineden geçimini sağlayan köylüleri yok etmeye çalıştılar Kaz Dağlarında… ... *** Değerli okurlarım, Nazım, dizelerinde adeta bugünü anlatıyor! “Çınarı yıkmak için/ baltayı köküne vururlar./ Evi yıkmak için/ sokarlar kundağı temele./ Kartal uçmaz olur/ kanadı kırılınca./ Düşünebilir miyiz/ başımız vurulunca?/ Onlar köküdür memleketin, dallara yürüyen su/ bu kökte saklıdır. Onlar umudun temeli,/ onlar kanadı hürriyetin,/ halkın aklıdır./ Kaç kere kaç yerde baltalandı kök/ yürümez oldu su/ dallar kurudu./ Kırıldı kanat/ öldürdüler aklı;/ Ve sonra yolladılar insanları salhaneye./ Çünkü böyledir/ asrımızın gerçeklerinden biri” Memleketin düşünce köklerini baltalayanlarla, doğayı katledenler aynıdır. Aynı sığlıktadır. * * * Ne yapmalıyız? Ülkemizde ve kentimizde bu olumsuz durumları yaşamamak için havamızı, toprağımızı ve suyumuzu kirleten nedenleri ortadan kaldırma iradesini gösterirken, bir taraftan da ağaçlandırma ve ormanlaştırma çabalarımızı sürdürmeliyiz. Oksijen üreten fabrikalarımız olan ormanlarımızı yok ederek değil hızla çoğaltarak, geleceğimiz olan çocuklarımıza en büyük emaneti bırakmalıyız inadına. Zehirli varillerle, asbestli gemilerle, altından siyanürlerle, orman arazilerinin önce “vasıfsızlaştırılıp” sonra satılmasıyla, “lüks villalı” orman talanlarıyla, “insan-insan çelişkisi” üzerinden “insan-doğa çelişkisini” şuursuzca büyütenlere bir ders vermeliyiz. Toplumsal değişmenin yönünü “insanlığa” çevirmeliyiz. Yozlaşma ve talanların hesabını “insan” adına olduğu gibi, “doğa” adına da sandıkta bir bir sormalıyız. *** “Yeşil görmeyen gözler, renk zevkinden mahrumdur. Çevrenizi öyle ağaçlandırınız ki, kör bir insan bile yeşillikler arasında olduğunu fark etsin”. “Uygarlığın temelinde var olanların arasında ağaç, çiçek ve yeşillik bulunmaktadır. Bunlar olmadan uygarlığın korunması mümkün değildir. Yeşillikle her şey tamamlanır; gözle görünür bir rahatlama, elle tutulur bir gelişme içine girilir”. Mustafa Kemal Atatürk söylüyor bu sözleri... *** Her tarafı yemyeşil ormanlarla kaplı olan Türkiye Cumhuriyeti'nde birlik, beraberlik, umut ve güven içinde; bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamak ümidiyle…(HABER EKSPRES GAZETESİ-10.KASIM 2014) ZAFER YAPICI

03 Kasım 2014

KÖTÜ HABERLER - ZAFER YAPICI

Birbiri ardına gelen kötü haberler insanın yüreğini dağlayan cinsten. Ermenek faciasının hemen ardından bu kez Isparta’nın Yalvaç ilçesinde yaşandı katliam. Elma toplayan işçileri taşıyan midibüs devrildi Yalvaç’ta. Midibüs yirmi yedi kişilikti. Oysa araçta katliam sırasında sıkış tepiş kırk beş kişi vardı. Yine ihmal vardı. Yine daha çok kazanç uğruna iş güvenliği çalınan masumlar. Yine denetimsizlik. 1200 kilogramlık bu yük fazlalığı getirdi katliamı… Ağırlık freni patlattı. On sekiz can gitti. * * * Kötü haberler bitmez benim ülkemde. “Biji Serok Obama” (Yaşasın Başkan Obama) sloganlarıyla ağır silahlarla geçildi bu ülke topraklarından. Geçen hafta… * * * Bir kadın cinayeti daha yaşandı, alışkın olduğumuz üzere. 2009’da 105, 2010’da 165, 2011’de 121, 2012’de 135, 2013’te 214 kadın kurban verildi. Yetmedi. * * * Ak Saray’ın tanıtım filminde Yeni Osmanlıcılığın dibine vuruldu. İstiklal Marşı, Mehter Marşı bestesi ile söylendi. * * * Aslında İstiklal Marşı, Mehter Marşı bestesi ile söylenir olduğu için Ermenek Faciası yaşandı. Yalvaç katliamı… Onun için “Biji Serok Obama” sloganlarıyla ağır silahlarla geçilebildi bu ülke topraklarından. Yeni bir kadın cinayeti işlemeye, onun için yeltenebildiler… * * * Bir zihniyet değişimi yaşandığı için… * * * Oysa Cumhuriyet faziletti. Cumhuriyet hürriyet… Cumhuriyet bağımsızlık… Cumhuriyet hak, cumhuriyet adalet… * * * Belli ki İkinci Cumhuriyet bugün kendini gösteriyor. Emeğin sömürüldüğü, bölünmenin kurumsallaştırıldığı, kadının ikinci sınıf insan haline getirildiği ikinci Cumhuriyet. 29 Ekim’de hangi cumhuriyetin bayramını kutladık sorusu yanıtını bekliyor…(HABER EKSPRES GAZETESİ-02 KASIM 2014) Zafer YAPICI

27 Ekim 2014

AÇIK ÇAĞRIMDIR! - Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, geçen haftaki yazımızı Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili Rıza Türmen’in söylediği bir ifadenin ne kadar hatalı olduğundan söz ederek noktalamıştık. Bugün, Türmen’in bilimselliği bulunmayan, bir taassup göstergesi olarak yorumlanabilecek bu sözünün içinde barındırdığı büyük hatayı kanıtlayacağız. Türmen’in ne dediğini hatırlayalım önce… Cumhuriyetle ismi özdeşleşmiş bir siyasal partinin milletvekili Türmen’in sözlerini hatırlayalım... İlkelerinden biri milliyetçilik olan ve aynı zamanda sol bir siyasal hareket olan CHP’li milletvekili Türmen’in sözlerini… Diyor ki Sayın İzmir Milletvekili: “Ulusalcıdan sol, solcudan ulusalcı olmaz”. Niye olamayacağıyla ilgili en ufak bir görüşü yok! Hadi biz, niye olabileceğiyle ilgili görüşleri burada aktaralım. Türmen’in ezbere tezini çürütelim. * * * Değerli okurlarım, milliyetçilik olgusu ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında akademik araştırmalara konu oldu. 18. Yüzyıl Alman romantizminin sembol isimleri Herder ve Fichte’den etkilenen kimi yazarlar, milliyetçiliği devlet arayışıyla özdeşleştirdi. Siyasal milliyetçilik fikrini yarattı. 19. Yüzyıl boyunca milliyetçilik hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Ancak bu yazılanları kabaca iki kategoriye ayırmak mümkündü. Bir kısım yazarlar, örneğin Von Treitcke ve Michelet, kendi milletlerini övmek üzere yazdılar yazılarını. Bazıları da milliyetçiliğe karşıtlık üzerinden. Netice itibariyle, milletle, milliyetçilikle ilgili yazdılar. Ancak onu çözümleyemediler. Türmen’in bugünkü sözleri aynı sığlıkta. Sanki bir şeylerle hesaplaşmak üzere söylenmiş. Derinliği olmayan sözler… Oysa sonraları milliyetçilik adım adım, akademinin araştırma konusu haline geldi. Karl Deutch’dan itibaren tüm yazarların milliyetçiliklerin ortaya çıkışı, gelişimi ve sonuçları ile ilgili farklı tezleri vardı. Ancak hepsini okuyarak tek bir sonuca ulaşılabilirdi. Milliyetçiliğin yapısı, tek bir nedenle açıklanamayacak kadar karmaşıktı! Bu nedenle yeni ve esnek milliyetçilik tanımları geliştirildi. Benim benimsediğim milliyetçilik tanımı milliyetçi kimdir sorusuna şöyle cevap verir: “Milliyetçi, önce millet olarak bir grubu etiketleyen, sonra da onun çıkarını en iyi gerçekleştirme iddiasında bulunan ve strateji geliştirendir”. Bu tanımı açacak olursak, milliyetçilerin millet olarak tanımladıkları grupların nitelikleri o milliyetçiliklerin karakterleri konusunda bilgi verir diyebiliriz. Örneğin bir kişi, benim milletim sadece şu dili konuşanlardır derse, dil birliğine dayanan bir millet tasavvuru geliştirir. Onun millet tasavvuru dışlayıcı kalır. Lakin o dili konuşamayanlar, o millet içinde sayılmazlar. Bir kişi, şu kafatası ölçüsündekiler benim milletimdir de diyebilir. Bu durumda ırkçılığa dayalı bir milliyetçilik düşüncesini savunmuş olur. Bir milliyetçi belirli topraklar üzerinde yaşayan herkesi, bir devlete yurttaşlık bağıyla bağlanan herkesi, ya da bir devleti kurma onuruna sahip herkesi milleti içinde değerlendirebilir. Kapsayıcı bir millet tasavvuru geliştirmiş olur. Sözün özü. Milliyetçi ırkçı olabilir mi? Olabilir kardeşim. Eğer bir milliyetçi milletini ırksal öğeleri merkeze alarak kurmuşsa ırkçıdır. Ancak burada önemli olan nokta şudur. Her milliyetçi ırkçı olmak zorunda değildir. Hatta ırkçılık karşıtı bir bağlama sahip milliyetçiliklerin de olmasına kuramsal bir engel yoktur. Sayın Türmen biraz literatürü inceleseydi, kendi devletinin ve partisinin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün literatürde ırkçılık karşıtı bir milliyetçilik düşüncesinin sembol isimlerinden biri olarak değerlendirildiğini görecekti. Demek ki, milliyetçilik tartışmasında büyük laflar etmek tehlikelidir. Konu insan ve toplum olunca iki kere iki nadiren dört eder. Bu kuramsal tartışmadan sonra zaten her şey bitmiştir. Türmen’in “Ulusalcıdan sol, solcudan ulusalcı olmaz” sözleri Hitler'in “üstün ırk benim ırkımdır sözleriyle” epistemolojik açıdan aynı kategoridedir. Hitler’in dışlayıcılığı ve determinizmi farklı bir bağlamda Türmen’de de görülmektedir. Her ulusalcı solcu olmak zorunda değildir. Solcu ya da sağcı olmak milliyetçinin gözünde yöntemdir. Milliyetçinin amacı millet olarak etiketlediği grubun çıkarını savunmaktır. Bir milliyetçi, millet olarak etiketlediği grubun çıkarını en iyi kapitalizmle savunabileceğini düşünebilir, liberal ekonomi yanlısı bir milliyetçi olur. O grubun çıkarını en iyi sosyalizmle savunacağını düşünebilir, sosyalist milliyetçi olur. Ya da en iyinin devletçilik olduğunu düşünür, devletçi milliyetçi olur. Yani milliyetçilik otomatikman siyasi yelpazenin bir kutbuna yerleştirilemez. Türmen yanılıyor. Ulusalcıdan sol, solcudan ulusalcı olur. Bal gibi de olur. CHP gibi emperyalizme mücadelenin ürünü bir siyasal partinin varlığı bile bunu kanıtlamaktadır. Dahasını mı söyleyeyim? Emperyalizmin mağduru olmuş milletlerin milliyetçiliği ancak solun rehberliğinde milletin bekasını garanti edebilir! Bu nedenle Türmen’le aynı çizgideki YCHP’lileri ya da Türmen çizgisindekilerin hegemonyası karşısında suskunluğunu bozmayan CHP'lileri partilerinin ruhlarını anlamaya davet ediyorum. Neo-liberal gerici ezberden kendilerini kurtarmaya… Özgürleşmeye… Sinmemeye… Atatürk’ü hatırlamaya, anlamaya çağırıyorum. Açık çağrımdır! * * * Hala bir milliyetçi solcu olabilir mi diye kafasında soru işareti olan mı var? O zaman sizi bir komünistin ve bu vatanın şairinin dizelerine götürüyorum. Ne diyor Nazım Hikmet, "23 Sentlik Askere Dair" şiirinde... Mister Dallas,/Sizden saklamak olmaz,/Hayat pahalı biraz bizim memlekette/Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz,/Koyun eti,/Ankara'da 23 sente,/Yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,/Elli santim kefen bezi yahut,/Yahut da bir aylığına/Yirmi yaşlarında bir tane insan/Erkek/... Nazım Hikmet, Türk askerinin Batılı emperyalist güçler tarafından en ucuz asker olarak değerlendirilmesini konu etmiş şiirine (Bugün de çok şey değişmemiş anlaşılan). Emperyalist ortaklığına karşı Kurtuluş ve Kuruluş ruhunu ön plana çıkarıyor. Biraz daha okuyalım Nazım Hikmet'i. Kimi Türk milleti olarak tanımlayıp, onun çıkarını savunuyor? Görelim... O tornacı Hasan, köylü Memet, öğretmen Ali'dir,/Kaya gibi yumruğunun son ustalığı,/922 yılı 9 Eylülüdür./Dedim ya, Mister Dallas,/Herhalde bütün bunları sizden gizlediler./Ucuzdur, vardır illeti./ Hani şaşmayın,/Yarın çok pahalıya mal olur size/Bu 23 sentlik asker,/ Yani benim fakir, cesur, çalışkan milletim/Her millet gibi büyük Türk milleti... * * * Nazım Hikmet'in solculuğundan şüphe eder misiniz? Bu şiiri bir kez okuduktan sonra milliyetçiliğinden?... Peki ya Sayın Türmen'in bir örneğini oluşturduğu çizginin hangi sözünden şüphe etmezsiniz?... * * * Son olarak, Cumhuriyet Bayramınız şimdiden kutlu olsun efendim… Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına” Türk milleti demiş. Bu onura sahip olanları etnik, dinsel, dilsel, mezhepsel olarak ayırmamış birbirinden. Cumhuriyeti kurma onuruyla tanımlamış Türk milletini… Bu büyük onur daim olsun!(HABER EKSPRES GAZETESİ-27.10.2014) Zafer YAPICI

20 Ekim 2014

YCHP’den ancak böyle açıklamalar beklenir! - Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, geçtiğimiz aylarda HDP’nin cumhurbaşkanı adaylık teklifinde bulunduğu (“HDP’nin CHP’li Rıza Türmen’e Adaylık Teklifi”, Hürriyet, 18 Haziran 2014) Cumhuriyet Halk Partisi İzmir milletvekili Rıza Türmen’in cumhuriyetin temel felsefesi üzerine yapmış olduğu açıklamalar bugünkü köşe yazımızın konusunu oluşturuyor. Bakınız bir CHP’li olan (YCHP’li demek daha doğru olacak!) Türmen’in Hürriyet gazetesine yapmış olduğu açıklamanın satır başları ve bu açıklamaların yapıçözümü şöyle: Türmen, “CHP, geçmişiyle bir hesaplaşma içine girmeli mi” şeklindeki soruya, “Tabii ki gerekir” yanıtını veriyor. Bu açıklamasını bir CHP eleştirisi ile sürdürüyor. CHP’nin çözümü kadimde aradığından yakınıyor. Kadimi bir kenara bırakarak geleceğe odaklanarak çözüme erişilebileceğini savlıyor. (Buradan benim çıkaracağım sonuç şu: Türmen, CHP’lilere Atatürk’ü bir kenara bırakmalarını öneriyor. Eskiyle yeniyi sadece kronolojik bir sıralama biçiminde sunarak oldukça zayıf bir çözümleme gerçekleştiriyor. Bugün, bireysel özgürlüğü sakatlayan itaat kültürünü merkeze alan bir anlayış, Atatürk’ün yurttaş bilincini özgürleşmenin temeli olarak sunan anlayışına göre daha ileri Türmen’e göre. Oysa bilmiyor Türmen, vekili olduğu partinin sıradan bir üyesi bile Atatürk’e kadime sarılmak için sahip çıkmıyor. Özgür geleceği onun ilkelerinde gördüğü için sahip çıkıyor). Sonra bir geri çekilme var Türmen’in yazısında. Her zamanki gibi, iki ileri bir geri... Şunu diyor Türmen, “Cumhuriyet, laiklik, Atatürkçülük, bunlar önemli kazanımlar. Ama bunlarla yetinemezsiniz. Bunların üzerine ne koyacaksınız. Ona bakmak lazım…” diyor. Cumhuriyet nerede? Laiklik nerede? Atatürkçülük nerede? sorularına bir cevap yok Türmen’de. Oysa bir CHP vekiline yakışan, eğer önemli kazanımlarsa bu ilkeler, yok edilen bu ilkelerle yeniden Türkiye’yi tanıştırmak için strateji üretmekti. Hem önemli kazanım deyip, hem de “üzerine koyma” gibi muğlak ifadelerle her şeyi sulandırmamaktı! Arkasına altı oku alarak seçim fotoğrafı çektiren bir kişinin şu açıklaması insanın kanını dondurur nitelikte. Şöyle diyor Türmen: “Laiklik yeni bir okuyuşa tabi tutulmalı. Altı ok yeni bir okuyuşa tabi tutulmalı. Devletçilik bugün kaldı mı?...” İyi de Sayın Türmen, sizin beğenmediğiniz bu ilkelerin ideolojik temelini oluşturduğu bir partiye tepeden inme vekil yapıldınız. Bu kadar beğenmiyorsanız bu ilkeleri, ülkede devrimcilikle, laiklikle, cumhuriyetçilikle, halkçılıkla, milliyetçilikle, devletçilikle kavgalı; Atatürk’le kavgalı onlarca parti var. Onların birinde siyaset yapmanız daha etik olmaz mıydı? Türmen bu soruya da cevap olabilecek bir şeyler söylüyor mülakatında. Açıkça… Şöyle diyor Türmen, “Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin değişebileceğine ve başka bir CHP olacağına inandım” diyor. CHP’yi dönüştürmek için CHP’de yer aldığını ilan ediyor! İşte Türmen’in hayran olası entelektüel birikimi bu sözlerinden sonra ortaya çıkıyor. Bir büyük laf ediyor Türmen. Diyor ki “Ulusalcıdan sol, solcudan ulusalcı olmaz”. Sonra da ekliyor “İkisinin fıtratları farklıdır. İşin tabiatı böyledir…” Ne etkileyici bir tez bu böyle! Dayanakları ne kadar müthiş!!! Bu noktada tek bir önerim var Sayın Türmen’e. CHP’yi dönüştürme çalışmalarından biraz vakit ayırıp milliyetçilik kuramı üzerine okuma yapsın. İlk aşamada önerim Umut Özkırımlı’nın “Milliyetçilik Kuramları – Eleştirel Bir Bakış” çalışmasıyla işe başlaması. Sonra aynı hocanın “Milliyetçilik Üzerine Güncel Tartışmalar- Eleştirel Bir Müdahale” çalışmasıyla devam etsin. Hala aynı argümanı savunabiliyorsa onu Benedict Anderson’a, Etienne Balibar’a, Immanuel Wallerstein’a, Steve Fenton’a, Taras Kuzio’ya, Joma Nazpary’ye, Sami Zubaida’ya, Nira Yuval-Davis’e, Charles Tilly’ye, Antony D. Smith’e, Edward Shils’e, William Safran’a, Ernest Renan’a, Tom Nairn’e, Elie Kedourie’ye, Eric Hobsbawn’a ve Carleton Hayes’e gönderebiliriz. O zaman… Türmen’in ezbere tezinin defolu olduğunu kanıtlamayı gelecek haftaya bırakalım. Planlı fakat ezbere söylenmiş sözlerle değil. Bilim ile!(HABER EKSPRES GAZETESİ-20.10.2014) Zafer YAPICI

13 Ekim 2014

1 Mart Tezkeresini Reddeden Anlayışı Neden Anlamaya Çalışmıyorlar?…Zafer Yapıcı

Suriye'de yaşananlar ile ilgili olarak YCHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklama aynen şöyleydi: “CHP tezkereye, hükümetin IŞİD’le mücadele yerine hedef kaydırması ve ülkeyi büyük bir savaşa sürükleme niyeti taşıması nedeniyle karşı çıkmıştır. Bugün ise hükümeti tekrar aklıselime davet etmek istiyoruz. Onun için şu çağrıda bulunuyoruz: Gelin askerimizin kara harekatını, Kobani’nin kurtarılması ve IŞİD’in buradan püskürtülmesi hedefi ile kısıtlayalım, böyle bir tezkereyi Meclis’ten hemen yeniden çıkaralım. Böylece, halkımızın akrabalarını IŞİD gibi bir terör örgütünün öldürmesine izin vermeyelim, onları koruma ve evlerine salimen geri dönmeleri görevini bizzat biz üstlenelim. Bu hedefin gerçekleşmesiyle birlikte askerlerimizi derhal geri çekeceğimizi de taahhüt edelim. Tezkereden ülkemize yabancı asker konuşlandırma maddesini çıkaralım, onun yerine hava harekatları için işbirliği sağlayabileceğimiz ifadesini koyalım. Böylece herkes ne anlama geldiğini çıkartamadığı torba tezkere yerine, hedefi ve kapsamı belli bir tezkereyi desteklesin. Bu çerçevede biz de CHP olarak ülkemizin bekası için her türlü desteği verelim.” *** Oysa CHP eski milletvekili ve büyükelçi Onur Öymen, Ulusal Radyo'ya bu konu ile ilgili şunları söylüyor: “…Başta ABD olmak üzere Koalisyona katılan ülkelerden hiçbiri Suriye’ye asker göndermeye niyetli değilken ve parlamentolarından bu yolda yetki dahi alma girişiminde bulunmamışken Türkiye’nin tek başına böyle bir harekatta bulunmasını beklemek gerçekçi değildir. Türk Anayasası, Türk askerlerinin ancak uluslararası hukukun meşru saydığı hallerde yurt dışına gönderilebileceğini belirtmektir. Oysa, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin son olarak kabul ettiği terörle mücadeleyle ilgili kararda Türkiye’nin veya herhangi bir ülkenin Suriye’ye kara operasyonu yapmasını öneren veya meşru sayan bir hüküm bulunmamaktadır. (Gerçekten BM Güvenlik Konseyi'nin 24 Eylül 2014 tarihli ve 2178 sayılı kararında sadece terör örgütlerinin mali kaynaklarının kesilmesi, teröristlerin sınırlardan geçmesinin engellenmesi, terör örgütlerine katılımın önlenmesi ve bütün bu konularda uluslararası işbirliği yapılmasını öneren hükümler yer almaktadır). Şimdi yapılması gereken şey, Koalisyona katılan ülkelerin yalnız IŞİD’e değil, bölgedeki bütün terör örgütlerine karşı etkili bir mücadele yürütmenin ilkeleri, yolları ve yöntemleri üzerinde anlaşmalarıdır…” *** Değerli okurlarım, yukarıdaki açıklamaların biri YCHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na diğeri de CHP eski milletvekili ve büyükelçi Onur Öymen’e ait. Sanırım CHP ile YCHP’nin dış politikası arasındaki büyük uçurumu fark etmişsinizdir. Açıkça görülüyor ki YCHP, IŞİD terörüne karşı PKK terörünün reçetesini savunur hale sürüklenmektedir. Alt emperyal bir aktör olmaya doğru hızla ilerlemektedir. Oysa CHP, terörün her türlüsüne karşı milli bir direniş rotasındadır! Emperyalizmi kızdıran rota, bu rotadır! *** CHP'nin vizyonunun YCHP'den farkına bir tarihsel örnek daha mı istiyorsunuz? Sizlere 1 Mart Tezkeresi'nin reddedilmesinde üstün bir gayret gösteren CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal'ın şu sözlerini aktaralım o zaman... “Değerli arkadaşlarım, üçte birlik bir sayısal azınlığa sahip olan Cumhuriyet Halk Partisi grubunun, karşısında üçte ikilik bir parlamento çoğunluğu ile bir tek parti hükümeti bulunan bir parlamento içinde neler yaptığını hatırlayalım. Önce bir defa CHP grubu Türkiye’de giderek değişen, büyüyen, gelişen önemli bir konu haline her geçen gün dönüşen terörle ve bölücülükle mücadele konusunda gerçekten bütün milletimizin saygısını kazanan, CHP’li olmayanların da yürekten takdir ettiği çok büyük bir görev yapmıştır... ...Irak politikasında Irak’a yönelik askeri harekat politikasını Türkiye’nin kendi içinde terör tehdidine karşı; bölücülük tehdidine karşı ortaya çıkabilecek tehlikeyi dikkate alarak değerlendirmeye çalıştık. O konuda fevkalade dikkatli ve duyarlı tavır takındık. 1 Mart Tezkeresi'ne TBMM’nin hayır demesini hep birlikte sağladık. O, Türkiye’de terör sorunu bakımından olağanüstü etkili ve becerili olmuştur. Eğer Türkiye 1 Mart Tezkeresi doğrultusunda; hükümetin, başbakanın önerdiği doğrultuda Irak’taki bu terör bataklığının bir parçası haline resmen dönüşmüş olsaydı; Türkiye silahlı kuvvetleriyle, askeriyle Irak’ta bu gün artık bütün Irak’ın reddettiği bir işgal gücünün bir parçası haline dönüşmüş olsaydı Irak halkının müdahalesinin hedefi haline Türkiye de dönüşecekti. Ve bu sıkıntı ve kargaşa içinde Türkiye’de teröre uygun bir ortam yaratılacaktı. Güneydoğu Anadolu’da yerleştirilecek 65 binin üzerinde yabancı askerin oluşturacağı otorite boşluğu yer yer terörün serpilmesi için uygun bir zemin oluşturacaktı. Türkiye’nin kendi sınırları içindeki terörle mücadelesi dahi bin bir güçlükle karşı karşıya kalacaktı ve Türkiye, Kuzey Iraklılaştırma sürecinin bir parçası haline gelecekti. Bütün bunları gören ve bütün bunları kavrayan ve olayın ruhunu doğru değerlendiren ve daha 1 Mart Tezkeresi parlamentonun önüne gelmeden "Türkiye Irak’taki savaşın ne karargahı olmalıdır ne de cephesi olmalıdır" diye açıkça tavır takınan, CHP’nin bu grubu olmuştur. O grup, TBMM’yi ikna etmeyi başarmıştır... CHP grubu Atatürk ve İnönü’ye yakışan bir duyarlılık, yurtseverlik, ileri görüşlülük ve sorumluluk duygusu içinde hem kendi ülkesine hem de içinde bulunduğumuz bölgeye yanlış yapmamıştır. Yanlış yapılmasını önlemiştir. Çok büyük bir görev olmuştur... Fakat işbaşındaki hükümetin Türkiye’nin çıkarlarını esas alan özgür politika koyma yerine telkinleri, tavsiyeleri, birtakım güçlü çevrelerin bekleyişlerini karşılamaya yönelik bir politika içine girmiş olması sonucunda Türkiye terör sorununa yönelik olarak da etkin önlemleri maalesef alamamıştır”. Değerli okurlarım, umarım hem iktidar hem muhalefet, çok geç olmadan bu doğru rotaya girer ve vatanımız yeniden güvenli bir ülke durumuna gelir.HABER EKSPRES GAZETESİ 13.10.2014 Zafer Yapıcı

29 Eylül 2014

İşte Yeni Dünya Düzeninin Siyaseti - Zafer Yapıcı

“Hele bugünlerde o kadar ihtiyacımız var ki gerçekleri yazan kalemlere! Gazete köşelerini köşe dönmek için kullananlara, köşeleri tutup dört köşe olanlara inat gerçekleri yazan kalemlere. Yolsuzluğa, yoksulluğa ve yandaşlığa yanaşmayıp, kötülüğü köşeye sıkıştıracak kalemlere... Tıpkı Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi... Onlar bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmadılar. Susmayı çağın suçu olarak gördüler. Cesur bir kere, korkak bin kere ölür dediler. Cumhuriyeti, laikliği ve demokrasiyi savundular. Atatürk ilke ve devrimlerinden asla ödün vermediler. Oysa günümüzde görmezden gelinen yalanlar, talanlar, bazı medya organlarınca ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen; Türkiye'nin gelişmesini hükümet istikrarına bağlayan (ama istikrarın ancak ve ancak halktan yana hükümetin varlığında gerçekleşebileceğini kavrayamamış) düşünce, iktidar merkezli patronaj ağının daha da gelişmesine katkı sağlıyor. "Üç maymunu oynayan" bu kesimlerin yaratmaya çalıştığı vurdumduymazlık tekeline yüzyıllar öncesinden Lermontov'un sözcükleriyle bile cevap verilebilir. Şöyle diyor Lermontov "Çağımızın Kahramanı" adlı yapıtının önsözünde: "İnsanların tatlıyla beslendikleri yeter; mideleri bozuldu artık. Onlara biraz acı ilaç, katıksız gerçek gerek!" Lermontov'un Dekabrist hareketin çarlık tarafından bastırıldığı dönemin ertesindeki baskı, suskunluk ve yılgınlık ortamında bu toplumcu-gerçekçi çıkışının mantığını hatırlamak, hatırlatmak gerek...Daha da açıkçası, çekilen acılara sebep olanları, acı çekenlere anlatmak gerek!...” Bugün 29 Eylül 2014 Medyanın durumu daha da içler acısı. İktidar yandaşlığı iyice kurumsallaştı. “Acı ilaç ve katıksız gerçek vermeye yeltenenler” hedef alınıyor. Peki neden böyle? Cevabı bulmak için “büyük resme” bakmak gerekiyor. 1. Küreselleşme adı altında pazarlanan emperyalizm, kendine karşı ılımlı bir yönetimi kurup sağlamlaştırarak ve halkı “tatlıyla besleyen” bir medya ağı aracılığıyla yanıltarak “sistemin sürekliliğini” garanti etmeyi amaçlar. Tüm dünyada böyledir. 2. Emperyalizm için “sistemin sürekliliğini” değiştirme potansiyeline sahip güçler, toplumsal meşruiyetleri ve destekleri olduğu ölçüde daha da tehlikelidirler. Bu nedenle çeşitli yollarla edilgenleştirilmeye çalışılanlar öncelikle onlar olurlar. * * * Değerli okurlarım, emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe boyun eğmeyen Kemalizm’in, ulus, laik ve üniter devlet yapısı konusunda gösterdiği duyarlılık; iç ve dış birtakım unsurlar tarafından en büyük tehdit olarak algılanmaktadır. Bu nedenle Kemalizm’i edilgenleştirmeye yönelik uygulamalar her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır. Bunun en temel nedeni de Yeni Dünya Düzeni’nin “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” felsefesini herkese kabul ettirmektir. Daha doğrusu doğa yaşamını toplumsal yaşantıya geçirmektir. Güçlünün güçsüzü ezdiği, güçlünün her zaman için ayakta kalacağı bir dünya düzenidir kurulmak istenen… ABD’in Irak’a demokrasi getireceğim diye bir milyon insanı enerji çıkarı için katletmesi gibi… Birinin daha iyi yaşaması için diğerinin gerekirse ölmesi ... İşte budur “yeni dünya düzeni”… * * * Değerli okurlarım, tıpkı doğada olduğu gibi, toplumsal yaşamda da eşitsizlikler, güçlüler ve güçsüzler vardır. Toplum ve doğa yaşamına ilişkin eşitsizlik tablosu siyasete konu olduğunda iki karşıt düşünce ortaya çıkmaktadır. Altı ısrarla çizilmelidir ki, iki karşıt düşünce de eşitsizliğin varlığını reddetmemektedir. Bu düşüncelerden birincisine göre, doğada olduğu gibi toplumsal yaşamda da eşitsizliklerin olması son derece olağan, normal bir durumdur. Bu yapıyı değiştirmeye kalkarsanız düzene zarar verirsiniz, dengeyi bozarsınız, “istikrarı” zedelersiniz. Toplumda karışıklılığa yol açarsınız. “Zengin zenginliğini, fakir fakirliğini bilecek; zengin fakirin, fakir zenginin varlığını kabul edecek!”. Bu birinci görüş “sağ” görüştür. “Yeni Dünya Düzeni’nin” sahiplendiği görüştür. Bu görüş kendi çıkarlarını korumak için, “insan akıl sahibi bir canlı olarak topluma düzen verecek ve eşitsizliği ortadan kaldırabilecek yetenektedir” diyen ikinci görüşe ulusal ve uluslararası düzeyde baskı yapmaktadır… Türkiye’de ise emperyalizm karşıtlığı ve halkçılık Kemalizm’le çakışmakta ve Kemalizm, bir kez daha emperyalizmin temel düşmanı noktasına taşınmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de baskıya uğrayan dünya görüşü tatlısu solculuğu değil Atatürkçülük olmaktadır. Bir başka ifadeyle “yurtta barış, cihanda barış” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal, halkçı, laik ve üniter yapısı değiştirilmek istenmektedir. Bunun için de iç ve dış güçler Kemalist düşünceye sahip kişileri etkisizleştirme, korkutma, ürkütme ve sindirme peşine düşmüşlerdir. Olan budur… * * * Peki bu olumsuzluklar karşısında bizler ne yapmalıyız?... Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini (Kemalizm’i) ve amaçlarını ulus olarak özümsememiz gerekiyor. Bizi bizden ve değerlerimizden koparacak gelişmelere karşı son derece duyarlı ve uyanık olmalıyız. Hepimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ulus tanımındaki “biz” olmalıyız. Birlik olmalıyız. İlkelerimize, devrimlerimize ve ulusal, laik ve üniter devlet yapımıza sahip çıkmalıyız. Cumhuriyet bilinci içinde olmalıyız… Bizi bizden ayıran; bölen, parçalayan, yok eden anlayışlarda değil bizi biz yapan anlayışlarda birleşmeliyiz. Atamızın miras olarak bıraktığı Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne sahip çıkarak bu olumsuzlara dur diyebiliriz.(HABER EKSPRES GAZETESİ 29.09.2014) ZAFER YAPICI

24 Eylül 2014

Uluslaşmak - Zafer Yapıcı

Günümüzde ulus-devlet iki farklı düzeyde meydan okumayla karşı karşıya. Birinci meydan okuma “aşağıdan” geliyor. Irka, dinsel kimliğe ve bölgeselliğe dayalı ulus-altı oluşumlar ulusu aşındırma gayretindeler. İkinci meydan okuma ise “yukarıdan”. Küreselleşme kavramıyla simgelenen büyük güçlerin ve uluslararası sermayenin hükümranlığı ulus düşüncesini yıpratmaya çalışıyor. İşin kötüsü ulus karşısında, ulus altı ve ulus üstü oluşumlar müthiş bir işbirliği içindeler… Bu ikili meydan okuma her devlete aynı oranda zarar vermiyor. Küresel sermayeyi yöneten devletler meydan okumalardan etkilenmiyorlar. Hatta bu süreci yöneterek güçlerini arttırıyorlar. Buna karşın küreselleşme mağdurları “sömürülen devletler” bir taraftan küresel sermayenin ülke ekonomisindeki kırılgan hükümranlığıyla “yukarıdan”, diğer taraftan da kimliğe dayalı parçalanma tehditleriyle “aşağıdan” etkisizleştiriliyorlar… İşte bu noktada, yeni emperyalizmin mağduru olan devletlerin yönetimlerine büyük görevler düşüyor. Bir taraftan küresel sermayenin hükümranlığının yarattığı kırılganlığı azaltacak etkili ve üretime dayanan ekonomi politikaları geliştirerek “yukarıdan” gelen baskıları azaltmak; diğer taraftan birleştirici bir ulus düşüncesini ön plana çıkararak yapay bölünmeleri engelleyip “aşağıdan” gelen baskıları önlemek gerekiyor. Ancak böylelikle ulus-altı ile ulus-üstü arasındaki etkileşimin ulus adına yıpratıcı etkileri azaltılabiliyor. Ne yazık ki ülkemizde siyasal iktidarın zihniyeti, bu etkilerin gücünü daha da arttırmaya hizmet ediyor. Siyasal iktidar dışarıda meşruiyetini ekonomiyi küresel sermayeye teslim ederek, içeride ise ırka, dine ve bölgeselliğe dayalı bir politikayı ön plana çıkararak sağlıyor. Oysa akıntıya kapılmak değil, akıntıya karşı durmak gerekiyor. Değerli okurlarım şu günlerde genelde ulusçuluk ve özelde Mustafa Kemal’in Atatürk’ün ulusçuluk düşüncesi meydan okumalara karşı bir alternatif olarak önemli hale geliyor. Ulusçuluğu sahiplenen siyasi oluşumların; özellikle Kılıçdaroğlu başkanlığındaki CHP’nin tarihi sorumlulukları artıyor. Bu yazımda, 21 Haziran 1997 yılında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın başkanlığında düzenlenen parti içi eğitim seminerine katılarak katkı koyan Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın konuşmalarından yararlanarak onun ulusçuluk konusundaki görüşlerini sizlerle paylaşmak istedim. Bu görüşler bugüne de ışık tutuyor. İşte 21 Ekim 1999 tarihinde evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybeden demokrasi şehidimiz Gazeteci-Yazar Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın ulusçuluk konusundaki çok önemli görüşleri: “Ulusçuluk ilkesinin iki yönü var. Bunun bir yönünü herkes biliyor. Bir yönü dışa dönük, bağımsızlık, tam bağımsızlıktır. Ulusçuluk ilkesini, o yönün ne kadar evrensel olduğunu Sayın Toktamış Ateş sabahki konuşmasında vurguladı. Kemalist devrimin evrenselliğinin en önemli nedenlerinden bir tanesi, tabii ki, bu ulusçuluğun dışa dönük, bağımsızlık yönüyle ilgilidir hiç kuşku yok. Hemen burada şunu söyleyeyim: Kemalist devrim bir yukardan aşağıya hareket değildir. Kemalist devrim, biliyorsunuz, ulusal kurtuluş hareketinin başlangıcındaki o yerel kongre iktidarlarından yola çıkan, ama onları çok daha ileriye taşıyan bir devrimdir. O yerel kongreler neyi öngörmüşlerdir düşman olarak? Ya Rum’u öngörmüştür, ya Ermeni’yi öngörmüştür; O tehlikeye karşı silahlanmıştır. Ama Atatürk bunu, evrensel bir emperyalizm olgusuna yönlendirmesini bilmiştir. Şimdi ikinci yanı üzerinde durmak istiyorum. O da şu: Ulusçuluk ilkesinin ikinci yanı, bir ulus yaratmaya dönüktür. Sayın Genel Başkanın, Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanı’nın sabahki konuşmasında vurguladığı gibi, uluslaşmaya dönük yönü bizim için çok önemlidir bugün. Hiçbir toplum gösteremezsiniz ki, uluslaşmadan çağdaşlaşabilmiş olsun, uluslaşmadan demokratikleşebilmiş olsun. Ne demek uluslaşmak? Aynı topraklar üzerinde yaşayan insanlar arasında bir, “biz” duygusunun, bir “dayanışma” duygusunun yaratılması demek. Eğer bunu yaratamazsanız uluslaşamazsınız, çağdaşlaşamazsınız. Oysa 1920’ler Anadolusunda, tıpkı bugün olduğu gibi 20 etnik kökenden gelen insan yaşamaktadır, ama bir ulus yoktur. Burada önemli olan şu: ulus yaratma çabası doğrudur tartışılması gereken şu: Bu ulusu neyin üzerine oturtacaksınız? Irkın mı, dinin mi, kültürün mü? Irkın üzerine oturtursanız, bunun ne kadar yanlış olduğunu görürsünüz. Zaten Kemalizm’in yeniden evrenselleşmesinin, bence yeniden dünya düzeyinde büyük ilgi toplamasının nedenlerinden bir tanesi, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Balkanlar’da Kafkaslar'da yaşananlardır. Soruyorum şimdi, Bosna’da Boşnakları katleden Sırplar, onların karısına kızına tecavüz eden, mallarına el koyan, yakıp yıkan Sırplar ayrı ırktan mı? Hayır, ikisi de aynı ırktan, üstelik aynı dili de konuşuyorlar. Demek ki aynı ırktan olmak bir ulus yaratmak için yeterli değil. Kuzey İrlanda’da Katolikler, Protestanlar arasındaki iç savaşı göz önüne alınız, bu insanlar aynı ırktan değil mi, aynı dili konuşmuyorlar mı? Ama bir ulus oluşturamıyorlar. Dini alırsanız, bu da yanlış. Bunun yanlışlığı bu örneklerden görülüyor. Çünkü dini aldığınız zaman, aynı ırktan olan, aynı dili konuşan insanlar din farkından dolayı birbirine düşman oluyorlar. Gene İrlanda’da da bu açık. Bosna örneğinde de öyle. Atatürk doğrusunu yapmıştır. Tarihsel evriminin de zaten gerektirdiği Batı’da budur. 1000 yıllık bir kültür beraberliğinin ürününün üzerine bir ulus inşa etmeye çalışmıştır. Şimdi, burada şu nokta yeterince açıklığa kavuşmak zorundadır. Acaba bazılarının ve özellikle İkinci Cumhuriyetçilerin öne sürdükleri gibi, bütün bu görünüşe karşın Kemalist ulusçuluk ırkçılık mıdır? Atatürk niçin, “ne mutlu Türküm diyene” demiştir? Bir defa şunu unutmayın: Tabii, bunun bilinen bir yanı var, hepimiz her yerde söylüyoruz, siz de söylüyorsunuz; “ne mutlu Türk olan” dememiştir, “ne mutlu Türküm diyene” demiştir. Önemli bir fark var tabii; ama bu yetmez, bu açıklama yetmez. Her olayı kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekili de olan Rafet Işıtman tutup şiir yazıyor; “Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım” diyor. Dikkat edin, Türk yaratıldım. Milli şair diye nitelendirilen Mehmet Emin Yurdakul şiir yazıyor, “dinim, ırkım uludur” diye. Dünyaya bakın, dünyada Nazizm'in, faşizmin yükselme dönemi, ırkçılığın yükselme dönemi. Bizim aydınlarımız da onun etkisi altındalar. Bu dönemde Atatürk çıkıyor, bunların önünü kesiyor. “Ne mutlu Türk olana” değil, “ne mutlu Türküm diyene” diyor. Kendi el yazısıyla yazdığı kitapta ilk cümleyi koyuyor; “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir. Burada ne ırksal ayrım var, ne dinsel ayrım vardır. Arkadaşlar, ulusal kimlik bir üst kimliktir. Ulusal kimliğin ırkla ilgisi yoktur, alt kimliklerle ilgisi yoktur ama alt kimliklerin bir sentezidir ulusal kimlik… Arkadaşlar, bu topraklar üzerinde 20 etnik kökende insan yaşıyor. Her etnik köken bir kimliktir, bir alt kimliktir; Türkmen kimliği de dahildir. Laz kimliği de dahildir. Hepsi dahildir. Tıpkı, işçinin bir iş kimliği vardır, işverenin bir işveren kimliği vardır, esnafın kimliği vardır, öğrenci kimliği vardır, siyaset adamı olmak bir kimliktir, bunların hepsi birer kimliktir. Nasıl ki, iç Anadolulu olmak, Güneydoğulu olmak ayrı kimliktir, Karadenizli olmak ayrı kimliktir; bunların hepsi bir alt kimliktir. Ama ulusal kimlik dediğimiz şey, bu alt kimlikleri yadsımaz, bunlarla çelişmez; bunların bir sentezini temsil eder…” Değerli okurlarım, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın anlattığı bu gerçekleri dikkatle okuyup düşünmek durumundayız (Özellikle CHP’nin Genel Başkanı ve yöneticileri!). Ülkemizde benzeri olayları yaşamamak ve yaşatmamak için kurulan tuzaklara ve oynanan oyunlara karşı uyanık olmalıyız. Uluslaşmamızı “biz” ve “dayanışma” duygusunu yaratıp, birlik ve beraberliğimizi oluşturarak, Atatürk ilke ve devrimlerinin rehberliğinde tamamlamalıyız. CHP'nin tarihsel misyonu, bu sürecin altını oymak değil bu sürece önderlik etmektir. Çünkü başka Türkiye, başka Türk Milleti yok!(22.09.2014 haber ekspres gazetesi) ZAFER YAPICI

CHP’deki Dönüşüm - Zafer Yapıcı

Geçtiğimiz günlerde Kemal Kılıçdaroğlu bir soru sormuş. Mecidiyeköy'de yaşanan rezidans faciası hakkında Çalışma Bakanı Faruk Çelik için "Merak ediyorum o koltukta niye oturuyor? Şikayet etmek için mi, önlem almak için mi?" demiş. Bu konuşmayı da genel başkanlık yaptığı CHP'nin 18. Olağanüstü Kurultayı'nda seçilen Parti Meclisi'nin ilk toplantısında yapmış... * * * Böyle bir açıklama, sol ve anti-emperyalist bir platformdan gelseydi anlamlıydı. Kılıçdaroğlu'nun belirlediği parti meclisinde, Kılıçdaroğlu'nun ağzından çıktığında ise eğreti duruyor. Öylesine söylenmiş gibi, kimse ciddiye almıyor. Çünkü, Kılıçdaroğlu'nun yeni parti meclisinin ezici çoğunluğunda sol, emekçi dostu ve anti-emperyalist bir vizyonun kırıntısını bulmak ya (doğası gereği) imkansız, ya da bundan sonra imkansız olacak. AKP'nin neoliberal iktisat politikasının ve Batı yandaşı ılımlı-İslam çizgisinin antitezi olan CHP'yi AKP'ye benzetmeye odaklanmış bir zihniyetten (ve bu zihniyet ile koltuk uğruna pazarlığa girişip ilkelerinden taviz verenlerden) dik bir duruş beklemek saflık olur. Artık yetmez ama evetçi bir muhalefetimiz olacak gibi. Baksanız ya, başdanışmanlık makamları bile ılımlı-İslam ve Kürt açılımlarının mimarlarına ayrılmış... Neoliberal iktisat politikalarına yetmez ama evet diyecek... Kürt açılımına yetmez ama evet diyecek... İnanç sömürüsüne yetmez ama evet diyecek... Emperyalizm ortaklığına yetmez ama evet diyecek... Yağma düzenine yetmez ama evet diyecek bir ana muhalefet mi dizayn ediliyor? Adım adım... * * * Biz de Kılıçdaroğlu'nun sözlerini çevirip kendisine soralım o zaman... Parti ilkelerini tartışmaya açan bir genel başkana soralım. Merak ediyorum o koltukta niye oturuyorsunuz? Partinizin ilkelerinden şikayet etmek için mi, partinizi dönüştürmek isteyenler karşısında önlem almak için mi?(15.09.2014 haber ekspres gazetesi) Zafer YAPICI

CHP Kurultayı’nın Ardından… Zafer Yapıcı

Hafta sonu düğün salonunda sergilenen tiyatroya bakıp da CHP'yi bu kadar güçsüz bir siyasal aktör sanmayın. CHP tarihi aslında kurultaylar tarihidir. CHP kurultaylarının tarihi ise kurtuluş, kuruluş ve demokrasi tarihi... Bu partide ülkenin ve partinin gidişatı ile ilgili temel tartışmalar kurultaylarda gerçekleştirilirdi eskiden. Kurultaylar siyasete yön verirdi. Manifestolar yarışırdı. Bir düşünün, öyle bir partiden söz ediyoruz ki, ülkenin kurtuluş mücadelesinin işaret fişeği olan Sivas Kongresi, Parti'nin birinci kurultayı kabul ediliyor. Atatürk'ün Büyük Nutuk'u okuduğu yer neresi mi? Partinin ikinci kurultayı. Üçüncü kurultayda altı ok belirlenmiş. Ülkenin demokrasiye geçiş tarihine bu kurultaylar yön vermiş. Bu kurultaylarda ortanın solu, demokratik sol gibi ideolojik atılımlar yaşanmış. Yeni vizyonlar üretilmiş. Cumhuriyetin ulu çınarının geçen hafta getirildiği hale bakın bir de. Bu yazı kaleme alınırken henüz parti meclisi sonuçları açıklanmadı. Genel başkanın anahtar listesi var önümde. Verilen ipucu açık. Sivas Kongresi'ni, Büyük Nutuk'u, altı oku, demokrasiye geçişi, ortanın solunu, demokratik solu içine sindirmiş kaç kişi CHP'nin yeni yönetiminde yer alabilir sizce? Dünya yüzeyinde parti ideolojisiyle kavgalı bir yönetime sahip bir siyasal parti var mıdır? Görüyoruz ki var. Üstelik, öyle bir yönetime sahip ki CHP, özgün bir siyasal vizyon bile üretemiyor. Siyasal İslam ile Kürtçülük arasında neoliberalizm ve cemaat soslu bir ittifak görüntüsündeler. Ve ne yazık ki, bu vizyonsuzluk ve ilkesizlik ile cumhuriyet çınarının verimli toprağı her gün biraz daha erozyona uğruyor. Boşluklar her kurultayda yeni çöl kumları ile dolduruluyor. Oysa çınar değil, kum sizin akıttığınız can suyunu emiyor. Siz su verdikçe kum nemleniyor, çınar kuruyor. Başka şeyler yapmak gerekiyor o zaman? Büyük şeyler. Bu ilkesizliği ve ona eşlik eden diktatoryayı ortadan kaldırmak gerekiyor çınarın yaşaması için... Aynada kendime bakıyorum. O çınarın köküne yapışmış bir küçük toprak parçası görüyorum. Bu koşullarda çınara su taşımaktan da evvel çınarın toprağı olmak gerek diye düşünüyorum. Onun köklerine yaşamına sarılmış toprağı!(08.09.2014 haber ekspres gazetesi) Zafer YAPICI

Aydınlanma Devrimi Ve CHP - zafer yapıcı

16. ve 17. Yüzyıllarda yaşanan Bilim Devrimi dünyayı derinden sarsacak sonuçlar doğurmuştu. Bilimsel gözlem ve deney, kilise taassubunun karşısında yeni bir vizyon anlamına geliyordu. Kopernik, Galilei ve Isaac Newton, gözlem ve deney ile evrenin oluşumu ile ilgili dönemin değer yargılarını yıkmaya başlamışlardı. 18. yüzyıl Aydınlanma Çağı filozofları, Bilim Devrimi’nin yöntemsel açılımlarını toplum ve yönetim çalışmalarına aktardılar. İnsanları özgürleştirmede ve toplumsal gelişmeyi sağlamada insan aklının gücünü ön plana aldılar. John Locke, toplumsal sözleşme kuramını ortaya attı. Hükümetlerin bir toplum sözleşmesine dayanarak kurulması gerektiği fikri, hükümdarların egemenliklerinin kaynağını Tanrı ile açıklamalarıyla açıkça çelişiyordu. Montesquieu, papaya hokkabaz diyecek kadar ileri gitmişti. Kontrolsüz gücün toplumun zararına olduğu düşüncesiyle kuvvetler ayrılığı fikrini ileri sürüyordu. Rousseau, insanların özgür doğduğunu ancak sonradan zincire vurulduğunu ifade ediyordu. Zincirlere karşıydı. Diderot, son kral, son papazın bağırsakları ile boğulmadıkça kurtuluşun mümkün olmayacağını ifade edecek kadar eski düzen ile kavgalıydı. Bunları neden mi anlattım? Çünkü Aydınlanma Devrimi’nin ilkeleriyle uzaktan yakından alakası olmayan bir eğitim sistemi Türkiye’de hakim kılınıyor. Yeni bir düzen kuruluyor. Ancak bu yeni Türkiye, “en eskinin” düşünce yapısıyla inşa ediliyor. Türkiye “en eskiye” doğru giderken, Aydınlanmanın Türkiye’deki savunucusu olması beklenen bir devrim partisinin, CHP’nin lideri, Aydınlanma Devrimi’ne ve hatta Bilim Devrimi’ne cepheden karşı çıkanları, yani “en eskiyi” partiye katarak “yenilenmekle” meşgul. Yazıklar olsun! (01.09.2014 haber ekspres gazetesi) Zafer YAPICI

YCHP AKP’LİLEŞİYOR MU?- ZAFER YAPICI

Farkındasınız. Son bir aydır muhalif medyaya yönelik bir dizayn faaliyeti yürütülüyor. Hayır, bu sefer dizayn faaliyetini siyasal iktidar yönetmiyor. Ana muhalefet partisini idare eden ancak partisinin ilkelerine muhalif kadro cadı avında… Eğer kriterimiz demokrasi ise bu durum da, YCHP yönetiminin AKP ile ideolojik açıdan benzeştiğinin açık bir kanıtı. Diktatörlük Türkiye’de hem iktidar hem muhalefet aracılığıyla kurumsallaşıyor. Aklımıza ilk gelenleri kısaca özetleyelim. Önce Kılıçdaroğlu’na yakın CHP’li vekil Durdu Özpolat’ın çıkarttığı Yurt Gazetesi’nde bir ideolojik dönüşüm yaşandı. Gazetenin yayın çizgisini oluşturan Atatürkçü sol ile yakından uzaktan alakası olmayan Derya Sazak genel yayın yönetmenliğine getirildi. Bu durum bir kıyımın habercisi oldu. Beş köşe yazarı işten çıkarıldı. Bu isimler arasında, CHP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimi politikalarını eleştiren Hulki Cevizoğlu ve Necdet Saraç da yerini aldı. YCHP’nin yayın organı olarak bilinen Halk TV’de Nihat Genç’in programı yayından kaldırıldı. Gittikçe liberalleşen (!) ve Kemalizm’e Kemal Kılıçdaroğlu’nun miyopluğuyla bakmaya başlayan Cumhuriyet gazetesi, Kılıçdaroğlu’nu istifaya davet eden Bedri Baykam’ın yazısını yayınlamadı. Tüm bunlar gayet olağan… CHP bir ideolojik dönüşüm içinde. YCHP, CHP’yi içinden atma telaşında. Kral çıplak. Ne kadar inkar etseler de hesaplaşma Atatürk ile. Hesaplaşma sol ile. Kılıçdaroğlu, Zaman’a konuşuyor. Altı oku, daha çağdaş, daha evrensel anlayışa göre yeniden yorumlayacağını söylüyor. Altı oku sulandırmayı hedefliyorum demiyor. Kılıf buluyor. YCHP yönetiminin İzmir milletvekili olarak atadığı bir bey, “ulusalcı çizginin solda yeri yok” diyor. Sanırsınız BDP eşbaşkanı. Tayyip Erdoğan hayranı, YCHP yönetiminin İstanbul milletvekili olarak atadığı bir hanımefendi, “sol siyasette pek de yeri olmayan ulusalcı çizgiye kayanlar olduğu” teziyle içinde bulunduğu partinin ideolojisini eleştiriyor. “CHP değişiyor ama hemen sonuç almak zor” diyor. Bu kişilerin Kılıçdaroğlu gibi solda olmadıkları açıkça ortada… Doğru partide ve doğru yolda olmadıkları da… Not: Süleyman Soylu bir zamanlar Demokrat Parti’nin, Numan Kurtulmuş ise Has Parti’nin Genel Başkanlarıydılar. Bugün, o görevlerini tamamladılar. AKP’de yükseliyorlar. Bu iki kişinin AKP’li olma sürecindeki ilk söylemleri, uygulamaları ve partileriyle yaşadıkları tartışmalar ile YCHP’yi yöneten ekibin söylemleri ve eylemlerini karşılaştırmanızı şiddetle öneririm.(25.08.2014 HABER EKSPRES GAZETESİ) Zafer YAPICI

Sadece Kılıçdaroğlu’nun İstifası Yetmez - Zafer yapıcı

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçları muhalefet adına büyük bir başarısızlığı gözler önüne serdi. Bu başarısızlık CHP ve MHP’nin başarısızlığı olarak sunuldu genelde. Hayır, gerçekte böyle değil. Bu başarısızlık CHP ve MHP yönetimlerinin başarısızlığıdır. Bir oldubitti ile karşılaşan CHP ve MHP tabanları, gümbür gümbür gelen yenilginin olsa olsa mağdurlarıdır. Ayrıca birçok yazar tarafından başarısızlık çatı aday fikrinin de yanlışlığının kanıtı olarak sunuldu. Hayır, gerçekte bu da böyle değil. Çatı aday fikrini benimseyen, öneren kişilerden biri de benim. Bu nedenle CHP ve MHP’nin çatı adaylık fikri üzerinde uzlaşmaya varması beni heyecanlandırmaya yetmişti. Çünkü herkes gibi benim de beklentim, iki partinin ortak özellikleriyle kavgası olmayan bir adayın belirleneceğiydi. Rasyonel olan buydu. Ilımlı İslam dayatmacılığına ve bölünme sürecine karşı CHP ve MHP tabanlarını birleştiren özellik milli hassasiyet idi. Atatürk ilkeleri ve değerler sistemi idi. Herkes gibi benim de beklentim, aynı hassasiyetleri paylaşan bir yurttaş olarak, gönül rahatlığı ile oy vereceğim, benim adayım diyebileceğim birini aday olarak görmekti. Oysa CHP ve MHP’nin yönetim kadrosu uzlaşa uzlaşa AKP prototipi bir adayda uzlaştı. Çatıyı başarılı kılacak yegane unsur, adayın nitelikleri ve ideolojik bağlamı olduğundan başarısızlık kaçınılmaz hale geldi. Bir başka ifadeyle İhsanoğlu-Erdoğan danışıklı dövüşünde Ilımlı İslam, daha seçim yapılmadan galibiyetini ilan etti. Seçim sadece göstermelik bir hal aldı. CHP ve MHP yöneticilerini böyle bir adayda uzlaşmaya kim, nasıl ikna etti? Bu gaflet ve belki de ihanet sürecini kimler yönetti? CHP ve MHP tabanlarının iradesini ipotek altına alarak Türk halkını Ilımlı İslam, dinci diktatörlük ve bölücülük arasında bir tercih yapmaya zorlayan İhsanoğlu Koalisyonu’nun ortada gözükmeyen 15. Partisi kimlerden oluşmuştu? Bu soruların cevabı siyasi tarihimizin karanlık noktalarından biri olarak kalmamalıdır. Kılıçdaroğlu’nun bundan sonra siyaseten yapabileceği belki de tek hayırlı şey, istifa ederken bu karanlık süreci deşifre etmesidir. Yukarıdaki soruları cevaplamasıdır. Oysa Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimine paraşütle gönderilen ve tek ortak noktaları Amerikancılık ve Atatürk fobisi olan yönetici güruhu, cemaate ve hatta HDP adayına methiyeler düzerken, mağlubiyetin sorumluluğunu parti tabanına yüklemektedir. Böyle bir kepazeliği dünya çapında hiçbir siyasal oluşumda görmek mümkün değildir. Parti ilkelerini savunmak, bir partide suç haline getirilebilir mi? Bu rezil, insan zekasıyla alay eden söylemler ancak partiyi dinamitlemek için yapılır. Bugün CHP’yi yönetenler, ya bilerek bu dinamitleme sürecine dahil olmakta, ya da bilmeyerek alet olmaktadır. İkisi de birdir… Görüşümüz çok nettir. Kılıçdaroğlu’nun istifası gereklidir, ancak yeterli değildir. Çünkü bu ne idüğü belirsiz omurgasız anlayış en küçük hücresine kadar CHP’den sökülüp atılmadan, CHP’nin tarihsel rolünü oynaması mümkün değildir. YCHP, yeniden CHP yapılmalıdır. Ok yaydan çıkmıştır. Ya cumhuriyetin sigortası emperyalizme tam teslim olacaktır, ya Atatürk devrimi tamamlanacaktır. CHP kurultayında son tahlilde oylanacak tek şey budur! CHP’yi saran emperyal oyunu boşa çıkarmak için en büyük görev CHP tabanına düşmektedir. CHP tabanı, ya ülkesinin kaderini, partisinin ilkesizleştirilmesine karşı topyekün bir mücadeleyi örgütleyerek değiştirecektir. Pankartlarıyla, bayraklarıyla, aklıyla, zekasıyla, çığlığıyla, yüreğiyle; el birliğiyle, cumhuriyete bir “sonbahar devrimi” yaşatacaktır, ya da sonbaharını yaşayan cumhuriyetin hazin ölümünü sinemada tarihsel bir film izler gibi izleyecektir. CHP’nin tarihle imtihanı başlamıştır. Temennim aynı imtihanı MHP’nin de başarıyla verebilmesidir.(17.08.2014 Haber Ekspres Gazetesi) Zafer YAPICI

11 Ağustos 2014

Dünya Lideri Olmak…- Zafer Yapıcı

Aşağıdaki yazı 1 Şubat 2009’da bu köşede yayınlandı. * * * Son günlerde “dünya liderliği” Türk siyasetinde sıkça konuşulan bir kavram oldu. Bu nedenle dünya liderliği sıfatının kimleri nitelemede kullanılabileceğini ifade etmek bizlere farz oldu. Aşağıdaki sözler, bir dünya lideri hakkında dünyanın çeşitli milletlerine ait kişilerce söylenmiş sözler. Sadece bir uygarlık alanından değil, farklı ekonomik, sosyal, dinsel, etnik vb. kategorilerden kişiler tarafından söylenmiş sözler… Her sözde sıralı noktalar ile ifade edilen bir boşluk göreceksiniz. O boşluğa uygun gördüğünüz (cumhurbaşkanı adaylarını), parti liderlerini yerleştirin ve kimlerin dünya lideri sıfatını taşıyabileceğini bulun. Dilerseniz bir de boşluklara, cümlelerin ruhuna en uzak olduğunu düşündüğünüz liderleri yazın. Böylece kimin dünya lideri sıfatını asla taşıyamayacağını da bulun. İşte size çok kolay bir bulmaca. * * * ……, diğer önderlerde görmeye alışmadığımız şu değerli nitelikleri kişiliğinde toplamış bulunuyor: alçak gönüllülük, yeterlilik ve başarı. ……öyle bir insandır ki, hayali değildir. İstediğini bilir, bildiğini yapar, yapamayacağı bir şeyi de istemez. ……, eski, yıpranmış bir toplumdan yepyeni, güçlü bir millet yaratmış, eşsiz kişiliğiyle kendini herkese saydırmıştır. ……. gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir devre için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır. …… yalnız kahraman olmakla kalmamıştır. O, aynı zamanda insanlığın da en büyük evladı olmuştur. ……, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir devrimci olmuştur. Kelimenin tam anlamıyla bir yapıcı ve yaratıcı olan ……, dünya haritasında memleketine yepyeni bir sınır çizmiştir. …… dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. O, bütün bir tarihin seyrini değiştirmiştir. …….’ün yaratıcı ruhunun ve ateşli yurtseverliğinin harekete geçmemiş olduğu hiçbir alan yoktur. …… tarihte teşkilatçı bir dahi, bir milletin harikalar yaratan yöneticisi ve memleketinin kurtarıcısı olarak kalacaktır. Bir milleti, uçurumun kenarından sarsılmaz azmiyle kurtaran, kuvvetlendiren, yükselten yöneticiler arasında ……, en birincisidir. ……. başardığı işler mucize ve harika kabilindedir. Birkaç yıl içinde memleketinde yaptığı devrimler, birkaç yüzyılda gerçekleştirilmeyecek işlerdir. Tarih, silinmez harflerle bu devlet adamının ismini hak edecektir. ….… bir halk adamıdır. Kırılmaz azmi, keskin zekası ve kudreti kendisini, yendiği alın yazısının önüne getirmiştir. ……, milletine bir milletin büyüklüğünün temel taşını teşkil eden, kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir. Çelik gibi azim ve gayreti, uzağı gören akıl ve hikmetle birleşmiş olan bu gerçek halk önderi ve devlet adamı; ...… Anadolu dağlarının en uzak ve ıssız köşesindeki köylere bile başka bir ruh aşılamıştır. İnsanlığın bütün belirtileri …….’te kendini hemen gösteriyor. …… vatanını muhakkak bir parçalanmaktan kurtararak devlet gemisini güvenilir bir limana götürdükten sonra milletinden bir taht istemedi. ……, kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı. * * * Değerli okurlarım dünya liderliği; kararlılık, tutarlılık, yurtseverlik ve barış adamlığıyla kazanılan bir sıfattır. Kuru gürültüyle, medya yağcılığıyla, terörist hamiliğiyle, sömürü ortaklığıyla, diktatörlük özentisiyle değil! İşte bu yüzden tüm dünya milletleri, Mustafa Kemal Atatürk’ü bir dünya lideri olarak tanımlamakta birleşmişlerdir. Yukarıdaki sözler, farklı milletlerden kişiler tarafından Mustafa Kemal Atatürk için söylenmiştir! * * * Tarihte kendini dünyanın lideri sanan birçok kişi de olmuştur; doğru. Ancak bunlardan hiçbiri, dünyanın uzlaşıyla kabul ettiği bir dünya lideri olamamıştır. Kendini dünyanın lideri olarak ilan eden liderler iki gruba ayrılabilir. Birinci grup liderler işgal, sömürü ve hatta terör gibi yollarla; yani zor kullanarak kendilerini dünya lideri olarak sunma çabasına girmişlerdir. İkinci grup liderler ise kişisel egoyu tatmin etme ve popülizm yapma amacıyla… İki gruba dahil edilebilecek liderlerin de gerek tarihçilerin gerekse dünya milletlerinin nezdinde itibarları hep zayıf olmuştur. Birinci grup liderleri, tarih ve dünya milletleri “nefretle” anar. İkinci grup liderler ise tarihçiler ve uluslararası kamuoyu tarafından genellikle “alay” konusu yapılır. * * * Kısacası dünya lideri sıfatına sahip olabilmek öyle kolay değildir! Maazallah, kendini dünya lideri sanıp sonunda alay konusu olmak da vardır. * * * Değerli okurlarım, beş sene önce yazdığım bu köşe yazısı Cumhurbaşkanlığı seçiminin ertesindeki bugün, bence güncelliğini koruyor. O yüzden, size aynı yazıyı hatırlatmak istedim. (HABER EKSPRES GAZETESİ-11 AĞUSTOS 2014) ZAFER YAPICI

04 Ağustos 2014

Bu Gün Bayram - Zafer Yapıcı

Bugün bayram. İyi şeyler yazmak geliyor içimden. Güzellikleri paylaşmak… Ancak yazamıyorum. Irak’a bakıyorum. IŞİD’in Telafer’e girmesinin ardından kaçıyor Türkmenler. Mesud Barzani’nin insafına terk ediliyorlar. Filistin kan kokuyor. Cemaat-Erdoğan kavgasında CHP ve MHP cemaat safında... Ergenekon tertibini unutmuşlar… Son tahlilde aynı yolun yolcusu üç cumhurbaşkanı arasında seçim yapmaya, yani seçeneksizliğe zorlanmışız mesela… Bugün bayram. İyi şeyler yazmak geliyor içimden. Güzellikleri paylaşmak. Yazamıyorum. Kalkıyorum yerimden. Perdenin arkasından sokağa bakıyorum ardından. Çocuklar görüyorum sokakta. Belki iki, belki üç yaşındalar. Gözlerinin içleri gülüyor. Umudu görüyorum… Bugün bayram. İşte o yüzden, bunca acının, yanlışın, yanılışın şahitliğinden sıyrılıp, güzel şeyleri düşünüyorum. Umut tazeliyorum. Sözü Can Yücel’e bırakıyorum… Onun “Bayram” şiiriyle sizleri baş başa bırakıyorum… * * * Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan... Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; Sevmeninkini yalnızlık... Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır. Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek... Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır. Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle... En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır. Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır. "Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır. Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram... Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır. Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır. Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram… Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur. Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler. Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır. Her gününüz bayram olsun..! * * * Her gününüz bayram olsun!(HABER EKSPRES GAZETESİ-28 TEMMUZ 2014) Zafer YAPICI

Agit’in Cumhurbaşkanlığı Seçimi İle İlgili Raporu - Zafer Yapıcı

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), Avrupa’nın en bilindik örgütlerinden. En önemli özelliği Soğuk Savaş zamanında kurulmuş Avrupa merkezli uluslararası örgütler arasında, Soğuk Savaş’ın iki cephesinden de üyeye sahip tek örgüt olması. Değerli okurlarım, AGİT’in en önemli özelliklerinden bir diğeri içerdiği seçim gözlemciliği mekanizması. AGİT, devlet yönetimlerinin olurlarıyla, o devletlerde yapılan seçimleri demokrasi açısından gözlemliyor. Bunun için uzun ve kısa dönemli gözlemciler kullanıyor. Uzun dönemli gözlemciler, seçim öncesi propaganda sürecini de izlemek için seçimlerden birkaç hafta önce ilgili ülkeye gidiyorlar. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini izlemek için Türkiye’de bulunan AGİT uzun dönemli gözlemcilerinin bu ilk raporu AGİT tarafından geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Raporda AKP’ye ve Erdoğan’a yönelik oldukça sert eleştiriler göze çarpmakta. AGİT’in en sert eleştirisi, Cumhurbaşkanlığı seçiminde devlet imkanlarının kullanılması ile ilgili. Raporun ilk sayfasında “Başbakanın propaganda faaliyetleri, çoğunlukla resmi devlet organizasyonları ile birleştirilmiş büyük çaplı organizasyonlardır. Diğer adayların aktif biçimde kampanya yürütmesine karşılık, bu kampanyaların halk önündeki görünürlüğü sınırlıdır” deniyor. 7. sayfada ise “25 Temmuz günü Erdoğan, İstanbul-Ankara arasında çalışacak olan yüksek hızlı trenin hizmete açılış töreni sırasında açıkça propaganda yapmıştır” ifadesine yer verilerek, bu konu detaylandırılıyor. Ayrıca İstanbul’dan bir örnekle belediye imkanlarının Erdoğan için seferber edildiği vurgulanıyor. Yine 7. sayfada İstanbul’da Erdoğan’ın kampanya afişleri ve seçim otobüslerinin iftar için kullanılan belediye çadırlarının girişine çok görünür bir şekilde yerleştirildiği söyleniyor. Seçimlerin ifade özgürlüğünün yetersiz kaldığı bir ortamda yapıldığı AGİT’in diğer bir vurgusu. Yürürlükteki yasal çerçevenin internet dahil olmak üzere ifade özgürlüğüne sınırlama getirdiği söyleniyor. 8. sayfada medya patronlarının ve siyasi aktörlerin medyadaki editoryal özgürlüğe doğrudan müdahalesinden duyulan endişe dile getiriliyor. Başbakanın eleştirisine özellikle televizyon ekranlarında neredeyse hiç rastlanamadığı tespitine yer veriliyor. 9. sayfada YSK kararlarına itirazın mümkün olmaması eleştiriliyor. İktidar partisinin tayin ettiği üyelerin RTÜK’ü politize ettiği vurgulanıyor. Değerli okurlarım, AGİT’in seçimler ile ilgili tespitleri oldukça kayda değer. Türkiye’de demokrasinin kurum ve kurallarının işlemez hale geldiği saptaması, ideolojik saplantısı olmayan, belki de tarafsız tek Avrupa örgütü tarafından yapılıyor. Ne kadar acı… (4AĞUSTOS 2014-HABER EKSPRES GAZETESİ) Zafer YAPICI

23 Temmuz 2014

80 Yıl Önce, 80 Yıl Sonra * Zafer Yapıcı

1934’ün Temmuzunda, yani bundan tam 80 yıl önce, Almanya Cumhurbaşkanı Paul Von Hindenburg, sağlığı iyice bozulmuş bir halde, Batı Prusya’daki konutunda ölümü beklemekteydi. O Hindenburg, bir yıl önce, sadece Almanya değil, dünya tarihini etkileyecek bir karar vermişti. Hitler’e karşı olmasına rağmen, ülkede bozulan ekonomik istikrar sonucunda güçlenen Hitler’i iktidardan uzak tutmanın maliyetinin ona iktidar vermekten daha fazla olacağını düşünmüştü. 1933 yılının Ocak ayında Hitler’i başbakan olarak atamıştı. Hindenburg, muhtemelen ölüm döşeğindeyken, vermiş olduğu kararın yanlışlığının farkına varmıştı. Hitler, Hindenburg’un sağlığının bozulmasının ardından devlet yönetimi ile ilgili yeni projeler üretti. Hindenburg’un olası ölümünü, Almanya’da güç tekelini elde etmek için bir fırsata dönüştürmeyi düşündü. 2 Ağustos 1934’te sabah saat 9’da Hindenburg beklendiği gibi öldü. Birkaç saat içinde Hitler yeni bir yasa çıkarttı. Yasa aynen şöyleydi: Madde 1: Cumhurbaşkanlığı, şansölyelikle (başbakanlık) birleştirilmiştir. Devlet başkanının halihazırdaki yetkileri Führer ve Şansölye’ye, Adolf Hitler’e aktarılacaktır. Madde 2: Bu yasa Devlet Başkanı Von Hindenburg’un ölüm anında yürürlüğe girer. Hitler bu yasaya dayanarak hükümet başkanlığı yanında devlet başkanlığı sıfatını da edinerek 1934 yılının Ağustos ayında bir seçim tezgahladı. Sandıktan elbette o çıktı. Almanya’nın “Führer”i haline geldi. Nazi partisi dışındaki tüm partileri kapattı. Siyasal faaliyetleri yasakladı. Gaz odalarında canlara kıydı. Dört bir yanına saldırdı. Irkçılık yaptı. Hitler, böyle başbakan oldu. Hitler, böyle “Führer” oldu… Bundan tam 80 yıl önce, bir Ağustos günü, bir seçimle…(HABER EKSPRES GAZETESİ-21 TEMMUZ 2014) Zafer YAPICI

14 Temmuz 2014

Bu Yangını Söndürmek Lazım- Zafer Yapıcı

Yanıbaşımız yangın yeri… IŞİD ile birlikte Irak ile Suriye’de terör, kan ve gözyaşı katlanarak artıyor. Bu yetmezmiş gibi, İsrail geçen haftadan itibaren Gazze’ye saldırılar düzenlemeye başladı. Ölü sayısı bu yazının kaleme alındığı saatlerde 100’ü geçti… Kısacası Batı’nın kanlı düzeni İsrail ve IŞİD aracılığıyla kurumsallaşıyor. Türkiye’nin bu süreçte yeni roller üstlenmesi bekleniyor. İktidar ve muhalefet, bu rolleri en iyi kendilerinin oynayacağını ispatlama gayretinde. Bir kayıkçı kavgasıdır sürüyor… Kanıtı mı? Yakın çevremizde bunlar yaşanırken bölünme yasaları büyük bir uzlaşıyla meclisten geçiyor… Türkiye dönüştürülüyor. Bir başka ifadeyle yangına sürükleniyor. Ve aynı meclis, Cumhurbaşkanı adaylarını belirliyor. CHP Genel Merkezi desen, bu sürece destekte sınır tanımıyor. Sezgin Tanrıkulu CHP örgütlerine mektup yazarak, CHP tabanını açılım yasalarına karşı tepkisizliğe çağırıyor. Diktatoryal bir biçimde CHP tabanına suskunluğu öğreteceğini umuyor. CHP’nin ilkelerini savunanlar; devrimleri ve bağımsızlığı savunanlar, tepeden inme yöneticiler tarafından disiplin baskısına alınıyor. Açıkça sopalar gösteriliyor. Dahası CHP ve MHP, (ABD çıkarlarına karşı) Ilımlı İslam’ı tek seçenek haline getiriyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sistemin en çok istediği aday profilini sahiplenerek sistem içinde bir yer edinme gayretine düşüyor. Erdoğan desen malum… Demirtaş, aynı yolun yolcusu. Ya Ekmeleddin Bey? * * * Bu nedenlerle, Erdoğan ile aynı resim karesine girmek için yarışan şakşakçı sanatçılar ile yangına körükle giden YCHP yöneticileri arasında farkın ne olduğunu kestiremiyorum… Ya da gerçekte bir farkın bulunup bulunmadığını… Sezgin Tanrıkulu ile Alişan, Faruk Loğoğlu ile Şafak Sezer, Gürsel Tekin ile İsmail YK, Erdoğan Toprak ile İzzet Yıldızhan, Kemal Kılıçdaroğlu ile Bülent Ersoy arasında son tahlilde bir fark göremiyorsam, bu benim hatam mıdır? * * * Kazananın şimdiden belli olduğu bir cumhurbaşkanlığı yarışı içindeyiz. Kişi olarak söylemiyorum bunu. Adaylar arasında çok derin bir ayrışma noktası göremediğim için söylüyorum. Türkiye’yi seçeneksiz bırakmak isteyen YCHP yöneticilerine, bu yanlışlarının tarihsel vebalinin çok ağır olacağını hatırlatıyorum. Şimdiden söyleyeyim. Bu yangını söndürmeye, Atatürk’ün CHP’sini, onu öyle ya da böyle içten yakmaya çalışanlardan kurtararak başlamak gerektiğine inanıyorum.(HABER EKSPRES GAZETESİ-14 TEMMUZ 2014) Zafer YAPICI

30 Haziran 2014

CHP, 30’ların CHP’si Değilse Kimin CHP’sidir?- Zafer Yapıcı

Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm dünyada hayranlık uyandıran devrimi iki aşamalıdır… 1. Kurtuluş: Türk milleti Kurtuluş Savaşı sayesinde esaretten kurtuldu. 2. Kuruluş: Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal’in ilke ve devrimleri sayesinde çağdaş bir devlet konumuna taşındı. Kurtuluş yaşanmasaydı, kuruluş hiçbir zaman gerçekleşemezdi. Kuruluş olmasaydı, kurtuluş kısa sürede anlamsızlaşırdı. I. İnönü, II. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar Meydan Muharebeleri’nde şehit kanlarıyla elde edilen bağımsızlık, Atatürk’ün ilke ve devrimleriyle kalıcı hale getirildi. Emperyalizme karşı mücadele ile Türkiye’nin çağdaşlaşması arasında bir iç bağlantı vardı kısacası… Emperyalizme karşı mücadele etmeden çağdaşlaşılamıyor, çağdaşlaşmadan da emperyalizme karşı yeterince mücadele edilemiyordu. Mustafa Kemal bu tarihsel gerçeği kavradı. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirdi. “Türkiye mucizesini” yarattı. Tarih yazdı… * * * Değerli okurlarım, yazılan tarih, Türkiye Cumhuriyeti Devrim Tarihidir! Atatürk devrimini büyük kılan şey yöntemidir. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirmesi, çağdaşlaşmanın yolunu tam bağımsızlıkta görmesidir. Büyük Millet Meclisi’nin 19 Eylül 1921’de Mustafa Kemal’e “Mareşal ve Gazi” unvanlarını, 24 Kasım 1934’de “ATATÜRK” soyadını vermesi, bu tarihin nasıl yaşanarak yazıldığının sembolleridir. Mareşal ve Gazi, kurtuluşun lideri Mustafa Kemal’e verilmiş unvanlardır. Halk adına, halk tarafından… Atatürk ise kuruluşu, kurtuluşa ekleyen lidere halkının verdiği addır. Büyük bir toplumsal bilincin yarattığı bir sembolleştirmedir. Mareşallik, gazilik sıfatları ve Atatürk soyadı işte bu yüzden anlamlıdır; işte bu yüzden önemlidir… * * * Günümüzde, büyük bir kampanyayla Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkeleri, devrimleri, mirasım dediği cumhuriyet ve CHP etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Ne yazık ki bu süreçte Kılıçdaroğlu, 30’ların CHP’sinin bugünün CHP’si olmadığını söyleyebiliyor… Atatürk’le tüm bağlantısını kopartma uğraşında… Koltuk kaygısındakiler sessiz. Atatürk’ü, cumhuriyeti ve CHP’yi anlayan ve anlatan birini değil, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi birini cumhurbaşkanlığına aday gösterebiliyor… Yaşanarak yazılan bir tarih göz göre göre siliniyor… Bir ayağı ayrılıkçılıkta, bir ayağı ikinci cumhuriyetçilikte olanlar; bir ayağı Ilımlı İslam’da, bir ayağı ABD’de olanlardan fonlanıp, Atatürk’ü, cumhuriyeti ve CHP’yi yeniden yorumluyorlar! Savaşlarından ve devrimlerinden soyutlanmış hayali bir Mustafa Kemal yaratılmaya çalışılıyor. Bu kez YCHP yönetimi tarafından… Hayali Atatürkçüler türüyor. Türkiye’nin bölünmeye, sömürülmeye, soyulmaya, dönüştürülmeye çalışılmasıyla eşzamanlı olarak. Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmaya çalışılmasıyla eşzamanlı olarak…( HABER EKSPRES GAZETESİ-30.HAZİRAN 2014) ZAFER YAPICI

23 Haziran 2014

Seçeneksiz Değiliz - Zafer Yapıcı

Detaya girmeye gerek yok. Burada, CHP ve MHP yönetimlerinin ortak cumhurbaşkanı adayı Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’nun nitelikleri üzerinden bir tartışmaya girmeyeceğim. Kimi durumlarda, siyasi partiler, koşullar gereği içlerine tam sinmeyen kararları toplumsal uzlaşı adına almak durumunda kalabilirler. CHP de bu durumdadır denebilir. Eyvallah. Asıl canımı sıkan şey bu değil! Tek kelimeyle içimi yakan şeyi söyleyeyim. SE-ÇE-NEK-SİZ-LİK… Rahmi Turan, Sözcü Gazetesi’nde yazmış. “Ne olacak şimdi?” sorusunu soruyor. Cevabı da şu: “Kılıçdaroğlu ile Devlet Bahçeli ‘çatı adayı’ seçiminde yanlışlık yaptı diye AKP’nin adayına mı oy vereceğiz? Eli mahkum… İçimize sinmese de oyumuzu muhalefetin adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’na vermek zorundayız…” Rahmi Turan’ın içine düşürüldüğü seçeneksizlik esas ürkütücü olan… Sadece bu mu? Rahmi Turan’ın kendini sürüklediği seçeneksizlik de… İki hata yan yana. CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ABD’ye ve cemaate mesaj kaygısıyla böyle bir çizgiye partisini sürüklemişse eğer, bu dayatmayı kabullenmek de yanlışlığa ortak olmak değil midir? “Bugünkü CHP, CHP midir?” sorusuna gönül rahatlığıyla evet diyemiyorsak, CHP’nin ürettiği seçeneğin gerçek manada Erdoğan sistemine bir alternatif üretemeyeceğini görmemiz gerekmez mi? Başka bir ifadeyle, dayatılan seçeneğe evet demek, seçeneksizliği kendi ellerimizle üretmek değil de nedir? * * * İyi de gerçekten seçeneksiz miyiz? Ekmeleddin İhsanoğlu ile Tayyip Erdoğan’ın dünya tasavvurları arasında bir farklılaşma olmadığını görüyorsak… Ve söz konusu kişinin cumhuriyeti kuran partinin genel başkanı tarafından önerildiğini biliyorsak… Bir başka Suudi-ABD ortak projesine onay vermekten başka çaremiz yok mu? Elimiz mahkum mudur? İçimize sinmese de oyumuzu muhalefetin (?) adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’na vermek zorunda mıyız? Bir şeyler yapamaz mıyız? * * * Bence yapabiliriz. Hemen Rahmi Turan’ın sorusuna verdiği yanıttan yola çıkıp yeni bir yanıt üreterek işe başlayabiliriz: “Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli siyasal İslam karşısında yenilgilerini açıkça ilan etti diye, siyasal İslamcı adaylar karşısında seçim yapmak zorunda mıyız? Elimiz niye mahkum olsun? Biz bağımsızlık savaşı vermiş bir milletin irade sahibi çocukları değil miyiz? İçimize sinmeyen adaya oyumuzu vermeyiz. İçimize sinen adaya oy vermek için 20 cesur vekili ararız. Yoksa CHP’yi işgal edenleri koltuklarından atar, bu partiyi yeniden kurarız!” Değerli okurlarım, seçeneğimizi kendimiz yaratacağız. Ve bu seçeneği 20 vekilin imzasıyla adayımız yapacağız. Bu şekilde, ikinci turda iki siyasal İslamcı adayın zafer sevincini değil, Atatürkçü adayımızı, gerçek muhalefetin adayını göreceğiz! İşte o kadar… Not: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdullah Gül aday olmazsa, seçimi kim kazanırsa kazansın, şimdiki CHP’nin 1930’lu yılların CHP’si olmadığını defalarca dile getiren Sayın Kılıçdaroğlu’nun bundan sonraki hamlesi CHP Genel Başkanlığı koltuğunu, Sayın Abdullah Gül’e önermek olabilir. Onu yapan, bunu da yapar. (HABER EKSPRES GAZETESİ-16.HAZİRAN 2014) Zafer YAPICI

09 Haziran 2014

Cumhurbaşkanı Sıfatıyla And İçmek - Zafer Yapıcı

Değerli okurlarım, Anayasamızın 103. maddesi gereği Cumhurbaşkanı, görevine başlarken TBMM önünde and içer. Bu and Cumhurbaşkanı’nda olması gereken nitelikleri açıklamaktadır. And bölüm bölüm aşağıda yer almaktadır. Parantez içlerinde de, Cumhurbaşkanlığına aday bir zihniyetin andın içeriğine aykırı yaklaşımı, zihniyetin temsilcilerinin açıklama ve uygulamalarından örneklerle aktarılmıştır. And şöyle başlar: “Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, (“Türklük bir alt kimliktir/ Türkiye eyaletlerle de yönetilebilir/ Osmanlı eyaletler sistemi gibi bir sistem Türkiye’de uygulanabilir/ Yahu, milletin bütünlüğü ‘ne mutlu Türküm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı?/ Ancak bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir, aksi takdirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir/ Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamaktadır. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır” diyen zihniyet.) …Anayasaya, (Erdoğan’ın “bu anayasanın değiştirilmesi lazım, cumhuriyetin, laikliğin, milliyetçiliğin dini temellerde yeniden düzenlenmesi lazım” diyen Başbakanlık Müsteşarı’nın söylemlerine destek çıkıp, “seninle beraber geldik, beraber gideriz” sözleri/ Meclis Başkanı’nın “Anayasa ilkeleri arasında hiçbirisi öncelikli olmayacak” sözleri/ “Haremlik-selamlık ayrışması demokratik bir haktır” diyen zihniyet.) …Hukukun üstünlüğüne, (Danıştay’a, Yargıtay’a ‘diyanete sor’/ Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ‘ulemaya sor’ diyen zihniyet./ Terörle mücadele yasasının 6. maddesinde ‘sayın’ dediği kişiye af çıkarmaya yönelik bir bölüm yerleştirmeye çalışmış zihniyet./ “Türkiye’deki hukuk, yani medeni, ceza, ticaret hukuku halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte edilmiştir” diyen zihniyet.) …Demokrasiye, ( “Bence demokrasi bir amaç değil, bir araçtır” diyen zihniyet.) …Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma, (“Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm’i almış ve Kemalizm kitlelere zorla dikte edilmiştir/ Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu. Sen bunun önüne geçemezsin ki” diyen zihniyet.) …Milletin huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, (15 yıldır 30 bin kişinin ölümünün sorumlusu olan bir kişiye iki defa ‘sayın’/ Kendi askerine, ‘askerlik yan gelip yatma yeri değildir’/ Vatandaşına, ‘ananı da al git’/ Şehitlere ‘kelle’ diyen zihniyet./ Devletteki kadrolaşmayı hızla sürdüren/ TBMM’ye türbanı giydiren zihniyet.) …Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma (Danışmanına, kendisi hakkında ‘onu kullanın, mazgaldan aşağıya süpürmeyin’ dedirten/ ‘El Kadı’ya param kadar kefilim’ diyen/ Hikmetyar’ın önünde diz çöken/ ‘Anıtkabir’de sap gibi duruyorlar’ diyen zihniyet.) Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” (“Amaca ulaşmak için gerekirse papaz cüppesi giyerim” diyen/ Bir bakanına “Türkiye Cumhuriyeti devletini kendisiyle hesaplaştırdık” dedirten/ Vatanseverleri tutsak edip, terör örgüyle masaya oturan/ Andımızı kaldıran/ Atatürklü Türk bayraklarını yasadışı ilan eden/ Bu ülkede ulusalcı mulusalcı yok diyen/ Onuncu Yıl Marşımıza dil uzatan/ Ne mutlu Türküm diyemeyen/ Laik eğitimi, dinsel eğitime çeviren/ Hukuku kendi çıkarı doğrultusunda siyasallaştıran/ Gezi, 17 Aralık ve Soma’nın hesabını veremeyen zihniyet…) Değerli okurlarım, “parantez içindekileri” düşünüp, uygulayıp, tersini namus üzerine yeminlerle sahiplenir görünmek sizce ne anlama gelmektedir? Böyle bir zihniyet taşıyıcısı, Cumhurbaşkanı sıfatıyla and içebilir, bu makamın görev, yetki ve sorumluluklarını yerine getirebilir mi?... İçilen and, gerçekten onurun bir ifadesi olabilir mi? CHP’nin önceki Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal “Sadece cumhurbaşkanının önünde Türk Bayrağı eğilir… Öcalan’a ‘sayın’ şehitlerimize de ‘kelle’ diyen bir insanın önünde Türk Bayrağı eğilemez, eğilmez, eğilmez… Hangi el, hangi vicdan eğebilir o bayrağı? Cumhurbaşkanı o, onun önünde eğilir, çünkü en temiz, en ahlaklı, en güvendiğimiz, şerefimiz, onurumuz, haysiyetimiz, milli duygularımız, mefahirimiz, tarihimiz, geleceğimiz olacak, öyle birisi gelsin eğelim bayrağımızı” demekle Cumhurbaşkanlığı makamının ne denli önemli ve yüce bir makam olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bayrak, sancak, bir milletin simgesidir, onurudur, şanıdır. O yalnız Cumhurbaşkanı’nın önünden eğilerek geçer. Bayrağımızın, yeminine sadık bir cumhurbaşkanının önünden eğilerek geçmesi bizi gururlandırır. Tıpkı, Mustafa Kemal Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün… …Eski Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer’in önünden geçerken gururlandığımız gibi. Yoksa “parantez içindeki” zihniyetin sahibi bir cumhurbaşkanının önünden al sancağımızın eğilerek geçmesi, Türk Milleti’nin böyle bir zihniyet önünde eğilmesi anlamına gelir. Bu durumda, şerefimiz, onurumuz, gururumuz incinecektir… Onurumuza sahip çıkalım. Cumhuriyeti “paranteze almadan”, koyu harflerle bir gelecek yazalım milletçe. Geç olmadan…(HABER EKSPRES GAZETESİ-09-06.2014) Zafer YAPICI