30 Temmuz 2008
MUSTAFA KEMAL'İ ANLAMAK VE ANLATMAK...
Mustafa Kemal Atatürk'ün tüm dünyada hayranlık uyandıran devrimi iki aşamalıdır...
1. Kurtuluş: Türk milleti Kurtuluş Savaşı sayesinde esaretten kurtuldu.
2. Kuruluş: Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal'in ilke ve devrimleri sayesinde çağdaş bir devlet konumuna taşındı.
Kurtuluş yaşanmasaydı, kuruluş hiçbir zaman gerçekleşemezdi.
Kuruluş olmasaydı, kurtuluş kısa sürede anlamsızlaşırdı.
I. İnönü, II. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar Meydan Muharebeleri'nde şehit kanlarıyla elde edilen bağımsızlık, Atatürk'ün ilke ve devrimleriyle kalıcı hale getirildi.
Emperyalizme karşı mücadele ile Türkiye'nin çağdaşlaşması arasında bir iç bağlantı vardı kısacası...
Emperyalizme karşı mücadele etmeden çağdaşlaşılamıyor, çağdaşlaşmadan da emperyalizme karşı yeterince mücadele edilemiyordu.
Mustafa Kemal bu tarihsel gerçeği kavradı. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirdi. "Türkiye mucizesini" yarattı.
Tarih yazdı...
* * *
Bugün Mustafa Kemal'le ve onun yazdığı tarihle hesaplaşmanın kabaca iki entelektüel (!) tartışma aracılığıyla yürütüldüğü görülüyor.
Birincisi cumhuriyet devriminin kurtuluş ve kuruluş aşamalarını birbirinden özenle ayırıyor. Kurtuluşu sahipleniyor görünüyor. Ancak kurtuluşun ertesindeki kuruluşu zorbalık olarak sunarak eleştiriyor.
İkincisi ise kuruluşa olduğu kadar kurtuluşa da tepkili. Kuruluşu zulüm dönemi olarak tanımlıyor. Kurtuluş Savaşı'nı ise gereksiz bir mücadele olarak değerlendirecek kadar tarihsel kör ve bir o kadar da teslimiyetçi.
Görünen o ki, bu iki düşünce siyasal iktidar destekli yeni bir tarih yazımı projesi çerçevesinde ön plana çıkarılıyorlar.
Amaç açıkça gerçekleri tersyüz etmek...
Amaç, tarihi tarihsel gerçeklerden yalıtmak. Böylelikle bugünün siyasi ereklerine hizmet edecek yeni bir tarih yazmak...
Amaç, Türkiye'yi birilerinin çıkarlarına karşı daha da ılımlılaştırmak...
* * *
Atatürkçü kimlikleriyle bilinen kişilikleri birtakım suçlarla ilişkili olarak sunmak bu noktada kullanılıyor.
Çünkü böylelikle Atatürkçülüğü kimlik edinmiş kişilerin sindirileceği ve Atatürkçüler üzerinden Atatürkçülüğün toplum nezdindeki imajının zedeleneceği sanılıyor...
Bu nedenle bu kişilerin gerçekte suçlu olup olmadıklarından ziyade, onlara medya aracılığıyla suçlu imajı yüklemek önemli hale geliyor.
Devir imaj devri ne de olsa...
Gerçeğin yerini imaj alıyor. İmajın gerçekle ilişkisi kesiliyor.
İçine yerli (!) ve yabancı medya kuruluşlarının, hukukun, siyasal iktidarın, devlet olanaklarının, birçok uluslararası örgütün ve hatta yabancı devletin dâhil olduğu bir süreçte Türkiye'nin yeni kahramanları, yeni hainleri ilan ediliyor.
Çoğu kez gerçekte hain olanlar kahraman olarak "onurlandırılıyor", gerçekte kahraman olanlar hain olarak "fişleniyor"...
* * *
Değerli okurlarım söz konusu gelişmeler "küreselleşen dünyada" Türkiye'nin çağdaşlaşabilmesi için doğru yolun ne olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor aslında.
Mustafa Kemal'in ilke ve devrimlerine yönelik olarak içeriden ve dışarıdan artan baskılar, Türkiye için gerçek çözümün Mustafa Kemal'in ilke ve devrimleri olduğu konusundaki toplumsal farkındalığı büyütüyor...
Türkiye'de demokrasiyi "imajdan", "katıksız gerçeğe" çevirecek çözüm yolunu bulmak Atatürk'ü anlamak ve anlatmakla kesişiyor.
Atatürk ve demokrasi düşmanları külhanbeyli "imajlarına" rağmen neden "gerçekte" içten içe tedirginleşiyorlar sanıyorsunuz?
(29 Haziran 2008, Haber Ekspres)
22 Temmuz 2008
CUMHURİYET HALK PARTİSİ'Nİ ANLAMAK VE ANLATMAK...
AKP'nin altı yıla yakın iktidarı sonrasında Türkiye'yi getirdiği nokta ortada.
Eğer parlamentoda CHP olmasaydı, bugün Türkiye'nin rejiminden ve bölünmez bütünlüğünden eser kalmayabilirdi.
Aynı zamanda Türkiye'nin yeniden sömürgeleştirilme süreci de nihayete erdirilebilirdi...
İşte size somut bir örnek: 1 Mart Tezkeresi kabul edilseydi 65 bin Amerikan askeri güneydoğuya yerleşmiş, birçok hava ve deniz limanımız ABD kontrolüne geçmiş olacaktı. Üstelik ne zaman gideceği de bilinmeyen bu güç, ülkemizin sömürgeleştirilmesinin en belirgin örneğini teşkil edecek; diğer mazlum milletlere de korku ve çaresizlik aşılayacaktı...
Bir iktidar partisi değil bir muhalefet partisi olarak CHP bu çirkin oyunu bozdu. Türkiye'nin onurunu korudu.
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye açısından 21. yüzyılın ilk çeyreği gittikçe 20. yüzyılın ilk çeyreğine benziyor.
Tehditler neredeyse aynı.
Bu durumun uzantısı olarak çözümler de...
Yeni emperyalizm, Yeni Osmanlıcılık ve tarikatlar kol kolalar...
20. yüzyılda Türkiye'nin dirilişi Mustafa Kemal'in önderliğinde yaşanmıştı. 21. yüzyılda da dirilişin düşünsel kaynağı Mustafa Kemal olmaya devam ediyor.
Tam da bu nedenle Mustafa Kemal'in ilkelerini rehber edinmiş kurumlar ve kişiler hedef tahtasına konuluyorlar.
* * *
Sözkonusu süreçte tüm gözler Cumhuriyet Halk Partisi'ne çevriliyor. Çünkü CHP'nin Türkiye adına, Türk milleti adına büyük bir tarihsel sorumluluk üstlenmekte olduğu görülüyor...
...Her gün yeni örneklerine şahit oluyorsunuz. ABD, AB, Sosyalist Enternasyonel gibi devlet ve örgütlenmelerin bazı yetkilileri CHP'yi hedef alan açıklamalarla görevlendiriliyorlar. İkinci cumhuriyetçiler, dinciler, bölücüler vb. de bu sürecin kışkırtıcılığını üstleniyorlar.
Ortak amaçları hiç kuşkusuz emperyalizmin antitezini ortadan kaldırarak Türkiye için "Tarihin Sonu"nu ilan etmek.
* * *
Bu anlayışların öncülleri Kurtuluş Savaşı ve onu tamamlayan toplumsal devrim aşamasıyla yıkılmıştı. Şimdi de cumhuriyetin kuruluş felsefesine sahip çıkan CHP aynı anlayışlara karşı mücadele veriyor ve her şeyden önce "Türkiye'ye sahip çıkalım" diyor.
Sizce bu çağrı "yerinde" bir çağrı değil midir?...
* * *
Değerli okurlarım bugün CHP'nin tarihi sorumluluğu sadece Türkiye sınırlarından ibaret değildir. CHP, Avrupa Solu'ndan solu öğrenme değil, Avrupa Solu'na "solu" yeniden öğretme (!) sorumluluğuyla da karşı karşıyadır!
ABD'nin Irak İşgali'ni koşulsuz destekleyen İngiliz İşçi Partisi mi soldadır, yoksa işgale her platformda karşı çıkan, Türkiye'yi işgal üstlüğü konumundan kurtaran Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Yugoslavya'nın parçalanmasına Hırvatistan'la özel ilişki kurma gayesiyle destek veren Alman Sosyal Demokratları mı soldadır? Yoksa Atatürkçü dış politika anlayışı gereği, devletlerin toprak bütünlüğü ve içişlerine karşışmama ilkelerini temel dış politika prensiplerinden biri haline getirmiş barışçı Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Emeğin çıkarı konusunda gittikçe sessizleşen Doğu Avrupa solu mu daha soldadır? Emeğin hakkını halkçılık ilkesi gereği sonuna kadar savunan Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Etnik kini körükleyen zihniyetiyle tanınan ve Sosyalist Enternasyonal'in Başkan yardımcılığına getirilen Ermeni Taşnaksütyun Partisi mi soldadır devletin etnik kör olması gerektiği görüşünü savunan Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Etnik kimlik siyasetinin kurumsallaştırılmasına destek veren Sosyalist Enternasyonal'e üye Batı Avrupalı partiler mi soldadır, Atatürk'ün millet düşüncesini merkeze alan bölücü değil birleştirici Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Hepsini bir kenara bırakın Talabani'nin "ağalığını" yaptığı ve Sosyalist Enternasyonal'e üyelikle ödüllendirilen katliam sorumlusu, işgal işbirlikçisi parti mi soldadır, önce insan önce vatan diyen Cumhuriyet Halk Partisi mi?
* * *
Bugün CHP çocuklarımızın ve torunlarımızın gelecekte Atatürk ilke ve devrimlerini rehber edinmiş bağımsız ve çağdaş bir Türkiye'de yaşayabilmesi için uğraş vermektedir. Bugün CHP cumhuriyeti, laikliği ve demokrasiyi korumak, kollamak ve yüceltmek için uğraş vermektedir. Bugün CHP emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe baş kaldıran bir anlayışın kurumsallaşması adına uğraş vermektedir...
Bugün CHP bir yandan ulusal sorunlara eğilirken diğer yandan uluslararası arenada Türkiye'nin onurunu koruyan atılımcı politikaları yürütmektedir.
Türkiye'nin içinde bulunduğu ortamdan daha aydınlık günlere erişmek için tüm duyarlı insanlarımız Türkiye'nin gerçeklerini görmek ve nerede duracağını bilmek durumundadır. Çünkü çocuklarımız ve torunlarımız geleceği herşeyden çok sizlerin kararlılığınıza bağlıdır...
(Haber Ekspres 22 Temmuz 2008)
Eğer parlamentoda CHP olmasaydı, bugün Türkiye'nin rejiminden ve bölünmez bütünlüğünden eser kalmayabilirdi.
Aynı zamanda Türkiye'nin yeniden sömürgeleştirilme süreci de nihayete erdirilebilirdi...
İşte size somut bir örnek: 1 Mart Tezkeresi kabul edilseydi 65 bin Amerikan askeri güneydoğuya yerleşmiş, birçok hava ve deniz limanımız ABD kontrolüne geçmiş olacaktı. Üstelik ne zaman gideceği de bilinmeyen bu güç, ülkemizin sömürgeleştirilmesinin en belirgin örneğini teşkil edecek; diğer mazlum milletlere de korku ve çaresizlik aşılayacaktı...
Bir iktidar partisi değil bir muhalefet partisi olarak CHP bu çirkin oyunu bozdu. Türkiye'nin onurunu korudu.
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye açısından 21. yüzyılın ilk çeyreği gittikçe 20. yüzyılın ilk çeyreğine benziyor.
Tehditler neredeyse aynı.
Bu durumun uzantısı olarak çözümler de...
Yeni emperyalizm, Yeni Osmanlıcılık ve tarikatlar kol kolalar...
20. yüzyılda Türkiye'nin dirilişi Mustafa Kemal'in önderliğinde yaşanmıştı. 21. yüzyılda da dirilişin düşünsel kaynağı Mustafa Kemal olmaya devam ediyor.
Tam da bu nedenle Mustafa Kemal'in ilkelerini rehber edinmiş kurumlar ve kişiler hedef tahtasına konuluyorlar.
* * *
Sözkonusu süreçte tüm gözler Cumhuriyet Halk Partisi'ne çevriliyor. Çünkü CHP'nin Türkiye adına, Türk milleti adına büyük bir tarihsel sorumluluk üstlenmekte olduğu görülüyor...
...Her gün yeni örneklerine şahit oluyorsunuz. ABD, AB, Sosyalist Enternasyonel gibi devlet ve örgütlenmelerin bazı yetkilileri CHP'yi hedef alan açıklamalarla görevlendiriliyorlar. İkinci cumhuriyetçiler, dinciler, bölücüler vb. de bu sürecin kışkırtıcılığını üstleniyorlar.
Ortak amaçları hiç kuşkusuz emperyalizmin antitezini ortadan kaldırarak Türkiye için "Tarihin Sonu"nu ilan etmek.
* * *
Bu anlayışların öncülleri Kurtuluş Savaşı ve onu tamamlayan toplumsal devrim aşamasıyla yıkılmıştı. Şimdi de cumhuriyetin kuruluş felsefesine sahip çıkan CHP aynı anlayışlara karşı mücadele veriyor ve her şeyden önce "Türkiye'ye sahip çıkalım" diyor.
Sizce bu çağrı "yerinde" bir çağrı değil midir?...
* * *
Değerli okurlarım bugün CHP'nin tarihi sorumluluğu sadece Türkiye sınırlarından ibaret değildir. CHP, Avrupa Solu'ndan solu öğrenme değil, Avrupa Solu'na "solu" yeniden öğretme (!) sorumluluğuyla da karşı karşıyadır!
ABD'nin Irak İşgali'ni koşulsuz destekleyen İngiliz İşçi Partisi mi soldadır, yoksa işgale her platformda karşı çıkan, Türkiye'yi işgal üstlüğü konumundan kurtaran Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Yugoslavya'nın parçalanmasına Hırvatistan'la özel ilişki kurma gayesiyle destek veren Alman Sosyal Demokratları mı soldadır? Yoksa Atatürkçü dış politika anlayışı gereği, devletlerin toprak bütünlüğü ve içişlerine karşışmama ilkelerini temel dış politika prensiplerinden biri haline getirmiş barışçı Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Emeğin çıkarı konusunda gittikçe sessizleşen Doğu Avrupa solu mu daha soldadır? Emeğin hakkını halkçılık ilkesi gereği sonuna kadar savunan Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Etnik kini körükleyen zihniyetiyle tanınan ve Sosyalist Enternasyonal'in Başkan yardımcılığına getirilen Ermeni Taşnaksütyun Partisi mi soldadır devletin etnik kör olması gerektiği görüşünü savunan Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Etnik kimlik siyasetinin kurumsallaştırılmasına destek veren Sosyalist Enternasyonal'e üye Batı Avrupalı partiler mi soldadır, Atatürk'ün millet düşüncesini merkeze alan bölücü değil birleştirici Cumhuriyet Halk Partisi mi?
Hepsini bir kenara bırakın Talabani'nin "ağalığını" yaptığı ve Sosyalist Enternasyonal'e üyelikle ödüllendirilen katliam sorumlusu, işgal işbirlikçisi parti mi soldadır, önce insan önce vatan diyen Cumhuriyet Halk Partisi mi?
* * *
Bugün CHP çocuklarımızın ve torunlarımızın gelecekte Atatürk ilke ve devrimlerini rehber edinmiş bağımsız ve çağdaş bir Türkiye'de yaşayabilmesi için uğraş vermektedir. Bugün CHP cumhuriyeti, laikliği ve demokrasiyi korumak, kollamak ve yüceltmek için uğraş vermektedir. Bugün CHP emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe baş kaldıran bir anlayışın kurumsallaşması adına uğraş vermektedir...
Bugün CHP bir yandan ulusal sorunlara eğilirken diğer yandan uluslararası arenada Türkiye'nin onurunu koruyan atılımcı politikaları yürütmektedir.
Türkiye'nin içinde bulunduğu ortamdan daha aydınlık günlere erişmek için tüm duyarlı insanlarımız Türkiye'nin gerçeklerini görmek ve nerede duracağını bilmek durumundadır. Çünkü çocuklarımız ve torunlarımız geleceği herşeyden çok sizlerin kararlılığınıza bağlıdır...
(Haber Ekspres 22 Temmuz 2008)
17 Temmuz 2008
İşte Yeni Dünya Düzeninin Siyaseti: Doğa Yaşamı = Toplumsal Yaşam
14 Kasım 2006 tarihli Haber Ekspres'teki köşemde şöyle yazmıştım: "Hele bugünlerde o kadar ihtiyacımız var ki gerçekleri yazan kalemlere! Gazete köşelerini köşe dönmek için kullananlara, köşeleri tutup dört köşe olanlara inat gerçekleri yazan kalemlere. Yolsuzluğa, yoksulluğa ve yandaşlığa yanaşmayıp, kötülüğü köşeye sıkıştıracak kalemlere... Tıpkı Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi... Onlar bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmadılar. Susmayı çağın suçu olarak gördüler. Cesur bir kere, korkak bin kere ölür dediler. Cumhuriyeti, laikliği ve demokrasiyi savundular. Atatürk ilke ve devrimlerinden asla ödün vermediler. Oysa günümüzde görmezden gelinen yalanlar, talanlar, bazı medya organlarınca ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen; Türkiye'nin gelişmesini hükümet istikrarına bağlayan (ama istikrarın ancak ve ancak halktan yana hükümetin varlığında gerçekleşebileceğini kavrayamamış) düşünce, iktidar merkezli patronaj ağının daha da gelişmesine katkı sağlıyor. "Üç maymunu oynayan" bu kesimlerin yaratmaya çalıştığı vurdumduymazlık tekeline yüzyıllar öncesinden Lermontov'un sözcükleriyle bile cevap verilebilir. Şöyle diyor Lermontov "Çağımızın Kahramanı" adlı yapıtının önsözünde: "İnsanların tatlıyla beslendikleri yeter; mideleri bozuldu artık. Onlara biraz acı ilaç, katıksız gerçek gerek!" Lermontov'un Dekabrist hareketin çarlık tarafından bastırıldığı dönemin ertesindeki baskı, suskunluk ve yılgınlık ortamında bu toplumcu-gerçekçi çıkışının mantığını hatırlamak, hatırlatmak gerek...Daha da açıkçası, çekilen acılara sebep olanları, acı çekenlere anlatmak gerek!..."
Bugün 15 Temmuz 2008. Medyanın durumu daha da içler acısı. İktidar yandaşlığı iyice kurumsallaştı. "Acı ilaç ve katıksız gerçek vermeye yeltenenler" hedef alınıyor.
Peki neden böyle? Cevabı bulmak için "büyük resme" bakmak gerekiyor.
1- Küreselleşme adı altında pazarlanan emperyalizm, kendine karşı ılımlı bir yönetimi kurup sağlamlaştırarak ve halkı "tatlıyla besleyen" bir medya ağı aracılığıyla yanıltarak "sistemin sürekliliğini" garanti etmeyi amaçlar. Tüm dünyada böyledir.
2- Emperyalizm için "sistemin sürekliliğini" değiştirme potansiyeline sahip güçler,
toplumsal meşruiyetleri ve destekleri olduğu ölçüde daha da tehlikelidirler. Bu nedenle çeşitli yollarla edilgenleştirilmeye çalışılanlar öncelikle onlar olurlar.
* * *
Değerli okurlarım, emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalıklara ve eşitsizliğe boyun eğmeyen Kemalizm'in, laik ve üniter devlet yapısı konusunda gösterdiği duyarlılık; iç ve dış birtakım unsurlar tarafından en büyük tehdit olarak algılanmaktadır. Bu nedenle Kemalizm'i edilgenleştirmeye yönelik uygulamalar her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır.
Bunun en temel nedeni de Yeni Dünya Düzeni'nin "bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler" felsefesini herkese kabul ettirmektir. Daha doğrusu doğa yaşamını toplumsal yaşantıya geçirmektir. Güçlünün güçsüzü ezdiği, güçlünün her zaman için ayakta kalacağı bir dünya düzenidir kurulmak istenen...
ABD'in Irak'a demokrasi getireceğim diye bir milyon insanı enerji çıkarı için katletmesi gibi... Birinin daha iyi yaşaması için diğerinin gerekirse ölmesi ...
İşte budur "yeni dünya düzeni"...
* * *
Değerli okurlarım, tıpkı doğada olduğu gibi, toplumsal yaşamda da eşitsizlikler, güçlüler ve güçsüzler vardır. Toplum ve doğa yaşamına ilişkin eşitsizlik tablosu siyasete konu olduğunda iki karşıt düşünce ortaya çıkmaktadır. Altı ısrarla çizilmelidir ki, iki karşıt düşünce de eşitsizliğin varlığını reddetmemektedir. Bu düşüncelerden birincisine göre, doğada olduğu gibi toplumsal yaşamda da eşitsizliklerin olması son derece olağan, normal bir durumdur. Bu yapıyı değiştirmeye kalkarsanız düzene zarar verirsiniz, dengeyi bozarsınız, "istikrarı" zedelersiniz. Toplumda karışıklılığa yol açarsınız. "Zengin zenginliğini, fakir fakirliğini bilecek; zengin fakirin, fakir zenginin varlığını kabul edecek!". Bu birinci görüş "sağ" görüştür. "Yeni Dünya Düzeni'nin" sahiplendiği görüştür.
Bu görüş kendi çıkarlarını korumak için, "insan akıl sahibi bir canlı olarak topluma düzen verecek ve eşitsizliği ortadan kaldırabilecek yetenektedir" diyen ikinci görüşe ulusal ve uluslararası düzeyde baskı yapmaktadır...
Türkiye'de ise emperyalizm karşıtlığı ve halkçılık Kemalizm'le çakışmakta ve Kemalizm, bir kez daha emperyalizmin temel düşmanı noktasına taşınmaktadır. Bu nedenle Türkiye'de baskıya uğrayan dünya görüşü tatlısu solculuğu değil Atatürkçülük olmaktadır.
Bir başka ifadeyle "yurtta barış, cihanda barış" diyen Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal, halkçı, laik ve üniter yapısı değiştirilmek istenmektedir. Bunun için de iç ve dış güçler Kemalist düşünceye sahip kişileri etkisizleştirme, korkutma, ürkütme ve sindirme peşine düşmüşlerdir.
Olan budur...
* * *
Peki bu olumsuzluklar karşısında bizler ne yapmalıyız?...
Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesini (Kemalizm'i) ve amaçlarını ulus olarak özümsememiz gerekiyor. Bizi bizden ve değerlerimizden koparacak gelişmelere karşı son derece duyarlı ve uyanık olmalıyız. Hepimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün ulus tanımındaki "biz" olmalıyız. Birlik olmalıyız. İlkelerimize, devrimlerimize ve ulusal, laik ve üniter devlet yapımıza sahip çıkmalıyız.
Cumhuriyet bilinci içinde olmalıyız... Bizi bizden ayıran; bölen, parçalayan, yok eden anlayışlarda değil bizi biz yapan anlayışlarda birleşmeliyiz.
Atamızın miras olarak bıraktığı Cumhuriyet'e ve Cumhuriyet Halk Partisi'ne sahip çıkarak bu olumsuzlara dur diyebiliriz değerli okurlarım...
(15 Temmuz 2008, Haber Ekspres)
08 Temmuz 2008
BACON'DAN ERASMUS'A DELİLİK - ZAFER YAPICI
Francis Bacon'un "İnsan tabiatında akıllılıktan ziyade delilik vardır" sözüne inanası geliyor insanın.
Hele de ülkemizde son yaşananlar sonrasında.
Sanki iktidar sahiplerine Erasmus'un "Deliliğe Övgü" kitabının özeti fısıldanmış danışmanlarca. Kolay yoldan "bilge görünmeyi" uman iktidar sahipleri, "deli" olmaya karar vermişler Erasmus'u yanlış anlayarak...
Peki ya gerçekten bilge olsalardı, böylesi bir deliliğe karar verebilirler miydi?
* * *
...Bir yılı aşkın süredir tamamlanamayan bir iddianame, neyle suçlandığını bile anlayamadan dört duvar arasına sürüklenen ve hatta yaşamlarını yitiren insanlar, tehditkâr bir ucu açıklık, şantajcı ve jurnalci bir medya ağı, savcılık görevini üstlenmeye çalışan bir siyasi erk, adım adım ilerlenen totaliter yolculuk...
...Sizce içinde bilgeliğin kırıntısını bile barındırmayan bir kolektif deliliğin emareleri değil de nedir?
* * *
"Delirene değil delirtene bak" derler. E biraz da ona bakalım.
Fazla söze gerek yok. Sabah gazetesinden Engin Ardıç, bir itirafı çağrıştıran "açık sözlü" yazısında anlatmış "delirteni".
Şöyle diyor Ardıç 4 Temmuz 2008 tarihli Sabah gazetesindeki yazısında:
"...Defalarca yazdık yıllardır: Avrupa'yla köprüleri atacak, Amerikan ittifakından çıkmak isteyecek, Rusya-Çin-Hindistan, hatta utanmadan şeriatçı İran ittifakı arayacaksanız, Amerika bunu size çok pahalı ödetir, diye!...Size çılgın Türk diye gaz verdiler, gerçekten çılgınlık etmeye kalktınız. Akıllı Türk olalım dedik, aldırmadınız..."
* * *
Akıllı Türklük, Çılgın Türklük...
Hangisi bilgelik? Hangisi cahillik?
Hangisi akıllılık? Hangisi delilik?
Hangi delilik aslında akıllılık, hangi akıllılık aslında delilik?
Hangi deliliğin yönü geri, hangisinin ileri?
Bacon'a veya Erasmus'a yeniden sormaya gerek var mı sizce?
* * *
Son bir not. "Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve devrimlerini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak, yaymak ve bu konuda yayımlar yapmak" amacıyla Başbakanlığa bağlı olarak 1983 yılında kurulan Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı'na; 19 Mayıs 1919'un Kurtuluş Savaşı'nın ikinci aşaması olduğu ve savaşın padişahın onayı ile başladığı görüşlerini savunduğu iddia edilen bir kişi getirildi.
Böylelikle Mustafa Kemal Atatürk'e sövmek veya onun hakkındaki tarihsel gerçeklikleri göz göre göre çarpıtmak, Atatürk'ü ve Atatürk ilke ve devrimlerini devlet düzleminde araştırmak için bir ön koşul haline mi getirilmiş oluyor yoksa?
(Haber Ekspres, 8 Temmuz 2008)
Hele de ülkemizde son yaşananlar sonrasında.
Sanki iktidar sahiplerine Erasmus'un "Deliliğe Övgü" kitabının özeti fısıldanmış danışmanlarca. Kolay yoldan "bilge görünmeyi" uman iktidar sahipleri, "deli" olmaya karar vermişler Erasmus'u yanlış anlayarak...
Peki ya gerçekten bilge olsalardı, böylesi bir deliliğe karar verebilirler miydi?
* * *
...Bir yılı aşkın süredir tamamlanamayan bir iddianame, neyle suçlandığını bile anlayamadan dört duvar arasına sürüklenen ve hatta yaşamlarını yitiren insanlar, tehditkâr bir ucu açıklık, şantajcı ve jurnalci bir medya ağı, savcılık görevini üstlenmeye çalışan bir siyasi erk, adım adım ilerlenen totaliter yolculuk...
...Sizce içinde bilgeliğin kırıntısını bile barındırmayan bir kolektif deliliğin emareleri değil de nedir?
* * *
"Delirene değil delirtene bak" derler. E biraz da ona bakalım.
Fazla söze gerek yok. Sabah gazetesinden Engin Ardıç, bir itirafı çağrıştıran "açık sözlü" yazısında anlatmış "delirteni".
Şöyle diyor Ardıç 4 Temmuz 2008 tarihli Sabah gazetesindeki yazısında:
"...Defalarca yazdık yıllardır: Avrupa'yla köprüleri atacak, Amerikan ittifakından çıkmak isteyecek, Rusya-Çin-Hindistan, hatta utanmadan şeriatçı İran ittifakı arayacaksanız, Amerika bunu size çok pahalı ödetir, diye!...Size çılgın Türk diye gaz verdiler, gerçekten çılgınlık etmeye kalktınız. Akıllı Türk olalım dedik, aldırmadınız..."
* * *
Akıllı Türklük, Çılgın Türklük...
Hangisi bilgelik? Hangisi cahillik?
Hangisi akıllılık? Hangisi delilik?
Hangi delilik aslında akıllılık, hangi akıllılık aslında delilik?
Hangi deliliğin yönü geri, hangisinin ileri?
Bacon'a veya Erasmus'a yeniden sormaya gerek var mı sizce?
* * *
Son bir not. "Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve devrimlerini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak, yaymak ve bu konuda yayımlar yapmak" amacıyla Başbakanlığa bağlı olarak 1983 yılında kurulan Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı'na; 19 Mayıs 1919'un Kurtuluş Savaşı'nın ikinci aşaması olduğu ve savaşın padişahın onayı ile başladığı görüşlerini savunduğu iddia edilen bir kişi getirildi.
Böylelikle Mustafa Kemal Atatürk'e sövmek veya onun hakkındaki tarihsel gerçeklikleri göz göre göre çarpıtmak, Atatürk'ü ve Atatürk ilke ve devrimlerini devlet düzleminde araştırmak için bir ön koşul haline mi getirilmiş oluyor yoksa?
(Haber Ekspres, 8 Temmuz 2008)
02 Temmuz 2008
SU GERÇEĞİ VE FARKLILIKLARIN SUDA YAKINLAŞMASI - ZAFER YAPICI
Dünyanın suyla ilgili en büyük etkinliği olan Dünya Su Forumu, Dünya Su Konseyi ve ev sahibi ülke hükümetlerinin ortak girişimi ile üç yılda bir düzenleniyor. 1997'de Fas, 2000'de Hollanda, 2003'de Japonya ve 2006'da Meksika'da gerçekleşen Dünya Su Forumu'nun beşincisi Mart 2009'da İstanbul'da yapılacak.
Bu forumda ele alınacak konular altı ana başlıkta toplanıyor:
* Küresel Değişimler ve Risk Yönetimi (İklim değişimine uyum sağlamak/ Su kaynaklı göç, değişen arazi kullanımı ve insan yerleşimleri/ Afet yönetimi)
* İnsani Kalkınma ve Binyıl Kalkınma Hedefleri (Herkes için su, arındırma ve hijyen sağlanması/ Enerji için su, su için enerji/ Açlık ve fakirliğin giderilmesi için su ve gıda/ Su hizmetlerinin birden çok kullanımı ve işlevi)
* İnsani ve Çevresel İhtiyaçlar Dikkate Alınırken Su Kaynaklarının Korunması ve Yönetimi (Havza yönetimi ve sınıraşan sularda işbirliği/ Tarımsal enerji ve kentsel su ihtiyacının karşılanması için yeterli su kaynağı ve depolama altyapısı temini/ Doğal ekosistemlerin korunması/ Yüzeysel, yeraltı, toprak ve yağmur suyunun yönetimi ve korunması)
* İdare ve Yönetim (Su ve arındırma hakkına daha iyi erişimin sağlanması/ Düzenleyici yaklaşımlar yoluyla verimin arttırılması/ Etiğin ve şeffaflığın güçlendirilmesi/ Su hizmetlerinde kamunun ve özel sektörün rollerinin uygunlaştırılması/ Verimli ve etkili su kaynağı yönetimi için kurumsal düzenlemeler)
* Finans (Su sektörü için sürdürülebilir finansman/ Sürdürülebilir su sektörü aracı olarak fiyatlandırma stratejileri/ Dar gelirliler lehine finansman politikaları ve stratejileri)
* Eğitim, Bilgi ve Kapasite Geliştirme (Eğitim, bilgi ve kapasite geliştirme stratejileri/ Su bilimi ve teknolojisi/ Binyıl Kalkınma Hedefleri'ne ulaşılması için mesleki dernekler ve ağların varlıklarının kullanılması/ Herkes için veri/ Su ve kültür)
* * *
Değerli okurlarım, 5. Dünya Su Forumu'nun altı ana temasından hareketle geçekleştirilen yurtiçi bölgesel toplantılar çerçevesinde 26- 27 Haziran 2008 tarihinde DSİ II. Bölge Müdürlüğü'nün Gümüldür Eğitim Tesisleri'nde "Havza Kirliği" ve "Tarihi Su Yapıları" konferansları düzenlendi.
Söz konusu konferanslara Pamukkale, Dokuz Eylül, Ege, Süleyman Demirel ve Namık Kemal Üniversiteleri'nden konularında engin bilgiye sahip Prof., Doç., Yrd. Doç. ve Araştırma Görevlileri; DSİ Genel Müdürlüğü ve II. Bölge Müdürlüğü uzmanları, belediyeler ve İZSU, birçok mimar, arkeolog, ziraat mühendisi, inşaat mühendisi ve sanat tarihçisi araştırmalarıyla, bilgileriyle ve önerileriyle katkı sundular.
Davetli olduğum bu konferansları iki gün boyunca takip ettim. Özellikle Türkiye'de bulunan 26 akarsu havzasının durumuyla ilgili bilgileri aldıkça tüylerim diken diken oldu. Hele hele Ege bölgesinde Bakırçay, Büyük Menderes, Küçük Menderes ve Gediz havzalarının ne durumda olduğunu dinleyince daha da irkildim.
Sadece bir örnek veriyorum: Gediz havzası. Gediz nehri 401 kilometre uzunluğundaki yolculuğuna Kütahya ve bir ilçesinden başlıyor. Uşak ve bir merkez ilçesinden, Manisa ve on iki ilçesinden, İzmir ve dört ilçesinden geçiyor. Toplam 4 il ve 18 ilçeden geçerek Menemen ve Foça ilçe sınırından denize dökülüyor. Aşırı nüfus artışını da göz önünde tutarsak bu yolculuğa evsel, endüstriyel, tarımsal vb. kaynaklı kirlilik de iştirak ediyor. Gediz, taşıdığı tüm kirlikleri denize taşıyor. İşte söz konusu konferanslarda örneğin Gediz Havzası'nın 4 ilin ve 18 ilçenin ev, endüstri, tarım vs. atıklarının dolduğu bir havza haline dönüştüğü gözler önüne serildi. Suyu kirleten tüm sebepler detaylarıyla ortaya kondu.
* * *
Değerli okurlarım, bir taraftan küresel ısınma suyun azalmasına yol açmakta, diğer taraftan da azalan su bilinçsizce ve sorumsuzca kirletilmektedir. Bu iki süreçten akarsu havzalarımız, onların üzerinde kurulan baraj ve göletlerimiz etkilenmektedir. Su kıtlığı ve zaten kıt olan suyun kirlenmişliği insan sağlığı açısından ciddi sorunlara yol açmaktadır. Dahası nehirlerin aktığı denizlerimiz ve havzalarda yaşayan canlılar da bu yeni koşullardan artan oranda etkilenmektedir.
Söz konusu zincirleme etkileşim sonucu sadece içtiğimiz su değil, beslendiğimiz toprak ve soluduğumuzu hava da kirlenmektedir. Eğer bu döngü böyle sürerse yakın gelecekte hem doğa hem insan hayatı tehlike altına girmiş olacaktır. Yaşam hakkı en temel haktır. Kirletilmiş suyun insan hayatını tehdit eder noktaya getiren nedenleri ve temiz suya duyulan ihtiyaçları bilim insanları, yetkili kurumlar, meslek odaları ve duyarlı uzmanlar bilimsel olarak dile getirmişlerdir.
Kısaca söylemek gerekirse durum vahimdir. Çevre ve Orman Bakanlığı'nın vakit geçirmeden Türkiye'deki 26 akarsu havzasını kurtarmak için çalışmalara başlaması gerekir. Eğer "5. Dünya Su Forumu yapılsın daha sonra bakarız" denilirse boşa geçen senelere bir dokuz ay daha eklenecek. Oysa Türkiye'nin bekleyecek günü kalmadı...
* * *
Tüm dünya ülkeleri bugünlerde su konusunda coğrafi engelleri aşmayı ifade eden "farklılıkların suda yakınlaşması" temasını işliyor. Bu söyleme göre kıt olan su olunca tüm farklılıklar bir tarafa bırakılıp yakınlaşılacak, insanlar ölmesin diye birliktelik sağlanacak.
"Farklılıkların suda yakınlaşması" söyleminin gerçekçiliği ayrı bir tartışma konusu tabii. Bu söylem suyun önemini ortaya koyması bakımından anlamlı, ancak eksik. Su o kadar önemli ki, tıpkı "farklılıkların suda yakınlaşması" mümkün olduğu gibi "farklılıkların susuzlukta derinleşmesi" de mümkün. Suyun devletlerarası bir savaş nedeni olma olasılığı da bu bağlamda kötü ancak gerçekçi bir diğer senaryo olarak görülebilir.
* * *
Değerli okurlarım, bir düşünün. Sadece bir kilo dana etinin meydana gelmesi için 155 litre su gerekiyor. Diğer gıdalarımız için harcanan su miktarlarını da göz önüne alarak suyun ne derece önemli olduğunu anlayabiliriz. Umarım iktidar da bu konferanstaki altın değerindeki bilgileri ve projeleri alır ve bir an önce uygulamaya koyar. Çünkü bu bilgiler ve projeler sadece dosyalarda kalmaya devam ederse havzalarımız her gün biraz daha kirlenecek, her gün biraz daha fazla susuzluğu hissedeceğiz.
En büyük yatırım insan ve doğa yaşamına yapılan yatırımdır...
Not: Bu organizasyonu yapan DSİ II. Bölge yöneticilerine, konferansın akışını sağlayan Sayın Aslı Sılay'a (İnş.Y. Müh) ve Sayın Ahmet Tomar'a (Zir. Y. Müh) teşekkürlerimi sunuyorum. Bu kadar net bir şekilde su gerçeğini ortaya koyan bilim insanlarını, uzmanları, meslek odalarını ve kurumları bir araya getirdikleri için onları kutluyorum.
(Haber Ekspres 1 Temmuz 2008)
Bu forumda ele alınacak konular altı ana başlıkta toplanıyor:
* Küresel Değişimler ve Risk Yönetimi (İklim değişimine uyum sağlamak/ Su kaynaklı göç, değişen arazi kullanımı ve insan yerleşimleri/ Afet yönetimi)
* İnsani Kalkınma ve Binyıl Kalkınma Hedefleri (Herkes için su, arındırma ve hijyen sağlanması/ Enerji için su, su için enerji/ Açlık ve fakirliğin giderilmesi için su ve gıda/ Su hizmetlerinin birden çok kullanımı ve işlevi)
* İnsani ve Çevresel İhtiyaçlar Dikkate Alınırken Su Kaynaklarının Korunması ve Yönetimi (Havza yönetimi ve sınıraşan sularda işbirliği/ Tarımsal enerji ve kentsel su ihtiyacının karşılanması için yeterli su kaynağı ve depolama altyapısı temini/ Doğal ekosistemlerin korunması/ Yüzeysel, yeraltı, toprak ve yağmur suyunun yönetimi ve korunması)
* İdare ve Yönetim (Su ve arındırma hakkına daha iyi erişimin sağlanması/ Düzenleyici yaklaşımlar yoluyla verimin arttırılması/ Etiğin ve şeffaflığın güçlendirilmesi/ Su hizmetlerinde kamunun ve özel sektörün rollerinin uygunlaştırılması/ Verimli ve etkili su kaynağı yönetimi için kurumsal düzenlemeler)
* Finans (Su sektörü için sürdürülebilir finansman/ Sürdürülebilir su sektörü aracı olarak fiyatlandırma stratejileri/ Dar gelirliler lehine finansman politikaları ve stratejileri)
* Eğitim, Bilgi ve Kapasite Geliştirme (Eğitim, bilgi ve kapasite geliştirme stratejileri/ Su bilimi ve teknolojisi/ Binyıl Kalkınma Hedefleri'ne ulaşılması için mesleki dernekler ve ağların varlıklarının kullanılması/ Herkes için veri/ Su ve kültür)
* * *
Değerli okurlarım, 5. Dünya Su Forumu'nun altı ana temasından hareketle geçekleştirilen yurtiçi bölgesel toplantılar çerçevesinde 26- 27 Haziran 2008 tarihinde DSİ II. Bölge Müdürlüğü'nün Gümüldür Eğitim Tesisleri'nde "Havza Kirliği" ve "Tarihi Su Yapıları" konferansları düzenlendi.
Söz konusu konferanslara Pamukkale, Dokuz Eylül, Ege, Süleyman Demirel ve Namık Kemal Üniversiteleri'nden konularında engin bilgiye sahip Prof., Doç., Yrd. Doç. ve Araştırma Görevlileri; DSİ Genel Müdürlüğü ve II. Bölge Müdürlüğü uzmanları, belediyeler ve İZSU, birçok mimar, arkeolog, ziraat mühendisi, inşaat mühendisi ve sanat tarihçisi araştırmalarıyla, bilgileriyle ve önerileriyle katkı sundular.
Davetli olduğum bu konferansları iki gün boyunca takip ettim. Özellikle Türkiye'de bulunan 26 akarsu havzasının durumuyla ilgili bilgileri aldıkça tüylerim diken diken oldu. Hele hele Ege bölgesinde Bakırçay, Büyük Menderes, Küçük Menderes ve Gediz havzalarının ne durumda olduğunu dinleyince daha da irkildim.
Sadece bir örnek veriyorum: Gediz havzası. Gediz nehri 401 kilometre uzunluğundaki yolculuğuna Kütahya ve bir ilçesinden başlıyor. Uşak ve bir merkez ilçesinden, Manisa ve on iki ilçesinden, İzmir ve dört ilçesinden geçiyor. Toplam 4 il ve 18 ilçeden geçerek Menemen ve Foça ilçe sınırından denize dökülüyor. Aşırı nüfus artışını da göz önünde tutarsak bu yolculuğa evsel, endüstriyel, tarımsal vb. kaynaklı kirlilik de iştirak ediyor. Gediz, taşıdığı tüm kirlikleri denize taşıyor. İşte söz konusu konferanslarda örneğin Gediz Havzası'nın 4 ilin ve 18 ilçenin ev, endüstri, tarım vs. atıklarının dolduğu bir havza haline dönüştüğü gözler önüne serildi. Suyu kirleten tüm sebepler detaylarıyla ortaya kondu.
* * *
Değerli okurlarım, bir taraftan küresel ısınma suyun azalmasına yol açmakta, diğer taraftan da azalan su bilinçsizce ve sorumsuzca kirletilmektedir. Bu iki süreçten akarsu havzalarımız, onların üzerinde kurulan baraj ve göletlerimiz etkilenmektedir. Su kıtlığı ve zaten kıt olan suyun kirlenmişliği insan sağlığı açısından ciddi sorunlara yol açmaktadır. Dahası nehirlerin aktığı denizlerimiz ve havzalarda yaşayan canlılar da bu yeni koşullardan artan oranda etkilenmektedir.
Söz konusu zincirleme etkileşim sonucu sadece içtiğimiz su değil, beslendiğimiz toprak ve soluduğumuzu hava da kirlenmektedir. Eğer bu döngü böyle sürerse yakın gelecekte hem doğa hem insan hayatı tehlike altına girmiş olacaktır. Yaşam hakkı en temel haktır. Kirletilmiş suyun insan hayatını tehdit eder noktaya getiren nedenleri ve temiz suya duyulan ihtiyaçları bilim insanları, yetkili kurumlar, meslek odaları ve duyarlı uzmanlar bilimsel olarak dile getirmişlerdir.
Kısaca söylemek gerekirse durum vahimdir. Çevre ve Orman Bakanlığı'nın vakit geçirmeden Türkiye'deki 26 akarsu havzasını kurtarmak için çalışmalara başlaması gerekir. Eğer "5. Dünya Su Forumu yapılsın daha sonra bakarız" denilirse boşa geçen senelere bir dokuz ay daha eklenecek. Oysa Türkiye'nin bekleyecek günü kalmadı...
* * *
Tüm dünya ülkeleri bugünlerde su konusunda coğrafi engelleri aşmayı ifade eden "farklılıkların suda yakınlaşması" temasını işliyor. Bu söyleme göre kıt olan su olunca tüm farklılıklar bir tarafa bırakılıp yakınlaşılacak, insanlar ölmesin diye birliktelik sağlanacak.
"Farklılıkların suda yakınlaşması" söyleminin gerçekçiliği ayrı bir tartışma konusu tabii. Bu söylem suyun önemini ortaya koyması bakımından anlamlı, ancak eksik. Su o kadar önemli ki, tıpkı "farklılıkların suda yakınlaşması" mümkün olduğu gibi "farklılıkların susuzlukta derinleşmesi" de mümkün. Suyun devletlerarası bir savaş nedeni olma olasılığı da bu bağlamda kötü ancak gerçekçi bir diğer senaryo olarak görülebilir.
* * *
Değerli okurlarım, bir düşünün. Sadece bir kilo dana etinin meydana gelmesi için 155 litre su gerekiyor. Diğer gıdalarımız için harcanan su miktarlarını da göz önüne alarak suyun ne derece önemli olduğunu anlayabiliriz. Umarım iktidar da bu konferanstaki altın değerindeki bilgileri ve projeleri alır ve bir an önce uygulamaya koyar. Çünkü bu bilgiler ve projeler sadece dosyalarda kalmaya devam ederse havzalarımız her gün biraz daha kirlenecek, her gün biraz daha fazla susuzluğu hissedeceğiz.
En büyük yatırım insan ve doğa yaşamına yapılan yatırımdır...
Not: Bu organizasyonu yapan DSİ II. Bölge yöneticilerine, konferansın akışını sağlayan Sayın Aslı Sılay'a (İnş.Y. Müh) ve Sayın Ahmet Tomar'a (Zir. Y. Müh) teşekkürlerimi sunuyorum. Bu kadar net bir şekilde su gerçeğini ortaya koyan bilim insanlarını, uzmanları, meslek odalarını ve kurumları bir araya getirdikleri için onları kutluyorum.
(Haber Ekspres 1 Temmuz 2008)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)