Ülkemizin gündemi sürekli değiştirilmekte.
Gündemi son zamanlarda türban konusunun işgal etmesinin iki temel amaca yönelik olduğu görülüyor.
Birincisi yolsuzluk, yoksulluk ve yandaşlığa türban giydirilerek gerçeklerin saklanmaya çalışılması. Yani kimlik tartışmasının arkasına gizlenerek halktan yana olmayan bir düzenin sürekliliğinin sağlanması.
İkincisi ise yine türban söylemine ve içi boş özgürlük nutuklarına başvurularak yasal ve anayasal düzenlemelerle Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısının değiştirilmeye çalışılması.
Bu oyun nereden bakarsanız bakın tehlikeli. Din siyasete alet edilirken, siyaset dinselleştiriliyor. Türban, erkek egemenliğinin üzerinden üretildiği bir sembol konumuna geliyor. Üstelik bu durum "kadının özgürlüğü" kavramıyla tanımlanarak, özgürlük kavramının da içi boşaltılıyor.
Değerli okurlarım, tartışılan konu aslında türban değil! Türban örtüsü altında tartışılan konu Türkiye Cumhuriyeti'nde laiklik anlayışının var olmaya devam edip etmeyeceği. Türbanı tartışırken, neyi tartıştığımızı çok iyi bilmemiz gerekiyor.
Böyle tehlikeli bir süreçte kadınlara önemli görevler düşüyor. Türkiye'nin içinde bulunduğu bu ortamda, kadının cumhuriyet değerlerini savunması, kadının kendi hakkını savunması anlamına geliyor.
Kadının misyonu sadece kendi hakkını savunmaktan ibaret değil elbette. Geleceği kuracak olanlardır kadınlarımız...Sizler, bu ülkenin kadınları, lütfen başınızı kaldırıp etrafınıza bir bakınız. Yurdumuzda neler olduğunu anlamaya çalışınız. Geleceğinize koyulan ipoteklerin farkına varınız. Çocuklarınızın ve torunlarınızın önlerine konacak tüm engellerle onların adına, onların geleceği adına siz yüzleşmek durumundasınız. Bu engelleri siz aşmak durumundasınız. Sorumluluk alıp birliği beraberliği sağlayıp güç olmak, güçlü olmak durumundasınız. Çünkü çocuklarınızın ve torunlarınızın size, senin de onlara ihtiyacınız var. Onların ve sizin cumhuriyete, laikliğe ve çağdaş demokrasiye ihtiyacınız var...
Değerli okurlarım bu sorumlulukla örgütlenen; sizin kaygılarınızı paylaşan, sizin içinizden gelen, "ben" egosunu yenip "biz" diyebilen, bizin ortak siyasi bilinciyle hareket eden kadınlar siyaset alanında da mevcut. CHP İzmir İl Kadın Kolları bu siyaset anlayışı için önemli bir örnek. CHP'li kadınlar karşılık beklemeden, bir yerlere gelme adına değil; topluma bir şeyler verme adına durmadan dinlenmeden CHP ideolojisi ve Atatürk sevgisi doğrultusunda fedakarca ve kararlılıkla çalışmalarını sürdürüyorlar.
CHP İzmir İl Kadın Kolları Başkanı Gülşen Koşanoğlu ve yönetim kurulu üyeleri, 28 ilçenin Kadın Kolları başkan ve üyeleriyle birlikte zamana karşı yarışarak, halkı bilinçlendirmek adına büyük başarılara imza atıyorlar. Kadın Kolları, sokak sokak, köy köy örgütlenerek halka bir yandan AKP'nin yanlış politikalarını anlatırken diğer yandan da CHP'nin iktidara geldiğinde izleyeceği halkçı politikaları ve şu anda ana muhalefet olarak CHP'nin neler yaptığını aktarıyorlar.
Son çalışmalarından bir örnek: 23 Ocak 2008 Çarşamba günü CHP İzmir İl Kadın Kolları Kiraz ilçesine giderken beraberinde 900 adet CHP'nin Halk gazetesini de götürmüşler. İlçede çarşamba günü kurulan köylü pazarını çalışma alanı olarak belirleyen CHP İl Kadın Kolları Halk gazetelerini hem pazar esnafına hem de ilçe halkına akşamın geç saatlerine kadar dağıtmışlar. Yüzlerce kişiyle görüşmüşler. İlçe halkının hem sevgisini hem de takdirini kazanmışlar.
CHP Kadın Kolları çalışmalarında; Kemalizm, sosyal demokrasinin evrensel değerleri, demokratikleşme, kalkınma ve erdemlilik doğrultusunda halkı bilgilendiriyor. Kadın hakları bilincini aktarıyor. Yolsuzluk, yoksulluk, yandaşlık ekonomisinin açmazlarını tartışıp, sosyal devlet anlayışını vurguluyor. Sorunları dinlerken, çözümleri de sunuyor...
Dip dalgası, kadınlar aracılığıyla büyüyor...
CHP'li kadınlar Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısının tehdit ve tehlike altında olduğu şu günlerde çalışmalarını zamana karşı yarışarak yapıyorlar. Bu olağanüstü bir fedakarlıktır. Çünkü kadın annedir de. Evine, eşine, çocuklarına karşı sorumlulukları varken; bana ne demeden, hem ailevi sorumluluklarını hem de ülkesi için sorumluluklarını yerine getirmek büyük bir fedakarlıktır. Bu fedakarlığın kaynağı, çocuklarının, torunlarının geleceğinin, ülkenin geleceğine bağlı olduğu konusundaki bilinçtir.
CHP Kadın Kolları örneği Türk kadının neleri başarabileceğinin bir kanıtı değil mi?
Bir tarafta türbanın bayraktarlığını, laikliğin karşıtlığını yapan; bunu da siyaset olarak algılayıp öyle davranan kadınlar...
Diğer tarafta da demokratik, laik sosyal bir hukuk devletinin ulus, laik ve üniter yapısını çağdaşlık adına, çocuklarının ve Türk milletinin geleceği adına zamanla yarışarak koruma, kollama ve yüceltme amacıyla mücadele eden CHP'li kadınlarımız, çağdaş kadınlarımız, halkçı kadınlarımız, demokrat kadınlarımız, aydın kadınlarımız...Sizler iyi ki varsınız...
(Haber Ekspres, 29 Ocak 2008)
29 Ocak 2008
22 Ocak 2008
TÜRKİYE CUMHURİYETİ BİR SİYASİ BİLİNÇ CUMHURİYETİDİR - ZAFER YAPICI
Atatürk, Türk milletini "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkı" olarak tanımlayıp, ardından "Ne Mutlu Türk'üm diyene" demekle milliyetçilik anlayışının içeriğini netlikle ortaya koymuştur.
Bu anlayış ulusu dine, mezhebe veya etnik kökene göre tanımlamaz. Ulus olmayı "birlikte yaşamak ve bu yaşamı, sevinç ve tasaları paylaşarak birlikte sürdürmek istenç ve iradesi" olarak ifade edilen siyasi bilinç ve ideal beraberliğine bağlar.
Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı işte bu yüzden bütünleştiricidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin özüne işleyen de insanları kategorilere ayırıcı değil, birleştirici olan bu anlayıştır.
Değerli okurlarım, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bu anlayışı şöyle özetliyor: "Türkiye Cumhuriyeti bizim anlayışımıza göre bir ırk, bir kan, bir kafatası cumhuriyeti değildir. Türkiye Cumhuriyeti bir siyasi bilinç cumhuriyetidir. Hangi inançtan, hangi etnik kökenden, hangi ırktan geliyorsak gelelim hepimiz eşit hukuki statüde, eşit haklara sahip olarak, eşit kuruculuk gücüne sahip olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin bir parçasıyız. İşte bu, siyasi bilinç cumhuriyeti olmak demektir. O nedenle Türkiye Cumhuriyeti bir siyasi bilinç cumhuriyetidir."
Baykal sözlerini şöyle sürdürüyor: "Her etnik kökenden, her ırktan, her inançtan, her mezhepten insan özgürce; kimliğini saklama gereğini duymadan, bir mahcubiyet duygusu içine sürüklenmeden, bir ezikliğe mahkum edilmeden herkes kadar haklı, herkes kadar eşit, herkes kadar gururlu, herkes kadar başı dik bir biçimde ben Türkiye'nin bir parçasıyım diyebilmektedir. Bu ülkeyi kuranlar bu dikkat ve bu duyarlılık içinde davrandılar."
Deniz Baykal bu sözleriyle bugün iktidarda olanların yanlış bir siyasi bilinçle Türkiye'yi yönettiklerini ortaya koymuyor mu?
Değerli okurlarım, siyasette "biz" ve "öteki" kavramları çok önemlidir. Çünkü siyasetçilerin siyaseti kimin çıkarı için yaptıkları bu kavramlarla kimi kastettiklerine bağlıdır. Bu nedenle siyasi alanda yer alan zihniyetlerin, "biz" ve "öteki" derken özde neyi kastettikleri derinlemesine irdelenmelidir.
Bugün iktidarda olanların "biz" anlayışı yoksul kesimleri, ezilenleri, halkı kapsamamaktadır. Onların "biz"den kastı özde bir tarikattan ibarettir. Tıpkı kimi siyasi yönelimlerin "bizden" kastının özde bir etnik gruptan ibaret olması gibi...
Bu olgu çoğunlukla açıkça ilan edilmez. Çünkü toplumsal desteklerini büyütebilmek için dar çıkarları, halkın çıkarı olarak sunmaları gerekir.
Bu noktada yine Deniz Baykal'a dönmekte yarar var: Şöyle diyor Baykal: "Siyaset ben değil biz deme işidir...Siyasetin ortak bizi, etnik biz sınırlarıyla doldurulamaz. Siyasetin ortak bizi inanç, din ve mezhep bizin sınırlarıyla doldurulamaz. Siyasetin ortak bizi bizim ortak taleplerimizi, bizim ortak anlayışımızı, ortak özlemlerimizi gerçekleştirmeyi öngören biz olmak durumundadır. Bu duyarlılık; bu dikkat gösterilmez ise yanlış olur çok tehlikeli olur."
Değerli okurlarım, ortak siyasi bilince dayanan siyaset anlayışını benimsemeyen; siyasetin ortak bizinin içeriğini bırakın inanç, din ve mezhebi; tarikat bizinin dar sınırlarıyla doldurmaya çalışanlar yanlış bir yolda ilerliyorlar...
Cumhuriyetin tüm kurumlarıyla kavga ederek...
Son bir örnek: Başbakan "türban" konusunda İspanya'da yeni açıklamalar yaptı. Türbanın siyasi bir simge olduğu mesajını verdi. Böylelikle türbanı önce dini bir simge olarak lanse eden bu zihniyet türbana bir de siyasi simge olma vasfını ekledi. Yani, zamanı geldiğini düşündüğü an, bir görsel örgütlenme modeli olan türbanın anlamını taktiksel bir biçimde yeniden kurmaya girişti.
Değerli okurlarım hepinizin bildiği gibi anayasal bir düzenlemeyle türbanı üniversitelerde serbest bırakmak; ardından tüm kamuda takılmasına olanak sağlamak için yoğun çaba sarf edilmektedir. AKP, MHP ve DTP bu konuda aynı yolda yürümektedirler.
Bununla da yetinilmemektedir. Cumhuriyet değerleriyle kavgalı kesimler türban yerine başörtüsü sözcüğünü kullanmaya son zamanlarda daha fazla önem vermektedirler. Bu kesimler türbanın içeriğini başörtüsü sözcüğünün tanımına yerleştirmek istiyorlar.
Haftalar önce bu sayfalarda yazdığım gibi türban siyasi bir simgedir. Başörtüsü ise Anadolu kadınının gelenek ve görenekleri uyarınca taktığı bir örtüdür. Hepimizin anaları, nineleri başörtüsünü bu kültürle takmaktadır. Aradaki farkı çok iyi bilmemiz gerekir.
Türban ve başörtüsü kavramlarının içerikleriyle oynanması, laikliğin zayıflatılması amacına yönelen bir diğer taktiksel adımdır.
Peki neden laiklik hedef tahtasına oturtulmuştur? Çünkü laiklik, siyasetin dinselleşmesine, dinin de siyasallaşmasına karşıdır. Laiklik, cumhuriyetin, demokrasinin, ulusal bütünlüğünün ve iç barışın temel taşıdır. "Ilımlı İslam"ın Batı çıkarlarını ürettiği bir süreçte laiklik bağımsızlığın sigortasıdır. Çağdaş ve uygar bir devlet düzeninin ve yaşam biçiminin önkoşuludur. Barışı, karşılıklı anlayış ve hoşgörüyü kurumsallaştırmanın yoludur. Bilimselliğe atılan ilk adımdır; eğitim laikleştirilmeden yenileşme ve değişim söz konusu olamaz. Laiklik devletin, vatandaşlar arasında dini inançları bakımından ayırım yapmasını yasaklamaktadır. Kadın-erkek eşitliği ancak laik bir devlet düzeninde gerçekleşmektedir...
Türban üzerinden siyaset ise bir başkaldırıdır. Laikliğe, hukuka, demokrasiye, cumhuriyete karşı bir başkaldırıdır. Türbanın hem dinsel; hem de siyasal bir simgeyi ifade ettiği vurgusu dinin siyasallaştığı, siyasetin de dinselleştiği vurgusuna bitişiktir.
Bu vurgu bir dil sürçmesi ya da bir itiraf değildir. Bu vurgu da taktikseldir. Zamanı gelince atılmış taktiksel bir adımdır. Başörtüsüne eşitlenmeye çalışılan türban, bu adımla laikliğe karşı bir başkaldırının yeni simgesi olarak lanse edilmektedir. Nihai hedefin laikliği ortadan kaldırmak olduğundan kuşku yoktur.
Değerli okurlarım, ortak siyasi bilinç anlayışı doğrultusunda yönetilemeyen ülkemizin ulusal, laik ve üniter devlet yapısı tehlike ve tehdit altındadır. Ülkemizin ulusal, laik ve üniter yapısını korumak ise ortak bilinç siyasetini yeniden kurmaya bağlıdır. Bu durumda etnik, dinsel, mezhepsel hatlar boyunca, tarikat çıkarları doğrultusunda siyaset yapanları değil, bu siyasi bilinç doğrultusunda siyaset yapanları iktidara getirmeli, bu siyasi bilinci kurmaya çalışanlara destek olmalıyız.
Başka çare var mı?
(Haber Ekspres, 22 Ocak 2008)
Bu anlayış ulusu dine, mezhebe veya etnik kökene göre tanımlamaz. Ulus olmayı "birlikte yaşamak ve bu yaşamı, sevinç ve tasaları paylaşarak birlikte sürdürmek istenç ve iradesi" olarak ifade edilen siyasi bilinç ve ideal beraberliğine bağlar.
Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı işte bu yüzden bütünleştiricidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin özüne işleyen de insanları kategorilere ayırıcı değil, birleştirici olan bu anlayıştır.
Değerli okurlarım, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bu anlayışı şöyle özetliyor: "Türkiye Cumhuriyeti bizim anlayışımıza göre bir ırk, bir kan, bir kafatası cumhuriyeti değildir. Türkiye Cumhuriyeti bir siyasi bilinç cumhuriyetidir. Hangi inançtan, hangi etnik kökenden, hangi ırktan geliyorsak gelelim hepimiz eşit hukuki statüde, eşit haklara sahip olarak, eşit kuruculuk gücüne sahip olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin bir parçasıyız. İşte bu, siyasi bilinç cumhuriyeti olmak demektir. O nedenle Türkiye Cumhuriyeti bir siyasi bilinç cumhuriyetidir."
Baykal sözlerini şöyle sürdürüyor: "Her etnik kökenden, her ırktan, her inançtan, her mezhepten insan özgürce; kimliğini saklama gereğini duymadan, bir mahcubiyet duygusu içine sürüklenmeden, bir ezikliğe mahkum edilmeden herkes kadar haklı, herkes kadar eşit, herkes kadar gururlu, herkes kadar başı dik bir biçimde ben Türkiye'nin bir parçasıyım diyebilmektedir. Bu ülkeyi kuranlar bu dikkat ve bu duyarlılık içinde davrandılar."
Deniz Baykal bu sözleriyle bugün iktidarda olanların yanlış bir siyasi bilinçle Türkiye'yi yönettiklerini ortaya koymuyor mu?
Değerli okurlarım, siyasette "biz" ve "öteki" kavramları çok önemlidir. Çünkü siyasetçilerin siyaseti kimin çıkarı için yaptıkları bu kavramlarla kimi kastettiklerine bağlıdır. Bu nedenle siyasi alanda yer alan zihniyetlerin, "biz" ve "öteki" derken özde neyi kastettikleri derinlemesine irdelenmelidir.
Bugün iktidarda olanların "biz" anlayışı yoksul kesimleri, ezilenleri, halkı kapsamamaktadır. Onların "biz"den kastı özde bir tarikattan ibarettir. Tıpkı kimi siyasi yönelimlerin "bizden" kastının özde bir etnik gruptan ibaret olması gibi...
Bu olgu çoğunlukla açıkça ilan edilmez. Çünkü toplumsal desteklerini büyütebilmek için dar çıkarları, halkın çıkarı olarak sunmaları gerekir.
Bu noktada yine Deniz Baykal'a dönmekte yarar var: Şöyle diyor Baykal: "Siyaset ben değil biz deme işidir...Siyasetin ortak bizi, etnik biz sınırlarıyla doldurulamaz. Siyasetin ortak bizi inanç, din ve mezhep bizin sınırlarıyla doldurulamaz. Siyasetin ortak bizi bizim ortak taleplerimizi, bizim ortak anlayışımızı, ortak özlemlerimizi gerçekleştirmeyi öngören biz olmak durumundadır. Bu duyarlılık; bu dikkat gösterilmez ise yanlış olur çok tehlikeli olur."
Değerli okurlarım, ortak siyasi bilince dayanan siyaset anlayışını benimsemeyen; siyasetin ortak bizinin içeriğini bırakın inanç, din ve mezhebi; tarikat bizinin dar sınırlarıyla doldurmaya çalışanlar yanlış bir yolda ilerliyorlar...
Cumhuriyetin tüm kurumlarıyla kavga ederek...
Son bir örnek: Başbakan "türban" konusunda İspanya'da yeni açıklamalar yaptı. Türbanın siyasi bir simge olduğu mesajını verdi. Böylelikle türbanı önce dini bir simge olarak lanse eden bu zihniyet türbana bir de siyasi simge olma vasfını ekledi. Yani, zamanı geldiğini düşündüğü an, bir görsel örgütlenme modeli olan türbanın anlamını taktiksel bir biçimde yeniden kurmaya girişti.
Değerli okurlarım hepinizin bildiği gibi anayasal bir düzenlemeyle türbanı üniversitelerde serbest bırakmak; ardından tüm kamuda takılmasına olanak sağlamak için yoğun çaba sarf edilmektedir. AKP, MHP ve DTP bu konuda aynı yolda yürümektedirler.
Bununla da yetinilmemektedir. Cumhuriyet değerleriyle kavgalı kesimler türban yerine başörtüsü sözcüğünü kullanmaya son zamanlarda daha fazla önem vermektedirler. Bu kesimler türbanın içeriğini başörtüsü sözcüğünün tanımına yerleştirmek istiyorlar.
Haftalar önce bu sayfalarda yazdığım gibi türban siyasi bir simgedir. Başörtüsü ise Anadolu kadınının gelenek ve görenekleri uyarınca taktığı bir örtüdür. Hepimizin anaları, nineleri başörtüsünü bu kültürle takmaktadır. Aradaki farkı çok iyi bilmemiz gerekir.
Türban ve başörtüsü kavramlarının içerikleriyle oynanması, laikliğin zayıflatılması amacına yönelen bir diğer taktiksel adımdır.
Peki neden laiklik hedef tahtasına oturtulmuştur? Çünkü laiklik, siyasetin dinselleşmesine, dinin de siyasallaşmasına karşıdır. Laiklik, cumhuriyetin, demokrasinin, ulusal bütünlüğünün ve iç barışın temel taşıdır. "Ilımlı İslam"ın Batı çıkarlarını ürettiği bir süreçte laiklik bağımsızlığın sigortasıdır. Çağdaş ve uygar bir devlet düzeninin ve yaşam biçiminin önkoşuludur. Barışı, karşılıklı anlayış ve hoşgörüyü kurumsallaştırmanın yoludur. Bilimselliğe atılan ilk adımdır; eğitim laikleştirilmeden yenileşme ve değişim söz konusu olamaz. Laiklik devletin, vatandaşlar arasında dini inançları bakımından ayırım yapmasını yasaklamaktadır. Kadın-erkek eşitliği ancak laik bir devlet düzeninde gerçekleşmektedir...
Türban üzerinden siyaset ise bir başkaldırıdır. Laikliğe, hukuka, demokrasiye, cumhuriyete karşı bir başkaldırıdır. Türbanın hem dinsel; hem de siyasal bir simgeyi ifade ettiği vurgusu dinin siyasallaştığı, siyasetin de dinselleştiği vurgusuna bitişiktir.
Bu vurgu bir dil sürçmesi ya da bir itiraf değildir. Bu vurgu da taktikseldir. Zamanı gelince atılmış taktiksel bir adımdır. Başörtüsüne eşitlenmeye çalışılan türban, bu adımla laikliğe karşı bir başkaldırının yeni simgesi olarak lanse edilmektedir. Nihai hedefin laikliği ortadan kaldırmak olduğundan kuşku yoktur.
Değerli okurlarım, ortak siyasi bilinç anlayışı doğrultusunda yönetilemeyen ülkemizin ulusal, laik ve üniter devlet yapısı tehlike ve tehdit altındadır. Ülkemizin ulusal, laik ve üniter yapısını korumak ise ortak bilinç siyasetini yeniden kurmaya bağlıdır. Bu durumda etnik, dinsel, mezhepsel hatlar boyunca, tarikat çıkarları doğrultusunda siyaset yapanları değil, bu siyasi bilinç doğrultusunda siyaset yapanları iktidara getirmeli, bu siyasi bilinci kurmaya çalışanlara destek olmalıyız.
Başka çare var mı?
(Haber Ekspres, 22 Ocak 2008)
15 Ocak 2008
ÜNİVERSİTE TİCARETHANE DEĞİLDİR! - ZAFER YAPICI
Türk Dil Kurumu'nun yayınladığı Türkçe sözlükte üniversite sözcüğü şöyle tanımlanıyor: "bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma ve yayın yapan...öğretim kurumu".
Değerli okurlarım, son dönemde şahit olduğumuz gelişmeler, AKP zihniyetinin, üniversite kavramının evrensel tanımını değiştirme amacıyla hareket ettiğini gösteriyor. Siyasal iktidarın uygulamalarıyla bir taraftan üniversitenin bilimsel özerkliği ve sahip olduğu kamu tüzel kişiliği hedef tahtasına oturtuluyor, diğer taraftan yaşamsal önemde olan araştırma kurumu olma niteliği elinden alınmaya çalışılıyor.
Siyasal iktidarın üniversite stratejisinin üç temel ayağı var.
Birincisi siyasal kadrolaşma/tarikat kadrolaşması. Üniversitelerin birçoğu, özellikle de taşra üniversiteleri neredeyse idari kadrosunun bağlantılı olduğu tarikatlar aracılığıyla tanımlanır hale geldi. Bu kadrolaşma, "kendinden olmayanı" ya üniversite yönetiminin (daha da ötesi üniversitenin) dışına itiyor, ya da sessizleştirip edilgenleştiriyor.
İkincisi üniversitenin bilimsel özerkliğinin elinden alınması. Siyasal kadrolaşmaya paralel olarak üniversiteler sadece AKP'nin siyasal stratejilerini olumlayan kurumlar haline dönüştürülmeye çalışılıyor. Üniversitenin bilimsel araştırma kurumu olma niteliğini ortadan kaldırmaya yönelik çeşitli girişimler var. Örneğin YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan araştırma görevliliğini bursiyerlik haline getirme konusunda görüşlerini ortaya koydu. Özcan'ın önerisi gerçekleşirse, üniversite araştırma görevlileri, ahbap-çavuş ilişkisiyle verilen burslara bağımlı hale getirilecek. Sağlık sigortaları olmayacak. Yaz aylarında maaş alamayacaklar. Böylelikle siyasal kadrolaşmanın etkisine daha açık hale gelecekler. Ailesini geçindirebilmek için sadaka kültürüne adapte olmaktan başka bir seçeneği olmayan, bağımlı ve kimliksiz akademisyen tipi yaratılabilecek. Genç kadrolar denetim altında tutulabilecek.
Üçüncüsü eğitimde fırsat eşitliğinin ortadan kaldırılması. Eğitimde fırsat eşitliğinin ortadan kaldırılması AKP zihniyetinin sosyal devleti yok etme projesinin bir gereği. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan "üniversite kapısındaki yığılmanın nedenlerinden biri okulların bedava olması. Üniversiteleri paralı yapalım" diyerek bu konudaki tavrını açıkça ortaya koydu. Bu yaklaşım, sadece bilim yapan kurumları ticarethane zihniyetiyle yönetmek anlamına gelmiyor. Anayasal bir hak olan eğitim hakkını pratikte ortadan kaldırmak anlamına da geliyor. Oysa anayasanın 42. maddesi "kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz" demekte. Anayasanın 58. maddesine göre ise devlete, gençlerin müsbet ilim ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda yetişmeleri ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri almak görevi veriliyor. Özcan'ın söylediklerinin gerçekleşmesinin sonucu, gelir seviyesi düşük ancak başarılı öğrencilerin "okuyabilmek için" sadaka dağıtım ağlarının üniversite kollarına (örneğin tarikat burslarına) daha fazla bağımlı hale gelmesi olacak. Tıpkı fakirleştirilen halkın, sadaka kültürüyle sadaka dağıtım ağlarına daha fazla bağımlı hale gelmesi gibi...Tıpkı güvenceleri ellerinden alınacak araştırma görevlilerinin siyasal kadrolaşmalarla belirlenecek burslara bağımlı hale getirilecek olmaları gibi...
Değerli okurlarım, üniversitelerinin Türk Dil Kurumu sözlüğünde tanımlandığı şekliyle bilim yapan özgür kurumlar haline getirilmesi sosyal devlet ilkesiyle doğrudan bağlantılıdır.
Üniversite özerkliğinin ve eğitim hakkının tek güvencesi, sosyal devletin yeniden kurulmasıdır... Sadaka düzeninin halkçı bir düzenle; Atatürkçü bir düzenle değişmesidir!
(Haber Ekspres, 15 Ocak 2008)
Değerli okurlarım, son dönemde şahit olduğumuz gelişmeler, AKP zihniyetinin, üniversite kavramının evrensel tanımını değiştirme amacıyla hareket ettiğini gösteriyor. Siyasal iktidarın uygulamalarıyla bir taraftan üniversitenin bilimsel özerkliği ve sahip olduğu kamu tüzel kişiliği hedef tahtasına oturtuluyor, diğer taraftan yaşamsal önemde olan araştırma kurumu olma niteliği elinden alınmaya çalışılıyor.
Siyasal iktidarın üniversite stratejisinin üç temel ayağı var.
Birincisi siyasal kadrolaşma/tarikat kadrolaşması. Üniversitelerin birçoğu, özellikle de taşra üniversiteleri neredeyse idari kadrosunun bağlantılı olduğu tarikatlar aracılığıyla tanımlanır hale geldi. Bu kadrolaşma, "kendinden olmayanı" ya üniversite yönetiminin (daha da ötesi üniversitenin) dışına itiyor, ya da sessizleştirip edilgenleştiriyor.
İkincisi üniversitenin bilimsel özerkliğinin elinden alınması. Siyasal kadrolaşmaya paralel olarak üniversiteler sadece AKP'nin siyasal stratejilerini olumlayan kurumlar haline dönüştürülmeye çalışılıyor. Üniversitenin bilimsel araştırma kurumu olma niteliğini ortadan kaldırmaya yönelik çeşitli girişimler var. Örneğin YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan araştırma görevliliğini bursiyerlik haline getirme konusunda görüşlerini ortaya koydu. Özcan'ın önerisi gerçekleşirse, üniversite araştırma görevlileri, ahbap-çavuş ilişkisiyle verilen burslara bağımlı hale getirilecek. Sağlık sigortaları olmayacak. Yaz aylarında maaş alamayacaklar. Böylelikle siyasal kadrolaşmanın etkisine daha açık hale gelecekler. Ailesini geçindirebilmek için sadaka kültürüne adapte olmaktan başka bir seçeneği olmayan, bağımlı ve kimliksiz akademisyen tipi yaratılabilecek. Genç kadrolar denetim altında tutulabilecek.
Üçüncüsü eğitimde fırsat eşitliğinin ortadan kaldırılması. Eğitimde fırsat eşitliğinin ortadan kaldırılması AKP zihniyetinin sosyal devleti yok etme projesinin bir gereği. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan "üniversite kapısındaki yığılmanın nedenlerinden biri okulların bedava olması. Üniversiteleri paralı yapalım" diyerek bu konudaki tavrını açıkça ortaya koydu. Bu yaklaşım, sadece bilim yapan kurumları ticarethane zihniyetiyle yönetmek anlamına gelmiyor. Anayasal bir hak olan eğitim hakkını pratikte ortadan kaldırmak anlamına da geliyor. Oysa anayasanın 42. maddesi "kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz" demekte. Anayasanın 58. maddesine göre ise devlete, gençlerin müsbet ilim ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda yetişmeleri ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri almak görevi veriliyor. Özcan'ın söylediklerinin gerçekleşmesinin sonucu, gelir seviyesi düşük ancak başarılı öğrencilerin "okuyabilmek için" sadaka dağıtım ağlarının üniversite kollarına (örneğin tarikat burslarına) daha fazla bağımlı hale gelmesi olacak. Tıpkı fakirleştirilen halkın, sadaka kültürüyle sadaka dağıtım ağlarına daha fazla bağımlı hale gelmesi gibi...Tıpkı güvenceleri ellerinden alınacak araştırma görevlilerinin siyasal kadrolaşmalarla belirlenecek burslara bağımlı hale getirilecek olmaları gibi...
Değerli okurlarım, üniversitelerinin Türk Dil Kurumu sözlüğünde tanımlandığı şekliyle bilim yapan özgür kurumlar haline getirilmesi sosyal devlet ilkesiyle doğrudan bağlantılıdır.
Üniversite özerkliğinin ve eğitim hakkının tek güvencesi, sosyal devletin yeniden kurulmasıdır... Sadaka düzeninin halkçı bir düzenle; Atatürkçü bir düzenle değişmesidir!
(Haber Ekspres, 15 Ocak 2008)
08 Ocak 2008
SADAKA KÜLTÜRÜ MEDYALAŞIYOR MU? - ZAFER YAPICI
Sosyal devletin tasfiyesinin ve sadaka kültürünün üretilmesinin iki ayağını oluşturduğu bir dikey örgütlenme modeliyle karşı karşıyayız.
Bu örgütlenme modeli bir sadaka dağıtım projesine dayanıyor. Önce halk yoksullaştırılıyor. Sosyal devlet yıkılıyor. Sonra da sosyal devlet harcamaları için kullanılması gereken devlet kaynakları, parti ereklerine havale edilip, yoksullaştırılan kitlelere "oy" karşılığında dağıtılıyor.
Dikey olarak örgütlenmiş sadaka dağıtım projesi sürerken; bazı medya organları ve sivil toplum örgütleri (!) bu projenin tamamlayıcıları rolünü üstleniyorlar. Hislere hitap eden programlarını ve yardım paketlerini topluma sunarak sadaka dağıtımının yatay örgütlenmesini sağlıyorlar...
Elbirliği içinde sözde sosyal projeler üretiyorlar!
Sözde sosyal projeler! Önce yoksullaştırma sonra avuç açar hale getirme projeleri! Yoksulluk üzerinden bol oy, bol para, bol reyting kazanma projeleri...
"Yoksul insanlara yardım yapacağız" diyen yarışmalar yahut diğer televizyon programları çoğunlukla yardıma muhtaçların onurlarını, gururlarını inciterek yayın yapıyorlar. Yardımlar, milyonlarca insanın gözleri önünde tıpkı AKP'nin yaptığı gibi büyük bir gösterişle veriliyor.
Medya sadaka kültürünü her an yeniden üretirken, sadaka kültürü medyalaşıyor...
Yoksul kesim açıkça dilenci muamelesi görüyor. Bu sözde sosyal projenin(!) dayattığı davranış biçimini, yaşam tarzı olarak halka kabul ettirme çabası içindeler. Duymayan, görmeyen, konuşmayan ve kaderci bir toplum yaratılmak isteniyor.
Üreten insanlar yerine üretmeden kazanmaya alışmış ve yardıma muhtaç hale getirilmiş insanlar topluluğu yaratma gayesi itaat ettirme hedefiyle doğrudan bağlantılı. Günü gelince verilen emirleri, söylenenleri yerine getirmeleri beklenen "muhtaç" bir kitle yaratılmak isteniyor. Edilgen duruma getirilen insanlar, yuvadaki yavru kuşların ağızlarını açarak anne kuşun getireceği yiyeceği beklemeleri gibi kendilerine verilecek yardımları bekler duruma sürükleniyorlar...
Değerli okurlarım, oysa bu ülkede yaşayan her yurttaşımız bu ülkenin ayırımsız birinci sınıf yurttaşıdır. Yaratılan tüm değerlerden de herkesin faydalanması demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin gereğidir.
Sosyal devletin gereği budur.
Ülkede yaratılan tüm değerlerden her yurttaşımızın yararlanma hakkı vardır. Bu hakkı sosyal devlet yurttaşına doğrudan verir. İncitmeden verir, onurunu kırmadan verir. Şimdi yapıldığı gibi, sadaka verir gibi değil. Toplum ve medya önünde onur ve gurur inciterek, yardım bekler duruma getirerek, avuç açtırarak değil!
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal "Demokrasi başı dik, bilinçli insanlarla ayakta durur. Türkiye'de ne yazık ki vatandaşın önemli bölümünü yardıma muhtaç edip kendilerine bağladılar. Kendisini iktidara avuç açma durumunda hisseden bir kişi için bu gerçekler ikinci plana itiliyor" demekle sosyal devletin ve yurttaş bilincinin AKP iktidarı tarafından ne hale getirildiğini gözler önüne sermiyor mu?
Açıkça söylüyoruz. Atatürk Türkiye'sinde var olagelen sosyal devlet yapısı AKP iktidarı döneminde ortadan kaldırılmaya, yurttaşlık bilinci de yok edilmeye çalışılmaktadır. Amaç sosyal devletin yerini sadaka veren parti devletine, yurttaşın yerini tebaaya bırakmasıdır. Son olarak anayasada değişiklik yapma girişimleri devletin milli, laik ve üniter yapısını kökten değiştirme girişimleridir. Böylesi akılcılığa aykırı değişiklikler, ancak edilgenleştirilmiş bir toplumda yapılabilir...
* * *
Bugün yazdıklarım bana Mustafa Kemal Atatürk'ün şu sözlerini çağrıştırdı...
"....Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere, yurdun içinde yönetim başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık ve üstelik hayınlık içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri, kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan (dış) düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler. Ulus, yoksul ve darlık içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin genç kuşakları! İşte bu ortam ve koşullarda bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Gereksindiğin güç, damarlarındaki soylu kanda vardır."
20 Ekim 1927 Gazi Mustafa Kemal
* * *
2000'li yıllarda "yoksul ve darlık içinde ezgin ve bitkin düşmüş ulusu" ayağa kaldırabilmek için, bağımlı değil onurlu bir gelecek kurabilmek için, soygun ekonomisini ve yurttaşı edilgenleştirme projelerini tasfiye edebilmek için, sosyal devleti yeniden inşa edebilmek için, yeniden başı dik yurttaşların ülkesi olabilmek için...kısaca bu yoksulluk-yandaşlık-yağma düzenini halktan yana bir düzenle değiştirmek için, izlememiz gereken tek yol sizce de Mustafa Kemal'in yolu değil midir?
(Haber Ekspres, 8 Ocak 2008)
Bu örgütlenme modeli bir sadaka dağıtım projesine dayanıyor. Önce halk yoksullaştırılıyor. Sosyal devlet yıkılıyor. Sonra da sosyal devlet harcamaları için kullanılması gereken devlet kaynakları, parti ereklerine havale edilip, yoksullaştırılan kitlelere "oy" karşılığında dağıtılıyor.
Dikey olarak örgütlenmiş sadaka dağıtım projesi sürerken; bazı medya organları ve sivil toplum örgütleri (!) bu projenin tamamlayıcıları rolünü üstleniyorlar. Hislere hitap eden programlarını ve yardım paketlerini topluma sunarak sadaka dağıtımının yatay örgütlenmesini sağlıyorlar...
Elbirliği içinde sözde sosyal projeler üretiyorlar!
Sözde sosyal projeler! Önce yoksullaştırma sonra avuç açar hale getirme projeleri! Yoksulluk üzerinden bol oy, bol para, bol reyting kazanma projeleri...
"Yoksul insanlara yardım yapacağız" diyen yarışmalar yahut diğer televizyon programları çoğunlukla yardıma muhtaçların onurlarını, gururlarını inciterek yayın yapıyorlar. Yardımlar, milyonlarca insanın gözleri önünde tıpkı AKP'nin yaptığı gibi büyük bir gösterişle veriliyor.
Medya sadaka kültürünü her an yeniden üretirken, sadaka kültürü medyalaşıyor...
Yoksul kesim açıkça dilenci muamelesi görüyor. Bu sözde sosyal projenin(!) dayattığı davranış biçimini, yaşam tarzı olarak halka kabul ettirme çabası içindeler. Duymayan, görmeyen, konuşmayan ve kaderci bir toplum yaratılmak isteniyor.
Üreten insanlar yerine üretmeden kazanmaya alışmış ve yardıma muhtaç hale getirilmiş insanlar topluluğu yaratma gayesi itaat ettirme hedefiyle doğrudan bağlantılı. Günü gelince verilen emirleri, söylenenleri yerine getirmeleri beklenen "muhtaç" bir kitle yaratılmak isteniyor. Edilgen duruma getirilen insanlar, yuvadaki yavru kuşların ağızlarını açarak anne kuşun getireceği yiyeceği beklemeleri gibi kendilerine verilecek yardımları bekler duruma sürükleniyorlar...
Değerli okurlarım, oysa bu ülkede yaşayan her yurttaşımız bu ülkenin ayırımsız birinci sınıf yurttaşıdır. Yaratılan tüm değerlerden de herkesin faydalanması demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin gereğidir.
Sosyal devletin gereği budur.
Ülkede yaratılan tüm değerlerden her yurttaşımızın yararlanma hakkı vardır. Bu hakkı sosyal devlet yurttaşına doğrudan verir. İncitmeden verir, onurunu kırmadan verir. Şimdi yapıldığı gibi, sadaka verir gibi değil. Toplum ve medya önünde onur ve gurur inciterek, yardım bekler duruma getirerek, avuç açtırarak değil!
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal "Demokrasi başı dik, bilinçli insanlarla ayakta durur. Türkiye'de ne yazık ki vatandaşın önemli bölümünü yardıma muhtaç edip kendilerine bağladılar. Kendisini iktidara avuç açma durumunda hisseden bir kişi için bu gerçekler ikinci plana itiliyor" demekle sosyal devletin ve yurttaş bilincinin AKP iktidarı tarafından ne hale getirildiğini gözler önüne sermiyor mu?
Açıkça söylüyoruz. Atatürk Türkiye'sinde var olagelen sosyal devlet yapısı AKP iktidarı döneminde ortadan kaldırılmaya, yurttaşlık bilinci de yok edilmeye çalışılmaktadır. Amaç sosyal devletin yerini sadaka veren parti devletine, yurttaşın yerini tebaaya bırakmasıdır. Son olarak anayasada değişiklik yapma girişimleri devletin milli, laik ve üniter yapısını kökten değiştirme girişimleridir. Böylesi akılcılığa aykırı değişiklikler, ancak edilgenleştirilmiş bir toplumda yapılabilir...
* * *
Bugün yazdıklarım bana Mustafa Kemal Atatürk'ün şu sözlerini çağrıştırdı...
"....Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere, yurdun içinde yönetim başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık ve üstelik hayınlık içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri, kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan (dış) düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler. Ulus, yoksul ve darlık içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin genç kuşakları! İşte bu ortam ve koşullarda bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Gereksindiğin güç, damarlarındaki soylu kanda vardır."
20 Ekim 1927 Gazi Mustafa Kemal
* * *
2000'li yıllarda "yoksul ve darlık içinde ezgin ve bitkin düşmüş ulusu" ayağa kaldırabilmek için, bağımlı değil onurlu bir gelecek kurabilmek için, soygun ekonomisini ve yurttaşı edilgenleştirme projelerini tasfiye edebilmek için, sosyal devleti yeniden inşa edebilmek için, yeniden başı dik yurttaşların ülkesi olabilmek için...kısaca bu yoksulluk-yandaşlık-yağma düzenini halktan yana bir düzenle değiştirmek için, izlememiz gereken tek yol sizce de Mustafa Kemal'in yolu değil midir?
(Haber Ekspres, 8 Ocak 2008)
01 Ocak 2008
SIRA DÜŞLERİMİZİN TUTSAKLIĞINA MI GELDİ? - ZAFER YAPICI
Bugün 1 Ocak. Yeni yılın ilk günü. Çoğunlukla en büyük düş günü...
Aynı anda hem veda hem de sürekli ertelediğimiz başlangıç günleridir 1 Ocaklar. Yeni bir diyetin, sigarayı bırakmanın ya da kendi kendimize verdiğimiz bir sözün başlangıcı olarak düşündüğümüz günler hep 1 Ocaklar değil midir?
Dahası güzel geçecek bir yıl için umutlarımızın en taze olduğu günlerdir 1 Ocaklar. İşte bu yüzden 1 Ocaklar en büyük düş günleridir.
* Bir milyon insan gece yatağa aç girerken,
* Yirmi dokuz milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşamaktayken,
* On milyon insan, iş aramasına rağmen iş bulamaz durumdayken,
* 2008 yılına girer girmez elektriğe yüzde on beş, doğalgaza yüzde on, kuru fasulyeye, patatese, ete, makarnaya, suya, ekmeğe, ulaşıma yüzde bilmem kaç zam gelmişken ya da gelecekken,
* Askeri ücretliye 2008'in ilk altı ayında sadece 435, ikinci altı ayında 457 YTL verilecekken,
* Çiftçi, ürettikleriyle masrafını bile karşılayamazken; ürününü satamazken,
* Yoksulluk, pahalılık ve işsizlik varken,
* Suyumuz, havamız ve toprağımız kirlenmekteyken,
* Çocuklarını okula; dershaneye parasızlık yüzünden gönderemeyen, onların temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan anne ve babalar çoğunluktayken,
* Bir torba kömüre, bir torba yiyeceğe muhtaç yoksullar yaratılırken,
* Kredi kartı borç batağına itilenler hızla çoğalmaktayken,
* Türkiye hak ve özgürlüklerden sadece parası olanların yararlandığı bir ülkeye dönüştürülmekteyken,
* Eğitim, sağlık ve yargı başta olmak üzere tüm cumhuriyet kurumları kuşatılmışken,
* Cumhuriyetin kazanımları teker teker satılırken,
* Borsanın yüzde yetmişi, bankacılık sektörünün yüzde kırk üçü, sigortacılık sektörünün üçte biri yabancılarının elindeyken,
* Cari açık otuz altı milyara, dış ticaret açığı atmış beş milyara dayanmışken,
* Sıcak paraya dünyanın en yüksek reel faizi verilmekteyken ve tüm ithalat da sıcak parayla yapılmaktayken,
* Dışarıdan alınan her ürünün içerdeki üretimi neredeyse engellemekteyken,
* Siyaseti ve demokrasiyi, terör ve şiddet yoluyla etkilemeye çalışanlar çoğalmaktayken,
* Türkiye Cumhuriyetinin ulusal, laik ve üniter yapısı tehlikedeyken...
Nasıl düş kurabiliriz? Nasıl yarınlarımıza güvenle bakabiliriz? Yeni bir yıl bize nasıl umut verebilir?
Bir annenin; bir babanın en büyük düşü çocuklarının güzel bir geleceğe sahip olması değil midir? Çocuklarını huzur ve güven içinde görmek değil midir?
Yukarıda bir kısmını yazdığım ortamda yoksullar, işsizler, kimsesizler, dullar, yetimler, şehit aileleri, engelliler, emekliler, öğrenciler, öğretmenler, işçiler, memurlar, esnaflar, sanatçılar, çiftçiler, köylüler, küçük sanayiciler...gelecek ile ilgili güzel bir düş kurabilirler mi?
Bugün düşlerimiz tutsak edilmiştir anlayacağınız...
Sosyal devlet ilkesinden ayrılıp sadaka kültürünü yerleştiren zihniyettir yoksulun düşlerini tutsak eden. Kendinden yana olan; kendisi gibi düşünen bir toplum yaratmak isteyendir. Yolsuzlukları çoğaltan, yoksulluğun arttıran, yandaşlığın hat safhaya vardırandır...
Üniversiteyi tekkeye dönüştürmek isteyen zihniyettir aydının düşlerini tutsak eden. Laikliği Ilımlı İslam'a, bağımsızlığı BOP taşeronluğuna çevirmek, kadın haklarını türbana dolamak isteyendir. Karşı çıkanları türlü yöntemlerle yıldırmak isteyendir...
Değerli okurlarım, Türk Milletinin bir ferdi olarak her bir yurttaşımız Türkiye Cumhuriyeti'nin yetmiş milyonda bir hissesine sahiptir. Bu ülkenin sahibi sizlesiniz; bizleriz. Kendimizin değil çocuklarımızı ve torunlarımızın geleceğini düşünerek yaşananların farkına varmalıyız. Gözümüzü açmalıyız. Düşünmeliyiz. Sorumluluğumuzun bilincine erişmeliyiz. Yorum yapmalıyız. Araştırmalıyız. Neden bu haldeyiz, neden sosyal devlet yok, neden hep bu yükü biz çekiyoruz, neden hep biz eziliyoruz sorularına cevaplar aramalıyız.
Eğer söz konusu çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği ise hiç ama hiç ürkmemeliyiz, korkmamalıyız. Kararlı olmalıyız. Birlik olmalıyız. Gerektiğinde hesap sormalıyız...
Düşlerimizi tutsaklıktan kurtarabilmek için..."Düş günlerini" güzel bir geleceğin başlangıç günleri yapabilmek için...
Bakış açımızı, yaşam tarzımızı yurttaş bilinciyle şekillendirirsek doğruları bulabilir, görmek istediğimiz düşleri yaşama geçirebiliriz.
Atatürk Türkiye'sini işte o zaman yeniden kurabiliriz...
Düşlerimizi çalanların korkulu rüyası yurttaşlık bilincinin gelişmesidir.
Çağdaş demokrasi ise ancak ve ancak yurttaşlık bilincine sahip olan insanlarla yücelecektir.
Düşleri aratmayacak yaşamı huzur ve güven içinde paylaşmak ümidiyle...
(Haber Ekspres, 1 Ocak 2008)
Aynı anda hem veda hem de sürekli ertelediğimiz başlangıç günleridir 1 Ocaklar. Yeni bir diyetin, sigarayı bırakmanın ya da kendi kendimize verdiğimiz bir sözün başlangıcı olarak düşündüğümüz günler hep 1 Ocaklar değil midir?
Dahası güzel geçecek bir yıl için umutlarımızın en taze olduğu günlerdir 1 Ocaklar. İşte bu yüzden 1 Ocaklar en büyük düş günleridir.
* Bir milyon insan gece yatağa aç girerken,
* Yirmi dokuz milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşamaktayken,
* On milyon insan, iş aramasına rağmen iş bulamaz durumdayken,
* 2008 yılına girer girmez elektriğe yüzde on beş, doğalgaza yüzde on, kuru fasulyeye, patatese, ete, makarnaya, suya, ekmeğe, ulaşıma yüzde bilmem kaç zam gelmişken ya da gelecekken,
* Askeri ücretliye 2008'in ilk altı ayında sadece 435, ikinci altı ayında 457 YTL verilecekken,
* Çiftçi, ürettikleriyle masrafını bile karşılayamazken; ürününü satamazken,
* Yoksulluk, pahalılık ve işsizlik varken,
* Suyumuz, havamız ve toprağımız kirlenmekteyken,
* Çocuklarını okula; dershaneye parasızlık yüzünden gönderemeyen, onların temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan anne ve babalar çoğunluktayken,
* Bir torba kömüre, bir torba yiyeceğe muhtaç yoksullar yaratılırken,
* Kredi kartı borç batağına itilenler hızla çoğalmaktayken,
* Türkiye hak ve özgürlüklerden sadece parası olanların yararlandığı bir ülkeye dönüştürülmekteyken,
* Eğitim, sağlık ve yargı başta olmak üzere tüm cumhuriyet kurumları kuşatılmışken,
* Cumhuriyetin kazanımları teker teker satılırken,
* Borsanın yüzde yetmişi, bankacılık sektörünün yüzde kırk üçü, sigortacılık sektörünün üçte biri yabancılarının elindeyken,
* Cari açık otuz altı milyara, dış ticaret açığı atmış beş milyara dayanmışken,
* Sıcak paraya dünyanın en yüksek reel faizi verilmekteyken ve tüm ithalat da sıcak parayla yapılmaktayken,
* Dışarıdan alınan her ürünün içerdeki üretimi neredeyse engellemekteyken,
* Siyaseti ve demokrasiyi, terör ve şiddet yoluyla etkilemeye çalışanlar çoğalmaktayken,
* Türkiye Cumhuriyetinin ulusal, laik ve üniter yapısı tehlikedeyken...
Nasıl düş kurabiliriz? Nasıl yarınlarımıza güvenle bakabiliriz? Yeni bir yıl bize nasıl umut verebilir?
Bir annenin; bir babanın en büyük düşü çocuklarının güzel bir geleceğe sahip olması değil midir? Çocuklarını huzur ve güven içinde görmek değil midir?
Yukarıda bir kısmını yazdığım ortamda yoksullar, işsizler, kimsesizler, dullar, yetimler, şehit aileleri, engelliler, emekliler, öğrenciler, öğretmenler, işçiler, memurlar, esnaflar, sanatçılar, çiftçiler, köylüler, küçük sanayiciler...gelecek ile ilgili güzel bir düş kurabilirler mi?
Bugün düşlerimiz tutsak edilmiştir anlayacağınız...
Sosyal devlet ilkesinden ayrılıp sadaka kültürünü yerleştiren zihniyettir yoksulun düşlerini tutsak eden. Kendinden yana olan; kendisi gibi düşünen bir toplum yaratmak isteyendir. Yolsuzlukları çoğaltan, yoksulluğun arttıran, yandaşlığın hat safhaya vardırandır...
Üniversiteyi tekkeye dönüştürmek isteyen zihniyettir aydının düşlerini tutsak eden. Laikliği Ilımlı İslam'a, bağımsızlığı BOP taşeronluğuna çevirmek, kadın haklarını türbana dolamak isteyendir. Karşı çıkanları türlü yöntemlerle yıldırmak isteyendir...
Değerli okurlarım, Türk Milletinin bir ferdi olarak her bir yurttaşımız Türkiye Cumhuriyeti'nin yetmiş milyonda bir hissesine sahiptir. Bu ülkenin sahibi sizlesiniz; bizleriz. Kendimizin değil çocuklarımızı ve torunlarımızın geleceğini düşünerek yaşananların farkına varmalıyız. Gözümüzü açmalıyız. Düşünmeliyiz. Sorumluluğumuzun bilincine erişmeliyiz. Yorum yapmalıyız. Araştırmalıyız. Neden bu haldeyiz, neden sosyal devlet yok, neden hep bu yükü biz çekiyoruz, neden hep biz eziliyoruz sorularına cevaplar aramalıyız.
Eğer söz konusu çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği ise hiç ama hiç ürkmemeliyiz, korkmamalıyız. Kararlı olmalıyız. Birlik olmalıyız. Gerektiğinde hesap sormalıyız...
Düşlerimizi tutsaklıktan kurtarabilmek için..."Düş günlerini" güzel bir geleceğin başlangıç günleri yapabilmek için...
Bakış açımızı, yaşam tarzımızı yurttaş bilinciyle şekillendirirsek doğruları bulabilir, görmek istediğimiz düşleri yaşama geçirebiliriz.
Atatürk Türkiye'sini işte o zaman yeniden kurabiliriz...
Düşlerimizi çalanların korkulu rüyası yurttaşlık bilincinin gelişmesidir.
Çağdaş demokrasi ise ancak ve ancak yurttaşlık bilincine sahip olan insanlarla yücelecektir.
Düşleri aratmayacak yaşamı huzur ve güven içinde paylaşmak ümidiyle...
(Haber Ekspres, 1 Ocak 2008)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)