27 Mayıs 2008

İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANI SU ALARMI VERDİ!... - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, İzmir kentinin su gerçeğini ve gelecekteki kuraklık tehlikesini İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu oldukça iyi biliyor. Bu sorunu çözmek için de çeşitli girişimlerde bulunuyor.

Kuşkusuz yeni barajların yapılması alınacak önlemlerin en önemlilerinden.

Susuzluk tehlikesinin önüne geçmek için Çamlı, Değirmendere ve Bostanlı Barajları'nın yapımı gerekli.

Ancak Çevre ve Orman Bakanlığı bu gerekliliğe rağmen, büyükşehir belediyesine barajların yapımı için vizeyi vermiyor. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu vize yerine şu nasihatı veriyor: "Gördes Barajı'ndan su veririz!..."

Değerli okurlarım, gelin Gördes Barajı konusundaki gerçekleri birlikte saptayalım:

29 Ekim 2007 günü Devlet Su İşleri (DSİ) 2'nci Bölge Müdürü Ayhan Sarıyıldız, 2008 yılı sonunda bitirilecek Gördes Barajı'nda, 2009'dan itibaren su tutulmaya başlanacağını belirttikten sonra şu bilgileri vermişti: "Bu barajın devreye girmesiyle 2025 yılına kadar İzmir'de su sorunu yaşanmayacak..."

Peki şimdi Çevre ve Orman Bakanı Sayın Veysel Eroğlu'na şu soruyu sormak gerekmez mi? 2009 tarihinde su tutmaya başlayacak Gördes Barajı'nın suyunu İzmir'e taşıyacak su iletim projesi ne zaman başlanıp ne zaman bitirilecek ve İzmir'e ne zaman su verilecek?

Sanırım bu soruya yanıt alamayan Kocaoğlu kendi araştırmalarına göre 2012 yılını tespit etmiş. Peki 2008-2012 yılları arasında İzmir'de olası susuzluk sorunları nasıl çözümlenecek? Dahası , küresel ısınmanın meydana getirdiği kuraklık ve buna bağlı olarak su kıtlığı, Gördes baraj suyu İzmir'e ulaştıktan sonra da devam edecek olursa ne olacak? Gördes Barajı'ndan İzmir'e 60 milyon metre küp suyun verilmesi garanti mi?

İzmir'de DSİ 2. Bölge Müdürlüğü'ne bağlı olan barajların 2006 ve 2007 yılı resmi doluluk verileri şöyle: 2006 yılından 2007 yılına, Balçova barajının doluluk miktarı 4.2 milyon metreküpten 1.5 milyon metrekübe, Güzelhisar barajının 111.1 milyon metreküpten 78.0 milyon metrekübe, Ürkmez barajının 3.4 milyon metreküpten 0.6 milyon metrekübe, Seferihisar barajının 2.6 milyon metreküpten 1.3 milyon metrekübe düşmüş.

Görüldüğü gibi yarının ne olacağı pek belli olmuyor. Bu gerçekleri göz önünde bulunduran Kocaoğlu, olası su kıtlığına karşı tedbirleri kısa, orta ve uzun vadede almaya çalışıyor. Başkan Kocaoğlu, 2008-2012 yılları arasında kalan zaman dilimindeki olası susuzluk sorununu çözümlemek için, Gördes barajının doluluk oranı ve Gördes-İzmir su iletim projesinin zayıf yanlarını ve yukarıdaki verileri de göz önüne alarak yeni arayışlara girdi...

Bu arayışa AKP'li siyasetçiler gerçekleri göz ardı ederek "kaçamak" tepkiler verdiler. "Barajı bırak kaçağa bak Kocaoğlu", " Bu barajlar bostan bile sulamaz" gibi trajikomik sözler söylediler...

Şimdi bu siyasetçilere (!) sormak istiyorum. Aynı tepkileri Enerji Bakanı'na, Başbakan'a da yöneltiyor musunuz?

"Barajı bırak kaçağa bak Kocaoğlu" diyen AKP İzmir İl Başkanı, "Nükleer santralleri bırak, elektrik iletim hatlarındaki kaçaklara bak Erdoğan" de; bir görelim yiğitliğini... "Bu barajlar bostan bile sulamaz" diyen Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi(AKP), su kıtlığı başladığında aynı sözleri halkın önünde söyleyebilme yürekliğini göster de görelim.

Kocaoğlu'nun yapılmasını önerdiği Bostanlı Barajı 3, Değirmendere Barajı 6 ve Çamlı barajı 21.5 olmak üzere toplam 30.5 milyon metre küp su anlamına geliyor. Sadece Çamlı barajı 250 bin kişinin su ihtiyacını karşılayacak.

Bu sayısal verileri küçümseyen bir zihniyet 1.5 milyon metre küplük Balçova, 0.6 milyon metreküplük Ürkmez ve 1.3 milyon metreküplük Seferihisar Barajları için ne düşünür çok merak ediyorum. Taşıdıkları zihniyete bakılırsa bu barajları yok saymaktadırlar. Oysa ki evlerinin su ihtiyaçlarının önemli bir kısmını küçümsedikleri barajların onda bir hacmine sahip olan bu üç baraj karşılamaktadır.

Şimdi Kocaoğlu'nun , "Ankara musluğu açmıyor" demesi kadar doğal ne olabilir ki!...

Değerli okurlarım, Çevre ve Orman Bakanı'nın "2012 yılına kadar bekleyin o zaman suyunuzu veririz" anlamına gelen sözleri; İzmir AKP'de siyaset yapan kişilerin "Barajı bırak kaçağa bak Kocaoğlu" ve "Bu barajlar bostan bile sulamaz" demeleri düpedüz İzmir halkını n su ihtiyacını karşılamaya yönelik anlayış ile alay etmektir, İzmir halkı ile alay etmektir.

Dahası tam bir teknik bilgiye sahip olmadan, kurumlara danışmadan Örneğin, İZSU tarafından yapılan "Su Kaçaklarını Önleme Projesi" ile bilgileri almadan, yapılan çalışmaları yok sayarak söylem geliştirmeleri, dolayısıyla da gaf yapmaları affedilecek gibi değildir!...

Değerli okurlarım, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Çevre ve Orman Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı işbirliği içerisinde 2007 yılı içinde "Tarımsal Kuraklık Eylem Planı" hazırladılar.

Şimdi bu eylem planını hazırlayan bakanlık yetkililerine sormak istiyorum. Başta da Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'na. Toprağın ve insanın suya duyduğu ihtiyaç ve bu ihtiyacın karşılanması konusu hazırlanan eylem planında var mı, yok mu? Ayrıca planda, "illerde Tarımsal Kuraklık Kriz Merkezi, valiler başkanlığında ilgili birim amirleri, su kullanıcıları, Yerel Yönetimler ve Sivil Toplum Kuruluşları'nın katılımıyla, Tarımsal Kuraklık Yönetimi Koordinasyon Kurulu kararı ile Tarımsal Kuraklık Eylem Planı'nın uygulanmasına başlanılacaktır" deniliyor. Peki neden İzmir'de Tarımsal Kuraklık Eylem Planı'nın uygulanmasına başlanmadı? Eğer başlansaydı su sorunu çözülür müydü?...Eğer bu sorunlar çözülmeyecekse neden milletin önüne böyle iddialı planlar koyuyorsunuz? Sonra da çıkıp Gördes Barajından su veririz diyorsunuz...2012'de...

Görülüyor ki AKP zihniyeti bu takiye anlayışıyla tarımı, çiftçiyi, köylüyü perişan etmiş; bitmekte olan suyumuzu kullanamaz, toprağımızı işleyemez duruma getirmiştir. Çözüm üreteceğine, önerilen çözümleri tüketen bir anlayış içine girmiştir.

İşte tüm bu olumsuzluklara rağmen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, "Küresel ısınma tüm Türkiye'de olduğu gibi bizi de zorluyor. Mevcut kuyularda zaten kurumalar vardı. Yedek kuyuları kullanmaya başladık. Barajlara izin verilmezse tek çaremiz yeni kuyular açmak olacak. Kentin su ihtiyacını karşılayacak kuyular için çalışmalar başladı" diyerek kendi olanaklarıyla İzmir halkının kısa, orta vadede su ihtiyacını karşılamaya çalışıyor.

Bu süreçte başkanı yalnız bırakmamalıyız. Su tüketiminde gerekli tasarruf önlemlerini almalıyız. İzmirliler olarak hem Büyükşehir Belediyesine hem de Başkan Aziz Kocaoğlu'na sahip çıkmalıyız ve destek vermeliyiz.

Bedenimizin 3/4'ü su...

Su insansız olur, insan susuz olmaz...

(Haber Ekspres, 27 Mayıs 2008)

20 Mayıs 2008

"OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL" - ZAFER YAPICI

Başbakan Recep Tayip Erdoğan geçtiğimiz günlerde bir dizi açılış yapmak üzere gittiği Adana'da halka şöyle seslendi: "Biz gittiğimiz her yerde öyle bir iki değil, onlarca tesis açıyoruz. Daha önce onlarca yılda birçok hükümetin gerçekleştiremediklerini yapıyor, yollar, hastaneler, okullar, fabrikalar, işyerleri açıyoruz. Bugün de bunun için Adana'dayız. Adana'da 5-6 yılda, sağlık ve eğitim başta olmak üzere önemli yatırımlar yapıldığını, çağdaş adımlar atıldığını görüyoruz. Bu nedenle kimse bize yoksulluğu bahane etmesin. Biz ders kitaplarını veriyoruz. Annelere eğitim parası veriyoruz, çocuklarınızı okutun, eğitimi sağlayın diye. Sağlıkta da artık eski sıkıntı yok."

Erdoğan konuşmasını şöyle sürdürüyor "Biz sosyal devletiz. Her alanda adaleti sağlamak, herkes için demokrasiyi işler hale getirmek için uğraşıyoruz. Bunu da yaptığımız işlerle görüyoruz. Bugün de bunun için Adana'dayız."

Değerli okurlarım, başbakan bunları söylerken Ankara'nın göbeğindeki Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde, hemşire sayısının yetersiz kalmasından dolayı 150 yatak kapatıldı.

Çünkü Sağlık Bakanlığı hastanelerinde farklı mevzuat sebebiyle ücret farklarının bulunması hemşireleri istifaya sevk ediyor. Mevzuat sorunları, sağlık sistemini çökertiyor.

İzmir'deki hastanelerin acil servisleri AKP hükümetinin uyguladığı sağlıkta dönüşüm programıyla "acillik" duruma düştü. Buca, Karşıyaka, Alsancak ve Bornova Devlet Hastaneleri; Bozyaka, Tepecik ve Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastaneleri ile Ege ve Dokuz Eylül Üniversite Hastaneleri'nde yapılan gözlemler, acil servislerin hasta yükü altında ezildiğini ortaya koyuyor.

Şimdi başbakana ve sağlık bakanına sormak istiyorum. Onlarca yıldır hizmet veren bu hastanelerin sorunlarını görmezlikten gelerek veya hiçe sayarak; övünerek yeni hastaneler açıyoruz demenin hangi mantıksal izahı olabilir?

Aynı uygulamaları okullar için de yapmıyor musunuz? Ya üniversiteler için? Hangi üniversitenin altyapı sorununu çözdünüz de yenilerini açmaya cesaret ediyorsunuz?

Başbakan iktidara geldiği günden bugüne, cumhuriyetin kurumları ve stratejik öneme sahip tüm işletmeleri özelleştirme adı altında çoğunlukla yabancılara sattı. Bu değerlerin elden çıkarılmasına yönelik halkın tepkisi çoğalınca, yaptıklarını örtbas etmek için her gittiği yerde, iş adamlarının kurduğu fabrika ve işyerlerinin sanal açılışlarını yapıyor. Türkiye'de hiçbir iktidarın yapamadığını yapıyorum imajını vermeye ve halkın bu yöndeki direncini kırmaya çalışıyor.

Ancak devlet, üretime dayanan bir ekonomi mantığıyla yönetilmediğinden, açılan fabrikalardan çok daha fazlası kapanıyor...

İşsizlik çığ gibi büyüyor. Herkes borçlu. Toplum kredi kartlarının "minimumunu" bile ödeyemeyip, maksimum hızda uçuruma sürükleniyor...

Son zamanlarda başbakan sosyal devlet kavramını sık sık konuşma metinlerine almaya başladı. Ama dünya görüşüne ve uygulamalarına baktığınızda yine her şey bildiğiniz gibi... Görünen o ki başbakan yine takiye yapıyor...

Bunu da nereden çıkarttın demeyiniz. Bunu ispat etmek için Adana'da konuşma yapılan meydandan uzaklaşmaya bile gerek yok.

Başbakan, yukarıda aktardığım konuşmasında "Biz sosyal devletiz. Her alanda adaleti sağlamak, herkes için demokrasiyi işler hale getirmek için uğraşıyoruz. Bunu da yaptığımız işlerle görüyoruz" dedi mi? Dedi...

Bu sözlerin ardından aynı meydanda Gülseren Topçu adlı bir bayan "Kızımın servis parasını ödeyemiyorum"; Ercan Karakaya isimli bir kişi de "İşsizim, açım, iş istiyorum" sözlerinin ertesinde polis tarafından alandan uzaklaştırıldı mı? Uzaklaştırıldı.

Ardından başbakan "kimse bize yoksulluğu bahane etmesin. Biz ders kitaplarını veriyoruz. Annelere eğitim parası veriyoruz, çocuklarınızı okutun, eğitimi sağlayın diye. Sağlıkta da artık eski sıkıntı yok." dedi mi? Dedi.

O zaman Başbakan'a şu sözü söyleme hakkımız doğmuyor mu? "Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol..."

Değerli okurlarım, sosyal devletin hedefi, kişinin maddi ve manevi gelişmesini sağlamak, ona hizmet etmektir. Bireyi siyasal toplumun amacı olarak gören sosyal devlet; insanı, toplumun ve devletin emrinde bir araç olarak kabul eden tüm totaliter ve otoriter görüş ve uygulamaları reddeder.

Sizce de başbakanın sosyal devlete bakış açısı; insanı siyasal otoritenin emrinde bir araç olarak görmekten ibaret değil midir?...

Sayın Başbakan, açlar, yoksullar, işsizler, kimsesizler size yoksulluklarını, ihtiyaçlarını, sorunlarını söylemeyecekler (sizin deyiminizle bahane etmeyecekler) de kime söyleyecekler, kime dert yanacaklar? Halkın bu söylemlerinden niçin rahatsız oluyorsunuz? Neden tedirgin oluyorsunuz? Neden yurttaşların konuşmalarını engelleyip onları susturuyorsunuz? Bu nasıl demokratlıktır? Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır? Bu nasıl bir sosyal devlet anlayışıdır? Bu nasıl bir adalet anlayışıdır?

Değerli okurlarım, Türkiye'nin ve Türk Milleti'nin güvene, huzura, paylaşmaya, dayanışmaya, cumhuriyet bilinciyle bütünleşmeye ve sosyal devlete ihtiyacı var...

Tüm bunlar için öncelikli olarak da olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan bir yönetim kadrosuna...

(Haber Ekspres, 20 Mayıs 2008)

18 Mayıs 2008

"MANEVİ MİRASIM AKIL VE BİLİMDİR!" - ZAFER YAPICI

"Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur... Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar." Mustafa Kemal ATATÜRK

Değerli okurlarım, 16 Mayıs 2008 Cuma günü saat 20.30'da EGE TV'de Hüseyin Aslan'ın sunduğu "Mercek" programının konusu "Yargı-Siyaset İlişkileri ve Avrupa Birliği" idi.

Bu programa Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) öğretim üyesi ve CHP Parti Meclisi Üyesi Prof. Dr. Tülay Özüerman; Pamukkale Üniversitesi araştırma görevlisi ve DEÜ Kamu Yönetimi Bölümü doktora öğrencisi Nigar Değirmenci; Trakya Üniversitesi araştırma görevlisi ve DEÜ Kamu Yönetimi Bölümü doktora öğrencisi Cemile Ündücü konuk olarak katılmışlardı...

Alanında engin bilgiye sahip olan siyaset bilimci Prof. Dr Tülay Özüerman, araştırma görevlileri Nigar Değirmenci ve Cemile Ündücü, Avrupa Birliği ve iç ve dış siyasi gelişmeler hakkında Türkiye'nin gerçeklerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiler. Zaman su gibi akıp gitti. Uzun zamandan beri ilk defa gerçekçi bir programı, gerçekçi konuklarla gönül rahatlığı ve güven duygusu içinde izledim. Çok mutlu oldum. Beni mutlu eden neydi?

Değerli okurlarım, beni öncelikle mutlu eden, ekranda Atatürk'ün manevi mirasçılarını görmek, onların dogmaları değil bilimi rehber edinmiş yorumlarını dinlemekti.

Beni mutlu eden, genç beyinleri bizlerle buluşturan; gençlerden korkmayan, onlarla kol kola giren anlayıştı. Beni mutlu eden Atatürk'ün gençliğini Türkiye'ye ve dünyaya tanıtma anlayışıydı. Beni mutlu eden üreten ve bununla kalmayıp, gençliğin ürettiklerine değer veren anlayıştı...

Geleceğin genç bilim insanlarını bizlerle tanıştıran siyaset bilimci Prof. Dr. Tülay Özüerman'ı, programı yapan ve sunan Hüseyin Aslan'ı, bu güzel programı evimize kadar getiren EGE TV ailesini, genç ve güven dolu geleceğin siyaset bilimcileri Nigar Değirmenci'yi ve Cemile Ündücü'yü ayakta alkışlıyorum.

Dilerim bu program medyamıza örnek olur ve televizyon kanallarında nice Nigar'ları, nice Cemile'leri izleyebiliriz...

13 Mayıs 2008

1850'ler...2000'ler...-ZAFER YAPICI

1853-1856 yılları arasındaki Osmanlı-Rus Savaşı (Kırım Harbi) Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından biriydi...

Savaş Osmanlı adına görünürde başarıyla neticeleniyordu. Ancak bu sınırlı başarının bedeli topyekün bir çöküş olacaktı.

Çünkü Kırım Harbi'nden itibaren Batı dünyası Osmanlı'nın her eylemine müdahale etme hakkını kendinde görmeye başlıyordu...

Peki neden?

İki neden söyleyebiliriz.

Birincisi bu savaşın maliye üzerindeki yıkıcı etkisini telafi edebilmek için Osmanlı, ilk kez Avrupa'dan borç almıştı.

İngiltere ve Fransa'dan tam 5 milyon İngiliz altını borç. %5 faiz ve %1 amortismanla. 1854'ün Ağustosunda...

Sonrası mı? 1855, 1858, 1860 yıllarında gerçekleşen daha büyük borçlanmalar...
Batı'ya ekonomik bağımlılık, doğal olarak Batı'ya siyasi bağımlılığı getirdi. Batı'ya siyasi bağımlılık ise çöküşü...

İkincisi, savaşta İngiltere, Fransa ve Avusturya, Osmanlı İmparatorluğu'nu Rusya'ya karşı desteklediklerinden, bu desteğin bedeli çok geçmeden bir başka yoldan Osmanlı'ya siyasi olarak da ödetildi.

1856 Paris Konferansı öncesinde, Osmanlı İmparatorluğu'nu Rusya'nın müdahalelerine karşı korumanın bedeli ve Osmanlı İmparatorluğu'nun "Avrupa Devletler Ailesi'ne" katılmasının koşulu olarak bu devletler birtakım şartlar ileri sürdüler.

Avrupa liderlerinin aile fotoğrafında yer almak öyle kolay olmazdı tabii...

Şartlar İstanbul'daki İngiliz ve Fransız elçileri tarafından hazırlandı.
Osmanlı idarecilerine ise sadece bu şartları "Islahat Fermanı" olarak ilan etmek düştü...

* * *
Tüm bunlar olurken, saltanata dâhil herkes lüks içinde bir yaşam sürüyordu. Örneğin Padişah Abdülmecit'in kızı Fatma Sultan 1854'te Ali Galip Paşa ile evlenirken 15 gün düğün yapıldı ve 2 milyon altın harcandı... Avrupa bu düğünü konuştu...

Sonrasında damat Ali Galip Paşa köşeyi döndü...

* * *
1850'ler...2000'ler...

2006 yılı itibariyle Türkiye dünyada en fazla dış borcu olan beşinci ülke oldu...
Yola devam dendi... Yeni rekorlar bizleri bekliyor...

AKP iktidarıyla tırmanışa geçen dış borçlar 500 milyar ABD dolarına dayandı...

Bu süreçte halk yoksullaşırken, iktidar yandaşları zenginleşti.

Halk yoksullaştığı için iktidar yandaşları zenginleşti.

Başbakanın kızı evlendi. Avrupa bu düğünü konuştu... Avrupa düğündeydi...

Sonrasında mı? Damat köşeyi döndü...

* * *
Avrupa, Yeni Osmanlıcılara kollarını açarken, Avrupa Devletler Ailesi'ne Türkiye'nin
katılımı için şartlar öne sürülmeye devam ediliyor...

Birileri kendilerini sömürge valisi olarak görüyor. AB kriterlerine aykırı olarak Türkiye'de başlayan bir yargı sürecine (AKP'yi kapatma davası) doğrudan müdahale ediyor...

Yargı Reformu taslakları hükümet tarafından kamuoyundan gizlenip AB'nin yetkililerine servis ediliyor...

AB, Türkiye'yi dışarıda bırakarak AKP'yi içine alıyor.

* * *
Tanzimat ile başlayan Batı'ya teslimiyete dayanan Batılılaşma süreci, mütareke döneminin Damat Ferit Paşa hükümetiyle "tavan yapmıştı".

Bu rezilliği Mustafa Kemal ortadan kaldırdı. Halktan yana bir düzen kurdu...

Atatürk, Batı'ya rağmen çağdaşlaşmayı gerçekleştirdi. Bağımsızlık olmadan çağdaşlaşmanın bir hayalden ibaret olduğunu bilerek çağdaş bir cumhuriyet yarattı.
Damat Ferit zihniyeti bugün yine "tavan yapıyor".

...Ve tarihsel deneyim gösteriyor ki bugün de çağdaşlaşmanın yegâne yolu Mustafa Kemal'in yolu.

Günümüzün sömürge valileri ve Damat Ferit'leri neden her şeyden çok Mustafa Kemal'in değerlerine ve bu değerleri savunan kurumlara saldırıyorlar sanıyorsunuz?

07 Mayıs 2008

TÜRKİYE'NİN GERÇEKLERİ - ZAFER YAPICI

Sosyal demokrasinin hedeflerine ve amaçlarına ulaşması için kullanılacak araç ve yöntemler her ülkenin koşullarına ve önceliklerine göre değişmektedir.

Türkiye'nin gerçeklerine bakıldığında, kimi alanlarda, Batı'daki sosyal demokrat hareketlerin gelişme koşullarının hâlâ sağlanamamış olduğu görülmektedir.
Bu alanların başında,

* Demokratikleşme,
* Kalkınma,
* Erdemlilik gelmektedir.

Günümüzde Batı demokrasilerinin, demokrasi alanındaki sorunlarını büyük ölçüde çözümlemiş oldukları ve bu ülkelerdeki sosyal demokrat hareketlerin gündeminde, "demokratikleşme sorununun", artık ön sıralarda yer almadığı bilinmektedir. Aynı durum "kalkınma" için de söz konusudur.

Batı demokrasileri, yönetimde dürüstlüğü ve saydamlığı sağlamak için de etkin yöntemler ve yaptırımlar geliştirmişlerdir.

Oysa sosyal bir demokrasinin başarıya ulaşmasında temel dayanakları oluşturan "demokratikleşme", "kalkınma", "erdem" konusunda, Türkiye hâlâ birtakım sorunlar yaşamaktadır. Bu sorunları ortadan kaldırmak için;

* Yurttaş anlayışı ve bu anlayışa dayalı "biz" duygusuyla hareket eden "siyasi bilinç"in ortaya çıkarılması,

* Devletin bir hukuk sistemi olduğunun, hukukun ise kaynağını ahlakta bulduğunun bir toplumsal önkabul haline getirilmesi,

* Her aşamada ahlakı ve erdemi geçerli kılmada ve her kademede bu siyasi bilinçle "dürüst yönetim-temiz siyaset-açık toplum"u yaşama geçirmede kararlı olunması,

* Yasamada, yürütmede ve yargıda erdemliliğin vazgeçilmez değer olarak öngörülmesi,

* Demokrasinin bir araç olarak değil bir "anlayışlar" ve değerler bütünü, bir "kültür" olayı, bir yaşam biçimi olarak görülmesi,

* Ülkemiz koşullarında demokrasi, cumhuriyet ve laikliğin bir bütün; ayrılmaz bir altın üçgen, ülkede özgürlük, eşitlik, gelişme, refah ve barışın ana kaynağı olduğunun kavranması,

* Demokrasinin özünün, insan hak ve özgürlüklerine duyarlılık olduğunun, demokratikleşmenin ise hak ve özgürlüklerin korunmasının güvencesi olduğunun anlaşılması,

* Özgürlükçü, katılımcı, çoğulcu ve sosyal bir demokrasi için ülkenin tüm kurum ve kurallarının demokratikleştirilmesi gerekir.

Dahası,

* Sadece bölüşümün değil, dengeli, adaletli ve istikrarlı kalkınmanın ve sağlıklı gelişmenin de teşvikçisi olunması,

* Kalkınmanın ve gelişmenin, toplumsal ve siyasal yönleriyle bir bütün olarak görülmesi,

* Hızlı ve dengeli kalkınmanın dayanağını oluşturan tüm kaynakların geliştirilmesi, reel ekonominin desteklenmesi, Türkiye'nin büyüme potansiyelinin harekete geçirilmesi gerekmektedir.

* * *

Değerli okurlarım, çağdaş medeniyet seviyesine Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısını koruyarak ve "erdemlilik" başta olmak üzere "demokratikleşme" ve "kalkınma"mızı sağlayarak ulaşabiliriz. Çağdaş medeniyet seviyesine bu siyasi bilinç doğrultusunda etnik bağlamdan bağımsız olarak tasavvur ettiğimiz Türk Milleti'nin özgürlük, eşitlik, gelişme, refah ve barışını sağlayarak ulaşabiliriz.

AKP iktidarı altı yıldır bunları sağladı mı?...Hayır! Peki AKP iktidarı altı yıldır sizler, çocuklarınız, torunlarınız için; sizlerin geleceği için ne yaptı?...

Değerli okurlarım, bu yazımda hem bir yazar olarak kendi görüşlerimi; hem de CHP'nin parti eğitmeni olarak CHP'nin görüşlerini, Türkiye'nin gelişmesinin önündeki engelleri ve bu engelleri aşmak için yapılması gerekenleri vurgulayarak aktarmaya çalıştım.

Ülkemiz koşullarında demokrasi, cumhuriyet ve laiklik bir bütündür, altın bir üçgendir. Bu altın üçgen ülkede, özgürlük, eşitlik, gelişme, refah ve barışın ana kaynağıdır. Bunları yok sayarak ne demokratikleşme, ne de kalkınma ve erdemlilik sağlayabilir. Eğer demokrasiyi bir araç olarak kullanarak cumhuriyeti, demokrasiyi ve laikliği ortadan kaldıracak anlayış içine girilirse (ki girildi), o zaman özgürlük, eşitlik, gelişme, refah ve barış ortadan kaldırılmış, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti tehlike altına girmiş olur..

Nasıl bir erdemlilik bilinci ile demokratikleşme gerçekleşebilir?...

Nasıl bir erdemlilik bilinci ile kalkınma sağlanır?...

AKP zihniyeti ve günümüzün Tanzimat Batıcıları tarafından "demokratikleşme" kavramı gerçekten evrensel demokrasiyi nitelemek için mi kullanılıyor? Erdemlilik ilkesinin içi nasıl boşaltılıyor? Kalkınma sözüyle kastedilen sizin mi yoksa yandaşların mı kalkınması?...

...O halde "gerçek demokrasiye" nasıl ulaşabiliriz?

Bu soruları sormanın zamanı gelmedi mi?...

* * *

Türkiye'de sosyal demokrat hareketin önünde Batılı sosyal demokrat hareketlerden çok daha fazla sorun çözülmek üzere bekliyor. Öncelikle iktidar alternatifi olabilmek için bu yağma düzeninin demokrasi, erdemlilik ve kalkınmayı doğası gereği yaratamayacağını net bir biçimde vurgulamak ve toplumsal düzlemde yeni bir ikna süreci ortaya koymak gerekiyor. CHP'nin günümüzde yaptığı tam da bu. İktidar yollarını açacak bu sürecin ardından yapılması gereken iki şey var: Birincisi Mustafa Kemal'in "tam bağımsızlık" ilkesini ve Türkiye'nin söz ettiğimiz altın üçgenini yeniden kurumsallaştırmak. İkincisi eşzamanlı olarak demokrasi, erdemlilik ve kalkınma aracılığıyla yeni bir düzen kurmak ve bu düzenin sosyal adalete öncelik verecek bir biçimde gelişimini sağlamak...

(Haber Ekspres, 6 Mayıs 2008)