26 Nisan 2007

İKİ AYRI TÜRKİYE Mİ? - ZAFER YAPICI




New York Times gazetesinin Tandoğan Meydanı'ndaki büyük halk buluşması üzerine yorumuydu iki ayrı Türkiye'nin varlığı. Yoğun katılımı, Türk toplumundaki İslami konularda derinleşen bölünmenin bir göstergesi olarak sunuyordu gazete.
Bu görüşe göre iki ayrı Türkiye'nin varlığı 14 Nisan'da ortaya çıktığına göre, 14 Nisan öncesindeki Türkiye hangi Türkiye'ydi? New York Times, iki ayrı Türkiye'nin 14 Nisan'da ortaya çıktığını ifade ederken, önceki Türkiye'nin Tayyip Erdoğan'ın "ılımlı İslam" Türkiye'si olduğunu kabul etmiş oluyordu. Yanılgı da burada başlıyordu.

Değerli okurlarım, New York Times ne derse desin, bizim anlayışımıza göre iki ayrı Türkiye yoktur, olmamıştır. Tek Türkiye vardır. O da Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiyesi. CHP Genel Başkanı Sayın Baykal'ın ifade ettiği gibi, Türkiye'de bir Erdoğan Türkiye'si yoktur. Erdoğan vardır. İktidarda onun zihniyeti vardır. İki ayrı Türkiye'nin varlığı iddiası AKP'nin uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Onun izlediği politikaların talihsiz bir sonucudur.

Peki neydi bu politikalar? Dini vurgularla tanımladıkları millet ile, Atatürk vurgusuyla tanımladıkları devlet arasında bir karşıtlık olduğu fikrine dayalı politikalar. Bu politikalar ile bu zihniyetin savunucuları kendilerini devlet karşısında milletin temsilcisi şeklinde sunarak oy avcılığına girişiyorlar. Devlet kurumlarının milletin değerleriyle kavgalı olduğu fikrini de işliyorlar. Tezleri şu: Devlet Atatürkçüdür. Millet değil. Milletin değerleriyle devleti şekillendirmek gerekiyor o zaman...

Bir örnek verelim. Açık bir örnek. Bakın Meclis Başkanı Bülent Arınç ne diyor: "Yeni seçilecek cumhurbaşkanı ve TBMM, cumhuriyetin temel değerleri ile halkın temel değerlerini birleştirecektir". Ne demek bu? Cumhuriyetin değerlerini yozlaştırıp, çarpık bir biçimde tanımladıkları "hayali halkın" değerlerini (siz tarikat liderlerinin değerleri olarak okuyun) devletin değerleri haline getirecekleri demek...

Seviyeyi kim ölçecek

Değerli okurlarım, bölücülük sadece etnik vurguya dayanmaz. Aslında toplumu din noktasında sınıflara ayırmak bölücülüklerin en büyüğüdür. Çünkü kutsal üzerinden yapılan ayrımlaşmanın tetikçiliğini yapmak, halkı göz göre göre kin ve nefrete sürüklemektir. Tehlike düzeyi çok büyük bir nefrete...

Sizlere bu konuda iki örnek: Birincisi "tarafsız" ve "bütünleştirici" olması gereken Meclis Başkanı'ndan. Bakın neler diyor: "Yeni cumhurbaşkanı sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı olacak". Böyle bir cumhurbaşkanı tanımı da siyasal iktidarın millet-devlet karşıtlığına dayanan temel tezi çerçevesinde değerlendirilebilir. Sayın Baykal'ın ifade ettiği gibi "bu bölücülük değilse nedir? Bu Türkiye'nin devlet düzenini tahrip etmek değilse nedir? Türkiye'nin toplumsal huzuruna mayın döşemek değilse nedir?"

Kim kimin dindarlık seviyesini ölçebilir ki? Ya da dindar olmama hakkını engelleyebilir? Hangi sivillik, hangi demokratlık bu?

Yandaş hakkı

Bu zihniyetin bir uzantısı da Malatya'da geçtiğimiz günlerde gerçekleşen cinayetlerde görülmüyor mu? Malatya'da 3 kişiyi öldürenlerin tarikat yurtlarında aldıkları hangi eğitimin sonucunda böyle bir vahşete giriştikleri belirgin değil mi?
Bir de kadrolaşma örneği verelim. Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeni yönetmeliğinden söz ediyorum. 13 Nisan'da yürürlüğe giren "Eğitim Kurumları Yöneticilerini Atama Yönetmeliği"ne göre, okul yöneticileri atamalarında sınavlar kaldırılıyor. Okul ve milli eğitim müdürlerine yetki veriliyor. Bu uygulamalarla siyasal iktidar, halkı bir de AKP yandaşı ya da karşıtı olarak ikiye bölüyor. Mesleki yükselme, uygulamada sadece siyasal iktidar yandaşlarının bir hakkı haline getiriliyor.

Sözde istikrar


Değerli okurlarım, siyasal iktidar bir yandan toplumu kategorilere ayırıp, yandaş ağlarını büyütmeye çalışırken, diğer yandan istikrarı para akışı ile özdeşleştiren bir yanılgının içine giriyor. Şöyle diyor başbakan: "Rejimi tehlikede olan bir ülkeye küresel sermaye gelir mi?" Böylece siyasal iktidar yürüttüğü borç ekonomisinin yüksek faizlerine itibar eden küresel sermayeyi, sözde istikrarın şahidi olarak gösteriyor. Rejimin tehlikede olmaması ile, sermaye akışı arasında gülünç bir bağlantı icat ediyor. Yine siyasal istikrarın ve meşruiyetin destek noktasını "dışarıda" arıyor; üstelik bu kez "sözde" sahiplenilen "özde" dönüştürülen rejimin de...(!)

Oysa siyasal istikrarın, meşruiyetin ve rejimin dayanağı "dışarıda" değil, "içeride". Millette! Bu bilinci sahiplenen CHP Genel Başkanı Sayın Baykal, 3 Temmuz 2005'te bakın neler demişti: "Lütfen bu memleketin kaderine el koyunuz. Bu memleketi ne yapacağı bilinmeyen böyle bir iktidarın keyfi kararlarına teslim etmeyiniz...Türkiye'nin, devletimizin, cumhuriyetimizin kazanımlarını tehlikeye atabilecek bu sorumsuz gidiş karşısında bütün vatandaşlarımı, kadınları, erkekleri, gençleri, yaşlıları göreve çağırıyorum. Türkiye'ye sahip çıkmaya çağırıyorum."

14 Nisan hangi bilincin dışavurumu sanıyorsunuz?

(Haber Ekspres, 24 Nisan 2007)

Hiç yorum yok: