24 Temmuz 2007

KİM KAZANDI? - ZAFER YAPICI

Önce rızkımızı çaldılar. Kumar ekonomisinin patronlarına kirli ihalelerle yok pahasına sattılar emeğimizi.

Yoksullaştırdılar bizleri…

Avuç açtırdılar önlerinde sonra. Boyunlarımızı büktüler. “-Herkesin bir fiyatı vardır” dediler: “-Kiminin fiyatı bir kuru ekmek, kimininki bol sıfırlı bir çek…”

Bizden çaldıklarının faizlerinin faiziydi oysa bu kez bize “bir oy” için fiyat biçtikleri.

Göremedik…

Halk yoksullaşınca büyüdü haramilerin anaparaları, faizleri ve dolayısıyla faizlerinin faizleri...Büyüdükçe daha fazla oy için, daha fazlamıza yaptılar “ahlaksız tekliflerini”.

Yoksullaştıkça, bazılarımız kabullendi yağma düzenini. Kabullendikçe daha bir yoksullaştık. Bir kısır döngüye sürüklendik. Çoğaldılar soyguncular.

Bilemedik...

Cüzdanımızla birlikte onurumuzu ve umudumuzu çaldılar.

Sezemedik…

Şimdi bir büyük dönemeçteyiz.

Ya pes diyeceğiz, ya direneceğiz.

Ya küçük dünyalarımıza dönüp avunacağız günlük mutluluklarımızla. Üç maymunu oynayıp ekleneceğiz halkından kopuklar ordusuna.

Ya da “güzel günler görmek” için direneceğiz. Acı çekeceğiz. Ama külümüzden doğacağız, büyüyeceğiz.

Siz bilin ki biz direneceğiz.

Siz bilin ki acı çekeceğiz.

Siz bilin ki külümüzden doğacağız, büyüyeceğiz.

Köylüm aşağılanırken siyasal erki elinde tutan bir kendini bilmez tarafından, işçim “özelleştirilmiş” hayatlarda kaybederken işini, memurum iktidar partisinin ilçe merkezlerinde başı öne eğik yardım dilenmek zorunda bırakılırken en ufak bir atamada bile, işsizler orduma her gün yenileri eklenirken üretimi dışlayan ekonomi politikası neticesinde, kimsesizim “geç lan” denilip doyurulurken sadece bol ampullü iftar sofralarında ve unutulurken seçim dışı zamanlarda; gençlerim tarikat yurtlarına mahkum bırakılırken, bir şehidim daha toprağa verirken, muktedir olmak için okyanus ötesinde “onu süpürmeyin” derken birileri, birileri fonlanıp borazanı olurken AB’nin, halkının çıkarını AB’nin çıkarının gerisine atarken birileri, kumar ekonomisinin istikrarının savunucuları televizyonları işgal ederken, “demokrasi” sadece içi boş bir sözcüğe çevrilirken…

Siz bilin ki gözlerinin içi gülen onlar; gözlerinden yaşlar dökülen bizler olacağız…

Devlet soyulmaya, ülke bölünmeye, halk ezilmeye çalışılırken bin koldan; gözlerinin içi gülen onlar, gözlerinden yaşlar dökülen bizler olacağız.

Halkını savunan, vatanını koruyan bizler olacağız.

23 Temmuz’dan tezi yok başlayacaklar “onlar halkından kopuk”, başarısız demeye. Hangi çarpık koşullarda seçim yarışına girildiğini sorgulamayacaklar bile. İktidar olanaklarının nasıl seferber edildiği, devlet törenlerinin nasıl mitingleştirildiği, hangi ünlü futbolcuların hangi ikinci lig takımlarına hangi paralarla transfer edildiği, nasıl sıfırdan “gemicik” sahibi olunduğu ve “gemiciklerin” filolara nasıl dönüşeceği unutulacak örneğin. Din ve ırk istismarcılarına gönül kapılarını açmış “sözde aydınlar” ezberlerini bir bir dayatacaklar bizlere. Gazete başlıkları bir günde değişecek. Bir günde uyum sağlayanlar çoğalacak yeni düzene. Şaşıracaksınız…

Bunun adı “başarı” konacak; bunun adı “demokrasi”…”Sadaka kültürü”, sosyal devlet olarak sunulacak…

Şaşıracaksınız…

Altı ok geride kaldı diyecekler. Atatürkçülük bitti. Siz de değişin diyecekler, siz de küreselleşin. Dikensiz gül bahçesine dönüştürelim ülkeyi diyecekler dört koldan. Dikensiz “küçük Amerika” gül bahçesine.

Değişmeyeceğiz, değiştireceğiz.

Asıl mücadele şimdi başlıyor.

Siz bilin ki halkı savunan, vatanı koruyan yine sizler olacaksınız; bizler olacağız.

İşte bu yüzden; bilin ki “güzel günler göreceğiz”.


(Haber Ekspres, 24 Temmuz 2007)

17 Temmuz 2007

DEĞİŞMEK Mİ DEĞİŞMEMEK Mİ - ZAFER YAPICI

12 Temmuz 2007 tarihli yerel bir basın organının manşetinde Ertuğrul Günay'ın CHP eleştirileri vardı...

Üzülerek söylüyorum, Sayın Günay, bu eleştirileriyle milletvekili adayı olduğu zihniyetin kaypak siyaset üslubunun dayattığı seviyesizliğe kolaylıkla uyum sağladığını gösterdi.

Günay öncesi AKP ne yapardı? Yağma düzeniyle zengini daha zengin fakiri daha fakir yapardı. Bunun karşısında sosyal adaleti savunan her anlayışı "çağdışı" ilan edip ötelemeye çalışırdı. Kendi yolsuzlukları ayyuka çıkınca dürüstlüğüyle tanınan ve kendi siyaseti karşısında konumlanan herkese seviyesizce saldırırdı.

Peki AKP sonrası Günay ne yapıyor? "CHP tarihte kaldı" diyor. CHP'yi "doğal ömrünü tamamlamış, sınırlarını aşamamış bir parti" olarak niteliyor. Tıpkı milletvekili adayı olduğu zihniyetin liderleri gibi altı okla savaşımını ilkeler düzleminden kişiler düzlemine de taşıyor. Gülerek(!) "Baykal'a saygısızlık yapmam, o meclisteki en yaşlı siyasetçi!" deyiveriyor...Bir de "bir sosyal demokrat" olarak AKP'yi seçtiğini söylemez mi...Hani o sadaka kültürünü dayatıp devlet olanaklarıyla siyasal propaganda yapan, sosyal güvenlik sistemimizi çökerten AKP'yi...

Sözün özü şu. AKP sonrası Günay ile Günay öncesi AKP birbiriyle birebir uyuşuyor! Bizlere ise bu tek sahnelik komediyi ifşa etmek kalıyor.

Sayın Günay'ın bu söylemlerini gazetelerde okuyan CHP'li olsun olmasın duyarlı yurttaşlarımız beni arka arkaya arayıp söylenenlere karşı sessiz kalmamamız gerektiğini ifade ettiler. Benim bu konuda gerekli cevabı vermemi özellikle rica ettiler. Ben de Atatürk ilke ve devrimlerine inanan, emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe baş kaldıran milyonlar içinde bir birey olarak bu satırları yazıyorum...

Altı umut ilkesini yaratan, "bağımsızlık benim karakterimdir" diyen CHP'nin 1. Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ve "namuslular da namussuzlar kadar cesur olmalıdır" diyen CHP'nin 2. Genel Başkanı İsmet İnönü'nün anlayışlarıyla pekişen, sosyal demokrasinin evrensel ilkeleriyle de örtüşen CHP'nin ideolojisini sahiplenenler içinde bir birey olarak bu satırları yazıyorum...

Bu satırları yazarken Sayın Günay için iki olasılık aklıma geliyor. Birincisi Sayın Günay'ın AKP'ye geçerken gerçekten değişmiş olduğudur. Bu mantıkla düşünürsek, 30 yıl boyunca CHP'de CHP Genel sekreterliği dahil PM'de görev yapmış, CHP'nin hem ideolojisini savunmuş hem de bu ideolojinin yıllarca sözcülüğünü yapmış Ertuğrul Günay, bütün bu 30 senelik yönünü ve ideolojisini bir günde bırakıp, AKP'ye geçmiştir. Geçmekle kalmayıp; "CHP tarihte kaldı", "AKP'den ayrılmam, çünkü CHP doğal ömrünü bitirmiş bir parti" diyebilmiştir.

Sayın Günay'ın gerçekten değiştiğini doğru kabul ederek Sayın Günay'a sormak istiyorum. Siz değişmiş; yolunuzdan dönmüş olabilirsiniz. Ancak bu sözleri söylerken CHP'ye; altı oka gönül vermiş; yollarından dönmeyen, dönmeyecek olan milyonlarca yurttaşımıza saygısızlık ve insafsızlık yapmıyor musunuz? Sonuçta, kendi görüşünüz doğrultusunda aldığınız bu karar sizi ilgilendirir, biz CHP'lileri, Atatürkçüleri ilgilendiren ise CHP'ye ve Atatürk ilkelerine karşı almış olduğunuz tavrın sonuçlarıdır.

Bu değişiminizin hangi ödün karşılığında olduğu, hangi makam ve çıkar karşılığında 30 yıllık ideolojinizi karşınıza almış olduğunuz; yahut bunu bir bireysel çıkar karşılığında yapmamış olmanız sizin kişiliğinizle ilgili bir durumdur. Bizi ilgilendiren, sizin söylemlerinizin, CHP karşıtlığı noktasında araçlaştırılmasıdır.

Gelelim ikinci olasılığa. Şimdi de Sayın Günay'ın AKP'ye geçerken değişmemiş olduğunu düşünelim. Sayın Günay'ın günümüzde AKP'yi sosyal demokrasi açısından aklama gayreti içinde olduğunu düşünecek olursak, şu soru hemen akla geliyor: CHP'nin Genel Başkanlığına bile soyunmuş bir kişi olarak, eğer CHP'ye Genel Başkan olsaydınız, CHP'nin ideolojisini AKP'ye mi benzetme çabasına girecektiniz?

Değişmek ya da değişmemek göreceliliği barındıran kavramlardır. İyiyken kötü olmak değişimdir, olumsuzdur. Kötüyken iyi olmak da bir değişimdir ama olumludur. Kötüyken kötü kalmak bir değişim değildir, ama olumsuzdur. İyiyken iyi kalmak bir değişim değildir, ama olumludur.

Sayın Günay'ın değişmiş yahut değişmemiş olması olasıdır. Bu değişimin ya da değişmemiş olma durumunun, yukarıdaki kategorilerden hangilerine dahil edilebileceği ise ortadadır...

Biz 14 Nisan mantığını savunan milyonların da bu kategorilerden hangilerine dahil edilebileceği ortadadır...

14 Nisan mantığını savunan milyonlarla, Sayın Günay'ın aynı kategorilerde buluşamayacakları da ortadadır...

Siz Ertuğrul Günay 70 milyonun önünde 30 yıl bir CHP'li gibi çalışıp, sonrasında bu ilkelerden ayrıldıysanız; yani gerçekten değiştiyseniz; geride bu sözlerinizle kırdığınız, incittiğiniz milyonlarca CHP'liden özür dilemelisiniz. "Baykal karşıma çıksın da, hem CHP'yi, hem AKP'yi konuşalım" dediğinizde, Genel Başkanınızın Sayın Baykal'ın karşısına çıkma konusundaki cesaretsizliğini telafi etme konusundaki komik tutumunuz nedeniyle özür dilemelisiniz. "CHP-MHP koalisyonu felaket senaryosundan başka bir şey olmaz" dediğinizde, CHP'nin emperyalizm karşıtı ulusalcılığından korkunuzu, CHP'ye sataşmalarınızın arkasına gizlediğiniz için özür dilemelisiniz.

Tekrar ediyorum özür dilemelisiniz.

Yok eğer değişmediyseniz; bu AKP öncesi Günay ile Günay öncesi ve sonrası AKP'nin aynı ortak amaçlara sahip olduklarını kabul ediyorsunuz demektir.

Eğer gerçek buysa, biz size artık ne diyelim Sayın Günay? Biz 22 Temmuz'da diyeceklerimizi diyeceğiz Sayın Günay...

Halk olarak nasıl Sevr'i çöpe atıp Lozan'ı yarattıysak, şimdi de sadaka kültürünü çöpe atıp herkesin özlem duyduğu sosyal devleti yaratacağız; bu kokuşmuş düzeni değiştireceğiz Sayın Günay. CHP demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal, üniter ve laik devlet yapısını sonsuza değin yaşatacak Sayın Günay...

Bazen bir kişi eksilmek, milyon kişi çoğalmaktır Sayın Günay...Bazen bir ilke, kişisel ikbale bazen milyon oya bedeldir Sayın Günay.

"Halk maskesi takıp" halkı sömürmek, halkçı olmak değil, takiyeciliktir Sayın Günay...

17 Temmuz 2007, Haber Ekspres

11 Temmuz 2007

YURDUMUZUN EFENDİSİ YABANCILAR MI OLUYOR? - ZAFER YAPICI

Mustafa Kemal Atatürk: "Köylü yurdun efendisidir" demişti. Çünkü o zaman temel üretici güç köylüydü...

Değerli okurlarım, bugün ise ulus olarak her sektörde üretim yapanlar yurdun efendisidir. Yani bu ulusun bağrından çıkmış, bu ulusun geleceği ve refahı için üreten sanayicisinden, işçisine, çiftçisine, köylüsüne kadar tüm güçler yurdun efendisidir Atatürk'ün mantığı ile...

Peki ne ölçüde üretiyoruz? Dahası üretim güçleri ne ölçüde bizim?

Ne yazık ki ulus olarak inşa ettiğimiz Cumhuriyetin kurumları özelleştirme adı altında bir bir yabancılara satılıyor. Stratejik önemi olan sektörler (bankalar, Telekom...) fırsattan istifade sunuluyor birilerine.

İşte son örnek: Petkim. İhalede öne çıkan Rus-Kazak ortağı olan Trans Central Asia Petrochemical Grubu tesisin yüzde 51'lik kamu hissesini 2 milyar 50 milyona satın aldı. Petkim'in halka arz edilen hisselerinin yüzde 34'ü zaten yabancıların elindeydi. Yüzde 51'lik hisseyle birlikte toplam yüzde 85'lik hisse yabancıların eline geçmiş oldu.

Yüzde 51'lik hisseyi satın alan bu grubun üç ortağından Ruben Vardaryan, Troika Dialog Group yatırım bankasının sahibi. Banka birçok ortakla, Rus pazarının en büyük sektörlerinde faaliyet gösteriyor. Bu zat, geleceğin küresel liderleri sıralamasında ilk 50 işadamı içinde yer alıyor. İşte bu ve bunun gibi küresel efendiler şimdi de yurdumun efendisi oluyorlar. Köylüler, ulusal sanayiciler, işçiler değil!

Peki bu satışa iş dünyası ne diyor: Petkim Yönetim Kurulu eski Başkanı Uğur Yüce "Çok iyi bir teklif", Ahmet Nazif Zorlu "Büyük para", EGİAD Danışma Kurulu Başkanı Kemal Çolakoğlu " Rakamlar gerçekçi" diyor. Ya gazetelerin başlıkları? " Petkim'e rekor fiyat", "Petkim'e 2 milyar 50 milyon dolar"...

Tüccar zihniyeti ile kar-zarar hesapları çerçevesinde ulusal değerlerimizi yabancılara satarak ulusal kimliğimizi koruyamayız. Hele "ulusal" iş dünyası bu olumsuz gidişe sesiz kalmaya, iyi para versin de kim gelirse gelsin demeye devam ederse bir gün kendilerinin de efendisi o yabancılar olacaktır. Onlara efendim demeye başlayacaklardır...

Peki söz konusu yüzde 51'lik hisseye neler dahil? 4 fabrika, 8 ortak tesis, atık giderme ünitesi, elektrik üretim ünitesi, liman, baraj, 1 milyar değerinde arazi,

Petkim'i önemli kılan unsurlar ne?
-50'yi aşan petrokimya ürün çeşitliliğiyle Türk sanayicisinin vazgeçilmez bir hammadde üreticisi olması,
-Petkim'in ürettiği hammaddelerden plastik ve sentetik kauçukların, inşaat, tarım, otomotiv, elektrik, elektronik, ambalaj sektörlerinin önemli girdileri arasında bulunuyor olması, -Sentetik elyafın ise tekstil sektöründe kullanılıyor olması,
Ayrıca ilaç, boya, deterjan, kozmetik gibi birçok sanayi için de girdi üretiyor olması.

Değerli okurlarım, Türk sanayisini ve Türk milletinin geleceğini ilgilendiren bu denli stratejik önemi olan tesislerin yabancılara satılmasına sessiz mi kalacağız? Satılmaması için gerekli eylemleri ve söylemleri yapmayacak mıyız? Biz de Türk milleti olarak tüccar zihniyeti gibi düşünüp "iyi paraya sattık" mı diyeceğiz?
Ulusal sanayimize; ulusumuza sahip çıkmayacak mıyız?

Biz efendi olmalıyız; biz! Çocuklarımızın, torunlarımızın bu yurdun üretici güçleri, efendisi ve gerçek sahibi olması için uğraş vermeliyiz.

Peki yeni dünya düzeninde küresel sermaye, "gelişmekte olan ülkeler" üzerinde hangi taktikleri uyguluyor? Sadece bir örnek vereceğim. Dünyada sanayileşmiş ve sanayileşmemiş ülkelerin atmosfere belirli oranlara göre sera gazı salma durumu var. Kyoto Anlaşması'yla küresel ısınmayı yaratan ülkelerin sera gazı salınım oranlarını azaltması gerekiyor. Buna karşılık, gaz salınımı düşük olan ülkelerin de bu miktarı arttırabileceği belirtilerek, rekabet piyasasının koşullarına sadık kalınıyor. Bu durumda sera gazı kullanımı hakkının satılması suretiyle gelir elde edilmesi sözkonusu olabilecek.

Değerli okurlarım, anlatmaya çalıştığım gelişmiş ülkelerin küresel zenginlerinin çevre konusunda sorunlu yatırımlarını kendi ülkelerinde yapmaktan ziyade bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri bu konuda kullanacak olmaları. Bir anlamda imzalamak zorunda kalırlarsa Kyoto'dan bile faydalanacak olmaları...

Geri kalmış alanlara belirttiğimiz biçimde yayılma bir "hakimiyet stratejisi" gerektiriyor. Yayılmak istenilen ülkede toprak sahibi olmak, limanları ele geçirip istediği şekilde idare etmek, barajları ele geçirip suya sahip olmak, elektriği ele geçirip enerjiye sahip olmak, sanayicilerin kullandığı hammaddeyi ele geçirip küçük sanayicilere hükmetmek, büyük sanayicileri de yönlendirmek bu stratejinin temel araçları...Tebaalığı kabullenen ulusallıktan uzak zihniyetler ve yönetimler küreselleşmeyi tüm ulusal kaynakları yabancılara satmak olarak görmekteler. Kendilerinin de "sözde" küreselleştiğini dünyaya ispatlamaya çalışmaktalar...

Bu koşullar altında, "babalar gibi satarım", "Türkiye'yi bile pazarlarım" diyen "tüccar siyaset" anlayışını yine işbaşına mı getireceğiz? Şimdi, ulusal devlet, üniter devlet ve laik Cumhuriyet temellerinde yükselen demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne sahip çıkmanın zamanı değil midir? Sandık başına gittiğinizde lütfen ulusal çıkarlarımızı ön planda tutan; Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkan; niteliksiz bürokrat, çıkarcı siyasetçi ve gözü dönmüş iş adamı zincirini kıracak anlayışı; Mustafa Kemal'in anlayışını iktidara getirmeye çalışın.

Yoksa bu gidişle tüm değerlerimizin satılarak yabancılaştığı; kapitülasyonların çoğaldığı bir ortamda çocuklarımıza ve torunlarımıza tarihte olduğu gibi Düyun-u Umumiye'yi miras bırakacağız...

Değerli okurlarım, Petkim başta olmak üzere tüm ulusal sanayimize ve değerlerimize sahip çıkıp gerekli eylemleri yapmalıyız. Korkmamalıyız, ürkmemeliyiz, "bana ne" dememeliyiz. Başta Aliağa olmak üzere İzmir, Türkiye; uyan şimdi tam zamanı. Hem eylemini yap hem de sandıkta hesabı sor. Bugün "yeter artık" deme günü değil mi?

Haber Ekspres, 10 Temmuz 2007

04 Temmuz 2007

KÜRESEL ISINMANIN FARKINDA MISINIZ? 2 - ZAFER YAPICI

AKP iktidarı 4.5 yıldır ülkeyi yönetiyor. Buna rağmen bu süre zarfında ne yazık ki küresel ısınma konusundaki düşüncelerini kamuoyuyla paylaşıp, bu büyük sorunla ilgili gerekli tedbirleri almamıştır.

Küresel ısınmanın Türkiye'ye etkilerini azaltmanın mücadelesini ne uluslararası ne de ulusal platformlarda verebilmiştir. Doğayı ve çevreyi korumak adına alınması gereken önlemleri alamamış, alternatif projeler üretememiş, teslimiyetçi politikalarını çevre alanında da sürdürmüştür.

Sadece siyasal iktidar mı? Dar çıkarların peşinde koşan "iş dünyası" da AKP zihniyetinin yanlışlarına ortak olmuştur. 12.04.2007 tarihinde TBMM Küresel Isınma Komisyonu'na bilgi veren iş dünyasının temsilcileri, 'Türkiye Kyoto Protokolü'nü imzalamamalı' mesajı verdiler. Protokol imzalanırsa Türkiye'de sanayinin duracağını öne süren TOBB Sanayi Daire Başkanı Mustafa Lale idi.

İşte bu bakış açısıyla doğaya ve çevreye verilen önem, gelinen nokta ve yurdumuzda yaşanan gerçekler!...


Değerli okurlarım, "çevre hakkı" evrensel bir insan hakkıdır diyen CHP bakınız seçim pusulasında bu konuda ne diyor ve iktidara geldiğinde neler yapmayı vaad ediyor:

• Doğal, kültürel ve tarihsel çevreyi koruyacağız; çevre hukukunu sürdürülebilir kalkınmanın temel unsuru olarak ele alacağız. Başta enerji olmak üzere, üretimde çevre dostu yöntemleri destekleyeceğiz. Atık yönetimi için özel önlemler alacağız.

•Çevre kirlenmesinin bedelini, kullanana ve kirletene ödettireceğiz. Ancak, bedel ödemenin sürekli bir kirletme hakkına dönüşmesine izin vermeyeceğiz.

•Kentlerdeki yeşil alanları koruyacağız, rant konusuna dönüştürtmeyeceğiz. Ülkemizde kişi başına düşen yeşil alan miktarını, Avrupa standartlarına çıkartmayı hedef alacağız.

•Doğa, çevre ve tarihsel mirasın korunmasında yaptırım ve denetim işlevlerinin, ağırlıkla, yerel yönetimler ve başta TEMA olmak üzere, çevreci sivil toplum kuruluşlarıyla yürütülmesini sağlayacağız.

•Çevresel Etki Değerlendirmesi, formalite olarak değil, insana ve çevreye duyarlı anlayışın gereği olarak dikkatle ele alınacak. Yenilenebilir enerji kaynaklarından daha çok yararlanılmasını sağlayacağız.

•Çevrenin korunmasında, uluslararası dayanışma ve işbirliğine önem vereceğiz; "Akdeniz'in Deniz Ortamı ve Kıyı Bölgelerinin Korunması Sözleşmesi" ve ilgili protokolleri ile "Karadeniz'in Kirlenmeye Karşı Korunması Uluslararası Sözleşmesi"ni kararlılıkla uygulayacağız.

•Biyolojik çeşitliliği, su havzalarını ve orman varlıklarını koruma altına alacağız. Erozyonla mücadeleyi, sivil toplum kuruluşlarının katkısından da yararlanarak, kararlılıkla sürdüreceğiz. Yabani bitki ve hayvan türlerinin yaşama ortamlarının korunmasına özel önem vereceğiz.

•Ormanlarımızı, Ekolojik Denge kavramı içerisinde gelecek nesillere aktarabilmek için gereken kararlılık içinde olacağız.

•Tarihsel, kültürel ve doğal SİT alanlarının korunmasına, kent planlamasında bu özelliklerin dikkate alınmasına özen göstereceğiz.

•Küresel ısınmaya karşı mücadelede devlet ve yerel yönetimlerin sorumlulukları ve yükümlülüklerini belirleyeceğiz; ulusal stratejik politikalarımız çerçevesinde yerine getirilmesini sağlayacağız.

•Küresel ısınma konusunda uluslararası bilimsel çalışmalara, bilim insanlarımız ve her kademede yetkililerimizle etkin katılım sağlayacağız.

•İklim bilimi olan meteorolojiyi, kurumsal yapı, bilimsel kadrolar, araştırma imkânları açısından geliştirip destekleyeceğiz.

•Tüm kent merkezlerinde, çöp ve atık rehabilitasyon projelerinin hızla uygulanmasını sağlayacağız.

•Türkiye'deki sera gazlarının gerçek değerlerinin tespitinin yapılmasını sağlayacağız.

•Küresel ısınmayla mücadele için ulaştırmada deniz ve demiryollarıyla toplu taşımacılığın kullanımına ağırlık vereceğiz.

•Termik santrallerde yakma teknolojilerinin iyileştirilmesini zorunlu kılacağız; kaliteli yakıt kullanımını, az karbon, yüksek verim içeren teknolojilerin uygulanmasını sağlayacağız.

•Tarım politikalarımızda, küresel ısınmanın sebep ve sonuçlarını dikkate alarak gerekli düzenlemeleri yapacağız.

•Ulusal Su Tedarik ve Kullanım Programı'nı geliştirerek, uygulamaya koyacağız. Enerji ve su kullanımında tasarrufu sağlayan uygulamaları destekleyeceğiz.

Dünyamızın ve Türkiye'mizin küresel ısınma tehdidi altında olduğunun fakında mıyız? Eğer farkındaysak duyarlılığımızı göstermeli ve üzerimize düşen görevleri yerine getirmeliyiz... Havası temiz, suyu bol ve içilir, toprağı yeşil ve verimli olan bir dünyayı çocuklarımıza ve torunlarımıza emanet etmeliyiz.

Değerli okurlarım, bu konuda bireysel önlemleri uygulamaya koymak gerekli ama yeterli değil. Ülke yönetimlerine çevreci yönetim anlayışlarını taşımak, politikaların çevreci anlayışlarla biçimlenmesini zorlamak ve bu mücadelenin dünya çapında yürütülmesine katkı sağlamak da gerekiyor...

(Haber Ekspres, 4 Temmuz 2007)

03 Temmuz 2007

KÜRESEL ISINMANIN FARKINDA MISINIZ? 1 - ZAFER YAPICI

Anayasamızın 56. Maddesi şöyledir: "Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir..."

Günümüzde çevre sorunları türlü nedenlerde yaşamımızı tehdit edecek boyutlara ulaşıyor. Ve bu sorunları çözebilmek, uluslararası, ulusal ve hatta bireysel yönleri olan çok boyutlu bir mücadeleyi zorunlu kılıyor...

Değerli okurlarım, çağımızda yaşamımızı tehdit edecek potansiyele sahip çevre sorunlarından en önemlilerinden biri de küresel ısınma. Peki küresel ısınma nedir ve nasıl ortaya çıkar?

Küresel ısınma dünya atmosferi ve okyanusların ortalama sıcaklıklarındaki artışı ifade eder. Küresel ısınmaya atmosferde artan sera gazları neden olur.

Atmosferin, ışığı geçirme ve ısıyı tutma özelliği vardır. Atmosferin ısıyı tutma yeteneği sayesinde suların sıcaklığı dengede kalır. Böylece nehirlerin ve okyanusların donması engellenmiş olur. Bu şekilde oluşan, atmosferin ısıtma ve yalıtma etkisine sera etkisi denir. Ancak atmosferde bulunan başta karbondioksit olmak üzere sera gazlarının miktarlarındaki artışlar bu etkiyi kuvvetlendirip, küresel ısınma olarak tanımlanan soruna yol açmaktadır.

Peki küresel ısınmaya yol açan gazların atmosferdeki oranları neden artmaktadır? Son yıllarda atmosferdeki karbondioksit miktarının artmasının en önemli nedeni hava kirlenmesidir. Metan, ozon ve kloroflorokarbon (CFC) gibi sera gazları da çeşitli insan aktiviteleri ile atmosfere katılmaktadır. Bu gazların tamamının ısı tutma özelliği vardır.



Bir kez daha ifade edersek, karbondioksit ve ısıyı tutan diğer gazların miktarındaki artış, atmosferin ve okyanusların ısısının yükselmesine sebep olmaktadır. Bu da küresel ısınma olarak ifade edilir. Ayrıca, kloroflorokarbon (CFC) gazlarının yoğunluğu karşısında atmosferin koruyucu tabakası ozon delinmektedir.

Küresel ısınmanın belirtileri nelerdir? Karbondioksit oranındaki artış, okyanuslardaki ısınma, buzulların erimesi, deniz seviyesinin yükselmesi, orman yangınlarındaki artış, buzul tabakalarındaki parçalanma, göllerdeki küçülme, kurak dönemlerdeki artış, ırmakların kuruması, kış sıcaklarındaki artış, ilkbaharın erken gelmesi, sonbaharın gecikmesi, bitkilerin erken çiçek açması, göç dönemlerindeki değişiklikler, kuşların erken yuva yapmaları, kıyı şeritlerinin erozyona uğraması, kar yığınlarındaki azalma, mercanlardaki hayatın tükenmesi, bulut ormanlarının kuruması, hastalıklardaki yayılma, yüksek enlemlerde sıcaklık artışı...



Değerli okurlarım, peki küresel ısınma yurdumuzu nasıl etkiledi? Mevsim normallerinin üzerinde sıcaklar kendini gösterdi. Yağışlar azaldı. Barajların ve göletlerin su seviyeleri düştü. Nehirler kuruma noktasına geldi. Su kıtlığı yurdumuzu; özellikle çiftçilerimizi etkiledi. Tüm ürünler tarlada sulanamaz hale geldi. Su sıkıntısı yüzünden tasarruflu su kulanım programları başlatıldı. Yeraltı su seviyelerinde önemli düşüşler yaşandı. İnsanlarımız aşırı sıcaktan etkilendi, normal yaşamları değişti. İş gücüne bağlı üretim düştü...

Küresel ısınmanın tüm yaşayan varlıkların üzerinde ne kadar olumsuz etki bıraktığı, bırakacağı ortadadır. "Bunlardan korunmamız mümkün mü; ne yapmalıyız?" soruları uluslararası, ulusal, bölgesel ve bireysel düzlemlerde tartışılmalıdır. Herkes bu konuda üzerine düşeni yapmalıdır. Yoksa yaşam hakkımız elimizden alınacak, yaşanacak bir dünya bulamayacağız.

Bu konuda uluslararası alanda günümüze kadar atılan en önemli adım Kyoto Sözleşmesi'dir. 1997 yılının nisan ayında imzalanan "Uluslararası Kyoto İklim Sözleşmesi" 2004'te uluslararası geçerliliğe kavuştu. Kyoto sözleşmesi, sanayi ülkelerini başta karbondioksit olmak üzere dünyanın ısınmasına yol açan gazların emisyonunu sınırlandırmak zorunda bırakıyor. Sözleme başta petrol olmak üzere fosil enerji kaynaklarının kullanımına kısıtlama getirilmesini gerektiriyor.

Ancak Kyoto sözleşmesi ciddi sıkıntılarla karşı karşıya. Bu sıkıntıların büyük kısmı ise "küreselleşme çağının lider ülkesi ABD'den" (!) kaynaklanmakta. Sadece çıkarlarını ve sorunları küreselleştirmeye devam eden, küresel ısınmaya yol açan gazların yaklaşık yüzde 30'unu tek başına atmosfere salan ABD, bu sözleşmeyi imzalamaya yanaşmamakta. Bu nedenle sözleşmenin yeryüzü açısından sağlayacağı yararlar sınırlı kalıyor.

Kyoto İklim Sözleşmesi'ne imza koymayan ülkeler enerjilerini fosil yakıttan temin etme ve sanayilerini bu mantıkla devam ettirme kararlılığındalar. Kurulu düzenlerini bozmamak ve mali sıkıntıya girmemek gibi düşüncelere sahip bu ülkeler, dünyada yaşayan başta insan olmak üzere tüm canlı varlıkların hayatlarını hiçe saymaktalar...

Peki Türkiye'de durum ne? Türkiye Kyoto İklim Sözleşmesi'ni imzalamadı. Doğal çevreyi korumak için hazırlanan, Türkiye'nin de imza attığı "İklim Değişikliği Sözleşmesi"nin ise hiçbir bağlayıcılığı yok. Sözleşme tamamen "tavsiye" niteliğinde. Ancak bu sözleşmenin bir ileri adımı olarak kabul edilen Kyoto Sözleşmesi hükümlerine uyum, imza atan ülkeler açısından zorunlu hale getirildi.

Türkiye'nin karbon salınımında büyük bir paya sahip olmadığı buna karşın atmosfere bıraktığı sera gazı miktarında hızlı bir artış olduğu tespit edilmiştir. Bunun sonucunu da yaşayarak görmekteyiz. Küresel ısınmaya karşı daha ciddi önlemlerin alınması ve iklim değişikliği ile mücadele eden kamu ve sivil toplum kuruluşlarının bilimsel çalışmalara önem ve destek vermeleri gerekiyor. Karbon salınımına karşı yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmenin bir devlet politikası haline gelmesi, ağaçlandırma çalışmalarına girişilmesi ve halkın bilinçlendirilmesi vakit kaybetmeden yapılması gerekenler arasında...

Ancak sorunun temel kaynağı "gelişmiş ülkeler". Gelişmiş ülkelerin dünyayı gelecekte ne duruma getirecekleri şimdiden belli değil mi? Peki dünya insanları bu durum karşısında ne yapıyor? Neden emperyalizme, sömürüye karşı tavır alıp, hesap sormuyoruz? Soluduğumuz hava, içtiğimiz su ve beslendiğimiz toprak olan yaşam kaynaklarımız yok olmak üzere ...

Bunların sorumluları belli değil mi?...

NOT: Bu konuya yarınki yazımızda devam edeceğiz...

(Haber Ekspres, 3 Temmuz 2007)